72. Bölüm

Yiğit & Zeynep

Liva Sayina
livasayina

Hepinize merhaba canlarım. Artık geriye final bölümümüz kaldı. Son verdiğim gibi finalden önce bütün çiftlerin özel bölümünü tamamlayacağım umarım seversiniz hepsini...

 

Keyifli okumalar demeden önce beni TikTok da ve instagram da çilli balerin adıyla bulabilirsiniz 🩷

 

 

                                         *****

 

Sıcak bir temmuz sabahıydı. Trabzon'un deniz kokulu mahallelerinde, martı seslerine karışan çocuk kahkahaları yankılanıyordu. İki katlı ahşap evlerin arasında, yosun tutmuş taş duvarlarla çevrili küçük bir bahçede, sarı saçlı, tombul yanaklı bir kız çocuğu başına çiçeklerden yapılmış bir taç takmış, ayaklarına annesinin topuklu ayakkabılarını geçirmişti. Elinde eski, dantelli bir tül vardı; annesinin sandığından bulduğu bir tül perdeydi bu, ama o an için onun gözünde gelin duvağından farksızdı.

Zeynep, aynanın karşısında kendi etrafında döndü. Minik elleriyle duvağı düzeltti, dudaklarını büzüp annesinin rujunu sürdü. Yanaklarına da birer allık niyetine kırmızı suluboya değdirmişti. Aynaya bakarken gülümsedi.

 

Bahçede onu bekleyen başka çocuklar vardı, ama gözleri sadece birini arıyordu. Henüz on yaşında olan, kumral saçları alnına düşen, gözleri hep sanki biraz daha derin bakan bir oğlan çocuğu... Yiğit. Elinde bir tahta parçasını kılıç gibi tutmuş, "Ben hazırım!" diye bağırarak bahçeye girdi.

 

Zeynep ellerini beline koydu, kaşlarını çattı:

— Yiğit! Sen geç kaldın. Damat sensin demedim mi sana? Nikah başlamak üzere!

Yiğit kıkırdadı, ceket yerine giydiği kahverengi yeleğinin düğmelerini ilikledi.

— Damat tabii ki ben olacağım. Kimse Zeynep'le evlenemez benden başka, dedi gururla.

Zeynep'in yanakları pembeleşti. İçindeki bir yer anlamasa da, bu cümlenin kalbinde yankı bulduğunu hissetti.

 

Çocuklar onların etrafında toplandı. Sözde nikah memurluğunu üstlenen Eylül, eline geçirdiği oyuncak mikrofonla konuşmaya başladı:

— Şimdi... Zeynep Hanım, Yiğit Bey'i eş olarak kabul ediyor musunuz?

 

Zeynep, gözlerini kaçırarak başını salladı.

Eylül yine sordu:

— Yiğit Bey, Zeynep Hanım'ı eş olarak kabul ediyor musunuz?

 

Yiğit gülümsedi.

— Zeynep benim eşim olacak zaten. Hem de büyüyünce de. Şimdilik oyun, ama bir gün gerçek olacak, dedi.

 

O an Zeynep'in kalbi tuhaf bir şekilde kıpırdadı. Sanki içinde kelebekler kanat çırpmaya başlamıştı. On yaşındaki bir kız çocuğu için bu sözler, sadece tatlı bir hayal gibi gelmişti ama içten içe de en çok onun ağzından duyduğu için mutlu olmuştu. Oyun sonunda herkes gülüp dağıldı, başka şeylerle oyalanmaya başladı. Ama Zeynep ve Yiğit o bahçedeki dut ağacının altında bir süre baş başa kaldılar.

— Gerçekten büyüyünce de evlenecek miyiz? diye fısıldadı Zeynep.

Yiğit omuzlarını silkti, ama bakışlarında bir ciddiyet vardı.

— Evet. Ben söz verdim. Hatta bunu unutmayalım diye yazalım mı?

 

İki çocuk bahçedeki taş duvarın arkasına geçip eski bir tuğla parçasıyla yere şöyle yazdılar:

"Yiğit + Zeynep = Sonsuza kadar."

 

Yıllar sonra o yazı silinse bile, Zeynep'in kalbine kazınmıştı. O yaz, o oyun, o sözler...

