15. Bölüm

8.BÖLÜM

Liva Sayina
livasayina

Bu kez biraz uzun bir aradan sonra yeniden merhaba okur ballarımız..

 

Gösterdiğiniz ilgi için hepinize yıldızlar kadar öpücük, çokça sevgi öncelikle bunu söylemek isterim.

 

Ardından diğer bölümleri oylamadıysanız birkaç saniyenizi ayırıp oy verirseniz de çok memnun olurum.

 

Satır arası yorumlarınızı çok merak ediyorum, siz ne düşünüyorsunuz, ne tepki veriyorsunuz oralardan takip etmek isterim. Bölümleri okurken onlara da dikkat ederseniz bizi çok çok mutlu etmiş olursunuz. Lafı daha fazla uzatmadan bölüme geçelim o zaman, haydii..

 

                                                                                                       ♡

 

25 Ağustos 2009 - Adana

 

Burnuna dolan yemek kokularıyla odasından çıkıp mutfağa gitti Ercüment. Annesi iki gündür evde hummalı bir hazırlık yaparken babası da bozuk olan sehpayı tamir ediyordu. Ablası ise odasında dergilerde ki erkeklere bakıp şarkı dinlemekle meşguldü.

 

"Neden böyle bir hazırlık yapıyorsunuz anne?" diye sordu daha fazla dayanamadan.

 

Annesi elini önünde ki havluya kurulayıp onu merakla izleyen oğluna gülümsedi.

 

"Babanın arkadaşı, Tuğrul amcanlar gelecek oğlum. Bade diye kızları vardı hani ama sen hatırlamazsın. Onları ilk gördüğünde çok küçüktün."

 

Hafızasını yokladı Ercüment. Bade diye biri yoktu, daha önce görmüş müydü onu da hatırlamıyordu.

 

"Baharım, sehpa eskisinden sağlam oldu. Bir daha kıramaz bizim oğlan," diye seslendi babası Reşat amca.

 

Ercüment sehpayı kırmamıştı. İzlediği dizide ki gibi asker sporları yaparken birazcık üzerine çıkıp birkaç hareket denemişti.

 

Bahar elinde ki son tabağı da masaya yerleştirirken gururla gülümsedi yaptığı masaya. Nergis üzerine siyah elbisesini giymiş, salona gelmişti.

 

O Ercümentin aksine Badeyi hatırlıyordu. Görüştükleri kısa zaman aralığında yaramaz diye çok kızsa da bir o kadar da çok sevmişti küçük cadıyı.

 

"Anne çok acıktım ben, yemek yiyeceğim."

 

Elini sarmalardan birine uzattığı sırada elinin üzerine bir şaplak yedi.

 

"Oğlum şimdi gelirler, az daha dayansan ya."

 

Bu misafirleri daha görmeden hiç sevmemişti. Söyledikleri saatten tam on dakika geçmişti. Geç kalan insanı sevmezdi Ercüment.

 

Nihayet zil çaldığında Annesi ve ablası koşar adımlarla kapıyı açmaya gitmişti. Ercüment ise babasının yanında durduğu yerden açılan kapının ardında ki simaları inceliyordu.

 

Babası kadar uzun bir adam girdi önce içeriye, yeni beyazlamaya başlayan saçlarına rağmen oldukça yapılı görünüyordu. Onun arkasından saçlarını ensesinde topuz yapmış, öğretmene benzeyen bir kadın girmişti.

 

Annesi ve babası gelen misafirlerle tek tek selamlaşırken bacağına bir şeyin çarptığını hissetti. Bakışlarını yere indirdiği sırada beynine mıh gibi bir şeyin saplandığını hissetti. Kumral saçlar, açık kahverengi gözler. Ve kendi boyuna oranla oldukça kısa bir kız.

 

Bade çarptığı engele başını kaldırıp gülümsedi. O gördüğü bu yabancıyı tanımıyordu.

 

"Baba, saçımı bağlar mısın?" diye nazlana nazlana babasının yanına giden küçük kızı izledi. Herkes koltuklara otururken Ercüment kendi odasına kaçmıştı.

