109. Bölüm

108. Bölüm

Mav Perikal
mavperikal

(131) Kayıp Canlının Sessizliği

Onu taşımak zorunda değilim, karizmamı çiziyorsun Zambak!

"Greinner huysuzluk etmeyi kes! Nereye gittiğini biliyor olsaydın aktarırdı. Ayrıca bensiz olmak istemiyor ve sürekli aktarmaktan midem bulanıyor."

Çok konuştun seni dinlemedim.

"Yumuşak derili bir hayvan olsaydın şimdi seni ısırmıştım." Kükreyerek sağa doğru döndüğünde sert pulunun çıkıntısını asıldım.

"Acaba ejderhanı kızdırmasan mı canım?"

Omuzum üzerinden belime sarılan Antuan'a gülümsedim. "İlk kez mi ejderhaya binişin?"

"Hayır ilk değil."

"Başka kaç kızın ejderhasına bindin Antuan Efendi?" Karşılık olarak kahkaha attı.

"Ben bir hükümdarım unuttuysan hatırlatmama izin ver güzelim. Gerezada bir düzine ejderha var ama pek tercih ettiğim bir ulaşım aracı değil."

"Seni seçmeyen bir canlıya binemezsin diye düşünüyordum."

"Bazı ejderler iyi kalpli- hey sana kötü demedim koca adam." Yeniden hızlı bir dönüş yaptığımız için paniklemişti. "Benim doğa dostlarım var daha önce söylemiştim. Birine bağlı olmasam da yardımlaşabiliyorum."

"Gerçi zamador turnuvasında canlısı ejderha olmayanlar da başka ejderlere binmişti."

"Evet bu adanmışlık meselesi. Bazısı yarışmayı seviyor ve gönüllü oluyor, bazıları ise insanları yakmayı seviyor." Son söylediğiyle tüylerim ürperdi. Vahşiliklerini ön plana çıkarmakta özgür olduğu yerdeydiler. Üstelik birini neredeyse tecrübe etmek üzereydim. Bu anıyı hatırladığımı anlamış gibi daha sıkı sardı kolları beni. "Seni kalbimin içine sokup saklamak istiyorum, hiç zarar görme istiyorum. Yalnızca sana olan sevgimi gör, duy, hisset istiyorum."

Bazen ihtiyacınız olan tek şey yerden oldukça yüksekte uçarken sevgilinizin kulağınıza güzel şeyler fısıldamasıdır. Erkek ırkı, ister insan olsun ister hayvan her noktada dişisine karşı koruyucudur. Bana değer vermesi ve incinmemi istememesi güzel hislerden sadece biriydi. Ona cevap vermedim ama başımı geriye omzuna doğru yasladım. Greinner'dan hiç ses çıkmıyor olması ve bize mahremiyet alanı sunması şaşırtıcıydı.

Bir ormanın üzerinden geçerken yavaşça alçaldı ve bizi indirdi. "Kardeşinle tanışmaya gelmiyor musun?" Öfkelenip bir iki adım üzerime doğru yürümesiyle kahkaha atarak kaçtım. Bazen korkutucu olabiliyordu, bazen...

Burada olduğunu söylemedim! Acıktım, eğer bulursan ve beslenmeye çalışsam tahmini yüz tanesini mideme indiririm. Doyar mıyım orasını bilemem.

"Sakın, kış, kış. Dağların kenarına otlanan başka hayvanlar görmüştüm." Elimle tavuk kovalar gibi koca ejderhayı kovaladığıma inanamayan Antuan öylece bakıyordu. "Şey acıkmış ve beni kızdırıyor." Burada olmamasıyla ilgili kurduğu cümleyi şaka yaptığına yorumladım.

"Burası bize lazım ahbap, rotanı başka yere," demeye çalıştı ama cümlesini tamamlayamadan ayağının ucu tutuşmaya başladı. Neyse ki sevgilim bir aquaydı ve bu sorunu saniyesinde çözmüştü.

"Tamam, buralarda bir yerlerde yuvası olmalı gel bulalım."

"Ben pek emin değilim Lily. Burası bir sır ormanı."

"Hayır ya," diyerek bayılacak gibi olduğumda ellerini gülerek bana uzattı. "Sabahtan beri yaşadıklarımız yetmedi mi? Merhaba ben Lily aranızda benim canlım olan var mı acaba?" Bağırmam hiçbir işe yaramamıştı. Sır ormanından bir sırra bile şahit olmadan basıp gitmek istiyordum. Utanmadan gülen Antuan'ı arkamda bırakıp öfkeli adımlarımla ormanda ilerledim. Ağaçlar o kadar sıktı ki balta girmemiş ormanlardan birinin içinde gibi hissediyordum. İç içe geçmiş dallardan önümü göremezken hançerimi çıkardım ve savura savura yolumu açmaya başladım.

"Güzel canlım lütfen buradaysan kendini göster."

"Daha girişi geçemedik, buradaysa bile seni nasıl bulsun?"

Öfkeli bakışlarımı ona yöneltmek yerine önümdeki dal parçasını keserek çıkardım. Gerçekten yorgundum ve bu bana reva mıydı? Neden o da diğerleri gibi beni bulmaya gelmemişti? "Havayı daha az kullandığım için beni bulamamış olabilir mi? Yani sonuçta o elemente aitsen bir canlın da olmak zorunda değil mi?" Durup göğe doğru bakarak ıslık çalmaya başladım ama bir işe yaramadı.

"Olabilir ne kadar etkileşim o kadar ilerleme." Sadece biraz durup beklediğim için kesmediğim o dal parçası ayak bileğime dolanınca irkildim. Ne oluyor dememe fırsat kalmadan Antuan'ın kılıcı dalı ikiye böldü. "Buradan bir anca gitmeliyiz bebeğim, durmak yok. Hiç durmuyoruz."

"Anlaşıldı," diyerek sıkılmış bir nefes verdim ve dallar bizi yemeden önce biz onları yemeye başladık... keserek. Ormandaki ısı artarken suyun ferahlatıcı dalına tutundum ama bunu bir yere kadar yapabiliyordum. Çünkü zaten enerjimiz azalmıştı ve sürekli kullanırsak güçten iyice düşerdik. Kemerindeki ceplerden birini çıkardı ve bir paket çikolata uzattı. "Antuan sen Basillan'daki en sevdiğim insansın, bunu biliyor musun?" Çikolatayı iştahla yerken ağzım dolu dolu konuşmama güldü ve şişkin yanağımdan öptü.

"Biliyorum ve bunu herkesin bilmesini istiyorum." Yediğim çikolata boğazıma takılırken öksürük krizime müdahale etti. Bu alenen evlenelim demek miydi? Başımı arkaya çevirip göz göze gelmemizi sağladım. "Bu da ne demek?"

"Herkes bilsin, görsün istiyorum demek. Ancak şu okuldaki geçici profesörlük işi rafa kalkana kadar olmaz sanırım. Şiddetle karşı çıkan bir grup olabilir. Söylentiler ve resmiyet aynı şeyi ifade etmez," diyerek zaten akademideki çoğunun biliyor oluşunu sormamın önünü kesti.

"Ne olursa herkes bunu bilir ve görür?" Beni heyecanlandırıp lanet olası kalbimi hızlandırdığı yetmiyormuş gibi susup konuyu kapatmaya çalışıyordu ama yemezdim.