 

Onların hikâyesi o gün başlamıştı. Daha ne aşkın tam adını bildikleri ne geleceğin ne demek olduğunu anladıkları yaştaydılar. Ama hissettikleri şey, zamanın ötesindeydi. Belki çocukluktan kalma bir masal, belki de bir ömürlük kaderin en temiz haliydi.

 

                                         ****

Karadeniz'in asi denizi, o gün Trabzon'un kıyılarına hırçın değil, sanki kederli çarpıyordu. Gökyüzü, güneşin yorgun izlerini saklarken denizle bir olmuştu sanki.

Bütün şehir sustuğu gibiydi.

 

Zeynep, pencerenin önünde diz çökmüş, yüzünü cama yaslamıştı. Parmakları, buğuya dokunuyor ama hiçbir şey yazmıyordu. Yazacak kelime kalmamıştı çünkü.

Gözleri Boztepe'ye doğru takılmıştı, tam çocukluklarını gömdükleri o tepeye.

 

Orası Yiğit kokuyordu.

 

Rüzgârın taşıdığı yosun kokusu, onunla geçirdiği yaz akşamlarını getiriyordu zihnine.

Simit paylaşmaları... Kemençe sesinde birbirlerine gülmeleri...

Bir deftere birlikte çizdikleri hayaller.

Ve sonra...

 

Bir fotoğraf. Bir bayrak. Ve bir yıkım.

"Yiğit şehit oldu."

 

O gün Zeynep'in sesi kesildi.

Ağlamadı.

Bağırmadı.

Sadece dikti. Kumaşlarla konuşmayı öğrendi.

Moda evinde elbiseler yaratırken, her dikişinde Yiğit'e bir mektup sakladı.

Ama kimse fark etmedi. Zeynep'i güçlü sandılar.

Oysa o, bir mezarın başında yaşamayı öğrenen bir kadındı artık.

 

Şimdi Trabzon'a dönmüştü.

Sadece nefes almak için. Ama evde bir telaş vardı.

Annesi çarşafları değiştiriyor, baba sessizce tespih çekiyor, mutfakta teyzesi "Laz böreği şekerli olacak" diye diretirken, Zeynep'in içinden kopan fırtınayı kimse duymuyordu.

 

"Bu akşam seni istemeye gelecekler."

 

Bu cümleyle çöktü dünya bir kez daha.

Zeynep başını pencereye yasladı.

"Ben başkasını sevmeyi öğrenmedim ki," dedi içinden.

"Ben mezara sevdalandım."

 

Ev kalabalık. Kadınlar gülümsüyor, adamlar çay içiyor, annesi göz göze gelmemeye çalışıyor.

Zeynep, soluk mavi bir elbise giymiş.

Yüzü ifadesiz.

Ama gözleri anlatıyor her şeyi:

"Bu ben değilim."

 

Tam o an...

 

Kapı çaldı.

 

Önce kimse tepki veremedi.

Beklenen damat mıydı?

 

Kapı açıldığında içeriden bir çığlık koptu.

Zeynep'in annesinin sesi:

 

"Yiğit... Allah'ım! Yiğit geri dönmüş!"

 

Salondaki gürültü bir anda dondu.

Tepsiler, çaylar, gülümsemeler... hepsi çözüldü.

 

Zeynep yerinden kalkamadı önce. Dizleri kilitlendi.

Sonra adımlarını duymaya başladı.

Bir adım...

Bir adım daha...

 

Kapı eşiğinde...

Sırılsıklam bir adam duruyordu.

Gözlerinde fırtına, elleri boş ama kalbi dolu.

Yiğit.

 

Zeynep'in nefesi kesildi.

"Y-Yiğit?"

 

Yiğit gülümsedi ama gözleri doluydu.

"Benim... Geri geldim, Zeynep."

 

Zeynep kalktı.

Gözyaşlarını tutamadı.

İçinde bastırdığı ne varsa bir anda fışkırdı.

 

Ve bir tokat.

 

Yanağında patlayan o tokat, yılların acısıydı.

"Sen öldün sandım! Ölümüne inandım! Her gece mezarına dua eder gibi ağladım ben! Beni neden tek kelime etmeden bıraktın Yiğit?! Neredeydin?!"

 

Yiğit sadece yutkundu.

"Gelemedim. Kimliğim yoktu. Esirdim. Adımı unuttular. Ama ben her gece senin adını sayıklayarak uyudum..."