 

Çok olmasa da gördüğü bu insanları tanımıştı. Tuğrul amca askerdi, Yeliz teyze öğretmen ve Bade, cadı Bade.

 

Bütün önemli eşyalarını çekmecelere doldururken odaya ablası girmişti.

 

"Az önce acıktım diye misafirleri beklemiyordun, yemek yiyeceğiz ortada yoksun," diye söylendi ablası.

 

Asker desenli dediği gömleğini giyip salona yürüdü. Tuğrul amcası onu da asker olarak görmeliydi ki ilerde kendi askerlerinin yanına alsındı.

 

Salona girdiği an amacına ulaşmıştı. Tuğrulun bakışları küçük delikanlıya kaydı. Son gördüğünden beri oldukça büyümüştü. Yaşına gire keskin yüz hatları vardı.

 

"Devrem, senin oğlanı böyle giderse alır götürürüm ben. Şuna baksana, bizim acemilere taş çıkarır aslan parçası."

 

Çorbasından bir kaşık daha aldıktan sonra şaşkın bakışlarını annesine çevirdi Bade.

 

"Anne cebinde taş mı varmış, neden taş çıkartacak dedi babam?"

 

Herkes küçük kıza gülerken Ercümentin morali bozulmuştu. Amacına ulaşmıştı, askerlikle ilgili konuşuluyordu ama küçük cadı yine bütün ilgiyi kendi üzerine çekmişti.

 

Yemek yendikten sonra büyükler kahve içmeye başlamıştı.

 

"Oğlum, Bade kızıma odanı göstermeyecek misin? Oyun da oynarsınız."

 

Babasına göz devirip aldığı emirle beraber odasına yöneldi. Bade ise oldukça memnun bir şekilde onu yakıp ediyordu.

 

Odasına geldiklerinde Bade yatağa tırmanıp oturdu. Aslında yaşı çok da küçük değildi ama boyu Ercümente göre biraz kısaydı, bu yüzden zorluk çekiyordu.

 

"Benimle oyun oynamayacak mısın?" diye sordu yan tarafında somurtarak oturan arkadaşına.

 

"Bebek giydirmece oynamak için eşyalarım yok benim. Sen kendin oyna," diye tersledi Ercüment.

 

Bade önce bacaklarını uzatıp yataktan indi. Masanın üzerinden bir kalem alıp bulduğu kağıdı karalamaya başladı. Annesinden öğrendiğine göre etrafta gördüğü şeyleri çizebiliyordu. Yaşına göre oldukça iyi de bir çizimi vardı.

 

Çizdiği çocuğun saçlarını karaladıktan sonra kağıdı havaya kaldırdı.

 

"Senin adın ne?"

 

Ercüment kendine yöneltilen soruya umursamaz bir cevap verdi.

 

"Ercüment."

 

Eline aldığı kalemle kağıda bir şeyler daha karaladıktan sonra "Bitti," diyerek Ercümente uzattı.

 

Ercüment umursamaz görünse de meraklı bakışlarla kağıdı eline aldı. Siyah saçları, geniş omuzları, üzerinde yeşil bir gömlek olan bir çocuktu bu. Kağıdın sağ kenarında ki eğik büğük duran üç harfe baktı. Ecü.

 

"Bu ne be?" diye sordu yüzüne bakan kıza.

 

"Ecü," dedi Bade oldukça rahat bir ifadeyle.

 

Ercüment elinde ki kağıdı incelemeye devam ederken Bade yerde bulduğu mavi bereyi koşarak içeriye götürmüştü.

 

"O benim askerlik berem, geri ver onu bana cadı," diyerek peşinden koşmaya başladı Ercüment.

 

Bade çoktan bereyi babasına vermişti. Ercüment elinde tuttuğu resimle beraber annesinin yanına sokuldu.

 

"Baba bak senin şapkana çok benziyor."

 

Tuğrul eline aldığı bereyi inceledi. Gerçekten de benziyordu, ama gerçek değildi.

 

Annesinin yanına sokulan Ercümente samimi bir gülümseme ile baktı.

 

"Sen asker olmayı çok mu istiyorsun küçük adam?"