"Sen ve ben güzel Lily'im." Birkaç dal parçasını hakladıktan sonra belimden iterek yürümeye devam etmemi sağladı. "Bir törenle dudaklarımızı birbirine mühürleyip eşlik mührümüzü herkese göstermemiz lazım. Böylelikle kayıtlara geçeceğiz, çift olarak."

"Sen bana ayak üstü evlenme teklifi ediyorsun yani?"

"Eşlik teklifi gibi bir şey mi?" Kafası karışmıştı ve biraz eğlenmeye başladım.

"Onun gibi bir şey. Hayal kuruyorsun ama bunu isteyip istemediğimi bana sormadın bile." Adımları olduğu yerde dururken omuzlarının gerildiğini gördüm. Yerdeki dala bir darbe indirdim ve yürümeye devam ettim.

"Bir saniye, zaten eşlik mührümüz oluştu ve bu senin de istediğin anlamına gelmez mi?"

"Belki ben törenle duyurmak istemiyorum."

"Ama neden?"

"Şey, kalabalık pek hoşuma gitmiyor."

"O zaman bunu yalnızca birkaç kişiyle sınırlandırırız, kayıtlara geçse yeter."

"Kayıtlara geçmesi neden bu kadar önemli?"

"Tarihte var olmak için. İleride çocuklarımızın çocukları olacak ve benim dedem bu evrendeki en güzel kadınla böyle hayatını birleştirmiş diyecekler."

"Öyle mi kimden yapıyorsun o çocukları peki?"

Bir anda önüme uzanan kolu beni gövdesine bastırdı ve eli karnıma dolandı. "Basillan'da bir çocuğum olacaksa bu çocuğun annesi yalnızca sen olabilirsin. Evet bunu da isteyip istemediğini sormadım ama hiçbir şey benim hayal kurmama engel olamaz öyle değil mi? Sen bile. Söylesene bugün tersinden mi kalktın yoksa benimle birlikte tören yapmak bu kadar korkunç mu?"

Hançerimi yan taraftaki dala savururken o da aynı hamleyi yaptı. "Bizim geleneklerimizde şey vardı, ne demiştim az önce unutuyorum. Hah evlilik teklifi. Adam kıza hoş bir yüzük alır ve uygun bir ambiyansta önünde diz çöküp o yüzüğü uzatır ve benimle evlenir misin diye sorar. Kız evet derse bu yola devam ederler ama hayır derse o iş orada bitmiştir."

"Seni gelenek düşkünü kadın. Önünde diz çökmekten asla usanmayacağımı biliyorsun. Birkaçını hatırlatayım ister misin?" diye sorduğunda yutkundum. İsterdim ama sırası değildi. Cevap vermek yerine onu kalçalarımla itip yürümeye devam ettim ve o da homurdandı.

"Bu böyle olmayacak havayı kullanmaya başlıyorum." Çaldığım melodili ıslığın elementim sayesinde ormana yayılmasını sağladım. Yeni bir dalı daha keserken ayağımın teki boşluğa geldi. "Hey, burada yolun sonuna geldik sanırım. Çukur var."

"Atlayalım o zaman?"

"Öylece mi?"

"Senin çağrından sonra karşımıza çıkan çukura öylece mi diye sormazdım."

"Ama ya zaten varsa?"

"O halde orman bizim buraya inmemizi söylüyor derdim."

"Çok rahatsın, niye bu kadar rahatsın?"

"Sen neden bu kadar gerginsin beyaz zambağım? Şartlar uygun olsaydı biraz gevşetmeyi seçerdim."

"Atlıyorum o zaman."

"Önden ben gideyim," dedi ben beni arkasına doğru çekti. Ancak elini bırakmadığım için aynı anda çukura doğru düşmeye başladık. Bu tıpkı korku tüneli olan bir kaydırakta kaymak gibiydi. Adrenalin kalbimi hızlandırırken çığlık atmamak için uğraşıyordum. Kaydım, kaydım, kaydım ve sonunda beyaz yumuşak bir şeyin üzerine düştüm. Daha doğrusu sona geldiğimizi anlayan Antuan beni kendi üzerine doğru çektiği için o düşmüştü.

"Acıdı mı canım?" Yüzünde oluşan hoş gülümsemeyle bana bakıp başını salladı. Neyin üzerine düştüğümüzü anlamaya çalışırken elimle yokluyordum.

"Pamuk desen değil, yorgan desen hiç değil. İnanamıyorum bu bir bulut mu?" Havayla çağrı verip temas kurmuştum ve karşılık olarak gökyüzünün yer altına inebildiğini öğrenmiştim. Antuan çevresini izlerken sessizdi. Aynı melodili ıslığı yeniden havayla dağıttım ve bir süre sonra aynı karşılığı aldım. Hevesle gülümserken "İşte beklediğimiz an," diye cıvıldayıp yolumuza devam ettim. Aklımdaki şey; bir problemle karşı karşıya kalırsak ejderhamın buraya inemeyeceğiydi. Çünkü geçit yalnızca anka büyüklüğü kadar olmalıydı. Biraz ilerledikten sonra renkler şeffaflaştı ve mavinin tonlarını almaya başladı. Ağaçların varlığını görüyordum ama dalgalı bir şeffaflık içindeydi. Her ağacın üzerinde Minik bir ağaç ev boyutlarında yuvaları mevcuttu.

"Sanırım doğru yere geldik." Başımı sallayarak onu onayladım. Ee şimdi ne olacaktı? Bir arkadaşa bakıp çıkacağız mı diyecektik? Havayı kullanıp aynı ıslığı yeniden dağıttım ama beni büyüleyen şey; melodimin notalarının şeffaf manzara karşısında etrafımda gezip yukarı doğru çıkmasıydı. "Burası harika bir yer. Gizli olmasına şaşmamak gerek ancak etrafta bir tane bile anka kuşu göremiyorum."

"Biraz yürüyelim bakalım."

Yürüdük. O kadar büyük bir yerdi ki kendi etrafımızda daire çizip çizmediğimizden endişelendim ama Antuan'ın işaretleri aksi yöndeydi. Her şey dalgalı ve şeffaf bir görüntüdeyken bir tek biz canlıydık. İlginç bir şekilde burada gökyüzü vardı. Sürekli değişen gökten dolayı isyan edip kendilerine böyle bir yer oluşturduklarını düşündüm bir an. Karanlığın içinden çıkıp böyle aydınlığa gelmek içime umut doldurmuştu. Üstelik yorgunluğum da geri plana atılmış gibi hissediyordum. Dinginleşmiştim ve bu hoşuma gitmişti.

Yürürken yorulmadığımı fark etmiştim ama dümdüz yürümek bir süre sonra algılarını değiştirebiliyordu. "Antuan şurada hareket eden bir yılan mı var yoksa bana mı öyle geliyor?" Dalgalanışı hissedebiliyordum ve garip bir şey deneyimlemek istedim. Havayı gözlerime taşıyarak bu dalganın içinden baktığım an başardım ve orada gerçekten bit yılan gördüm. Üstelik ağzını açmıştı ve önündeki küçük bir kuşu midesine indirmek üzereydi.