 

"Sus!" diye bağırdı Zeynep. "Bu evde beni istemeye gelen birini değil, toprağa gömülmüş sevdamı karşılamaya hazırlanıyorlardı. Sen şimdi neyle geldin Yiğit? Neden şimdi?!"

 

Yiğit adım atınca Zeynep bir adım geri çekildi.

O gözler... o eller...

İçini yakıyordu.

 

Kapıyı çarpıp dışarı fırladı.

 

Sokağa çıktığında yüzüne çarpan serinlik, içindeki alevi söndüremedi.

Kaldırım taşlarında yürürken gözyaşları yağmura karıştı.

 

"Unutmuştum... unuttum sanmıştım..." diye mırıldandı.

 

Yiğit peşinden çıktı.

"Zeynep!"

Seslenişinde özlem vardı, pişmanlık, sığınma...

 

Zeynep durdu.

Döndü.

"Ne istiyorsun benden?! Gömüp üstüne toprak attığım kalbimi mi? Hadi kaz! Kaz da gör bak hâlâ senin mi!"

 

Yiğit ona yaklaştı ama temkinliydi.

"Ben seni hiç gömmedim. Hep yaşattım. Yalnızca dönemediğim bir savaşta kayboldum. Ama şimdi döndüm. Ve seni hala... ilk günkü gibi seviyorum."

 

Zeynep başını iki yana salladı.

"Ben seni unuttum sanıyordum. Ama işte, geldiğin an yeniden öldüm. Sen bensiz yaşadın mı? Ben sensiz öldüm!"

 

Yiğit sustu.

Cebinden solmuş bir yüzük çıkardı.

"Senin için aldım. Gitmeden önce veremedim. Şimdi buradayım. Bu yüzüğü parmağına değil, kalbine taktım yıllar önce. İzin ver, tamamlayalım."

 

Zeynep'in gözleri doldu.

Sokağın köşesinde bir fırtına daha başlıyordu ama onlar kıpırdamıyordu.

 

Usulca adım attı.

"Yine gitmeyeceksin değil mi?"

 

Yiğit elini uzattı.

 

"Yemin ederim Zeynep. Bu kez sana geldim. Kalmak için geldim."

 

Zeynep boynuna sarıldı.

Titreyen dudaklarıyla fısıldadı:

 

"O zaman... hiçbir yere bırakmam seni."

 

Ve o gece, Trabzon'un ıslak sokaklarında bir kadın, sevdiğini yeniden buldu.

Bir adam, ölümden döndüğü aşka yeniden sarıldı.

Ve Karadeniz, ilk defa sessiz çarptı kıyıya.

Çünkü o gece iki kalp yeniden atmaya başlamıştı. Zeynep, gözyaşlarını tutamadan dut ağacının altına çökmüştü. Ayakkabılarının toprağa saplandığını hissetti ama umursamadı. Ağacın gölgesinde, sanki yıllar öncesine ışınlanmıştı. Çocukken buraya kurdukları hayaller, yaptığı salıncak, Yiğit'in yere çizdiği ev planı... Hepsi zihninde birer film gibi dönüyordu.

 

Yiğit onun birkaç adım gerisinde durmuş, nefes almaya dahi cesaret edemiyordu. Sanki o anın büyüsünü bozmaktan korkuyordu. Zeynep, başını hafifçe kaldırıp ağacın gövdesine baktı. Avuç içi kadar bir kalp oyulmuştu kabuğuna. Üzerinde titrek bir yazıyla "Yiğit + Zeynep = sonsuzluk"yazıyordu. Gülümsedi, içi yandı.

 

"Hâlâ orada," dedi, kısık bir sesle.

 

Yiğit bir adım attı.

"Sen hâlâ hatırlıyor musun?"

 

Zeynep başını çevirdi. Gözlerinde artık yalnız öfke yoktu, kırgınlıkla karışık bir özlem vardı.

"Unutulacak gibi mi? Her sabah okula gitmeden önce buraya uğrardın. Bir gün dedin ki... 'Zeyno, burası bizim evimiz olacak. Gerçek evi yapınca da önüne böyle bir dut ağacı dikeceğim.'"

 

İkisi de bir süre sustu. Sadece rüzgârın hafif uğultusu, uzaktan köpek havlamaları, bir de kalplerinin sesi vardı.

