16. Bölüm

16. Bölüm

Mera
mera01

Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovalıyordu ve her geçen saniyede yeni bir tohum bırakılıyordu yüreğime; dakikalar geçtikçe filizleniyordu tohumlar ve saatlerin geride kalmasıyla birlikte filizler büyüyor, gitgide yeşeriyor ve yeni dallar veriyordu. Birkaç gündür yoğun bir şekilde hissettiğim korku, son birkaç saatte daha önce hiç varmadığı bir bölgeye yerleşmişti. Hislerimin en belirgin olanıydı ve katman katmandı. Öyle ki, bu korku; ne zaman geçiyormuş gibi hissettiriyordu ne de zaman bir yerde tıkalı kalmış gibi hissettiriyordu. Zamana bağımlı ama zamandan bihaberdim. Korkunun kapana kıstırdığı bir çaresizlik de vardı. Korku tarafından çevrelenmişti ama korkudan kendisine kalan küçük bölgesinde bağımsızlığını ilan etmişti bile.

Kaçamamıştık. Ural sınırdan geçmemize müsaade etmemiş ve sonrasında, arkamızdan gelen süvarilerle Ural'ın ordusu arasında kalmıştık. Alsondro'da hiç bilmediğim bir saraya getirilmiştik ve sonrasında Pamir ile yollarımız ayrı düşmüştü. Onu nereye götürdüklerini bilmiyordum. Doğrusu kendimin nerede olduğunu da bilmiyordum. Zindana atılmıştım. Sanırsam saatlerdir buradaydım. Yanıma kimse uğramıyor, ne olup bittiğini kimse haber vermiyordu. Buraya geldim geleli Alsondro sahiplerinden birini dahi görmemiştim. Oysa Yamin'i görmeyi ve neler olduğunu duymayı istiyordum. Nereye kadar daha burada hapsolacağımı bilmek ve sonrasında bana ne olacağını duymak istiyordum. Lakin isteklerim önemsizdi.

Pamir'in nerede olduğunu bilmediğim gibi onun ne hâlde olduğunu da bilmiyordum. Benim için kendi canına tehlikeye atmıştı. Bunun üstüne bir de birkaç tane Alsondro muhafızını öldürmüştü. Onun suç listesi bir hayli kabarıktı. Alsondro sahiplerinden birisi yanıma gelseydi onun serbest bırakılmasını isteyecektim. Onun suçlarını üstlenmeye ve onun yerine ceza çekmeye hazırdım. Yoksa vicdanım ömrümün sonuna dek beni rahat bırakmayacaktı.

Korkularımın arasında Yamin'in de suçlanmış olması vardı. Bu bir ihtimaldi; gözümü çok korkutan bir ihtimal. Lakin diğer Alsondro sahipleri, başka bir bölgenin hükümdarına gösterdiği muameleyi kendi kardeşlerine göstermeyecektir diye umuyordum. Zaman geçtikçe Yamin'in karşıma çıkmaması içimde barındırdığım umutlarımın sönmesine sebebiyet veriyordu.

Karanlık, küçük, rutubetli bir odada yalnızlığa itilmek beni başka şeyleri de düşünmeye itiyordu. Ural'ı ve onun sözlerini düşünüyordum. Açıkçası inanmamıştım. Onun aramızdaki muhbir olma ihtimali diğerlerinin beni burada yalnız bırakma ihtimalinden epey yüksekti. Atlas'ın, benim sınıra girmemem için emir vermesi elbette koca bir yalandı. Ya da değildi ama işin içinde başka şeyler vardı. Atlas'ın ve diğerlerinin güvendiği bir planları vardı. Öyle olmalıydı. Diğer türlüsünü düşünmek istemiyordum, diğer türlüsüne inanmak da istemiyordum.

Bölgenin şifacısı yeniden adını şüpheliler listesine yazdırmıştı. Onun sözlerinin ardından kolyenin ortaya çıkması ve bizim Tarnit Dağı'na gidip kolyeyi okutmamız tesadüften de öteydi. Verdiği içecekleri sorgusuz sualsiz içtiğim için pişmandım. Olayı her açıdan değerlendirdiğimde onun bazı anlarda bize yardımının dokunduğunu elbette görebiliyordum. Kafam allak bullaktı. Kime güveneceğimi, ne düşüneceğimi bilmiyordum.

Kalbimin enginliklerinde saklı kalmış bir yerde ölüm korkusu yatıyordu. Pamir'in öfkesini unutamıyordum. Nitekim öfkeli sözleri arasından çıkan ölüm kelimesini de. Bilmediğim bir diyarda, sevdiklerimden uzakta ölmek istemiyordum. Ya da tüm özgürlüğümün elimden alınmasını da istemiyordum. Bana yabancı bir gökyüzünün altında ölmek ve bana yabancı bir toprağın altına gömülmek de istemiyordum.

Aşağı kata inen ayak seslerini duyduğumda yerimden kalktım ve parmaklıkların önüne ilerledim. Karanlık koridorda kimin yürüdüğü görünmüyordu. Önce karanlık bir gölge gördüm ve ardından gölgenin sahibini. "Yamin!"

"Sessiz ol!" diye uyardı beni. O, hasar almış veya suçlanmış görünmüyordu. "Seni buradan çıkartamayacağım. Bölgenin diğer yetkilileriyle bir karara varıldı."

"Ne kararı?"

"Sürgün edileceksin," dedi. Hemen ardından, "Böyle olması gerekiyormuş yoksa daha farklı bir ceza alman için uğraşırdım," diye devam etti.

"Olay tüm diyara yayıldığı vakitlerde Atlas ulaştı bana," dedi yeniden konuştuğunda. "Alabileceğin cezaları sordu ve sürgün edilme ihtimalinin olduğunu duyunca Antropedos'a sürgün edilmeni söyledi. Ben de onun sözüne uydum ve bunun için uğraştım. Bir planı var gibi gözüküyor."

"Antropedos mu?" diye sordum. "Oraya sürgün edilmem nasıl bir planın parçası olabilir ki?"

"Bilmiyorum ama ona güvenmek dışında başka sağlam bir yol yoktu," dedi. "Ne yaptığını biliyor gibiydi. Senin orada güvende olacağını söyledi. Sen oradayken sorunu çözmeye odaklanacağız."

"Güvende mi? Hiç bilmediğim ve Valmir'in bile gitmek istemediği topraklarda nasıl güvende olacağım?"

"Alisa bilmiyorum diyorum. Atlas'a güven. Çünkü ben öyle yapacağım."

Ona zaten güveniyordum ama neyi amaçladığını anlayamamıştım. "Pamir nerede? O iyi mi?"

"Şu anlık önceliğim senin güvenliğinden emin olmak. Onun aldığı cezayla sonra ilgileneceğim," dedi. Yargı dolu bakışlarımı gördü. "Alisa ne yapabilirim başka? Üç tane Alsondro muhafızını öldürmüş. Bunun hiçbir açıklaması olamaz. Onunla da ilgileneceğim, merak etme. Yalnızca önce senin buradan gitmen gerekiyor. Senin can güvenliğin sağlanamadığı müddetçe başka şeylere odaklanmamız çok zor."

"O nerede?"

"Sarayın diğer tarafındaki zindana atıldı. Birazdan onun yanına uğrayacağım."

Benim konuşmayacağımı anladı. "Akşama doğru sürgün kararı açıklanır ve Antropedos'a doğru yola çıkarsınız. Seni oraya götürecek kişilerin arasına güvendiğim bir ismi yerleştireceğim. Böylece iletişimde olacağız."

"Yardımların için teşekkürler Yamin."

"Bu beladan gerçek anlamda kurtulduğunda edersin teşekkürünü. Yarın Katrin ile bir görüşme gerçekleşecek ve bu görüşmeler ilerleyen günlerde de devam edecek. En fazla bir hafta... Bir hafta sonra olay çözüme kavuşur. O zamana kadar dayanmaya çalış."

"Çalışırım," dedim. Yamin karanlık koridorda gözden kayboldu. Neyse ki birkaç soruma cevap alabilmiştim. Pamir hâlâ buradaydı ve en azından güvendeydi. Bu yeterliydi.

Antropedos'a gidecektim. Orada nasıl güvende olabilirdim? Belki de çoktan Antropedos'a varmış olan Valmir'e güvenmişlerdi. Eğer Valmir oradaysa güvende olma ihtimalim vardı.