 

Ercüment başını usulca kaldırıp "Çok," diye cevapladı.

 

Tuğrul kısa bir kahkaha attı.

 

"O zaman bak sana ne diyeceğim. Sen böyle büyümeye devam edersen, kocaman adam olursun. O zaman bende seni benim timimde asker yaparım, kabul eder misin?"

 

Ercümentin gözleri parladı. Sonunda etrafta gördüğü askerler gibi asker olacaktı.

 

"İsterim," dedi hevesle.

 

"Bende hayaline ulaşman için elimden ne geliyorsa yapacağım küçük adam, söz," dedi Tuğrul.

 

Artık geriye sadece büyümek kalmıştı. Ablasının elinden çekiştirdiği şeyi hissedince elinde tuttuğu kağıdı hatırladı.

 

"Ecü?"

 

Geç kalmıştı, ablası resmi çoktan annesine ve babasına göstermişti.

 

"Ben çizdim anne, bak ismini de yazdım," dedi Bade resmi annesine gösterirken.

 

"İsmini de mi yazdın? Bizim Ercüment Ecü mü oldu şimdi?"

 

Ablası artık kendini tutamayarak gülmeye başlarken resmi gören herkes gülmeye başlamıştı.

 

"Ama o isim çok uzun, hem siz de öyle diyorsunuz. Bende ecü dedim," dedi küçük kız.

 

Ercüment sinirle odasına gitti. İçeriden gelen gülme seslerini duymamak için başını yastığa gömdü. Kapının açıldığını duyunca sesli bir nefes verdi.

 

"Ecü, neden bana küstü?"

 

Ercüment karşısında meraklı bakışlarla kendini izleyen kıza baktı. Kafasında bir şeyleri tarttı, düşündü tekrar düşündü.

 

"Yok, olmayacak. Sen bu gidişle okulda da okuyamazsın. Daha bir ismi yazmayı beceremiyorsun. İçerde annenin anlattığını duymadın mı? Öğretmenle kavga etmek ne kızım? Bu gidişle hiç mezun da olamazsın sen."

 

Bade küçüktü, narindi ama oldukça asi bir damarı da vardı. Babasına çektiği hırçın yönü her zaman bir köşe de onu beklerdi.

 

"Senin ismin Ecü. Ayrıca ben öğretmenle kavga etmedim, sadece konuştum. Son olarak da ben mezun olacağım sende göreceksin," dedi kollarını göğsünde birleştirirken.

 

Ercüment bir de trip yediği için gülmesini tutamadı.

 

"Sen etrafına zarar vermeden, düzgün bir şekilde büyü. Söz veriyorum mezuniyetini oturup en ön sıradan izleyeceğim cadı."

 

"Sözünden dönen eşek olsun mu?" diye sordu Bade.

 

Ercüment gülmemek için dudaklarını dişleyerek gülümsedi karşısında ki kıza.

 

"Olsun."

 

                                 ♡

 

"Bu vatan bizimdir ferman gerekmez! Askerin olduğu yere yabancı giremez."

 

Hayat hepimizi bir yerlere savuruyordu, bazen acıya, bazen neşeye, bazen iyiliğe, bazen kötülüğe...

 

Onca seçeneğin arasından ait olduğun yeri bulmaktı mesele, seçtiğin, yaşadığın hayatı her anlamda göze alabilmek.

 

Ben de kendi hayatımı kendim seçmiştim, seçmiştim ki şu an buradaydım.

 

Klinik görevlerinden sonra ilk atandığım yerde üçüncü ayıma girmiştim.

 

Oturduğum koltukta bir o yana bir bu yana dönerken tavanı incelemeye devam ettim.

 

Tim bugün göreve gidecekti, hazırlık yapıyor olmalılardı. İpek ve Ecem gelen birkaç hastayla ilgilenip rapor tutarken bende Yasini bekliyordum. Son haftaya girmiştik Yasinle, oldukça neşeli tavrıyla geçen bir hafta su gibi akıp geçmişti.