"Hayır!" diye atılıp kuşun önüne ateşten bir kalkan yapıp yılanın geri çekilmesine yol açtım. "Üzgünüm ama bugün ekosisteme müdahale edesim var." Etmiştim de ve beni fark eden yılan avını değiştirmişti. Çok daha doyurucu bir av olduğunu çatal dilini dışarı çıkarıp tıslamasıyla anladım. Zira o av bendim. "Sana zarar vermek istemiyorum git buradan!" Kendime de ateşten bir çember yapınca yavaşça boyuma kadar yükselen yılanın gözlerinde, kendi gözümün turuncu yansımasını gördüm. Sanki ona şov yapmak ister gibi suyu çağırdım. Ardından toprağı ve en son havayı. Buna saygı mı duymuştu yoksa ben mi uydurmuştum bilmiyorum ama yavaşça yere indi ve süzülerek gitmeye başladı. Mağlubiyetin garip hüznünü onun için hissederken hiç beklemediğim bir şey oldu.

Yılan benim yanımdan gitmiş ama Antuan'ı es geçmemişti. Saniyelik olarak ona saldırdığında ikimiz de kılıcımızı kaldırmış ve anında parçalara ayırmıştık. Sızlanmasıyla birlikte onu soktuğunu anladım. "Antuan iyi misin?" Kolundan sızan bir miktar kanla birlikte orayı görebilmek için hançerimi aldım ve kumaşı kestim. İki noktadan sızıntı yapan kanı canını fena acıtır gibi sızlanıyordu.

"Zehirliyse onu oradan almamız lazım."

"Aquayı kullan?" Hızlı hızlı aldığı nefesin arasında konuşmuştu. Elimi yaraya bastırıp bir miktar su çıkardım ama iyi bir vakum yöntemi olmuyordu. Diğer elementler bu durumda yardımcı olamazdı. Kemerindeki cepleri karıştırmaya başladım. "Burada bir şeyler var mı Antuan? Ah siktir zehir bu kadar hızlı mı yayılıyor?" Kolunu tutup dudaklarıma getirdiğimde ne yaptığıma bakmak için gözlerini araladı. Hızla yarayı emip tükürürken bu halde bile şaşırmayı başarmıştı.

"Yapma dur bu basit bir şey değil."

"Senin zehirlenmen de öyle!" Aynı işlemi defalarca tekrarladım. Kötü haber ağzımın içinin uyuşmuş olmasıydı. Yeniden suyu kullanıp orayı biraz daha temizledim. Antuan'ın alnında biriken minik ter damlacıklarını elimle sildikten sonra sıcaklığın giderek arttığını hissettim. Yuvalar dalgalanıyordu, şeffaf maviliğin ardından çırpılan kanatları görebiliyordum ama gözlerimi daha fazla açık tutamıyordum. Antuan'ın üzerine yığılıp kalırken kanatlarının serinliğini yüzümü biraz olsun serinletmeye yetmişti. Küçük bir kuşu kurtarmıştım ama bir yılan tarafından zehirlenmiştik. "Kehanet," diye fısıldadım boşluğa doğru. "Henüz ölemeyiz Antuan, kehanet... Yardım et!"

***

Gözlerim yanmaya başladığında kırpıştırıp açtım. Temiz bir gökyüzünün altında olmak ve sıcak hissetmek beni gülümsetti. Ancak yüzüme doğru eğilmiş birkaç gaga görmek nerede olduğumu anında hatırlattı. "Umarım bir akbaba değilsinizdir, zaten biz de ölmedik," deyip gülümsemeye çalıştım. "Antuan, Antuan kendine gel lütfen." Ağzımdaki uyuşukluk hala tam olarak geçmemişti ama ilk anki kadar yoğun değildi. Doğrulup nabzını yoklamak kalbimi yaralayıp burnumun sızlamasına neden olurken üzerimden bir şey düştü. Ne olduğunu aramaya çalışırken gerilen sinirlerim onu görünce rahatladı. Bu kurtardığım altın rengi gözleri olan yavru kuştu.

"İyisin sorun yok, daha uçamıyorsun sanırım. Sorun yok, seni kurtardık sıra Antuan'da." Ceplerini karıştırıp birkaç şişe buldum ama üzerinde yazanları okuyup anlamam zaman aldı. "Keşke bana yardımcı olabilseniz?" Küçük kuş bir anda ötmeye başlayınca şaşırdım. "Ne, ne oldu? Düştüğün için canın mı yandı yoksa? Kusura bakma ama üzerime neden çıktığını anlamadım. Seni kurtardım fakat düşmenin sorumlusu ben olamam. Üstelik eşim hala baygın."

Eşim, benim eşim. Canım eşim. Ne güzel geliyordu kulağa öyle. Şişelerin üzerinde şifalı karışım olduğunu tahmin ettiğim şeyi Antuan'a içirecekken kuş yeniden öttü. Önümdeki sivri gagalardan birinin neredeyse göz devireceğini sandım. Büyük kanatlarını açıp Antuan'ın üzerine uçarken bir çeşit ritüele kurban gitmemeyi umuyordum. Çıkardığı tiz sesten sonra elementimi çağırıp onu uzaklaştırmayı düşünürken gözünü yaraya doğru eğdi ve birkaç damla yaş akıttı. Gözyaşı yarayı kapatırken yanlış anladığımı fark ettim ve derin bir nefes verdim.

Havaya şimdi pembelik de eklenmişti. Pembe mavi ve her şeyi netlikle gösteren ince saydam bir tabakanın içinde gibi hissediyordum. Başımı geriye doğru atıp yatarken buranın tadını biraz daha çıkarmak istedim. Aniden gözlerimi açınca tepemdeki kanatlıların çoğaldığını fark ettim. "Merhaba ben Lily White, North, hatta belki Garcia... her neyse. Aranızda benim canlım olanınız var mı? Zira sizi duymuyor ve hissedemiyorum."

Sessizlik.

"Anladım, o halde beni seçmediniz. Bu hiç iyi olmadı işte. Yine de teşekkür ederim bu eşsiz yeri görebildiğim için." Yavaş yavaş tepemden ayrılırken bir anda yangın çıktı. İçlerindeki en büyük kuşlardan birinin kanadı tutuştu ve alev alev yanmaya başladı. Suyu çağıracak gücüm olmadığı için panikle ayağa kalkıp yerdeki toprağı fırlatmaya başladım. Üzerimdeki gömleği çıkarıp kuşu yellemeye başladım ama nafile, yangın sönmüyordu. "Hayır hayır, bir şey yapın!" Hiçbir kuş oralı olmadı. Sanırım burası benim düşündüğüm o yer değildi.

"Yardım edemedim, hayır!" Toprağı ona fırlatmaya devam ediyordum ama yangın coştuğu gibi söndü ve geriye yalnızca külleri kaldı. Şok içinde başımı ellerime almış öylece bakarken küllerin arasından gördüğüm minik sivri gaga ve cik sesi eşliğinde ağlamaya başladım. "Sizi oyunbazlar! Küllerinden doğar ya anka kuşları salak Lily! Salak! Kalbim parçalandı of! Gitmek istiyorum. Antuan, aç artık gözlerini sevgilim."

Açmadı.