 

Sonra Zeynep eğildi, toprağı eliyle hafifçe eşeledi. Bir köşe, bir taş... Köşeli ama yuvarlanmış bir hatıra. Üzeri hafif yosun tutmuştu. Ama hâlâ seçilebiliyordu.

 

"Benim eşim Zeynep olacak. 9 yaşındayız. Ama ben büyüyünce de onunla evleneceğim. İmza: Yiğit."

 

Bu yazıyı, çocukken Yiğit titrek bir çakıyla o taşa kazımıştı. Sonra Zeynep de kalp çizmişti yanına. Yıllarca orada kaldı o taş. Zeynep bazen gelip ağacın gövdesine sırtını yaslar, gizli gizli ağlardı.

 

Zeynep taşı eline aldı. Eli titriyordu. Dudakları kurudu.

"Sen öldün sandım Yiğit. O taşla, bu ağaçla, çocukluğumuzla gömdüm seni. Şimdi karşıma çıkıp ne diyorsun, ha? Ne diyorsun bana?!"

 

Yiğit yutkundu.

"Her gün seni sayıklayarak uyandım. Günleri senin adınla saydım. 'Bugün de Zeynep'e dönecek kadar yaşadım' dedim. Ama... döndüğümde seni bir başkasıyla isteyeceklerdi."

 

"Ben istemedim. Hiç istemedim!" diye bağırdı Zeynep.

 

"Beni senden başka biri istemesin diye dua ettim. Ama sen... sen yoktun!"

 

İkisi de ağlıyordu artık. Taş hâlâ Zeynep'in avucundaydı. Elleriyle Yiğit'in göğsüne vurdu.

"Beni neden bu kadar yalnız bıraktın?"

 

Yiğit ellerini onun omuzlarına koydu.

"Bilmiyordum Zeynep. Geri dönebileceğimi, hayatta kalabileceğimi bilmiyordum. Ama kalbimdeki o çocuk hiç ölmedi. O taşı yazan Yiğit, hâlâ seni seviyor."

 

Zeynep başını eğdi. Uzun bir sessizlik.

Sonra taşı yavaşça tekrar ağacın altına bıraktı.

 

"Bu defa birlikte gömelim, tamam mı? Ama bu sefer... yeni bir taşla başka bir hikâye yazalım."

 

Yiğit eğildi, onun gözlerine baktı.

"Benim eşim Zeynep olacak... 29 yaşındayız... Ve ben hâlâ onunla evlenmek istiyorum." Zeynep dut ağacının altında otururken Yiğit ondan biraz uzaklaştı. Elleri hâlâ titriyordu. Boğazı düğüm düğümdü. Cebinden telefonunu çıkardı. Rehberde parmağını kaydırdı...

"devrem," yazan ismi görünce durdu. Bir nefes aldı ve aradı.

 

— "Yiğit? Hayırdır, sesin kötü geliyor."

 

Yiğit biraz sustu. Sonra o hep sakladığı iç sesi, kelimelere döküldü:

 

— "Selim... Zeynep'i gördüm."

 

— "Ne?! Ne diyorsun sen oğlum? O kızla yıllardır konuşmuyordun hani..."

 

— "Onunla aynı bahçede, aynı ağacın altında oturuyorum şu an. O ağacın altında ona söz verdiğim taşı bulduk. Hatırlıyor musun? Hani çocukken evcilik oynar gibi birbirimize sözler verirdik..."

 

Selim sessizleşti. O da iyi bilirdi o duyguları.

 

— "Ne yaptı peki? Ne dedi?"

 

Yiğit başını kaldırdı, Zeynep uzaktan ona bakıyordu. Göz göze geldiler. Sessizlikte binlerce söz vardı. Ama Yiğit'in içi yine de karmakarışıktı.

 

— "Önce ağladı. Sonra bağırdı. Sonra o taşı tuttu, avucunda sıktı. Ben de elim kolum bağlı izledim sadece. Selim... ben hâlâ onu seviyorum. Sanki zaman hiç geçmemiş gibi. Ama o kadar kırılmış ki..."

 

— "Yiğit," dedi Selim yavaş bir tonla, "Kırılan camı yapıştırırsın. Ama cam hâlâ aynı camdır. Kırıldı diye atılmaz. Hele o camın ardında yıllar, anılar, çocukluk varsa... kıymetlidir."