 

Saate baktığımda çoktan gelmiş olması gerekiyordu. Aramak için telefonumu elime aldığım sırada Yasinin mesaj attığını gördüm. Askeriye de işleri olduğu için bugün gelemeyecekti. Sayamadığım kez verdiğim sıkıntılı nefese bir yenisini daha ekledim.

 

Önlüğümü düzeltip kapıya yönelmiştim. Şu an yalnız olmak istediğim en son şeydi. Ecem masasında yoktu, hala İpeğin odasındalardı muhtemelen. Kapıyı yavaşça araladığım sırada karşımda gördüğüm çift üzerimde ki bütün kara bulutları dağıtmıştı.

 

İpeğin bakışları şaşkınlıkla bana dönerken Akın oldukça rahat bir tavırla yüzüme bakıyordu.

 

"Ben, rahatsız ettim sanırım."

 

İpek aceleyle kendini toparlamaya çalışırken Akın birkaç adım daha geriye gidip tam karşıma geçti. Yüzünde anlamsız bir gülümseme vardı.

 

"Öyle bir durum yok Efsun. Göreve gitmeden önce vedalaşmak için gelmiştim, iyi oldu seni de gördüğüm."

 

Yüzünde ki gülümseme ne kadar kalıcı olsa da sesinde garip bir endişe var gibiydi.

 

"Belki göreve gitmeden önce bir daha görüşemeyiz, görüşürüz Efsun."

 

Görüşürüz, yani umarım hepsiyle tekrar görüşürdük. Selim göreve gideceklerini söylediği günden beri içimde garip bir duygu vardı. Sanki hiçbir şeyden keyif almıyormuşum, hava her gün kapalıymış gibi bir şeydi bu.

 

"Görüşürüz Akın," dedim cılız çıkan sesime inat gülümseyerek.

 

"Bu arada, göreve sabah gideceğiz çok erken saatlerde. Eğer diğerleriyle de görüşmek istersen, bahçede olabilirler."

 

Sözlerinde ki imayı duyunca yanaklarım birden ısınmaya başlamıştı. Diğerleriyle de görüşeceğimi söyleyip onları odada yalnız bırakırken Akın'ın bakışları İpeğe döndü.

 

Cebinden bir şey çıkardığını görmüştüm ama kapı çoktan kapanmıştı. Anlaşılan bu gece üçümüz içinde çok uzun geçecekti.

 

Derin bir nefes alıp kendimi toparladıktan sonra bahçeye çıktım. Her gün gördüğüme göre bugün daha kalabalıktı.

 

Ağaçların arkasında konuşan Tuna ve Berkeri görür görmez koşar adımlarla yanlarına gittim.

 

"Efsun abla?"

 

Geldiğimi fark eden Berker olurken benim gözlerim etrafta başka birilerini aramaya devam ediyordu.

 

"Nasılsın Berker? Tuna, tekrar hoş geldin sende," dedim gülümseyerek.

 

Berker iyiyim, derken Tuna da gülümseyerek Hoşbulduk demişti.

 

İkisi önce birbirine bakıp ardından gülen gözlerle bana döndüler.

 

"Komutanım, Tuğrul Albay ile görüşüyordu abla, istersen içeriye bak çıkmıştır."

 

Gözlerimi gözlerine dikerken gülmesini bastırarak susmuştu Tuna. Cevap vermeden onları orada bırakırken askeriyeye yöneldim. Artık ilk zamanlarda ki gibi yabancılamıyorlardı beni, hatta birkaç asker başını sallayıp selam verirken gülümseyerek cevapladım onları.

 

İçeriye girdiğimde etrafta tanıdık birileri yoktu, Albayın odasının olduğu odaya döndüğümde Kaya ile yüz yüze gelmiştik.

 

"Efsun?" dedi her zamanki gibi tok çıkan sesiyle.

 

"Kaya? Sen ne yapıyorsun burada?"

 

Birkaç adım geriye giderken önce beni süzüp ardından etrafa baktı. Mantıken bu soruyu onun sorması gerektiğini düşünüyor gibiydi.

 

"Komutanım ile görüşmem gereken konular vardı. Ulaş Komutanım da odasına gitmişti, oraya bak istersen."