İki büyük kuş arkamıza gelip pençeleriyle bizi kavradığı gibi uçmaya başlarken hala ağlayarak aşağıya bakıyordum. Duygusal boşalmanın eşiğine gelmiş ve en sonunda kendimi koyuvermiştim. Yeniden ormanın karanlığına yükselmişken kapı dışarı edilen kediler gibi bizi bir köşeye bırakıp uçtular. Köşede yatan Greinner beni hissettiği gibi kızıl gözlerini araladı ve toprağı titreterek yanıma geldi.

İşler yolunda gitmemiş gibi duruyor? Ne oldu bu serseme? Bir de seni emanet ediyoruz daha kendine sahip çıkamıyor çapsız hükümdar.

"Onun da bir insan olduğunu unutma. Her şeyin üstesinden gelemez. Yılan soktu ve zehri uyuşturdu."

Yılan onu sokmuşsa neden senin ağzının kenarında bir çatal dil izi var?

"İz mi var, nerede? Zehri emip tükürdüm sadece."

Vay canına şimdi seni kahramanı ilan edecek bu prenses.

"Greinner lütfen ama? Onu pençelerinle taşır mısın havada sahip çıkamayacak kadar tükendim." Homurdanarak huysuzlandı ama yine de onu uzun pençelerinde taşıdı. Sırtına çıkmaya bile dermanım yok gibi hissediyordum. "Şey, sence bu iz geçer mi? İnsanlar benim bir yılana dönüştüğümü düşünebilir yoksa?"

Bu izi sıradan ve basit insanoğlunun görebileceğinden bahsetmedim Zambak!

"Ah, öyle mi? Son saatlerde aldığım en güzel haber."

Anka ortada yok mu, nazlanıyor mu?

"Hiç birinin sesini duymadım. Biri gözlerimin önünde cayır cayır yandı. Belki de havayı daha çok kullanmalıyım. Bu yüzden irtibata geçemiyor olabilir."

Ya da irtibata geçmek için evrelerini tamamlaması gerekiyordur.

Yeniden uyumak ister gibi gözlerimi kapattığımdan ne dediğiyle ilgilenmedim. Yılandan kurtardığımız siyah tüylerinin ucunda altın rengi serpiştirilmiş kuş geldi gözümün önüne.

Hadi bakalım gidin biraz serinleyip kendinize gelin.

Sözlerinin üzerine gözlerimi açarken çoktan o uzun mesafeyi kat etmiş ve evimize gelmiş olduğumuzu fark ettim. Ancak Greinner'ın cümlesi beynimde daha yer edinmemişti. Bunun için çok beklememiştim çünkü pençelerinin arasında taşıdığı Antuan'ı bahçemizdeki havuzun içine bırakıverdi. "Greinner ne yaptığını sanıyorsun, seni huysuz ejderha?"

İyi dinlenmeler dedi ve sırtında oturan bedenimi uzun kuyruğuyla sarmalayıp metrelerce yükseklikten havuza bıraktı. Ben çığlıklar eşliğinde havuza düşerken son anda derin nefes alıp burnumu tıkadım ve o bundan keyif alır gibi zihnime ısısını yaydı. Gülüyordu demek...

Havuzumuz yalnızca bizim için denize açılıyordu neyse ki, yoksa bu suya rağmen tüm bedenimiz parçalanabilirdi. Serin su iliklerime kadar titretip beni kendime getirdikten hemen sonra ılıdı. Elementim bedenime uyum gösteriyordu. Suya girdiğim an çıkan yüzgeçlerim sayesinde zorluk çekmeden ilerledim. Dibe çökmeye yaklaşan sevgilimi tutup yukarı çekiştirirken gümüş kuyruğuyla bana doğru ilerleyen Sapphire'i gördüm. Ardından mavi turuncu gözleri ve endişeli bakışlarıyla yanıma doğru gelen canlımı.

Lily, iyi misin?

"Naiads, benim uysal canlım. Sana çok ihtiyacım var. Antuan'ı zehirli bir yılan soktu. Görünürde yarası iyileşti ama içsel yolculuğu sanırım biraz uzun sürüyor hala uyanmadı. Lütfen onunla ilgilenin ve tüm bunları yaparken yanında olup birazcık dinlenmeme müsaade edin." Elementlerim kontrol altındaydı bu yüzden şu duygu durumumla denize girip bir taşkınlık çıkarmamıştım.

Denizaltında daha önce gözlerimi açtığım yere geldiğimizde, beni kucaklayarak taşıyan canlım bir yosunun üzerine uzanmamı sağladı. Söylediğim her şeye başını salladıktan sonra hızlıca faaliyete geçmişti. Su tenimde dalgalanırken ben yaşadığımız şeyi zihnimden ona aktarmaya çalıştım. O ise Basillan'da sıradan bir gün gibi her şeyi olgunlukla karşıladı. Ardından koca karı ilacı gibi şeyleri bedenime yapıştırdı. Umuyordum ki geviş getirerek çıkardığı bir şeyler değildi. Antuan'ın canlısı da onunla ilgilenirken içim rahattı.

Sen çok güçlü bir kadınsın sadece biraz yoruldun ve üzüldün, dinlen lütfen.

Niadas saçlarımı okşayarak beni uyuturken kendimi güvenli kollara teslim ettiğim için yeniden uykuya daldım. Kirpiklerim açıldı kapandı, açıldı kapandı ve kara delik gökyüzünün gümüşü halkası suyun içinde büyürken koyu renkli gözlere denk geldim. Bir rüyadaymış gibi yüzünü inceledim sessizce, nazikçe ve sevgiyle. Sonra gülümseyen dudaklarını, sonra o dudakların benim saçlarımla buluşmasını... Hevesle yeniden gözlerimi açtığımda refleks olarak boynuna sarıldım hemen.

"Antuan, canım Antuan'ım uyanmışsın."

"Uyandım ve yaşadığım rezillikle baş başa kaldım. Onu kontrol ediyor gibi göründüğünden dikkatim dağıldı, kötü bir şey olabilirdi özür dilerim."

Elim yüzüne çıkıp keyifle dokunurken yanağını öptüm. "Sakın bunu yapma, büyülü bir evrende bile olsak biz insanız, hatalar yaparız."

"Ama bu hatalar hayatımıza mal olabilirdi, çok üzgünüm. bunu tanımlayacak başka kelimem yok. Gözlerimi açtığımda ilk defa kendimi yetersiz hissettim ve bunun sebebi basit bir yılandı. Kapımızda savaş var ve bir orduyla baş etmemiz gerekebilirken ben bir yılana yenildim. Kadınımı koruyamadım... Lily... çok utanıyorum."

"Bu savaştan galip çıkmak için neler yapıyoruz baksana. Bence bugün ikimiz de çok yıprandık ve sinirlerimiz bozuldu. Benim gözümde asla yetersiz bir insan değilsin Antuan, sadece insansın ve ben seni çok seviyorum."

"Ben de seni çok seviyorum." Küçücük bir yılan koca adamı saniyeler içinde devirmişti. Cümle beynimde geçtiği anda bir ışık parladı.

"Antuan bu yılan bugün bize silah olarak doğrultuldu değil mi?" diye sorduğumda onaylar şekilde mırıldandı. Amacım onu utandırmak değil sorunu kendi lehimize çevirmekti. "Biz bu yılanın türünden onlarca hatta yüzlercesini bulsak. Belki tanıdık bir maran onları ikna etme konusunda yardım eder."