 

Yiğit gülümsedi. O cümle tam da Selim'e yakışır türdendi.

— "Sen Efsun'la nasıl başardın? Nasıl affettirdin kendini?"

 

Selim bir iç çekti.

— "Kendimi affettirmedim. Sadece gerçekleri saklamadım. Kalbimi açtım. O da gördü zaten... benim niyetimi, sevgimi. Anladı. Belki senin de bir şeyleri anlatma, açıklama zamanındır. Belki artık sadece 'beklemek' yetmiyordur."

 

Yiğit başını öne eğdi.

— "Korkuyorum. Ya geçmiş affettirmezse bizi?"

 

— "Affetmezse bile bil ki denedin. Zeynep'in elini bir daha tutamayacak olsan bile, onun avucuna o taşı geri vermiş oldun. Bazı savaşlar kazanmak için değil... kalpten vermek için verilir."

 

Sessizlik.

 

— "Yiğit?"

 

— "Efendim devrem."

 

— "Git onun yanına. Git ve sadece 'buradayım' de. Gerisini kalbin anlatsın. Gerekiyorsa ara. Ulaş'ı da ara. Ama bu kez sakın kaçma."

 

— "Eyvallah devrem. Her zamanki gibi ilaç gibisin."

 

— "Sen de her zamanki gibi karmaşasın." diye güldü Selim.

 

Telefon kapandı.

 

Yiğit başını kaldırdı. Zeynep hâlâ oradaydı. Dut yaprakları rüzgârla hışırdıyor, aralarındaki zamanı değil ama duyguyu fısıldıyordu.

 

Yiğit, taşı cebine koydu. Ve Zeynep'in yanına yürüdü.

Yavaş, net, kararlı adımlarla.

 

Gecenin serinliğinde, Zeynep hâlâ dut ağacının altında dizlerinin üzerinde oturuyordu. Elindeki taşa bakarken parmakları toprağı eşelemiş, yıllar önce çocuk kalbiyle gömdükleri bir başka şeye daha denk gelmişti.

 

Küçük, kenarları sararmış, kat izlerinden yorgun düşmüş bir kâğıt...

Titreyen elleriyle açtı. Gözleri kelimelere takıldı. Son satırı okuduğunda zaman durmuş gibiydi.

 

"Zeynep + Yiğit = Sonsuza kadar 💙"

 

"Eğer büyüyünce sen gelin olursan, damat ben olacağım. Kimseye vermem seni.

Dut ağacının altına gömüyorum bu taşı, söz ver bu yazıyı bulursak büyüyünce evleneceğiz.

Hem sen güzel gülüyorsun, ben de seni güldürmeyi seviyorum.

Küsersek barışalım, ağlarsan sarılayım,

Hep beraber olalım Zeyno.

 

Yiğit (gelecekte senin kocan olacak çocuk)"

 

Zeynep'in gözünden bir damla yaş süzüldü. Kâğıdı kalbine bastırdı. Kalbinin üzerinde bir yük vardı sanki... öyle ağır, öyle yıllanmış bir yük.

 

O sırada arkasında bir ayak sesi duyuldu. Zeynep hızla başını çevirdi.

 

Yiğit.

 

Elinde hâlâ sinirini atamamış gibi sıkılı duran bir telefon vardı. Az önce Selim'le konuşmuştu, "Ben kaybetmişim Selim. Ama hâlâ seviyorum..." demişti.

Ve şimdi karşısında Zeynep, o çocukluk yazısının başında diz çökmüş hâlde ağlıyordu. Yiğit'in yutkunduğu an, yılların suskunluğu göğsüne battı.

 

Zeynep ayağa kalktı. Gözyaşlarını silmeye çalıştı ama her hareketi kırıktı. Elindeki kâğıdı uzattı.

 

"Hatırlıyor musun bunu?" dedi kısık bir sesle. "Sen yazmıştın... Beni kimseye vermem demiştin..."

 

Yiğit başını eğdi. "Hatırlıyorum," dedi. "Dut ağacının gölgesinde sana söz vermiştim..."

 

Zeynep'in sesi bir anda yükseldi. "Peki neredeydin Yiğit? Üç yıl boyunca neredeydin? Her gün mezarına gittim. Her gece adını dua diye andım. Sonra bir gün çıkıp geliyorsun ve hâlâ beni kıskanabiliyorsun öyle mi?"