 

Askeriyeye Selim'i görmek dışında bir amaç için gelemezdim sanırım. Bugün karşıma çıkan herkes konuyu ona getirmeyi başarıyordu, işin kötü tarafı haklılardı.

 

"Onu görmeye geldiğimi nereden bildin?"

 

"Gözler Efsun, gözler," dedi yanımdan geçerken.

 

Kaya ile konuşurken daha savunmasız hissediyordum. Ciddi çıkan ses tonu, söylediği her bir cümle beni dumura uğratıyordu.

 

Bulunduğum koridordan düz ilerleyip üst kata çıktığımda sol tarafa döndüm.

 

Birkaç adım sonra o siyah kapı karşımdaydı. Eğer beklemeye devam edersem belki girmekten vazgeçerim diye duruşumu dikleştirip kapıyı çaldım.

 

"Gir," dedi Selim sert bir tonlamayla.

 

Ciğerlerime biriken havayı serbest bırakırken kavradığım kolu yavaşça açtım.

 

Selim yatağın önünde üniformasını katlayıp dolaba kaldırıyordu.

 

"Füsun?" dedi afallamış gibi.

 

Ben kapının girişinde beklemeye devam ederken o hızlıca dolabı kapatmıştı.

 

"Girsene."

 

Bakışları ile saniye saniye her hareketimi incelerken ağırlaşan adımlarımı odanın içine doğru attım. Losyonun kokusunu alabilecek kadar yaklaştığımda olduğum yerde kaldım.

 

Keşke diye geçirdim içimden, keşke o yokken de bu kokuyu alabilseydim.

 

"Efsun," dedi yüzü yüzüme biraz daha yaklaşırken.

 

"İyi misin sen?"

 

Etrafı inceleyip olduğumuz yerin farkına vardım. Artık düşüncemde değildik, gerçekten şu an Selim'in odasındaydım.

 

"İyiyim," dedim sesimi duyurmaya çalışarak.

 

Selim hala ikna olmamış gibi şüpheyle yüzümü incelemeye devam ederken oturmam için kenara çekildi.

 

Tekerlekli sandalyeyi çekerek oturmamı işaret etti. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan koltuğa otururken o da yatağa oturdu.

 

Sandalyeyi kavrayıp kendine biraz daha yaklaştırırken ben de yavaş yavaş kendime gelmiştim.

 

"Efsun, konuşmayacak mısın benimle?"

 

Oyun arkadaşına küsmüş çocuk gibi çıkan sesine gülmek istedim ama yüzümde mimik oynamıyordu.

 

Abimden sonra ilk defa birinden ayrı kalacak olmama böyle hissediyordum. Nasıl davranılır, ne denir bilmiyordum.

 

"Ben öylesine gelmiştim aslında," dedim sonunda konuşmaya başlarken. Ses tonum da giderek ciddileşiyordu.

 

"Öylesine diyorsan, öylesine olsun Efsun. Ama susma, konuş benimle."

 

Gözlerimi gözlerinden çekip başka bir noktaya sabitlemeye çalıştım ama nafile bir çabaydı.

 

"Sabah gidecekmişsiniz," dedim yüzünü inceleyen bakışlarına.

 

Bu kez bakışlarını kaçıran o olmuştu, her zaman yapmazdı bunu. Artık aşinası olduğum birkaç durumdan biriydi bu.

 

"Akın mı söyledi?"

 

Başımı sallarken o da sesli bir nefes verdi.

 

"Az önce toplantı yaptık, hava şartları nedeniyle sabah erkenden yola çıkmamız gerekiyor," dedi.

 

Masanın üzerinde ki sürahiden bir bardak su doldurup bardağı bana uzattı.

 

Su dolu bardaktan birkaç yudum alıp tekrar masaya geri bıraktım. Konuşmasak da sessizliğimizden birbirimizi anlayabiliyorduk.

 

"Akın'ı gördüm, İpeğin odasındaydı. Vedalaşmaya gelmiş bizimle, ben çıkarken de İpeğe bir şey veriyordu."

 

Ellerini güç almak ister gibi yatağa dayayıp bedenini geri çekti.

 

"Vedia veriyordur," dedi düşünürken.