"Yani sen diyorsun ki? Tanrım inanamıyorum çok fenasın ve kendimi aptal gibi hissetmeme neden oluyorsun." Hoş bir kahkaha attığımda diğer yanağından da öptüm.

"Sadece strateji geliştiriyorum sevgilim. Eğer bir orduyla savaşacaksak bu yılanları önceden göndeririz ve düşmanın bir kısmı saniyeler içinde yere devrilir. Büyü gücü kullanıp zayıf düşme yok, kas gücü kullanıp yorulmak yok. Maranlar ve belki bulursak başka müttefikler var."

"Bugün yeterince zehirlenmiştim ama sen o zehir gibi güzel kafanla beni biraz daha alıştırdın bu duruma."

"Ştt, seni çok daha güzel durumlara alıştıracağım," diyerek saatlerdir hasret kaldığım dudaklarda soluklandım.

***

Günler geçerken akademideki derslerimize devam ediyor, gerezayı kontrol ediyor ve bir de zamador turnuvasının devamını bekliyorduk. Bu kehanet işinin mavi kanları saklayarak yetkililere duyurulma işini Antuan ve Mara yapmıştı. Basillan buna önlem almak için kraliçenin sarayında uzun bir toplantı yaptı. Antuan'ın söylediğine göre kraliçe gergindi ve bize lazım olacak tüm büyü güçlerini açığa çıkarma amacı olduğunu söyledi. Savaş kapıdaydı ve biz stratejik olarak yenik düşmemeliydik.

Ben herkesin tek bir gücü olduğuna artık inanmıyordum. Çünkü içimizdeki elementi nasıl yöneltirsek o şekilde karşılık alıyorduk. Eğitmenler gizlenen büyü gücü konusunda oldukça ciddi açıklamalar yapıyordu ve sonradan öğrenilirse cezalandırılacağı konusunda baskı uyguluyordu. Onları en iyi ben anlıyordum. Köle gibi kullanılmak kimsenin hoşuna gitmezdi elbet, keza kraliçenin sarayında çalışmakta. Herkes yalaka olmak ve gövde gösterisini sevmek zorunda değildi.

Antuan... bu sıra onu özlüyordum. Kendimize ait o kadar az zamanımız kalıyordu ki bunu da uyumayla geçiriyorduk. Üstelik bir de Boreas'ın peşinde koşuyordum. Ve maalesef ki hiçbir anka beni seçmemişti. Yemin olsun pentagram yıldızının bir köşesi olmamış olsaydım bunu bu kadar kafaya takıp üzülmezdim. Fazla canlı fazla sorumluluk demekti. Önce Greinner, sonra Naiads ve daha sonra Tara... Tara beni seçmesine rağmen elementimi yoğun olarak kullanamadığım için zihin bağımız henüz gelişmemişti. Ankam beni seçse bile onunla hemen yoğun bir irtibata geçemezdim. Savaşın tam zamanı belli değildi ve gittikçe geriliyordum.

Sabah kardinal kafatasımla yaptığım aydınlatıcı konuşmadan sonra kahvaltı hazırlamaya indim. Normal zamanda kolunu bedenimden çektiğim an homurdanan adam yorgunluktan ölü gibi uyuyordu. Gün içinde sürekli aktarma yapmasının yanı sıra beynini de zorluyordu. Bir de geçen yaşanan durum için kendini hala mahcup hissediyordu. Buna gerek olmadığını söylesem bile erkeklik gururu denen duvara tosluyordum.

Her şeyi hazırladıktan sonra -ki sadece patates kızartmıştım- yatağımıza gittim ve yastığıma sarılan kolunu öpmeye başladım. Yavaş yavaş yukarı çıkıp yüzünün görebildiğim her alanına erişmeye çalışırken hafifçe gülümsedi. "Günaydın sevgilim, kahvaltı hazır ve ben kurt gibi açım."

"Yemeğe beni yiyerek başlamandan belli, canım." Elimle saçlarını geriye doğru tarayıp severken bir anda sırtı yatakla buluşan ben oldum. "Neden ben de senin taktiğini kullanmıyorum?" Önce yanağımı, dudağımı, çenemi öptü ardından yolculuğu boynuma doğru indi.

"Her ne kadar buna bayılsam da gerezaya gitmemiz gerekiyor," dedim içli bir nefes alarak. O ise bunu hiç umursamadan dudaklarını göğüs oluğuma kadar ilerletti ve titrek bir nefes almamı daha sağladı. Belli bir sınırımız vardı, o sınıra kadar ara ara oynaşıyor ve kendimizi uykunun kollarına bırakıyorduk ama o sınırı aşınca elementlerim içimden fışkırıyor ve ben kendimi dizginleyebiliyordum ne de o. Şimdi sakince sınıra yaklaşmadan geri çekilmesini bekliyordum. Biraz da göğüslerimde oyalanıp soluklandıktan sonra kalktı.

"Demek kahvaltı hazırladın, bunu tarihe not düşmek isterim."

"Abartıyorsun," deyip üzerimden ittim ve yeniden mutfağa geçtim. Abartmıyordu!

Keyifle geçen kısacık zamanlı kahvaltımızdan sonra en sevdiğim şeyi yaptım; ortaya çıkan bulaşıkları su ve ateşi birleştirip temizlemeyi. Yok edip geri getirmek uğraştırıcı oluyordu ve bu sıralar büyü gücümüzün son damlasına kadar içimizde tutmalıydık. Hazırlandıktan sonra elini belime koyup dilini hissedeceğim bir şekilde beni öperken bir anda gerezaya aktardık. Onun odası olduğu için bu oyunu biraz daha devam ettirdim. Ateş ve barut gibi dolaşınca nerede ne zaman patlayacağımız belli olmuyordu ve açık konuşmak gerekirse bu biraz tehlikeliydi. Üzerimizdeki cinsel gerilimden kurtulmalıydık...

Gerezanın zindanlarına doğru inerken kapalı kapıların ardındaki hayvanların sesleri geliyordu. Fangra adındaki köpek gibi olan yaratıkların beni kovalaması aklıma gelince ürperdim.

"Neden hep bir kapının ardındalar, yazık değil mi?" Daha buraya ait kaç hayvan olduğunu bile bilmiyordum ama kapı sayısı çoktu.

"Kapının ardı sandığın gibi karanlık bir zindan değil canım. her havyana rahat edebileceği bir konfor alanı sağlıyoruz."

"Şimdi nereye gidiyoruz peki?"

"Trickster Hare'leri görmeye gidiyoruz. Yılan fikrinden sonra aklıma onları düşürdün ve bir ziyaret yapayım dedim."

"Nedir bu trickster hare anlatacak mısın yoksa bizzat görmem mi gerekiyor?"

"Direkt görmeni sağlayacağım canım," dedi ve sağdaki kapılardan birini cebindeki kilitle açtı. Kapının ardı sandığım gibi karanlık ve köhne bir yer değildi çünkü ormana açılıyormuş gibi duruyordu. Yemyeşil ağaçlar, çiçekler böceklerle doluydu. Gerezanın hayvanı olmak sanırım bu kapalı odaların ardında kendine ait bir yerin varmış gibi hissetmeni sağlıyordu. Sonuç olarak hayvan psikolojisi de bizimki kadar önemliydi.

