74. Bölüm

Akın & İpek

Liva Sayina
livasayina

An itibariyle son bir özel bölümümüz kaldı. Sonrası final bölümü... oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın okurballarım. Geçmişten bugüne ne düşünüyorsanız Efsun hakkında yorumlara bekliyorum yorumlarınızı❤️ İpek ve Akın'ın yüzleşmesini ilk bölümlerde okuduğumuz için burada yeniden anlatmak istemedim. Umarım keyifli bir şekilde yaklaşıyoruzdur finale... buraya kadar benimle geldiğiniz için çok teşekkür ederim ❤️

 

 

******

 

Hayallerini gerçekleştirmiş, hiç bilmediği bir şehre yerleşmiş ve askeriye de ki revir de doktor koltuğuna oturmuş bir kadın; İpek. Yeni atandığı hastane odasında tek başına oturuyordu. Elinde tuttuğu reçeteye bakıyor ama harfleri seçemiyordu. Sanki harfler Akın'ın sesine karışıyor, onun "Ben hallederim," deyişindeki güvenle yankılanıyordu kulaklarında. Oysa şu an ne o sesin sıcaklığı vardı yanında, ne de o güvenin yansıması gözlerinde.

 

Revirin küçük penceresinden içeri dolan rüzgâr, beyaz perdeyi hafifçe savurdu. Perdeler bir anlığına dans ederken, onun aklı yine o güne, o gülüşe gitti.

 

Akın ilk geldiğinde, hiç uğraşmamıştı onunla. Ne öyle kasıntı bir askerdi, ne de ukala biri. Ama gözleri... İpek'i ilk gördüğü an gözlerinde belli belirsiz bir gülümseme olmuştu. Revirde yaralı bir askerin başında eğilmişti İpek. Elini askerin omzuna koyarken, elleri titrememişti ama Akın'ın bakışları onu ürpertmişti.

 

"Yeni misin?" demişti Akın, sesi o zaman da böyle kadifeydi.

 

"Bugün başladım," demişti İpek, gözlerini kaldırmadan, hastanın pansumanını bitirerek.

 

"O zaman hoş geldin. Revirdekilere iyi davran, buraya sık sık uğruyoruz biz."

 

"Umuyorum sadece çay içmeye gelirsiniz," diye cevap vermişti İpek, hafif bir gülümsemeyle.

 

Ve öyle başlamıştı... Sık sık uğramalar, bazen gerçekten çay için, bazen gerçekten hiçbir şey için... Göz göze gelişler, sonra gülüşmeler, sonra sessiz paylaşımlar. Akın ona mesafeyi hiç aşırıya kaçmadan yaklaştırmıştı. Ne haddinden fazla sahiplendi, ne de ilgisiz davrandı. Her şey olması gerektiği gibiydi. En azından başlarda.

 

Zamanla daha çok konuşur oldular. Akın, ailesinden bahsettiğinde sesinin tonu değişirdi. Babasından bahsederken gözleri parlıyor, annesinden bahsederken biraz buruklaşıyordu.

 

"Babam şehit olduğunda ben daha çocuktum. Annem ayakta kalmaya çalıştı... sonra biriyle evlendi," demişti bir gün.

 

"Mutlu musunuz yeni ailenizde?" diye sormuştu İpek.

 

"Annem mutluysa ben de öyle sayılırım."

 

O zaman anlamıştı İpek, Akın'ın içinde hep tuttuğu bir şeyler olduğunu. Hep yutkunduğu, sustuğu cümleler vardı.

 

Aylar geçti. Tim zor görevlere gitti geldi, Akın her dönüşünde ilk İpek'i görmek için revire uğradı. Bir keresinde omzundan hafif bir sıyrıkla dönmüştü. İpek pansuman yaparken, göz göze gelmişlerdi uzun uzun.

 

"Senin yüzünden yaralandım," demişti Akın.

 

"Nasıl yani?"

 

"Aklım hep sendeydi."

 

O gün ilk defa elini eline koymuştu. Sonra sevda büyüdü. Küçük çerçeve hayalleri kurdular. Düğün konuşuldu, aileler tanıştı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Ta ki...

 

İpek o gün Akın'ın annesini aramıştı, bir detay sormak için. Kadının sesi yorgundu, endişeliydi.