 

O ne demek, diye soran gözlerimi görünce anlatmaya başladı.

 

"Askeriyede yıllardır yapılan bir şey bu, göreve giderken onları bekleyenlere bırakılan emanete denir."

 

Vedia, emanet demekmiş. Emanet bırakmak da bir tür veda demekti işte..

 

Belki günlerce haber almadan dönmelerini beklemekti, yokluklarında emanetlerine göz kulak olmaktı.

 

"Ben veda etmem Efsun," dedi aklımdan geçenleri anlar gibi.

 

"Bizim işimizde veda yoktur, ya şehadet vardır ya da galibiyet. Veda dönmemek üzere gidenler tarafından yapılır, geride kalanlara," dedi sesi kısılırken.

 

Selim görevi bitince geri gelecekti, veda etmesine gerek yoktu.

 

Oturduğu yerden kalkıp dolabın yanında ki çekmeceyi açtı. Kırmızı kadife bir kutu ve siyah kaplı bir günlük çıkardı. Masanın üzerinde ki kalemlikten bir siyah, bir kırmızı kalem alıp yerine tekrar oturdu.

 

Günlüğü ve kalemleri yan tarafına bırakıp kutuyu avucunun içine aldı.

 

"Eğer, sende beni, yani bizi bekleyeceğine söz verirsen vediamı bende sana bırakabilirim."

 

Hiç düşünmeden cevapladım.

 

"Söz vermeme gerek var mı? Her an bekleyeceğimi benden çok daha iyi bildiğine eminim."

 

Dudakları yukarıya kıvrıldı. Önce elinde ki kutuya ardından yüzüme baktı.

 

Kutuyu açtığında içinde bir kolye vardı. Küçük yeşil bir kelebek, etrafı siyah küçük taşlarla çevrilmişti. Vedilar hep böyle güzel mi olurdu?

 

"İzmirden almıştım bunu," dedi bir şeyleri anımsar gibi.

 

"Seni öyle çiçeklerin arasında gördükten sonra karar verdim doğaya ait olduğuna. Mağazada görünce almasam olmazdı."

 

Kolyeyi kutudan çıkarıp parmaklarının arasına aldı.

 

"Çok güzel, çok beğendim," dedim gülümsemeye çalışarak. Saçlarımı omzumun üzerime bırakıp kolyeyi taktı.

 

Yanağı yanağıma değecek kadar yakındı neredeyse. Geriye çekilirken yine ufak bir hapşırık anı yaşanırken bu kez kendiliğinden gülümsemiştim.

 

Ben saçlarımı düzeltirken o da memnuniyetle kolyeyi inceliyordu. Günlüğü ve kalemleri de eline alıp ilk sayfasını açtı.

 

"Bu günlük geçen seneden kalma. Kimseyle konuşmak istemediğim zaman hep buna yazıyordum. Yiğit'in hediyesiydi," dedi sayfaları bir şey arar gibi karıştırırken.

 

Sonunda bir sayfayı açtığında bakışları o sayfada takılı kaldı.

 

Ben dinleyemezsem bu sayfalar dinler seni Devrem..

 

Artık ağlamıyordu, bu konular açılınca inatla gülümsüyordu. Siyah kalemi eline alıp Yiğit'in notunun altına bir şeyler yazdı.

 

Günlüğü bana uzatırken merakla elime aldım.

 

Ben dinleyemezsem de bu sayfalar seni de dinler Füsun..

 

Gözlerimde biriken yaşların akmasına engel olurken burukça gülümsedim.

 

Diğer sayfalarda kısa kısa notlar vardı. Selim'in yazısıydı, bende onları okuyup altına kendi yorumlarımı yazacaktım.

 

"Eğer, bir şeyi olur da yazmak istemezsen, yani sadece duygusunu hisset ama okuma dersen kırmızı kalem ile yaz. O zaman farklı bir şeyler olduğunu anlarım."

 

Seni hiç düşünmüyorum, yazabilirdim kırmızı kalem ile. Bütün sayfalara..

 

Aklımda haka bir düşünce vardı. Sanki benimde ona bir şey vermem gerekiyormuş gibi hissediyordum ama neydi?