İçeri giren adım seslerimiz duyulduğunda uzun kulaklarını yukarı diken parlak gözlü tavşanları görmemle gülümsedim. Hepsi bir köşeden çıkmış ve dikkatli bir şekilde bize bakıyordu. "Hareler; hilebaz taşıyıcı tavşanlardır. Ne taşımasını istediğin şeye göre değişir tabii. Ben onlara daha önce deneyimlediğim kurbağa larvalarını taşıtmayı düşünüyorum. Tüylerinin arasında iyi büyüyorlar, kendilerine yer ediniyorlar."

"Bir insan bunu neden deneyimler ki diye düşünmedim değil?" Söylediğim şeye gülerken Kapının köşesindeki duvara elini bastırdı ve bir kasa çıkardı. "Önce onları besleyelim sonra planımı anlatırım." Kasanın içindeki havuçları gören tavşanların minik burunlarını oynatması komikti. Elime birkaç tane havuç alıp "Kim öğle atıştırması yemek ister?" diye sordum. Zıplaya zıplaya gelirken Antuan gibi çömelip havuçları onlara uzattım. İki ayağının üzerinde duran elindeki havucu ön dişleriyle törpüleyerek yemeye başladı.

"Seveceğim ama tüylerinin arasında başka hayvanların yuvası vardır diye endişeleniyorum." Antuan erkeksi bir kahkaha atıp tavşanları sevmeye başladı.

"Endişelenme canım, şu an temizler. Tüylerin sıcaklığında yumurta içinde duran minik kurbağalar ki bunların adı Lumifrog olarak geçer, istediğimiz ana kadar orada beklemeye devam eder. Ne zaman ki hareleri saldık ve zıp zıp zıplayarak meydanda lumifrog yumurtalarını serpmeye başladılar, işte o zaman yumurtadan çıkma zamanlarının geldiğini anlarlar. Lumifrogların kamufle olma özelliği vardır ve ilk bakışta orada olduğunu göremeyebilirsin. Derisi değişkendir. Yumurtadan çıkar çıkmaz bir zeytin büyüklüğünde, sonra bir dilim ekmek ve en son balon büyüklüğüne gelene kadar başkalaşım geçirir ve bunu yalnızca üç sıçrayışta yapar."

"Peki bu kurbağalar bizim tam olarak nasıl işimize yarayacak?"

"Alt derisi ve elleri yapışkanlıdır. son sıçrayışa kadar yerinden kımıldayabilir ama üçüncü sıçrayışta insan derisine yapıştığını düşünürsek bir daha onu kazıyamazsın." Dehşet içinde ona dönüp baktım. Asıl fena olan ben değil oydu, uyumadan önce düşündüğü şeyler dehşet verici olsa da zekiceydi.

"Yılanlar onları sokup uyuşturacak ama lumifroglar direkt yapışacak."

"Yüzüne bir kurbağa yapışıp görüş açını kaybedersen panikle kendine bile saldırabilirsin. Kurbağa derisinin geçirgen olduğunu söylemiş miydim?"

"Kılıçla onu atmaya çalışırken aslında saldırdığın kişi kendin olacak. İnanılmaz, neden gereza hayvanları arasında olduğunu tüylerim ürpererek anlıyorum."

"Evet güzelim, savaşta müttefik önemlidir ve bir yumurtayı bile küçümseyemezsin."

**

Her geçen gün plan kurmak ve strateji geliştirmekten yorulan bedenimi akademiden döner dönmez berjerime bıraktım. Yorgun ve kasvetli halim berjerin soluk bir lacivert renge dönmesine sebep oldu. Oysa bir zamanlar şehvetin kızıllığına bürünmüştü rengi. İç çekerek zihnimi dağıtmak adına zamador yarışını düşündüm. İlk seferi heyecanlıydı ve eminim bu da öyle olacaktı. Profesörlere göre okuldaki düzeni değiştirmek kaos yaratabilirdi bu yüzden resmi olarak savaşa girene kadar düzen şaşmayacaktı. İnisiyelere ders sırasında stratejik sorular sorup yanıtlar veriyorlar ve her an her şeyin olacağını aşılıyorlardı. Bu seferki taraflar ignisler ve aerlar olacaktı. Havalı grup yarışmaya ejderhalar yerine kendi canlıları ankalarla katılmayı tercih etmişti. Biraz da ankaları yeniden gözlemleyeceğim için hevesliydim.

Ne zaman orada uyuyakaldım ve güçlü kollar tarafından yatağıma taşınıp sarmaş dolaş uyudum bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda başını göğsüme koyup uyumuş bir Antuan'la karşılaştım. Burnumu saçlarının arasında yavaşça gezdirip derin bir nefes aldıktan sonra öptüm.

"Saat kaç kurdele kafa?" Fısıltıyla sorduğum soruya fısıltıyla cevap verdi.

"On bir olmak üzere." Ne yazık ki beş dakika daha uyuyayım diyeceğim bir saat diliminde değildim. Bu yüzden kolları arasından sıyrılıp hızlı bir duş aldım. Havluyu bedenime dolayıp dolabın önüne gittiğimde ise benim için hazırlanmış bir elbise buldum. Öğleden sonraki turnuva için bana elbise mi almıştı? Aquanın rengini taşıyan toz pembe tonlarında belden aşağısı uçuş uçuş duran bir elbiseydi. Askılı kolları ve göğüs oluğunun arasında ufak bir boşluk vardı. Havluyu ayak ucuma bıraktım ve çekmeceden bir iç çamaşırı alıp giydim. Burada sütyen denen şeyin varlığı olmadığı için elbiseyi direkt üzerime geçirdim. Göğüs kısmındaki pedler yeterli bir işlev görüyordu.

Köşedeki aynadan gözüme takılan Antuan kollarını başının altına almış ve keyifli bir yüz ifadesiyle beni izliyordu. Sabah sabah görsel bir şölen olmuştu ona da. Ağır çekimde hareket ederek gözlerimi ondan hiç çekmeden arkamı döndüm. Fermuarımı kapatması gereken konular vardı. Islak dudakları kalçamın biraz üzerinde biten fermuar boşluğuna değince istemsizce ürperdim ve kalçamı ona doğru hareket ettirmiş bulundum. Fermuarı her çektiğinde soğuk parmak uçları tenimi yakarak geçiyor öpücükleriyle ısıyı korumaya yemin etmiş gibi devam ediyordu.

"Dakikalar boyunca uyanmanı sağlamak yerine karşına geçip soyunmak hemen uykunu açıyor demek?"

"Evet, hep bu taktiği denemeye ne dersin?"

"Çok beklersin derim."

"Çok güzelsin, elbisen çok yakışmış." Ona doğru döndüğümde bir eli uzandı ve saçlarımın uçlarıyla oynamaya başladı. Bakışlarındaki aşkı fark etmek ruhuma iyi geliyordu. Bir insan bir insana ne kadar aşık olabilirse o kadar aşıkmışım gibi hissediyordum.

"Teşekkür ederim ince ruhlu sevgilim."

"Tüm ricalar benden sana, ucunda sen varken yaptığım hiçbir şey zahmet değildir bana."