Saklı kalmış bahçelerden esen bir ürperti buldu beni; titreşen rüzgârla yanıma uğradı, zihnimdeki yok olmaya yüz tutmuş birkaç yapının arasından esti ve zihnime yeni yerleşen harabelerde kendine ait birkaç kalıntı bıraktı, sonra yok oldu. Esen rüzgârın fısıltısı tanıdıktı; bir zamanlar yüreğime uğramış, sonrasında zihnimce unutulmuş bir rüzgârdı.

Sanıyorum ki koridorun diğer ucunda göğe bakan küçük bir pencere bulunuyordu. Arada sırada oradan içeriye doğru bir ışık yansıyordu. Pek belirgin değildi; ışık, çoğu zaman koridorla bağlantısını tamamen kesiyordu. Lakin zaman geçtikçe ışığın rengi koyuldu. Gün ışığının sarımtırak rengi, koyu maviye çalan, arasında ayın solgun beyaz ışığının izleri olan bir ışığa bıraktı kendini. Anlaşılan akşam vakti gelip çatmıştı. Buraya doğru yaklaşan birkaç adım sesi duydum. Sonra gelen bedenleri gördüm. Yamin öncülük ettiği üç kişiyle birlikte yanıma geliyordu. Yanındaki adamlardan biri zindanın siyah, kalın demir kapısının kilidini açtı.

"Antropedos'a gönderileceksin," dedi Yamin. "Yanlış anlaşılmayı elimizden geldiğince hızlı bir şekilde düzeltmeye çalışacağız."

Sonunda boğucu odadan çıktığım için mutluydum ama gideceğim yer bana hiç güven vermiyordu. Yamin'in ikazları sonucu, elim kolum bağlı olmadan o zindanı geride bıraktım. Alsondro'yu saran gökyüzünü yeniden görebildim. Ay çoktan gökte belirmiş, etrafı az buçuk aydınlatmaya başlamıştı. Bir at arabasının önünde duyduğumuzda, Yamin endişe dolu bakışlarla bana döndü. "Antropedos'a ileti iletmek imkânsız. Haberleşme niyetine bile olsa not yollamak yasak ama Atlas bunun sorun olmayacağını, senin bir şekilde bizimle iletişime geçeceğini söyledi."

Bilmem farkında mıydı ama Atlas, bedenime taşıyamayacağım yükler yüklüyordu. Omuzlarım çöktü. "Bunu yapabileceğimi pek sanmıyorum." Hâlâ yanımda dikilen adamlar dikkatimi çekti. Kendime çeki düzen verdim. "Yine de bir yolunu bulmaya çalışırım."

Arabaya binmeden önce, "Lütfen Pamir'e dikkat et. Ona bir şey olursa kendimi sorumlu hissedeceğim," dedim. Nihayetinde araba hiç bilmediğim yere doğru yola çıktı. Nice bilinmezliklerin yer edindiği, nice tehlikelerin kol gezdiği diyar, kara bulutların arkasına saklanmış beni bekliyordu. Alsondro göğünde mistik bulutlar bir sis dumanına evrilmiş, yavaştan görüş alanımdan ayrılıyordu. Griye dönmüş, ufalmış bulutların arasından çetin bir rüzgâr uğultusu bu yöne doğru geliyordu. Hava, Alsondro'ya yakışmayacak kadar puslu; atın tıngır tıngır ilerlediği orman yolu, tam geceye yakışır şekilde sessiz ve ıssızdı.

Gece yarısında yel, sakinliğini bıraktı ve tüm çetinliğiyle esmeye başladı. Dört bir yanda çınlayan rüzgâr hızımızdan bir şey kaybettirmedi; taşlardan arınmış düz yolda aynı hızla ilerlemeye devam ediyorduk. Kafamı aracın penceresinden dışarı çıkartmaya korkuyordum. Yolculuğun bir an önce bitmesini, doğrusu, her şeyin bir önce sona ermesini diliyordum.

Antropedos'a varışımız günler sürdü. Bu esnada kimi zaman ormanın içinde belli belirsiz duran patikalara yönelmiştik ama yine de ormandan ayrılmamış, şehre hiç inmemiştik. Patikalara girdiğimizde orman yolunda ilerlediğimiz gibi rahatça ve hızla ilerleyememiştik ama bana eşlik eden görevliler bunu umursamış durmuyordu. Bilmediğim yerlerden geçerek bilmediğim bir yere varmaya çalıştığım bu süreçte tanıdığım kimseden haber alamamıştım. Belki yasaktır diye kendimi avuttum.

En nihayetinde Antropedos'a vardığımızda ve daha varmadan önce gördüğüm lanet, içimi bunaltmaya yetmişti. Antropedos'a girdiğimizde doğrudan yeni bir orman yoluna bağlanmıştık ama orman, tıpkı ev sahipliği yaptığı hayvanlar gibi düşmancıldı. Yeşil otlar ormana ayak bastığımda çıtırdayarak ezilecekmiş gibi narindi. Havada kara bulutlar uçuşuyor, gri dumanlar göğe doğru yükseliyor, göğü sahiplenmiş yırtıcı kuşlar ciyaklıyordu. Hava bunaltıcıydı; Antropedos beklediğimden sıcak çıkmıştı. Orman yolunda gördüğüm çoğu ağaç, bitki ve diğer her türlü canlı solmuş ve artık etrafa zarar verebilecek kötülük boyutuna ulaşmış duruyordu.

Yol katettikçe bedenimde yeni huzursuz hisler açığa çıkıyordu. Burada olmak bana Katrin'e düştüğüm ilk günü hatırlatmıştı. O gün evime, kendi diyarıma dönmek istediğim gibi şimdi de geçici yuvama, Katrin'e dönmek istiyordum. Hava basıktı, nefes almak gitgide zorlaşıyordu. Fakat orman geride kaldığında ve Antropedos'a ait bölgelerden birine girdiğimizde bedenime fısıldayan sesler duymaya başladım. Bu his bana şehirde kutlama yaptığımız gün, golün içinden gelen sesleri anımsattı. Etrafta ona benzer binlerce ses dolanıyordu. Pamir yine haklı çıkmıştı. Gölde duyduğum sesler ruhlara aitmiş. Zira ruhların diyarında duyduğum tek ses, o gölde duyduğum sesle birebir aynıydı.

Fakat görünürde ruh yoktu; şehrin sokakları bomboştu. Evler vardı, biraz özenilmiş bahçeler vardı, sesler vardı ama tüm bunların sahipleri görünürde yoktu. Koruyucu ruhlar, işleri bitip kendi diyarlarına döndüğünde görünmez mi oluyordu?

Şehre dikkatli dikkatli bakarken aklıma Valmir geldi. Onu ve bilge dostlarını yol boyu görmemiştik. Antropedos'a geliş yolunda da onlara rastlamamıştık. Onlar çoktan dönüş yoluna geçmiş olabilirler miydi? Onu şehirde görmeyi umduğum için yüreğimi rahat tutmaya özen gösteriyordum lakin belli ki yüreğimin yanma vakti gelmişti.

Şehrin ortasında küçük bir yapının önünde durduk. Yeni zindan hayatı yaşayacağım yere gelmiştik fakat bu sefer yalnızdım. Gelmesini heyecanla bekleyeceğim birileri yoktu. Ben araçtan indiğimde araç yeniden harekete geçti ve geldiği yöne doğru döndü. Görevliler bana hiçbir şey demeden gidiyordu. Bir süre öylece kalakaldım. Yanımda hiçbir şeyim yoktu. Büyülerim, silahlarım, Perla'nın hediyesi olan kolye bile Alsondro'da yakalandıktan sonra, zindana atılmadan hemen önce benden alınmıştı. Eğer bir ruh bana saldırırsa, ki bundan hiç emin değildim, kendimi savunacak hiçbir şeye sahip değildim. Etrafı taradım, sonrasında bedenime yapışmış hislerden ötürü küçük yapının içine girdim. Ortada kalmış hissediyordum; birazcık da ortada bırakılmış hissediyordum.