 

"Düğün parasını karşılayamayacağız. Bak kızım seni çok seviyorum ama olmaz. Benim oğlum sana bir gelecek veremez."

 

İpek'in kanı donmuştu. "Ama her şey hazır neredeyse.." diyebilmişti sadece.

 

Akşamına Akın'a açtığında, tartışma çıkmadı. Ama konuşmadılar da. Akın başını öne eğip sadece, "Onlar da benim ailem," dedi.

 

İpek, o gece revire dönmedi. Birlikte aldıkları düğün defterini aldı, sayfalarını çevirdi. Her satırda birlikte kurdukları hayalleri gördü. Bir düğün şarkısı seçmişlerdi. Sade, sahilde yapılacak bir düğün... Beyaz perde gibi dalgalanan tüller... Akın'ın gözleri...

 

Ama işte, hiçbir hayal gerçeğe dönüşmeden kopuyordu.

 

Defterin arasına bir not bıraktı:

 

"Sana kırgın değilim Akın. Ama kendime kırıldım. Kendime, böyle bir aile hayalini kurduğum için. Bu yolda tek başıma yürümemekti hayalim. Ama sen, başka bir yolun kenarında kaldın. Belki bir gün aynı yolun üstünde buluşuruz. O güne kadar iyi ol. Hep iyi ol."

 

Ve o defteri Akın'ın masasının üstüne koydu. Sessizce çıktı. Revire uğramadı. O gece rüzgâr bir başka esti. Ve bir aşk, revire ilk atandığı gün başlamıştı, yine bir revir gecesinde bitti.

 

Ama bazen bitişler, yeniden başlamanın kıyısına fısıldar. Belki de onların hikâyesi sadece birinci bölümdü.

 

*****

 

İnsan bazen bir eşyayı nereye koyduğunu hatırlamaz ama birini nerede bıraktığını hiç unutmaz. İpek, Akın'ı içinin en derinine koymuştu bir zamanlar. Şimdi ise o derinlik buz gibi bir boşlukla doluydu. Günler geçiyor, revirde mesai üstüne mesai yapıyor, ama hiçbir gece eski uykular gibi olmuyordu artık.

 

O sabah, askeri revirin camından içeri süzülen gri bir gün ışığı vardı. İpek, masasının üzerinde duran stetoskopu alırken eli bir an titredi. Çekmecede hâlâ Akın'ın ona hediye ettiği saat duruyordu — içine küçük bir not bırakmıştı zamanında:

 

"Zaman geçiyor. Ama ben, her gün seni yeniden sevmeye başlıyorum."

 

Saatin pili bitmişti. Ve ne tuhaftı... O saatin durduğu gün, Akın da gitmişti hayatından.

 

 

Akın, timle birlikte eğitimden dönmüştü. Herkes neşeliydi; biri nişan hazırlığı yapıyor, diğeri yeni doğan yeğeninden bahsediyordu. O ise sessizdi. Kulakları oradaydı ama kalbi değildi. Boş boş çantasına bakarken Tuna yaklaştı.

 

"İpek'le konuşmadın mı hâlâ?"

 

Akın başını iki yana salladı.

"O artık başka bir dünyada yaşıyor gibi... Bize yer kalmadı orada."

 

Ama bu, onun için sadece bir bahaneydi. İçindeki vicdan, annesine duyduğu öfkeyle karışıyor, her seferinde kalbini daha da sıkıştırıyordu. Düğün paralarını annesinin eşi borçlara vermişti, bunu öğrendiğinde dünyası başına yıkılmıştı. Ama daha da can yakan şey... İpek'in gözyaşlarını tutarak "Bu yükü tek başıma taşıyamam," demesiydi.

 

 

Üç hafta geçmişti. Tam üç hafta boyunca birbirlerinin sesini duymamışlardı. Ama kader bazen bir revir kapısında beklenmedik şekilde gülümserdi.

 

Akın, gece eğitiminde bileğini incitmişti. Arkadaşları onu kolundan tutup revire getirdiklerinde, İpek kapının eşiğinde dikiliyordu. Beyaz önlüğüyle göz göze geldiler. İkisi de konuşmadı. Sessizlik, en gürültülü an oldu.