"Şiir gibi konuştun ve hoşuma gitti. Şu uykudan yeni uyanmış pofuduk dudaklarına kapanıp tüm günü burada geçirmemek için odadan derhal çıkıyorum." Kaçar gibi gittiğimde arkamdan kahkaha atmıştı. Biliyordum başlarsak durdurulamazdık zira sadece bu odayla sınırlandırılamıyorduk.

O da hazırlanıp geldiğinde vakit kaybetmemek adına hızlı bir sandviç yapıp evden ayrıldık. Gömleğinin üzerine attığı peleriniyle oldukça karizmatik duruyordu. Bir kalın pelerini de üşümemem için benim omuzlarıma bırakmıştı. Pelerinimin yakasında elementimin amblemi vardı böylece korse takmasak bile bir şekilde belli olmasını sağlıyorduk.

Arenaya aktardığımızda coşkulu bir kalabalıkla karşılaştık. Bir taraf turuncu siyah diğer taraf mavi siyah bayraklar açmış takımını destekliyordu. Hükümdar statüsünden ayrılmış yerimiz olduğu için sakin bir bölüme geçtik. Şapkalar, yerlere kadar sarkan tüylü bileklikler ve uçuşan pelerinlerle birlikte ben de heyecanlanmıştım. Üstelik bu heyecan aksiyondan ve koşuşturmadan ibaret değildi. Bünyemin böyle rahat bir organizasyona ihtiyacı vardı. Geçen maçta ignisler aquaları yenmişlerdi ama bu maç kim galip gelecek merak konusuydu.

Dakikalar geçerken kalabalık iyice arttığında görevli Ethan Louis maçın başlangıç çanını çaldı ve çan kulaklarımızı çınlatırken kısa bir sessizlik oldu. Güçlü kükremeleriyle sekiz ejderha gökyüzünde salınarak uçtu ve gövde gösterisi yaptı.

"Bayanlar ve baylar geleneksel zamador turnuvalarına hoş geldiniz. Ben maçın yorumcusu Hughie Pride. Heyecanlı kalabalığı bekletmeden ignislerin oyuncularını sayıyorum; hücum komutanı Alexander Harvey, kanatta Olivia Pride, Victor Simon, Tina Eliane, Blake Prye var. İzci; Martin Aiden, kaleci; Oscar Blaze ve gölge; Iva Dean..." Üç kadın ve beş erkekten oluşan ignis grubu hırslıydı. Her birinin adını söylediklerinde alkışlar havada uçuşmuştu. Olivia uçarken arkasından çıkardığı renkli dumanlarla dikkat çekti ve gülümsedim. Canım kızım, son zamanlarda az görüşsek de bir şeyler olduğunun farkındaydı ve ufak imalarda bulunmuştum. Bir de en çok onu alkışlamıştım.

Sekiz tane anka kuşu sıralanıp kendilerine özel ötüşüyle meydanda dönerken şaşkındım. Bunlar yuvada gördüklerimden çok daha büyük ve tüylüydü. "Evet ankalarımız da tüm ihtişamıyla sahaya giriş yaptılar. Aerların oyuncuları: hücum komutanı; Boreas Patrice, Gölge; Isabella Rai, izci; Maxim Skye, kaleci; Dante Ciel ve kanatta; Irina Nuvem, Nina Nephele, Pavel Breeze, Lucia Serun var. Tüm oyunculara başarılar diliyorum ve işte maçın hakemi Agatha Valentino geliyor. Patarayı eline aldığı gibi yukarı fırlatıp düdüğünü çalıyor ve maç başlıyor."

Bazı aerları ilk kez görüyor gibiydim cidden kendilerini saklıyorlardı. Ya da hepsi Antuan gibi havayla bütünleşip görünmeden yanımızdan geçip gidiyordu. Vay çakallar... Gözüm Agatya'ya takılınca bir müddet onu izledim ama maç esnasında gayet normal gözüktüğünden ilgimi hemen çektim. Patara; ortasında kocaman bir z harfi bulunan oyun topunun adıydı. Oyuncuların ellerinde ise büyük tahta sopalar vardı. Adı lavina olan bu sopaların ucu bir tahta kaşık kadar derindi, bu sayede topu rahatça karşıdaki kaleye gönderebiliyorlardı.

Patara her kaleden geçtiğinde yirmi puan, gölge ejderhayı yakalayan ise yüz puan alıyordu. Gölge oyuncuyu yakalamak izcinin göreviydi ve hayli zordu zira ejderha görünmez oluyordu. Ankalarda bunun olduğunu görmüştüm ama demek ki bazı ejderhaların da kendine has böyle özellikleri vardı. Hughie Pride oyunu yorumlarken ses tonuyla ekstra gerilim sağlıyor ve taraftarlardan bağırış yükseliyordu. Ejderhalar geniş kanatlarını açıyordu ama ankalar kuğu gibi rahat hareket ettiğinden aradan sıvışmaları kolay oluyordu.

Alex beyaz ejderhası Pearlynine'ın üzerinde sağa sola el kol yapa yapa bir şeyler anlatıyordu, görüyordum ki hücum komutanı olmak kolay değildi. Adını unuttuğum aerların kanat oyuncusu Olivia'nın ejderhası Borteaux'un altından çok yakın geçince masum kızım çarpmamak için yavaşlamayı tercih etti ama bu ona puan kaybettirmişti.

Bir anda kendimi elini havaya kaldırmış bağırırken buldum. "Hadi Olivia, hadi kızım." Antuan'ın gülüşü karanlık göğe güneş gibi saçılarak beni izledi. Karanlığı daha önce yaptıkları gibi biyolüminesans ışıklarıyla kırmışlardı yani ateş böcekleri. Boşlukta süzülen bir aydınlatma gibi duruyor ara ara hareket edip gözümüzü şenlendiriyorlardı, üstelik giderek onlar gibi kıpır kıpır heyecanlanıyorduk.

"Pişt sen kimi tutuyorsun?" Antuan soruma kaşlarını çatarak "Alfa bozuntusunun olmadığı her yeri," diyerek cevap verdi. Öfkeli cevabına kıkırdadım. "İyi de iki takımda da alfa var."

"Hiçbirini tutmuyorum o zaman, desteğime layık değiller." Dudaklarımı büzerek yerime oturduğum için kıyamadı sanırım. Bir nefeslik sessizlikten sonra "Sen hangi tarafı tutuyorsun?" diye sordu.

"Benim gönlüm aerlardan yana. Sürekli onları inceleyip duruyorum, bazılarının kuyruk renkleri farklı neden?"

"Özelliğine ve türüne göre ayrılıyorlardır. Ejderhaların da kuyrukları farklı onun gibi düşün. Çekiç kuyruk, boynuz kuyruk, çatal kuyruk, koç başı gibi." Anladığıma dair başımı salladım. Greinner gürz kuyruktu ve eminim burada olsa düşmana bela anlamında sallandırır dururdu.