Burası yalnızca küçük bir odaya sahipti. Ne yapacağını bilemez bir hâldeydim. Benden bir şeyler yapmam bekleniyordu. Atlas onlarla iletişime geçmenin bir yolunu bulacağımı söylemiş ama nasıl? Nasıl bulabilirdim ki? O an koruyucu ruhumun eksikliğini hissettim. O ne zamandan beri yanımda değildi? Tünelden çıktıktan sonra onu, Atlas'ı bulması için tünele yollamıştım ve sonrasında onu bir daha gördüğümü hatırlayamıyordum. O, Atlas'ı bulmaya gitmemiş miydi? Hayır, gitmişti. Atlas hikâyenin kendi kısmını anlatırken ondan bahsetmişti. Peki ya sonra? Koruyucu ruh saraya dönmemiş miydi? Zira bir sonraki gün odamın önünde yoktu. Tünelde yaşananlardan ötürü onu tamamen aklımdan çıkarmıştım. Ruhlara zarar gelebiliyordu. Yoksa düşman onu ele mi geçirmişti? Düşünerek, kendi kendime kafa yorarak bir yere varamıyordum.

Belki buraya benim için bir not bırakmışlardır diye odanın içini dip köşe aradım ama hiçbir şey yoktu. Birkaç kere daha bakındım ama bir şey göremedim. Hüsranla odadan çıktım ve şehrin sokağına indim. Ruhların kulağıma dolan isyan dolu sesleri buradan gitme isteğimi katbekat arttırıyordu. Şehrin göbeğinde sanki bir göl vardı ve o su birikintisinden ruhların acı acı sesleri etrafa yayılıyordu. Kendime engel olamadım ve seslerin geldiği yöne doğru adımlar atmaya başladım. Etrafta kimselerin olmayışından cesaret alamıyordum zira karşıma birkaç kişi çıksa mutluluktan ağlayacak gibiydim. Buraya geldim geleli delicesine, nihayetsiz bir tutkuyla dilediğim sessizlik sonunda beni bulmuştu. Etrafta rol yapmamı gerektirecek, yalanlar söylememe sebep olacak kimsecikler yoktu ama ben yine de tatmin olmuş değildim. Nitekim aradığım sessizlik bu değildi. Aradığım huzur da bu sessizliğin içinde değildi.

Amacını yitirmiş bir hâlde, boğuk boğuk çıkan iniltilerin saklandığı yere doğru kendinden emin olmayan titrek adımlarla ilerliyordum. Sokakta adımlarım yankı yapıyor, aldığım nefesler aşırı gürültülü geliyordu. Öyle ki kendi nefes seslerimden rahatsız olmuştum. Attığım adımlar beni, şehirle ormanın arasında bir köprü görevi gören, şehir boyunca uzanan bir nehre getirmişti. Şayet bu, bahsi geçen Tines Nehri ise, nehrin dibinden feryat eden sesler gelmesi tuhaftı. Tines Nehri zaten ruhları kendi evlerine ulaştıran bir trendi. Neden hâlâ oradan, sanki suya sıkışmış gibi çığlık atan ruhların sesleri geliyordu? Nehre varmayı başardılarsa artık özgür kalabilmiş olmaları gerekirdi. Onların hâlâ nehirde sıkışıp kalmış olmasının nedeni neydi?

Yolunda olmayan çok şey vardı; hem Katrin'de hem Alsondro'da hem de Antropedos'ta yolunda olmayan şeyler vardı. Ve belli ki, Antropedos'taki sorunları çözmek için uğraşan birileri, maalesef, yoktu.

Hâlâ nehre doğru bakınırken nehirde gezen suratımsı figürler gördüm. Nehirdeki fısıltılar giderek artıyordu ama artık o fısıltıların bende uyandırdığı hisler daha farklı bir noktadaydı. Nehir beni içine içine çekmeye başladı. İyice yaklaşıp suyun derinliklerini görmeye ve orada gördüğüm yüzleri okumaya çalıştım. Suyun dibinde gördüğüm bir ruh ağırca yüzüye doğru yaklaştı, henüz yüzeye ulaşamadan ortadan kayboldu. Neler olduğunu anlayabilmek umuduyla akıntının gittiği yöne baktım. Bakışlarım eski hedefini bulduğunda, suyun içindeki ruhlarla birlikte yüzeye ulaşmaya çalışan bir yüz belirdi; maskeli adamın yüzü. Korkuyla geriledim. Hemen nehrin yakınından uzaklaştım ve etrafa bakındım. Tam karşımda kocaman bir saray duruyordu. Burası Efendi Ruh'un sarayı olabilir miydi? Adımlarım saraya doğru ilerledi.

Sarayın bahçesi de şehrin geri kalanı gibi yaşamdan noksandı. Hayat uzun zaman önce burada bitmiş, tüm canlıların ve canlılığın yaşam süresi dolmuş gibiydi. Dallarındaki yaprakları kurumuş ağaçların arasından sıyrılıp sarayın içine girdim. Sarayın içi pek aydınlık değildi ama merakıma engel olamayıp içeri doğru yavaş ve emin adımlar attım. Duvarlar bomboştu ve yer yer anlamsız şekillerle birlikte bazı lekeler vardı. Koridorun sonunda kapısı kapalı bir oda vardı. Duvar boyunca uzanan kapı demirden yapılmış ve üstüne birkaç işleme eklenmişti. Kanat şeklindeki kapı kolunu korka korka tuttum ve koca kapıyı gücüm yettiğince ittirdim. Kulak tırmalayan bir ses sarayın içinde yankı yankı yankılandı. Nefesimi tuttum ve başımı odanın içine eğdim. Kocaman bir taht, salonun ortasında tüm yalnızlığı ve ihtişamıyla duruyordu.

Kapıyı açık bırakıp salona girdim. Salon fazla genişti ama büyüklüğüne eşlik eden tek şey tahtın kendisiydi. Tahta doğru yaklaştım, böylece üzerindeki detayları seçebildim. Tahtın başlığına kapının kulpundaki kanat sembolü kazınmıştı. Burada Katrin ve Alsondro'dan farklı olarak hiç altın işlemesi yoktu. Tahtın kenarındaki işlemeler gri gümüşten yapılmaydı. Elimi hafiften tahtın üzerinde gezdirdim ve salonun arka tarafına doğru birkaç adım attım.

Günler önce tünelde hissettiğim sarsıntıya benzer bir sarsıntı sarayı titretti. Çok şiddetli değildi ama boş sarayı hafiften sarsmıştı. O gün yüreğime dolan korku yeniden varlığını hissettirdi. Korku zihnime doğru sinsice yayılmaya başlayınca arkamı döndüm ve salondan çıkmak istedim. Fakat sarsıntı yeniden meydana geldi; daha önce olmadığı kadar şiddetli ve hırslıydı. Sarayda müthiş bir fırtına esti; camlar tüm gürültüleri ile titremeye, yer yarılacakmış gibi sallanmaya başladı. Salona girdiğimde fark etmediğim avize yuvasından koptu ve zeminle, oldukça sesli bir şekilde, buluştu. Demir kapı önce duvara sertçe çarptı, ardından süratle kapandı. Korkuyla tahtın arkasına sığındım.

Sarsıntı sayamadığım saniyeler boyunca devam etti ve nihayet sona erdi. Temkinli davranmaya karar verdim ve tüm sesler kesilmiş olmasına rağmen bir süre eğildiğim yerde durdum. Nefesimi düzene sokmayı başardığımda tahtın kenarlarına tutundum ve ayağa kalktım. Ayağa kalkar kalkmaz gördüğüm beden başta bacaklarım olmak üzere tüm bedenimi titretti. Kapalı kapıya kaydı gözlerim. Ben bir şekilde kaçıp gitmeyi planlarken o, pelerininin başlığını kafasına geçirdi ve tanıdığım formuna döndü.

"Kimsin sen?" Yüreğim ağzımda atıyordu ama sesim dinç çıkabilmişti.

Ellerini önünde bağladı ve kafasını eğdi. "Koruyucunuz."

"Yok, hayır," dedim. Ancak nefesimin kontrolünü yeniden elime aldığımda sözlerime devam edebildim. "Gerçekten kimsin sen?"

"Ezra," dedi. Bedeni meydan okuyormuşcasına dikelmişti. "Ruhların lideri olan Efendi Ruh'um."

Yutkunmaya çalıştım ama boğazıma bir yumru oturmuştu. "Ne istiyorsun benden?"

"Sanırım sözlerim yeterli gelmedi. Ruhların efendisi olduğum gibi sizin de koruyucunuzum. Sizden bir şey istemiyor, yalnızca sizi korumaya çalışıyorum."

"Efendi Ruh olduğunu söylüyorsun," dedim. Ses tonumda şüphe vardı.