 

"Otur," dedi İpek, göz teması kurmadan.

Akın sessizce uzandı sedyeye.

 

İpek, elini dikkatlice bileğine yerleştirdi. O tanıdık temas... Ne kadar uzaklaşmaya çalışsa da hâlâ oradaydı. Kalpleri aynı ritimde çarpıyor gibiydi. Ama kelimeler, dudaklara uğramadan kayboldu.

 

İpek yalnız kaldığı revirde bazen çantasını açıp , düğün davetiyesi taslaklarına bakardı. "İpek & Akın" yazılı font hâlâ bilgisayarında duruyordu. Silmeye parmakları gitmezdi. Çünkü silmek, yok saymaktı. Oysa kalbinde hâlâ bir yerlerde, "belki bir gün" diye çırpınan bir şey vardı.

 

Akın da aynıydı. Timin yatakhanesinde geceleri elini yastığa koyar koymaz gözleri kapanmazdı. Her gece, İpek'in "Sana güveniyorum," dediği anlar döner dururdu zihninde. Ama şimdi... O güven kırılmıştı. O sözü, sanki hiç söylenmemiş gibiydi.

 

 

Onlar birbirlerinden uzak yaşarken bile hâlâ aynı gökyüzünün altında görev yapıyorlardı. Birbirlerinin isimlerini duymamak için yollarını değiştiriyor, arkadaşlarının ağzından çıkan tek bir "İpek" ya da "Akın" kelimesiyle irkiliyorlardı.

 

Ama ne İpek Akın'dan, ne Akın İpek'ten tam anlamıyla gidebilmişti. Kalpten atılamayanlar vardır. Zamanla küllerinin üzerine bastıklarını sanırsın, ama biri gelir, bir cümleyle her şeyi yeniden yakar.

 

Gökyüzü aynıydı. Ay, nöbet gecelerinde yine aynı usulca doğuyordu. Güneş, sabah içtimalarında herkesi aynı şekilde yakıyordu. Ama Akın'ın kalbindeki güneş çoktan batmıştı. Ve İpek'in göğsündeki yara, hâlâ taze bir sızı gibi sızlıyordu. Her gün revire girerken göz ucuyla koridorun sonuna bakıyordu bir zamanlar Akın'la göz göze geldikleri köşe... Şimdi sadece rüzgarın geçip gittiği, boş ve sessiz bir koridordu.

 

Akın ise sabah talimlerinden sonra istihkâmın arkasındaki kayalıklara çıkıyor, bir zamanlar İpek'le sessizce oturdukları taşlara dokunuyordu. Orada, sadece gözleriyle konuşabildikleri o anları, İpek'in başını omzuna yasladığı, saçlarının boğazını gıdıkladığı o dakikaları... Hepsini ezbere hatırlıyordu. Ama hepsine susarak katlanıyordu.

 

**

 

İpek, bir gün revire getirilen yaralı bir erin dosyasını karıştırırken kaşları çatıldı. Sevkiyatı yapan kişinin adı: Akın Akbulut. Kalbi, adeta bir saniyeliğine yerinden çıktı. Sanki bastığı zemin boşaldı. Gözleri bulanıklaştı ama gözyaşı değildi bu, içten gelen bir titreyişti. Derin bir nefes alıp kendini toparladı. Görev, duyguların önüne geçmeliydi. Geçmeliydi... ama geçemedi.

 

O gün Akın da farklı değildi. Telsizden "Revirle temas kuruldu, Boralar sevkiyatı onayladı." anonsunu duyduğunda, içinde bir şeyin kırıldığını hissetti. Sesini duymamıştı ama ismini duymak bile yetmişti. Uzun süredir unuttuğunu sandığı her şey, bir anda yüzeye çıkmıştı.

 

**

 

Ayrılıktan sonra Akın, annesinin yeniden evlendiği adamla yüzleşmişti. Eylül'ün gözlerindeki korkuyu gördüğünde, içine yıllar önce babasının şehit olduğu haberini aldığı günkü çaresizlik çökmüştü. Annesine ne kadar kırgın olsa da, kardeşini korumak içgüdüsü ağır basmıştı. Eylül'ü alıp komutanlıktaki kadın subayların lojmanına yerleştirmişti. Düğün için biriktirdiği tüm parayı, o adamın borçlarına gitmişti. Ama daha büyük bir yangın başlamıştı: İçinde İpek'e karşı büyüttüğü, ama artık anlatamadığı yangın.