 

Her şey sürekli başa sarıyor gibiydi. Çocukken Yiğit'in sinirle aynı notu yazıp sakladığı kâğıtlar, Zeynep'in zaman ilerledikçe daha da artan öfkesi...

 

Yiğit'in gözleri parladı. "Kıskanıyorum evet! Çünkü çocukken bile seni başkasıyla paylaşamıyordum. Hatırlıyor musun Emir'i?"

 

Zeynep bir an duraksadı. Sonra gülümsedi ama gözlerinde hüzün vardı. "Hatırlamaz mıyım... İlkokulda bana mektup yazmıştı. Sen o gün onun yakasına yapışıp sınıfta kavga etmiştin..."

 

Yiğit hafifçe başını salladı. "Öğretmen annemi okula çağırmıştı. Ama sen ne yaptın biliyor musun? 'Ben zaten Yiğit'le evleneceğim, Emir'i istemiyorum,' dedin. Emir o günden sonra benimle hiç konuşmadı."

 

Zeynep sessizce güldü ama sesi kırılmıştı. "Ben seni seçmiştim o zaman da Yiğit... Ama sen beni yıllarca seçmedin."

 

Bir anlık sessizlik. Sadece rüzgârın getirdiği yaprak hışırtısı.

 

Yiğit yavaşça ona yaklaştı. "Ben seni hep seçtim Zeyno... Ama kader bana başka bir yol çizdi. O yolda tek sığınağım, tek yaşama sebebim sen oldun. Beni hayatta tutan tek şey, sana dönme umuduydu. Sana sarılacağım o anı düşünerek dayandım."

 

Zeynep'in yüzü düşmüştü. Yanağındaki yaş izleri hâlâ kurumamıştı. Eli kâğıda gitti tekrar. "Bunu biz yazmıştık, hatırlıyorsun değil mi?"

 

Yiğit başını salladı. "Bu yazıyı ben değil, kalbim yazmıştı Zeyno. Ve hâlâ geçerli."

 

Zeynep yutkundu. "Ama zaman bizi çok değiştirdi..."

 

Yiğit bir adım daha yaklaştı. Dudakları Zeynep'in alnına uzanırken, sesi neredeyse fısıltıydı:

"Zaman geçse de kalbim hep o dut ağacının altındaki çocuğun kalbi gibi... Sadece seninle atan."

 

Zeynep bir an gözlerini kapadı. Kalbinde ilk defa yıllar sonra bir şey kırılmadı. Tam tersine... Bir şey tamir oluyordu.

 

Saat gecenin üçüydü. Sessizlik derinleşmiş, kentin uğultusu bile sanki uykuya çekilmişti. Ama Yiğit'in zihni susmak bilmiyordu.

 

Gözlerini kapatsa da... Zeynep'in sesi, kahkahası, gözleri... Hepsi bir film şeridi gibi akıyordu gözlerinin önünden.

 

Tam dalacakken bir anı saplandı içine. Yıllardır unuttuğunu sandığı o gün...

 

 

Yıllar Önce – 4. Sınıf Bahar Şenliği

 

Okulun bahçesinde düzenlenen "yetenek yarışması" günüydü. Herkes bir yeteneğini sergileyecekti. Bazısı şiir okuyacak, bazısı şarkı söyleyecek, kimisi dans edecekti.

 

Zeynep de şiir okumaya karar vermişti. Üstelik şiiri, sınıfın yakışıklı ama sonradan gelen çocuğu Emir yazmıştı.

Üzerine bir de "Zeynep'in sesine yakışır bu şiir" demişti o kendinden emin tavrıyla.

 

Yiğit'in gözünde Emir o gün sadece 'şiir yazan çocuk' değil, Zeynep'e fazla bakan çocuk olmuştu.

 

Yarışma sırası Zeynep'e geldiğinde heyecanlıydı. Sahneye çıktı, Emir'in yazdığı o şiiri okudu. "Kirpiklerinin ucuna konan gülüş" gibi şeyler söylüyordu. Herkes çok etkilenmişti. Ama en çok alkışlayan Emir'di.