O da bunu sezdi. "Çünkü öyleyim." Tahtın kenarına sıkı sıkı tutunan ellerime baktı. "Sanırım yeniden belirtmem gerekiyor; amacım size zarar vermek değil. Korkunuz lüzumsuz."

Ellerimi tahttan çektim. "Madem koruyucumsun seni azat ediyorum. Gidebilirsin. Beni rahat bırak."

Onu orada bırakıp salondan ayrılmayı düşünmüştüm ama o, bir gölge misali arkamdan geliyordu. "Sana, seni azat ettiğimi söyledim."

Korkuyla kapının kulpuna tutundum ve kendimden tarafa doğru çektim. Kapı açılmıyordu.

"Neden beni dinlemeyi tercih etmiyorsunuz?"

"Başka seçenek bırakıyor musun ki?" diye hiddetle sordum. İstemeye istemeye arkamı döndüm.

"Seçenekleriniz sonsuz."

"O hâlde kapıyı aç ve beni rahat bırak!"

"Gerçek arzunuzun bu olduğuna emin misiniz?" diye sordu. "Anlatacaklarım ilginizi çekebilir. Özellikle de Demitre ve mühür hakkında anlatacağım şeyler epey ilginizi çekebilir."

"Sana güvenmiyorum. Konuşacaksak bile sarayın bahçesinde ya da sokakta konuşalım."

"Nasıl isterseniz ama ben size zarar vermem. Unutmayın."

"O yüzden mi boynumdaki bir kolyeyi almak için beni bayılttın?"

"Zarar vermedim, aksine zarar görmenizi engelledim," diye diretti. Sonra salonun kapısını açıp çıkmam için kenara çekildi. Önce salonu ardından sarayı terk ettim. Dışarı çıktığımda fısıldayan sesler duymadım; ruhlar, sanırım, uykuya dalmaya karar vermişti.

"Yoksa kolyeyi sarayın bahçesine sen mi koydun?"

"Hayır," dedi. "Bu olaydan haberim olsaydı engel olmaya çalışırdım."

"O hâlde kim koydu?"

"Bilemiyorum. Efendi Ruh olmam her şeyi bildiğim anlamına gelmiyor. Zira siz de her şeyi bilmiyorsunuz."
Konuşmama fırsat vermedi. "Lakin kimin koydurttuğunu tahmin edebiliyorum."

Ona döndüm. "Açıklamak için neyi bekliyorsun?"

"Öfkenizin dinmesini."

Kendimi telkin etmeye çalıştım. Böyle devam edersem bir yere varamayacaktım. Sokağa doğru ilerledim ve sakinleşmek için çabaladım. Arkamdan gelen ruhun varlığı bir noktada kendimi güvende hissettiriyordu lakin öfkemi diri tutmam için de güzel bir sebepti.

"Sanırım artık bildiklerini benimle paylaşabilirsin."

"Önce neyi bilmek istersiniz?"

Düşündüm. Valmir'in Efendi Ruh hakkındaki sözlerini, insanların yaydığı söylentileri düşündüm. "Gerçekten de bir zamanlar Demitre'nin koruyucu ruhu muydun?"

"Evet."

Durdum ve onunla yüz yüze geldim. "Detay vermeyecek misin? Her şeyi tek tek sormamı bekliyor olamazsın."

"Bir zamanlar yollarımız kesişti ve onun korumacılığını yaptım. Lakin geçen zamanla birlikte Leydi Demitre bana yeni bir görev verdi ve ben de görevimi yerine getirebilmek için onun korumacılığını yapmayı bıraktım."

Adımlarım şehri keşfetmeye başladı. "Tüneldeyken seni görebildi."

"Evet, özünde onun korumasıydım. Ne kadar gizlenirsem gizleneyim bir zamanlar korumacılığını yaptığım herkes beni görebilir."

"Başka kimlerin koruması oldun ki?"

"Bunun bir önemi yok," dedi. "Çünkü hikâyenin onlarla bir ilgisi yok."

Onunla inatlaşmadım. "O hâlde anlatabileceğin şeyleri anlat. Tünelden sonra neredeydin? Bunu anlatabilir misin?"

"Güzel bir noktaya adım attınız. Zira burada olmanızın bir nedeni var," dedi. "Efendi Atlas o gün benim gerçek kimliğimi öğrendi ve bu, elbette benim kontrolüm altında oldu."

"Ne?"

"Doğru, Efendi Atlas benim Efendi Ruh olduğumu o gün öğrendi," dedi. "O gün topraklarıma geri döndüm çünkü Efendi Atlas'a yardımcı olmak adına ruh ordusunu hazır etmek istedim. Sizin güvende olduğunuzu bildiğimden buraya gelmekte bir sakınca görmedim. Ben hâlâ buralarda orduyu hazır etmeye çabalarken hain ilan edildiğiniz haberini aldım. Her daim başlıca cezalardan biri sürgün edilmektir. Efendi Atlas'a eğer yapabiliyorsa sizin buraya sürgün edilmenizi sağlamasını söyledim. Ben sizi burada koruyabilirdim. Sonuçta burası benim evim."

Adımlarım yavaşladı. Parçalar yerine oturuyordu. Sessizliğimden güç aldı. "Onlar sizin adınızı temize çıkartana dek burada benimle birliktesiniz," diye devam etti. "Adınız temize çıktığında mührü size teslim edeceğim ve sizi Katrin'e götüreceğim."

"Doğru ya!" dedim. "Valmir'den haberin var mı? Hâlâ Antropedos'a varamadılar mı?" Sonra sustum. Ona şüpheyle baktım. "O mührü neden istediğimizi biliyor musun?"

"Elbette biliyorum. Büyü kitaplarını eski hâline getirmek için istiyorsunuz," dedi. "Valmir ve dostları henüz Antropedos'a varmadı. Bu-"

"Madem mührü istediğimizi biliyordun neden getirmedin bana?"

"Bazı şeyler benim kontrolüm dışında. Efendi Ruh olabilirim ama ruhların çoğu bana küskün. Mührü size getirmek kendi başıma yapabileceğim bir şey değildi."

"Şimdi nasıl alacağız mührü peki?"

Cevap vermedi. Yorulduğumu hissedince kaldırma oturdum. "Başka ne anlatabilirsin? Nehirden sesler duymam normal mi? Ayrıca Demitre ve mühür hakkında söyleyeceklerinin olduğunu söyledin. Onlardan bahsedebilirsin."

"Leydi Demitre hakkında söyleyeceklerimi söyledim. Mühür hakkında da aynı şekilde söyleyeceklerimi söyledim."

"Harika!" dedim. "Keşke baştan uyarsaydın beni. Söyleyeceğin şeylerin sınırlı olduğunu bilmiyordum... Kolyeyi oraya kimin koydurttuğunu bildiğini söyledin."

"Bildiğimi değil tahmin ettiğimi söyledim."

"Her neyse," dedim. "O kim?"

Cevap vermedi. Yerimden kalktım. "Belli ki siz ruhların ahlaki değerleri yok," dedim. "Beni kandırman hiç hoş değil."

"Kandırmadım. Lakin buna da şu an cevap veremem."

"Neye cevap verebilirsin?"

"Sizi korumamı emreden kişi Efendim Demitre idi. Onun korumacılığını sizi korumak için bırakmıştım. Yıllar sonra nihayet kendinize bir koruyucu ruh oluşturduğunuzda anca karşınıza çıkabildim. Ondan öncesinde yalnızca uzaktan uzağa sizi gözetleyebiliyordum."

Sanırım asıl korumaya çalıştığı Alisa'nın bu diyarda olmadığını bilmiyordu. Uzaktan uzağa gözetlediyse gözünden kaçan onlarca nokta olmalıydı. "Demitre neden böyle bir şey istedi ki?"

"Leydi Demitre'nin anneniz Belen Hanım'a bir vefa borcu vardı ve borcunu bu şekilde ödemeyi doğru buldu."

Bugüne dek atladığım detay yüzüme çarptı. Alisa'nın annesi ortalarda yoktu. Efendi Ruh'a anneme ne olduğunu sormak dünyanın en aptalca şeylerinden birisi olacağından sustum. Bugüne kadar adı hiç anılmayan kadın bu dünyadan göçüp gitmiş olmalıydı, tıpkı kendi annem gibi.

"Onu kurtaramaz mıyız?"