 

Pantalonuma bağladığım fuları çözüp ona uzattım. Önce anlamadan yüzüme bakarken sonra fuları eline aldı.

 

Siyah ve beyaz renklerden oluşan fuları inceledi.

 

"Bu da benim sana vediam olsun. Gittikten sonra sende beni unutmazsın, baktıkça hatırlarsın."

 

Fuları inceleyen bakışları anında gözlerimi buldu.

 

"Ben unutmam Efsun."

 

Şu an hiçbir şey yapmak istemiyordum, sadece ona sıkı sıkı sarılıp belki biraz da ağlamak istiyordum. Geçen gün abimle olan resmimizi yeni bir çerçeveye koyup odama yerleştirmişti.

 

Sözünü tutmuştu, abimi çerçeveye de olsa geri getirmişti. Hayatımın en önemli detaylarına böylesine dokunurken içimden gelen ağlamak hissi geçmiyordu.

 

Daha fazla düşünmeden ileriye doğru uzanıp kollarımı sıkıca boynuna sardım. Sanki bu anı beklermiş gibi hiç şaşırmadan kollarını usulca bedenime sardı.

 

Gözyaşlarım omzunu ıslatırken bir eliyle saçlarıma dokundu.

 

"Sende abim gibi gülerek mi gideceksin?"

 

Titrek çıkan sesime aldırmadan saçlarımla oynamaya devam etti.

 

"Gülerek gitmem ama gülerek geri dönerim. Söz veriyorum, görev bittikten sonra hemen geri geleceğiz. Merak etme bir şey olmayacak."

 

Sağ bacağı topal, beyazlamaya başlayan saçları, kahverengi gözleri ile adını bilmediğim adam belirdi yine gözlerimin önünde.

 

Abim terörist olma teklifini kabul etmeyince hiç düşünmeden ateş etmişti.

 

O namlunun ucu bu kez de Selim için çevrilemezdi.

 

Elleri usul usul saçlarımı okşarken benim başım hala onun omuzundaydı. Sebebini bilmeden de ağlamak isteyebilirdi insan, bana da öyle olmuştu. Bunca zamanın duygu yükü şu an boşalmaya karar vermiş gibiydi. Gözyaşlarım yavaşlamaya başladığında başımı yavaşça geriye çektim. Aramızda ki az mesafeden bakışlarını görebiliyordum.

 

"Ben sana veda etmiyorum Efsun."

 

Vedalar dönmemek üzere gidenler tarafından yapılır, geride kalanlara..

Selim bana veda etmiyordu çünkü dönmemek üzere gitmiyordu, gelecekti. Belki birkaç gün sonra, belki haftalar, aylar sonra ama gelecekti. Kazağımın koluna gözlerimi silip geri çekildim. Garip bir histi ama rahatlamış hissediyordum.

 

"Bende sana güveniyorum."

 

Günlüğü ve kalemleri elime alarak odadan çıkmak için ayaklanırken Selim de arkamdan gelmişti. Kapıyı açtığım sırada adımı seslenmesiyle başımı geriye çevirdim.

 

"İşin yoksa bir şeyler yapmak ister misin?"

 

Merakla bakan gözlerine en içten gülümsedim.

 

"Zaten sabah erken gidecekmişsiniz, yorulma sen, dinlen."

 

Birkaç adım daha atıp aramızda ki mesafeyi kapattı. Önce bir şeyler söyleyecekmiş gibi oldu, ardından vazgeçmiş gibi başını sallayıp gözlerini tekrar gözlerime dikti.

 

"Yorulmam, dinlenirim."

 

Söyleyecek başka bir şey kalmamıştı, teklifini kabul ettiğimde bakışları yumuşarken hazırlanması için onu odada bırakıp dışarıya çıktım.

 

Herkes bir koşturmaca içindeydi. Ecemden duyduğuma göre oldukça önemli ve yorucu bir görev olacaktı bu. Yavaş adımlarla bahçeye çıktığımda yalnız başına yaslandığı duvarda sigara içen Kayayı buldu gözlerim. Yanına gittiğimde sigarasının dumanının üzerime gelmesini engelleyerek geri çevirdi.