 

Ve Yiğit... O anda kıpkırmızı kesildi. Yanındaki arkadaşına mırıldandı:

 

"Bir daha bu çocuk onun için şiir yazarsa, silgimle döverim."

 

Arkadaşı kahkaha attı, ama Yiğit ciddi ciddi silgisini avucunda sıktı.

 

Zeynep sahneden inip yanlarına geldiğinde, Emir'e dönüp "Teşekkür ederim, çok beğendiler" dediğinde...

 

Yiğit araya girdi:

 

"Bence çok basitti şiir. Hiç bir şey anlamadım."

 

Zeynep kaşlarını kaldırdı. "Ne yani? Kıskandın mı şiiri?"

 

"Ben niye kıskanayım? Ben de yazarım. Hem daha güzellerini yazarım."

 

Zeynep gülümsedi. "Yaz da görelim."

 

Yiğit akşam eve gittiğinde defterine, eli titreyerek yazdığı ilk kıskançlık şiirini karaladı:

 

"Sen başkasının cümlesinde gülümsediğinde,

Ben susmakla gürültü arasında kalıyorum."

– Yiğit

 

Ertesi Gün-Gece

 

Yiğit yüzünde acı bir tebessümle döndü yatağın içinde.

 

"Ulan Emir... hâlâ şiir yazıyor musun acaba?

Yazma. Yazma oğlum, artık hiç yazma."

 

Sonra gözlerini kapadı. Ama bir karar çoktan verilmişti içinden:

 

Yarın Zeynep'e şiir yazacaktı.

Ve bu sefer Emir'i değil, Zeynep'i kıskandıracaktı. Zeynep güneşin yüzüne düşen sıcaklığı hissederek gözlerini araladı. Bugün temizlik günüydü. Kitaplığın altındaki kutuları çıkarırken yıllardır elini sürmediği eski bir defter düştü yere.

 

Tozlu kapağını silerken üzerinde küçük harflerle şunlar yazıyordu:

 

"Zeynep'in Şiir Defteri – Sakın Açma Yiğit!!"

 

Gülümseyerek kapağını açtı. Sayfaları karıştırırken bir tanesinde kısa ama tanıdık bir yazı dikkatini çekti.

 

"Sen başkasının cümlesinde gülümsediğinde,

Ben susmakla gürültü arasında kalıyorum."

– Yiğit

 

Gözleri doldu, kahkahaya boğuldu bir yandan. Bu Yiğit'in ilkokulda Emir'e olan kıskançlığının şiire döküldüğü gündü. Hatta bu şiiri yazıp çantasına koymuş, bir gün ona verip sonra da utandığı için "onu da ben yazmadım, kopyaladım" demişti.

 

Zeynep: "Ah be Yiğit..."

 

 

Yiğit mutfağa indiğinde suratında uykusuzluğun izleri vardı. Elinde kahvesi, gözleri hâlâ düşünceliydi. Kendi kendine mırıldandı:

 

Yiğit:

"Yıllar geçti... Hâlâ içime oturuyor o çocuk şiir yazdı diye.

Ben ne yaptım? Silgi fırlattım..."

 

Telefonunu açtı, Zeynep'e mesaj yazacaktı ama... tam o sırada Zeynep'ten bir fotoğraf geldi. Fotoğrafta o eski şiir vardı. Altına sadece bir şey yazmıştı:

 

Zeynep:

"Ben hâlâ bu şiiri saklıyorum."

 

Yiğit'in gözleri büyüdü. Parmakları dondu. Sonra kısa bir cevap yazdı:

 

Yiğit:

"Ben de hâlâ seni kıskanıyorum."

 

Gönder tuşuna bastı, kalbi hızlandı. Cevap gelmeden kapıya doğru yöneldi.

 

 

Zeynep hâlâ defteri elinde tutuyordu ki kapı çaldı. Açtığında karşısında Yiğit...

 

Elinde bir not kâğıdı. Üzerinde yepyeni bir şiir:

 

"Bu sefer ben yazdım.

Ve sadece sen oku diye."

 

Zeynep başını eğdi, gülümsedi.

Yiğit gözlerinin içine bakarak sordu:

 

Yiğit:

"Emir şiir yazıyor mu hâlâ?"

 

Zeynep:

"Bilmiyorum. Ama artık yalnızca senin şiirlerine bakıyorum."

 

******

Bölüm : 21.07.2025 19:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...