Kimden bahsettiğimi anladı ama bu sefer sessiz kalmasının nedeni cevabı benimle paylaşmak istemiyor oluşu değildi; büyük ihtimalle verecek bir cevabı yoktu.

Gök, yıldızların dahi görünmesini engelleyecek derecede karardığında saraya geçtik. Efendi Ruh'u bana sunduğu odanın dışında bıraktım. Yalnız kalmalı ve kafamı dinlemeliydim. Yüreğime kurtlar düşmüştü, yeşeren otlarımı kemiriyorlardı. Kimisinin ise kökünü çürütmeye çabalıyorlardı. O filizlere bel bağlamış hislerim ve düşüncelerim, yok olma vakitlerinin yaklaştığını anlamıştı; birçoğu ağıt yakmaya başlamıştı bile. Yakılan ağıtlar eşliğinde ateş dumanları yükseliyordu kalbimden zihnime doğru. Hislerim yuvalarını terk ediyordu ama sığınabilecekleri başka bir yerleri yoktu zira zihnimde de puslu bir duman kol geziyordu. Düşüncelerim de yuvalarını terk ediyordu ama onların da sığınabileceği başka bir yerleri yoktu zira kalbimde, ağırdan ağırdan çürüyen filizlerden başka bir şey kalmamıştı. Hem hislerim hem de düşüncelerim korunaksız kalmıştı.

Bulduğum her yeni cevap beraberinde yeni ve fazla fazla sorular getiriyordu. Zirveyi görmek mümkün değildi. Zirveye varabilmek de ulaşılabilecek bir hedef değildi. Artık değil sorularla karşılaşmak cevapları bulmak dahi istemiyordum. Sorular cevaplarıyla birlikte kimsenin ulaşamayacağı derinlikteki sularda akıntıya kapılmaya devam edebilirdi. Atlas haklıydı; cevaplar ve cevapların beraberinde getirdiği sorular yalnızca acı veriyordu. Sanırım bu hikâyede herkes haklıydı. Herkes yaşamlarının müsaade ettiği kadar bilgeydi.

Kor gibi yanan hislerim özlemi çağırıyordu. Sırtımı yasladığım soğuk duvar içime işlesin ve dumanlar yükselen ateşi söndürsün istedim. Lakin isteklerim önemsizdi. Duvar soğukluğunu korumaya devam etti; içimdeki ateş ise çıtırdamaya devam etti. Evime dönebileceğimi artık pek sanmıyordum. Bu diyar bir lanet gibi yapışmıştı bedene ve insan bundan nasıl kurtulur, bilemiyordum.

Dışarıdaki sesler susmuştu; artık beni çağıran sesler yoktu. İçimdeki gürültü ise daha yeni başlamıştı; bana seslenen, benden medet uman, beni bekleyen, bana ağlayan onlarca ses vardı. Hiçbiri susmuyor, hiçbiri konuşmak için kendi sırasının gelmesini beklemiyordu. Hepsi hep bir ağızdan konuşuyordu.

Elimdeki kırmızı iz karıncalanmaya başladı. Uzunca bir zaman elime baktım. Odağımda tek bir şey vardı ama zihnim onlarca plağı aynı anda çalıyordu. Yüzümü ıslatan damlaları silemedim, zaten fazla fazlaydılar; silebilmek mümkün olmazdı.

Tüm eşyalarını, canlılığını, neşesini, var olma sebebini kaybetmiş bu saray gibiydim; kaderine terk edilmiş, yaşamdan mahrum edilmiş, neşesi çalınmış ve amacını yitirmiş. Dört yol arasında kalmıştım; biri yarılmış, birine kalın ağaç gövdeleri devrilmiş, birine dikenler serilmiş, biri ise susuz kalmış çöller gibi kızgınlığa itilmiş dört yol arasında kalmıştım. Bu yollarda yürümek sorun değildi lakin ben hangisi varmak istediğim yere gidiyordu bilemiyordum.

Göğün dipsiz karanlığında kaybolmuş gözüken yıldızlar benim şarkımı çalıyordu. Hâlâ gökyüzünde olduklarını gösterebilmek uğruna savaşıyorlardı; yuvalarını terk etmediklerini göstermek istiyorlardı. Bu kayıp bir amaçtı; yıllar önce birilerinin dilediği ama ulaşamadığı türden bir amaçtı.

Karanlıkta yolunu şaşmayan bir kuş pencerenin önüne süzüldü, taşıdığı yükü bıraktı ve eski hayatına geri döndü. Önümdeki kâğıdı hemen almadım. Heves bedenimi en erken terk edenlerdendi. Notu okuyabileceğimi hissettiğimde kâğıda uzandım. Kâğıda bulaşan kırmızı izleri gördüğümde elimin kanadığını anca fark edebildim. Umursamadan notu açtım.

- Efendi Ruh ile konuştuktan sonra benimle veya bizden biriyle iletişime geçeceğini düşünmüştüm ama yanılmışım. Henüz Pamir ile konuşamadım, lakin onu dert etmene gerek yok. Kısa sürede sorunu çözeceğimize eminim. Nasıl olduğunu merak ediyorum. Orada her şey yolunda mı?

Atlas Lenor


Notu yeniden ve yeniden okuduğum anlarda esen sert rüzgâr notu elimden uçurdu. Bilinmezliğe doğru uçan notu bir süre takip edebildim, sonrasında ise artık gözümün seçemeyeceği noktalara doğru süzüldü. Geri dönüş yapabilmemi sağlayacak kâğıt ve kalemim yoktu. Efendi Ruh'tan istesem bana bir yerlerden bulabilirdi elbet ama istemedim. İstemek istemedim.

Gecenin karanlığı dinene dek, sabahın ilk ışıklarını da geçene dek pencerenin önünde durdum. Etraf yeterince aydınlandığında yerimden kımıldadım ve odanın dışına çıktım. Efendi Ruh görünürde yoktu. Sarayın dışına çıktım ve kendimi sokağa attım. Yamin en fazla bir hafta demişti. Bir hafta. Koca bir hafta ne yapacaktım burada? Ya da en azından bugünü bitirmeyi nasıl başaracaktım?

Bugün acı çeken ruhların sesi duyulmuyordu. Ya acıları dinmişti ya da henüz acı çekme saatlerinde değildik. Bir günde dinen bir acı görülmüş değildi. O yüzden ilk seçeneği elemek gerekirdi. Sessiz sokaklarda başıboş dolandım. Nehrin yakınlarına vardığımda da ruhlardan bir iz göremedim. Belki de Efendi Ruh onları telkin etmişti.

Nasıl olduğunu bilmediğim bir hâlde, dönüp dolaşıp sarayın bulunduğu sokağa geri döndüm. Sarayın önünde beni bekleyen bir sürpriz vardı. Valmir'i gördüğümde hızımı arttırdım ve koşar adım yanına gittim.

"Ah, Alisa! Seni yeniden görebilmek ne güzel!"

Bilge sağlam duruyordu ama yanında dostları yoktu. "Seni buradan görmeyi beklemiyordum Valmir. Ne ara geldin? Diğerleri, arkadaşların nerede?"

Valmir asasını çapraz yöne doğrulttu. Asanın ucunu takip ettiğimde bahçenin giriş kısmında bekleyen Efendi Ruh'u gördüm. "Koruyucun buraya gelmem konusunda bana yardımcı oldu. Diğerleri şehrin başka kısmında, yolun yorgunluğunu üstlerinden atmaya çalışıyorlar." Sanırım Valmir gerçekleri henüz öğrenememişti. "Hadi, içeri geçelim."

Valmir sözü bitince saraya doğru hareketlendi. Efendi Ruh benim geçmemi bekledi ve arkamdaki yerini aldı.

"Yolculuk nasıldı Valmir?"

"Zorluydu Alisa, epey zorluydu ama işte, buradayız!"

Valmir beklediğimin aksine sarayın içine değil arka tarafına doğru ilerledi ve ölü duran bahçenin köşesindeki çardağa yerleşti. Karşısına geçip oturdum. Efendi Ruh ayakta kalmayı tercih etti.

"Başına gelenlerin haberini alınca epey endişelendim," dedi Bilge. "Hele buraya sürgün edileceğini öğrendiğimde, 'Eyvahlar olsun!" dedim. Neyse ki koruyucu ruhun, buraya seni korumaya gelmiş."