 

İpek ise, ayrılıktan sonra revire kendini gömmüştü. Gün içinde birbiri ardına gelen vakalarla meşgul olmuş, akşamları revire kilit vurulunca yalnızlığına gömülmüştü. Bade birkaç kez onu dışarı çıkarmaya çalışmış ama her seferinde İpek aynı cümleyi kurmuştu:

"Ben gitmem gereken yerden çoktan döndüm. Gerisi sadece boşluk."

 

**

 

Geceler uzundu. Telefonlar sessizdi. Sosyal medyada ne birbirlerinin profillerine bakacak cesaretleri vardı, ne de birbirlerine bir şey sormaya yürekleri. Ama herkes bilirdi. Onların arasında yarım kalan bir cümle vardı. Ve bazen insan en çok o tamamlanmamış cümlede sıkışıp kalır.

 

**

 

Bir gece, üs bölgesine ani bir saldırı haberi geldi. Yaralılar arasında bir isim herkesin dikkatini çekti: Akın Akbulut.

İpek, hiç düşünmeden sedyeye koştu. Komutan, onun Akın'ın başına gitmesini istememişti ama İpek'i durdurabilen olmamıştı.

 

Sedye taşınırken İpek, gözünü kapattı. Yanına yaklaştığında Akın'ın gözleri aralıktı. Ve fısıltı gibi bir ses çıktı dudaklarından:

"Sana bir çiçek getirecektim, İpek... Ama elimde sadece dikenler kaldı..."

 

İpek'in gözlerinden süzülen yaşlar, Akın'ın ellerine düştü. Kalp monitörünün tekdüze sesi arasında, o an sessizlik bile dua gibi hissettirdi.

Evet, hâlâ birbirlerinin gökyüzünde parlayan yıldızlardı.

Ve her ayrılık... bir kavuşmanın ihtimaliyle yaşanırdı.

 

Akın'ın gözleri hastane ışıklarıyla kısılmış, yarı baygın bakarken dudaklarından çıkan o kısık cümle, İpek'in kalbinde aylarca taş gibi duran boşluğu tuzla buz etmişti.

"Sana bir çiçek getirecektim, İpek... Ama elimde sadece dikenler kaldı..."

 

O an zaman durdu.

İpek, yaralı bir askerin başında değil de... eski yaralarını hâlâ taşıyan kendi kalbinin başındaydı sanki.

Parmakları, Akın'ın kanlı avucuna uzandı. Titreyerek tuttu. Ne revire gelen diğer yaralılar, ne etrafta koşuşturan sağlık personeli... Hiçbiri o an kadar önemli değildi.

 

İpek, eğildi usulca.

"Ben dikenlerden korkmuyorum Akın... Sen yeter ki gel," dedi.

 

Akın'ın dudakları belli belirsiz kıpırdadı. Acıdan, uykudan, belki de sükûnetten. Ama içinde bir yer, ilk kez aylar sonra ısınıyordu.

Ve o sıcaklık... göz kapaklarının ardındaki karanlığı deler gibi oldu.

 

 

Akın, tedavi sürecinde revirin odalarından birinde kalıyordu. İpek nöbet listesinde adı her odaya yazıldığında, içi burkuluyor; ama sıra Akın'a geldiğinde parmakları yazıya daha yavaş dokunuyordu.

 

Gecelerden birinde, herkes sessizliğe gömülmüşken İpek odasına uğradı. Kontrol bahanesiyle... ama kalbi itiraf gibiydi.

Akın yatakta oturuyordu. Teni hâlâ solgun, kolu sargılıydı ama gözleri artık daha parlaktı. İpek kapıda durdu, susarak baktı ona.

 

"Sen gelince... geçiyor sanıyordum bazı şeyler," dedi Akın, yavaşça.

İpek bir adım attı.

"Geçmiyor," dedi. "Ama birlikte taşımayı öğrenebiliriz."

 

Akın, gözlerini kaçırdı önce. Sonra bakışlarını onun gözlerinde sabitledi.