"Victor'un ejderhası Konor sinirlenmiş gibi gözüküyor. Sakinleştir onu Simon yangın çıksın istemeyiz." Hughie neşeli bir ses tonuyla konuşuyordu ama ben gerilmeden edememiştim. "Ve patara yeniden kaleye giriyor aerlar seksen, ignisler altmış puanla maça devam ediyor. Ankalar hız taktiğini kullanıp galip gelmeye çalışıyor ama o da ne Pearylnine önlerini kesti. Arkadan sıkıştırılan Irina patarayı kanattaki takım arkadaşı Pavel'e gönderiyor. Pavel topu kaptığı gibi kaleye doğru gidiyor ama kaleci Oscar Blaze topu kurtarıyor. Avantaj ignislerdeyken Olivia Pride patarayı yakalıyor ve karşı kaleye doğru uçuyor. Hadi Olivia bitir şu işi," dedikten sonra bir sessizlik oldu ve boğazını temizledi. İhtiyar kendi torununu kayırıyordu.

"Olivia patarayı attı ve gol, ignisler berabere olmayı başardılar. Gözler izcilere yönelirken ne Maxim ne de Martin ortalıkta gözüküyor. Gölge canlılar oldukça oyunbaz sanırım. Nina ve Victor karşı karşıya geliyor ama Nina topu takım arkadaşı Lucia'ya gönderiyor. Lucia'nın önünü kesen Tina patarayı kapıyor ve kaleye doğru uçuyor. O da ne iki anka tarafından kıstırılan ejderhası Pezor zor durumda kaldı. Tina etrafına baktığında ona doğru bağıran Olivia'yı gördü. Hareketleriyle yaptığı hamleyi izliyoruz sayın seyirciler. Heyecan doruktayken, Olivia, Olivia ne yapıyorsun Olivia diyoruz ve ejderhasından aşağı sarkmasını izliyoruz. Destekleyenlerin yüreklerini ağızlarına getiren bu hareketten sonrasında Tina başını eğiyor ve Borteaux onun üzerinden geçerken patara Olivia'ya geçiyor."

Heyecandan Antuan'ın kolunu sıkıyordum. Aklım çıkmıştı ejderhadan sarkınca. Patara bir kez daha kaleye giriyor ve an itibariyle ignisler yüz puanla öne geçmiş oluyorlar. Gölgelerden Isabella ve Iva'yı yakalayan acaba hangisi olacak? Hücum komutanı Boreas'ı, kalecisi Dante'ye sinirlenirken görüyoruz. Gerilmeyin çocuklar bu sadece bir oyun."

Bu sefer karşı karşıya kalan Olivia ve Boreas'ı görünce nefesimi tuttum. Alex yaklaşıp topu yeniden kaptı ve peşine takılan Boreas'tan sonra patarayı arkaya doğru bırakıp Olivia'ya alan açmış oldu ancak Olivi'a onu yakalamak için yine aynı tehlikeli hareketi yaparken aklım çıktığı için havayı onu desteklemesi için göndermiş bulunmuştum bile. Bir an ne olduğunu anlamaz şekilde başını çevirdi ama topu kapıp kaleye koştu. Dante bu kez isabetsiz gelen patarayı yakalamış ve takım arkadaşlarından Irina'ya pas atmıştı. Hughie'nin heyecan dorukta çıkan sesi zihnimin arka planında kalırken Olivia'nın maçtan kopup çevreyi izlediğini fark edince hemen gözlerimi kaçırdım. Ancak kaçtığım yerde Antuan vardı ve sorgu dolu bir şekilde beni bekliyordu.

"Sence bu kötü mü?"

"Müdahale etmen mi? Çok kötü." Ama düşecek sanmıştım. Gerçi düşse bile Borteaux onu havada yakalardı ama anlık refleks olarak yaptığım için suçlamaları kabul edemezdim. Suratım düşünce Antuan yeniden fısıldadı. "Merak etme, hiçbir aer rakip oyuncuya yardım etmeyeceği için bunu akıllarına getirmezler. Zaten saniyelik bir şeydi," dedi ama aklına getiren tek kişi ekibe katılmaya ikna edemediğim Boreas ifadesiz suratıyla bana bakıyordu. Elimi yanağıma koyup masumca geriye yaslandım.

"Ve işte aerin izcisi Maxim ignisin gölge oyuncusu Iva'yı yakalıyor ve sahaya iniyorlar. Yüz puan fark atan aerlar turnuvanın galibi oluyor. Kutlarım çocuklar, iyi bir maç çıkardınız." Maçın bitiş düdüğünü çalan Agatha elindeki topu gökyüzüne fırlattığında ortalığı mavi bir sis sardı ve galibi belli etti. Sakallarında örgüler olan haberci Ethan Louis çanı yeniden çaldı ve zamador sona erdi. İgnisler kendilerine özel mağaralarında kutlamaya gidemeyecekleri ve yenildikleri için üzgünlerdi. Ah Olivia üzümlü kekim seni teselli etmem gerekiyor ama önce kızımın yanına gitmeliyim.

Birkaç koltuk yanda oturan ve kalabalık dağılmaya başlayınca görebildiğim Violet'ın yanına gitmemle Chloe'nin bana atılması bir oldu. "Benim güzel çiçeğim ne yapıyormuş bakalım?"

"Zambı seviyor?"

"Seni çok seviyorum canımın içi. Bak sana ne yaptım?" Pelerinimin içinden çıkardığım ve topraktan yaptığım ayıcığı ona verdim. Elementlerimle oynarken birden aklıma gelivermişti ve toprağı suyla kile çevirip şekillendirmiştim. Ağır değildi çünkü içini havayla kaplamış ve ateşle de dövmüştüm. En sona ise boyaması kalmıştı. Chloe'nin hayran bakışları oyuncağa düştüğünde alıp hemen göğsüne yasladı. Bir çocuğu mutlu etmek bu kadar kolaydı.

"Ayıcık menim?"

Evet senin güzelim, sevdin mi?"

"Büyük."

"Büyük değil küçük."

"Büyük çok."

"Çok mu sevdim demek istiyorsun sen?" Hevesle başını salladı ve burun buruna değerek biraz hasret giderdim. "Zambı, sevdim."

Ben de seni çok sevdim ve seviyorum bebeğim.

İyice öpüp kokladıktan sonra Violet'e teslim ettim ve ayaküstü biraz sohbet edip ayrıldık. Antuan'ı alıkoyan bazı kişiler olunca ben de tek başıma zeytinimin yanına gitmeye karar verdim. Arena oldukça büyük olduğu için içinden geçemez ama arka kapıdan girebilirdim. Ateş böcekleri kutlamayı şekilden şekle girerek yapmış ve birkaç tanesi bana kadar ulaşmıştı. Onlara gülümseyip insan kalabalığından uzaklaştım ama döndüğüm köşede bir şey hissettim. Yüzüme doğru verilen sıcak bir nefes vardı ama karşımda kimse yoktu. Bir elim hançerime giderken diğeri elementimi kontrol altına alıp havayı açmayı denedi. Bir adım geri attığımda ise hava dalgalandı ve kendini belli eden anka kuşuyla karşı karşıyaydım. Simsiyah tüyleriyle benim boyumu fazlasıyla geçiyordu. Kuyruğunun sonundaki tüyleri altın rengindeydi, tıpkı gözleri gibi. Bu bana birini hatırlattı; yuvalarında kurtardığım minik anka kuşunu.

"Merhaba Lily, duydum ki beni arıyormuşsun?"

İşte hava canlım buradaydı.

Bölüm : 18.03.2025 14:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...