Gerçeği gizlemek manasızdı. "Valmir o-"

"Yolculuğun bu kısmına kadar karşıma çıkmayıp, bugün aniden karşıma çıkması şüphe çekici bir durumdu açıkçası," diye sözümü kesti Bilge. "Koruyucun bu eylemin arkasında yatan sebebi benimle paylaştı zaten."

"Lakin mührü bana vermeyi reddiyor," diye sitemle devam etti sözlerine.

"Henüz," diye araya girdi Efendi Ruh. "Vakti geldiğinde vereceğim."

"O vakit ne zaman gelir biliyor musun Alisa?" diye sordu Valmir. "Sen emrettiğinde. O, senin emrine amade. Koruyucu ruhların, efendilerine hayır deme şansları yoktur."

"Öyle mi?" diye sordum. "Oysa dün yaşananlar tam tersini söylüyor gibiydi."

Valmir ikimizi gözlem altına aldı. "Burayı sevmedin herhâlde. Doğrusu Antropedos bilinmeyen kaderine terk edildiğinden beri pek sevilecek durumda değil."

"Valmir bırak şimdi bunları. Ne yapacağız sen onu söyle."

"Neyi ne yapacağız Alisa?"

"Buraya kısılı kaldık, yani ben kısılı kaldım. Sen istediğin zaman dönebilirsin sanırım."

"Seni burada bırakıp gidecek değilim ya! Oralarda sorunlar çözüldüğünde ve sen mührü aldığında beraber Katrin'e döneriz."

"Efendi Ruh gerçekten de bir zamanlar Demitre'nin koruyucu ruhuymuş," dedim ne diyeceğimi bilemeyip. "Ayrıca benim koruyucu ruhum olmasını da Demitre istemiş. Demitre'nin geçmişte anneme bir borcu varmış."

Valmir anladığını belli edercesine ağır ağır başını salladı. "Ah, Alisa, ah! İlk zamanlarda hissettiğin karmaşayı şimdi daha iyi anlıyorum. Hakikaten en büyük ders yaşamak, tadına bakmak."

Ne demek istediğini anlamadım ama soru sorma girişiminde de bulunmadım. Valmir düşünceli gözlerini gökyüzüne dikti. Onun da ulaşamadığı cevaplar vardı. Dahası ulaştığı bazı cevaplar onun da ruhunu kararmış sularda boğmuştu.

Göğün rengi değişip koyulaşana dek malzemesi soyulmuş, dökülmeye başlamış gri çardakta oturduk. Sonra terk edilmiş saraya döndük ve bir zamanlar yemek salonu görevi gören odaya yerleştik. Biz saraya geçmeden evvel çiselemeye başlayan yağmur şarıl şarıl akmaya başladı. Büyük yağmur taneleri cama sertçe çarpıyor, sarayın içinde tok bir ses duyuluyordu. Arada sırada bu seslere gök gürültüsü ve çakan şimşeklerin sesi karışıyordu.

"Artık baştan sona konuşmak gerekir," dedi Valmir. "Beyhude detaylara çok kaptırdık kendimizi. Artık yararlı şeylerden bahsedelim."

"Daha ne konuşabiliriz ki Valmir?"

"Sizin bizlerle paylaşmadığınız düşünceleriniz yeni yeni zihnime uğruyor," dedi Bilge. "Aklınızdan geçenleri gözlerinizden okuyabiliyorum ve artık aklınızdan geçenler benim aklımdan çıkmıyor. Yürüdüğümüz yolu artık enikonu görebiliyorum. Beklediğimiz son yaklaşıyor. Beklemediğimiz nice kötülükler de bize doğru geliyor. Demitre'nin hatıralarını ondan dinleme imkânına sahip değiliz. Lakin yıllarca beraber hareket ettiğin Efendi'nin anılarını sen bize aktarabilirsin."

"Yaratıldığım ilk andan bu yana birçok efendim oldu. İlk yaratılan ruh olduğum için sahibim belliydi. Lakin ilerleyen yıllarda koruyucu ruh yaratmaya çalışan insanların yüreğinden savrulan bir his beni onların korumacılığını yapmaya itti. İlk efendimi değil ama diğer efendilerimi kendim seçtim," diye söze girdi Ezra. "Leydi Demitre de bunlardan biriydi. Kendi koruyucusunu oluşturmak için işe koyulduğu zamanlar benim etrafta başıboş dolaştığım, bir efendimin olmadığı zamanlardı. Eski sahiplerimi bulurken duyduğum ilahi fısıltıyı o gün de duydum ve koruyucu ruhu olarak Leydi Demitre'nin karşısına çıktım. O, ilk saniyeden beri benim Efendi Ruh olduğumu biliyordu. Birlikte uzunca yıllar yaşamımızı sürdürdük. Lakin bir vakit geldi ki, Leydi Demitre bana biçilmiş bir görevi olduğunu söyledi ve böylece bir zamanlar kesişen yollarımız ayrıldı."

"Henüz Leydi Demitre'nin korumacılığını yaptığım vakitlerde Leydi Demitre bir cezaya çarptırılmıştı. Kendisi Efendi Elyas'ı yakalandığı ölümcül hastalıktan kurtarmak uğruna yasaklı Renom Büyüsü'nü yapmıştı ve bu uğurda ceza almıştı. Büyü Katrin topraklarında yasaklı olduğundan ters tepmiş ve Efendi Elyas'ın ölümüne sebep olmakla birlikte Leydi Demitre'nin bedenini lanetlemişti. Leydi Demitre'nin yakın dostu Belen Hanım, Leydi Demitre'yi bu lanetten kurtarmaya çabalamış ve girilmesi yasak olan Saklı Orman'a gidip laneti ortadan kaldıracak Disef Çiçeği'ni almıştı. Bu çiçeği kullanarak hazır ettiği içeceği Leydi Demitre'ye vermişti. Leydi Demitre bedenine yapışıp kalan lanetten bu şekilde kurtulmuştu lakin Belen Hanım'ın Saklı Orman'a gittiği öğrenildiğinde Belen Hanım ceza almaktan kurtulamamıştı. Zaten hikâyenin bu kısmını siz de biliyorsunuzdur. Özellikle Bilge Valmir, sizin hatıralarınızda dipdiridir bu anlar."

Valmir yumuşayan gözlerini açıp kapayarak Ezra'nın sözlerine onay verdi. O hatıralar yalnızca onların zihninde diriydi. Nitekim benim anlatılan olayların birçoğundan haberim yoktu.

"Leydi Demitre yüreğinde taşıdığı vefadan dolayı o zamanlar henüz doğmamış olan sizi korumam için beni görevlendirmişti. Lakin siz kendinize kalıcı bir koruyucu ruh yapana dek sizi uzaktan izlemek zorundaydım. O yüzden bugüne dek karşınıza çıkamamıştım."

"Bunları sen bilmiyor muydun Valmir?"

"Ah, hayır Alisa! Annen Belen yakından tanıdığım bir isim değildi. Lakin Demitre öyleydi," dedi Bilge. "Demitre'nin tüm bunları bana neden anlatmadığı ise tüm yıllar boyunca anlayabildiğim bir şeydi. Hep hissetmiştim; onun benden bazı şeyleri sakladığını, birkaç sırrı olduğunu hep hissetmiş ama olayı üstelememiştim."

"Uzak geçmişi öğrendik. Biraz da yakın geçmişten bahsetmeye ne dersiniz?" diye sordum. "Timun Bey'in kolyesini benden neden aldığını söylemedin. O kolye büyülü müydü?"

"Evet," dedi Efendi Ruh. "Timun Bey kolyeyi size verdikten sonra, birkaç saat içinde kolye aracı olarak kılındı."

"Bunu kim yaptı?"

"Bilmiyorum," demekle yetindi Ezra.

"Gönderdiğin notta bahsettiğin kolye, bu kolye miydi?"

"Hayır, Leydi Demitre'nin kolyesinden bahsediyordum."

"Bunu nasıl anlamamızı bekliyordun ki?" diye sordum.

O hâlâ ruh formundaydı. Yüzünü görüp mimiklerini okuyabilmek söz konusu değildi. "Bir şekilde anlamışsınız işte."

"Katrin'den haber var mı? Pamir'in ne ceza alacağı belli mi?"

Valmir'in yüzüne bakılırsa olayın her bir detayına hâkimdi. "Bende hiç haber yok."

"Dün Efendi Atlas size not yollamış," dedi Ezra. "Yoksa size ulaşmadı mı?"