"Beni affettin mi?"

"Affetmek mi?" İpek hafifçe gülümsedi. "Ben seni hiç silemedim ki."

 

O gece ne sarıldılar, ne öpüştüler.

Ama sessizliklerindeki huzur, bir barış anlaşmasıydı.

Ve o barış, en az savaş kadar derindi. Aralarında ki savaş az da olsa durulmuştu o gün.

 

 

Ertesi sabah, tim yeniden göreve çıkarken Akın kamyonun arkasında oturuyordu. Yanında yedek ilaçlar ve bir zarf vardı. Üstüne sadece "İ." yazılmıştı.

İpek, ona bakmadan geçti. Ama kalbi... zarfı ezber etmişti.

 

O gün, gökyüzü açık, rüzgâr hafifti.

Ve kimse fark etmedi ama Akın, kamyon hareket etmeden önce dudaklarını sessizce oynatmıştı:

"Bekle beni..."

 

Çünkü bazı yollar, dönüp dolaşıp yine kalbe çıkar.

Ve bazı insanlar, aynı gökyüzünün altında ayrı düşse de... birbirlerinin kaderine yazılır.

 

Evden hafif bir yemek kokusu yayılıyordu. Efsun mutfakta tabakları yerleştirirken, İpek ve Akın salonun ortasında karşı karşıya duruyordu. Odanın köşesinde Bade, Eylül ve diğer kızlar sessizce onları dinliyordu; kimse müdahale etmiyor ama herkes kalbinin derinliklerindeki fırtınayı hissediyordu.

 

İpek, gözlerinde kırgınlık, sesi ise hafifçe titreyerek başladı:

"Neden yaptın bunu, Akın? Bize neden haber vermedin? Parayı neden sakladın? Neden... beni yalanlara mahkûm ettin?"

 

Akın derin bir nefes aldı. Gözleri yere kaydı, elleri avuçlarını sıktı.

"İyi bir abi olamadım, İpek... Hep yanınızda olmaya çalıştım ama yetemedim. Sana bu parayı vermiştim, işin için, evet. Ama annemin kocasının borçları çıktı, onun hayatı o anda her şeyden önemliydi. Annem onun elindeydi... Sana anlatamadım çünkü korktum. Korktum seni kaybetmekten. Her şeyi kaybetmiş gibiyim zaten."

 

Bade hafifçe sarsıldı, Eylül gözlerini kırpmadan Akın'a baktı.

 

İpek'in sesi çatallandı:

"O zaman neden sustun? Neden kimseye bir şey söylemedin? Bizi neden suskunluğa mahkûm ettin?"

 

Akın gözlerini İpek'in gözlerine dikti, derin bir acıyla:

"Çünkü... çünkü korktum. Abilik sadece korumak değilmiş. Saklanmak değilmiş. Biliyorum, kız kardeşime iyi bir abi olamadım. Sana bir eş olamadım. En çok da seni yaraladım. Ama inan, içimde taşıdığım bu pişmanlığı kelimelere dökemiyorum."

 

Bir sessizlik oldu, sonra İpek yumuşadı.

"Senin yalanların değil, suskunluğun acıttı bizi. Ama ben hâlâ, senden gerçek bir adım bekliyorum."

 

Akın başıyla onayladı, gözlerinde umut kırıntısı belirdi.

Efsun yanlarına geldi, omzuna dokundu:

"Hepimiz insanız. Ama önemli olan, yıkılanı yeniden kurabilmek."

 

Kızlar sessizce birbirlerine baktılar, sonra Bade hafifçe gülümsedi.

"Belki artık konuşma vakti."

 

Akın diz çökerek İpek'in elini tuttu.

"Seni incittim. Ama bunu tamir etmek için buradayım. Bana bir şans verir misin?"

 

İpek göz yaşlarını tutamadı, başını hafifçe salladı.

"Zaman gösterecek, Akın. Ama bugün, ilk adımı attın."

 

O gece, o evde kırıklar hafifledi. Belki bir arada olmanın, konuşmanın, susmamanın gücüyle... Kırık yüzüklerin bile tamir edilebileceğini anladılar.

Bölüm : 26.07.2025 13:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...