"Ulaştı," demekle yetindim. "Defter!" dedim birden. "Valmir defterin nerede olduğunu hâlâ bulamadın mı? İlgileneceğini söylemiştin."

"Ne ara ilgilenebilirdim ki Alisa?"

Efendi Ruh'tan ses çıkmadı. Olduğum yere sindim. Valmir'in içini yiyip bitiren bir şeyler vardı lakin dile getirmiyordu.

Bir sonraki güne vardığımızda, güneşin aydınlattığı yolda Valmir ile birlikte salına salına yürüyorduk. Etrafta ruh sesleri yoktu ya da gölgeleri. Nehir durgundu. Lakin şehir hâlâ aynı şehirdi; cansız, neşesiz, solgundu.

"Efendi Ruh'a tavır almış gibisin."

"Nerden çıktı bu? O yokken onun dedikodusunu mu yapacağız?"

"Sana hak vermiyor değilim lakin onun amacı seni korumak. Bir noktada buluşmanız ve anlaşmanız gerekir."

"Beni değil diğer Alisa'yı korumak," diye düzelttim.

"Dolaylı yoldan seni korumak oluyor işte. Diğer Alisa'ya, seni buradan sağ salim göndermeden ulaşmanın bir yolu yok."

"Onun gerçeklerden bihaber olması kötü bir koruyucu olduğunu gösteriyor," dedim. "Daha korumaya çalıştığı kişinin kendi efendisi olmadığını bile bilmiyor."

Valmir anlam dolu bir bakış attı. "Belki de biliyordur."

"Valmir ne demeye çalışıyorsan lütfen doğrudan söyle, uğraştırma beni."

"Peki, peki," dedi Bilge. "Efendi Ruh senin bu diyardaki Alisa olmadığını biliyor. Verdiğin tepkilerden ötürü bunu seninle paylaşmaya çekinmiş olmalı. Biraz ölçülü tepki ver. Hemen duygu seline kapılıp gidiyorsun."

"Benden bir şeyler gizlendikçe ölçüsüz tepkiler vermeye devam edeceğim Valmir, kusura bakmazsınız artık."

Valmir konuyu değiştirme kararı aldı. "Katrin'dekiler ile konuştun mu?"

"Hayır, şu sıralar kimseyle konuşasım yok," dedim dürüstçe.

"E, benimle konuşuyorsun!" dedi şakayla karışık. Neden sonra ciddileşti. "Bilmediğim, göremediğim bir sorun yok ya?"

"Yok, yalnızca yine bir duygu seline kapıldım sanırım."

"Sözlerimi seni kırması, incitmesi için seçmiyorum. Lakin seni son gördüğümden bu yana çökmüş duruyorsun. Alsondro'dan sonra işler bilmediğim bir yöne doğru mu ilerledi? İşler derken neyi kastettiğimi anlıyorsun değil mi?"

"Sözlerin beni incitmiyor, o aşamayı çoktan geçtik," dedim. "Sanırım Demitre'yi görmek bana iyi gelmedi. Etrafımdaki insanların neyinin olduğunu anladım; neden mutsuz olduklarını anladım, benim diyarımın varlığını neden imkânsız bulduklarını anladım. İlk günlerde renkli çiçeklere kanıp bu diyarı keşfetmek istediğimi söylediğimde neden garipsediklerini anladım. Bu diyarda kötülükten başka keşfedilecek bir şey yokmuş onu anladım ve öğrendim. Bir de öğrenmenin sandığım gibi güzel bir eylem olmadığını anladım."

"Kim bilir daha nice bilgiler seni bekliyordur Alisa. Lakin günler doğmaya devam ediyor," dedi Valmir. "Yaşamın olduğu yerde acı beraberinde inancı da getirir. Nefes aldığın müddetçe umuda sarılmak, umuda inanmak dışında ne seçeneği vardır insanın?"

"Haklısın ama umuda inanma eylemini evime dönmeden gerçekleştirebileceğimi sanmıyorum." Hemen sonra, "Efendi Ruh bir şeyler gizliyor," dedim.

"Sen de birilerinden bir şeyler gizliyorsun."

"Aynı şey değil," dedim ama der demez pişman oldum. Bilmiyordum. Aynı şey olup olmadığını bilmiyordum. O yüzden sözlerimin devamını getirmedim. Valmir anlayışla baktı.

"Tünelde Demitre'nin yanına vardığımızda o her şeyi biliyormuş gibi duruyordu. Ona, gerçekleri anlatan Efendi Ruh muydu?"

"Evet, yolları bir değil ama yollarının kesiştiği çokça nokta var," dedi Valmir. "Ne Demitre Ruh'u bırakabilir ne de Efendi Ruh bir zamanlarki Efendisi'ni. Onun bizimle iletişime geçme nedeni belli. Efendisini kurtarmamızı istiyor."

"Bu mümkün mü? Aynı soruyu Efendi Ruh'a da sormuştum ama o, sessiz kalmakla yetinmişti."

"Mümkündür tabii," dedi. "Lakin önce o yolu bulmak gerekir. Efendi Ruh benimle değil ama vakti geldiğinde seninle bildiklerini paylaşacaktır."

"Burası," dedim ve şehrin kenarında akıp giden suyu gösterdim. "Tines Nehri mi?"

"Evet, evet. Ruhların Nehri. İşi biten ruhların buraya salınması gerekir ve ruhlar oradan yüze yüze kendi topraklarına, Antropedos'a varır. Ve artık özgürlerdir!"

"Dün nehirden çokça ses duydum. Ruhlar acıyla inliyor gibiydi. Özgürlüğe ulaşmış gibi duyulmuyordu sesleri."

"Nehre dökülen bazı ruhlar bile isteye nehirde kalmayı tercih ediyor."

Duyduklarıma anlam yükleyemedim. "Neden ki?"

"Vaktizamanı gelince öğrenirsin Alisa."

"Antropedos keşfimiz pek eğlenceli geçmeyecek," dedi sonra. "Saraya dönmeye ne dersin?"

Saraya dönen yolda sessiz sessiz yürüdük. Efendi Ruh hâlâ yanımıza uğramamıştı. Sanırım almaktan korktuğum zararı ona vermiştim. Zaman geçiyordu ama ben hâlâ hislerimi durgunlaştırmayı öğrenememiştim. Yüreğime pişmanlık doldu. "Ruhlar sahiplerine kırılabilir mi?"

"Elbette. Mutlaka birkaç kere yaşanmış bir olaydır bu. Alisa, ruhlar da bizim gibidir. Hisleri ve istekleri vardır. Mutlak istekleri vardır. Bunu hor görme."

Saraya geçtiğimizde, "Katrin'e not yollayacak mısın?" diye soruverdim.

"Efendi Ruh buraya vardığım haberini çoktan yollamış. Yeni bir not yollamayı düşünmüyorum. Söyleyeceklerimiz bekleyebilir."

Bu, not yollama, demek mi oluyordu? Ses çıkarmadım, onunla birlikte salona geçtim. Zaman donmuş bir nehre takılmış gibiydi, geçmek bilmiyordu. Kimi zaman, zaman elimden kayıp gidiyordu, kimi zamansa onun beni yakalaması gerekiyordu.

Tepeyi terk etmeyen güneşin ışıkları cama vuruyor, bir kırılma sonucu salondan içeri yansıyordu. Salona tatlı bir turunculuk hâkimdi. İçeri giren sıcak renk, sarayın yaşam dolu zamanlarından birkaç parça getirip koymuştu önümüze. O an saray gözüme korkunç değil acınası göründü; yalnız ve soğuk; bir başına bırakılmış.

"Geçmişte bu sarayda Efendi Ruh ile birlikte kimler yaşıyordu?"

"Efendi Ruh'u yaratan kişi," dedi Valmir. Bunu akıl edememiştim. "Ruhların kadim dostu ve lideri Enda. Demitre'de, Enda'ya ait olan bir şey var; ruhları Demitre'ye bağlı kılan bir şey. En azından Efendi Ruh, bunun böyle olduğunu söylüyor."

"Çok ilginç," dedim fısıltıya kaçan sesimle. "Bir zamanlar burada hayat olduğunu biliyor olmak içimi ürpertiyor. Başka başka hisler de uyanıyor içimde ama onlara isim veremiyorum."

"Yani Efendi Ruh ve beraberinde diğer ruhlar bir zamanlar mutlu ve huzurluydu," diye devam ettim. "Bu nedense içimi gıcırdatıyor... Yani Demitre'yi ruhlar için bu kadar kıymetli kılan şey, bahsettiğin şeyin varlığı, öyle mi?"

"Öyle," dedi. Gözünde bir ışık parladı.

Efendi Ruh bize katılamadan ben bir odaya çekildim ve yorgun bedenimi eskimiş yatağın üzerine bıraktım.

Soluk griye çalan gökyüzünün gürültüsü bir anlığına dahi olsun susmuyor, birbiri ardına çakan şimşekler hiç durmuyordu. Sisler ara sıra insanın görüş alanını kısıtlıyordu. Her bir ağacı gayet diri duran ormanın havası ağaçların aksine hayattan yoksundu. İnsanın solumak istemeyeceği bir hava dalgası dolaşıyordu gökyüzünde. Ormanın kalın gövdeli ağaçlarından birinde bağlı bir kadın bedeni duruyordu. Kahverengi dağılmış saçları uzun zamandır burada olduğunu gösteriyordu. Kahve gözleri yorgun ve inançsızdı. Bağlı kadın tanıdığım birine çok benziyordu. Ağzına bağlanmış bir bez yoktu ama o, konuşamıyormuş gibi duruyordu. Şeffaf yaşlar, beyaz tenini ıslatıyordu ve hiç silinmeyecek izler bırakıyordu.

Ağacın karşısında, az ileride Lena duruyordu. Bakışlarında tedirginlik vardı. Bakışları ağacın arkasında bir noktaya takılmıştı. Gözünü kırpmadan, bedeni titreye titreye baktığı noktada hiç ama hiçbir şey yoktu. Ağaca bağlanmış kadının, karşısındaki bedeni gördüğünde ağlamaları arttı. Hıçkırıkları bedenini sarsıyordu. Lakin haykırışlarının hiçbiri duyulmuyordu.

"Adin, hayır!" diye bağırdı Lena ve o zamana dek fark etmediğim, elinde sıkı sıkıya tuttuğu hançeri havaya salladı. Karşısındaki bedene doğru hızla, hiç düşünmeden fırlattı. Hançer kadının kalbine saplandı, bedenini deşti. Gözü açılabildiği kadar açılan kadın nefes almayı bıraktı yavaşça; dehşetle ve korkuyla açılan gözleri kapandı yavaşça.

Lena'nın bedeni titremeye başladı, ayağının üstüne düştü. Haykıra haykıra ağladı. Sonra ayağa kalkıp ölü bedenin yanına ilerledi. Gitgide daha fazla ve daha fazla kırmızıya boyanan bedeni titreyen elleriyle tuttu. "Adin!"

Sonra ne olduğunun daha yeni bilincine varmış gibi hızla etrafına bakındı, ardından elinin tuttuğu kanlı bedene. Şaşkındı, korku doluydu, içinde nice savaşlar veriyor gibiydi. "Adin, aç gözlerini!"

"Adin, biricik kardeşim, lütfen aç gözlerini!"

Sıcak kanın ıslattığı bedeni, gözyaşlarıyla yeniden ıslattı. Dakikalarca ölü bedene seslendi. Kardeşim, diye seslendi. Gün batımı yaklaşan dek seslendi. Fırlattığı hançeri kadının bedeninden çekip almaya, çıkarmaya utandı.

Gözlerim çabucak açıldı. Kalbim, gördüğüm şeyden ötürü hızlanmış ve ritmini kaybetmişti. Yattığım yerden tezce doğruldum. Hava hâlâ koyuydu, sabaha henüz erişmemiştik. Yataktan çıktım ve pencerenin camını açtım. İçeri dolan temiz ve ferah havayı derin derin soludum. Gördüklerim neyin nesiydi?

Lena'nın, Adin, diye feryat eden sesi zihnimde dolaşıyordu. Adin, diyordu. Kardeşim, diyordu. Lena'nın bir kız kardeşi mi vardı? Kız kardeşini mi öldürmüştü? Lena, kız kardeşini öldürmüştü. Peki ya o kadın kimdi? Yüzü çok tanıdıktı. Lena'ya değen öfkeli bakışlar gözümün önüne geldi. Aren, Lena'nın Adin diye seslendiği kadının neredeyse tıpatıp aynısıydı. O kadın Aren'in annesi miydi? Lena, sandığımın aksine Aren'in halası değil de teyzesi miydi? O hâlde Aren ne diye Timun Bey'e amca diye sesleniyordu?

Şafak belirdi, sonra güneş hafiften yayıldı gökyüzüne. Etrafın ışımasıyla önümdeki kâğıdı anca görebildim. Notu elime aldım, acelesiz açtım.

- Katrin'de ve Alsondro'da işleri yoluna koymaya çalışıyoruz. Alsondro ile diğerleri ilgileniyor, malum benim oraya girmem yasak. Fakat Katrin'deki karışıklığın kontrolünü sağladık sayılır. İnsanlar sokağa döküldü; kimisi senin hain olduğuna canıgönülden inanıyor, kimisi bunun iftira olduğunu düşünüyor. Her türlü iki grup da sokaklara döküldü. Etraf biraz perişan olmuştu ama şimdi sokaklar rahatladı. Gerçek yakında ortaya çıkacak. O zamana kadar Valmir'in sana iyi bakacağına inanmak istiyorum. Bu arada Pamir burada, yanımda. Bu kısmı geldiğinde yüz yüze konuşuruz ama onun iyi olduğunu bilmeni istedim. Atlas gönderilen notlara senin dönüş yapmadığını söyledi ama ben yine de şansımı denemek istedim. Umarım orada her şey yolundadır.

Perla Burin


Notu okumam bittikten sonra bahçede gezinen Efendi Ruh'u fark ettim. İnsan formuna dönmüştü. Bahçenin küçük bir kısmında dönüp duruyordu. Elimdeki kâğıdı bırakmadan odadan çıktım ve bahçeye, Efendi Ruh'un yanına gittim. O hâlâ gördüğüm bölgede manasızca dönüyordu.

"Kâğıt ve kalemin var mı?"

Sesimi duyunca durdu. "Elbette." Uzattığı kalemi ve kâğıdı usulca aldım. Yüzünü ilk kez maskesiz görüyordum. "Ruhların bir bedene sahip olması da mı bir büyü gerektiriyor?"

"Aslında bu yalnızca bana özgü bir durum," dedi. Sesi efendisiyle değil bir arkadaşıyla konuşur gibi sakin ve samimi idi. "Zaten bunu etrafa şöyle bir bakınca anlamışsındır. Beni yaratan efendimin keşfettiği bir büyü bu. Öyle ki, acemiliğine geldiği için bana kendi yüzünü vermek durumunda kalmıştı."

Şaşkınlığım geçince elimdeki kâğıda bir şeyler karaladım.

- Pamir'in iyi olmasına ve kaosun az da olsa dinmiş olmasına sevindim. Ben burada Valmir ve Efendi Ruh'la güvendeyim, beni merak etmeyin. Geri dönmeyi başardığımda konuşacaklarımız var. O günün gelmesini bekliyorum.
Alisa Almedal


"Bunu Perla'ya göndermek istiyorum. Yine aynı aşamaları mı izlemem gerekiyor?"

"Evet, ama sizin için ben gönderebilirim."

Kâğıdı ona uzattım. Birkaç saniye sonra kâğıt kuş olup göğe doğru yükseldi. Bakışlarım gökyüzünden usul yavaş indi.

"Gece tuhaf bir rüya gördüm. Belki de rüya değildi, bilemiyorum." Devam etmemi bekledi. "Adin kim, tanıyor musun?" diye sordum.

"Babanızın kardeşi," dedi. "Yani bu diyardaki babanızın kardeşi."

"Lena'nın bir kız kardeşi olduğunu bilmiyordum." Gözünün önünden birkaç metrelik şeritler geçti. Bildiği ama anlatmadığı şeyler vardı. "Bir şeyler saklıyorsun ama sakladığını gizlemiyorsun."

"Hepimiz bir şeyler saklıyoruz." Neden sonra, "Ne gördünüz?" diye sordu.

İçim ezildi. Hem anlatmak hem susmak istedim. "Lena'nın kız kardeşini öldürdüğü anları gördüm."

"Bu bildiğin bir hikâye mi?" diye sordum.

"Bildiğimi sandığım bir hikâye."

Bölüm : 06.12.2024 20:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...