 

Efendim, der gibi bakan gözlerini görünce gülümsedim. Çok konuşmayan, oldukça ciddi duran ama çocuk gibi bir kalbi olan bir adamdı Kaya.

 

"Sende mi vakit geçirmeye çalışıyorsun?"

 

Sorduğum soru komik gelmiş gibi gülümsedi.

 

"Vakit zaten geçiyor Efsun, öyle ya da böyle."

 

Haklıydı, hiç geçmeyen anlar bile bir şekilde geçiyordu. Öyle ya da böyle...

 

"Biz Selim ile hava almaya çıkacağız, sende gelsene?"

 

Önce şaşkın bakışlarla beni sürdükten sonra tebessüm etti. Yan tarafında ki çöp kutusunda sigarasını söndürdükten sonra tekrar gözlerime baktı.

 

"Kendi komutanıma iç güveysi olarak mı geleceğim?"

 

Cümlesini tamamlar tamamlamaz yüzümde garip bir gülümseme oluşmuştu. Belki de en çok Kaya ile gülmeyi seviyordum, birkaç saniyeliğine de olsa o ciddiyetinin kayboluşu iyi hissettiriyordu..

 

Biraz daha uğraşmam gerekse de sonunda Kayayı ikna etmiştim. Selim yanımıza geldiğinde Kaya'nın geleceğini de öğrenince biraz afallamıştı ama bozuntuya vermeden kabul etti. Nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı bende bilmiyordum. Tek bildiğim ekipten birileri hala eksikti.

 

Arabaya bindiğimiz de Kaya arka koltuğa kurulmuştu. Ben ise her zamanki yerimden oturmuş, Selim'i izliyordum.

 

"Bade ve Ercümenti de mi arasaydık?"

 

Selim bir an ciddi olup olmadığımı sorgular gibi yüzüme baktı. Bir onlar eksikti, der gibi baktı gözleri. Ama bugün tek olmak istemiyordum, hepsini görmek istiyordum. Tekrar eskisi gibi eğlenmek istiyordum.

 

İkiliden onay şeklinde bir mırıltı duyulurken ben de hızlıca Badeyi aramıştım.

 

Durumu kısa bir özet geçince Bade teklifi havada kapmıştı. Mezuniyetine az kaldığı için okula da gitmiyordu, onun için bulunmaz bir fırsattı bu teklif. Ercümente de haber vereceğini söyleyerek anında telefonu kapattı.

 

Araba yavaşlarken geldiğimiz mekana baktım. Kayanın amcasının mekanı demişlerdi, acaba gerçekten amcası ipe görüşüyor muydu?

 

Birlikte arabadan inerken Ali koşarak yanımıza geldi. Gülümseyen bakışlarla bizi inceliyordu. Kayayı görünce konuşmadan direkt onun kucağına sokulmuştu.

 

"Hoşgelmişsiniz abi."

 

Etrafta kimse görünmüyordu. Diğer günlere göre oldukça sakindi. Selim arabanın kapılarını kilitlediğinden emin olduktan sonra yanımıza gelmişti.

 

"Bugün çardakta olacağız aslanım, amcama selam söyle."

 

Selim Ali ile gerekli detayları konuştuktan sonra ağaç evlere benzeyen çardağa geçmistik. Dışı lila olan bu çardağın içinde ufak bir yer masası vardı. Önünde ki küçük bahçe de misafirler için ayrılmış bir detaydı.

 

Kaya telefonundan gelen bildirimle gördüğü mesaja gülümsedikten sonra telefonu bize doğru çevirdi. Askeriye de kalan ekip aralarına İpek ve Ecemi de almış sohbet ediyordu. Herkes otururken ayakta konuşan Ecem oldukça ciddi görünüyordu. Herkes etrafı incelerken bir tek Mert tüm ciddiyetiyle Ecem'i dinliyordu.

 

Aklıma gelen soruyla Selim'e döndüğümde bakışlarında endişe vardı.

 

"Sen ciddisin," diye mırıldandı.

 

Kaya gerekli onayı aldıktan sonra gruba mesaj atıp onları da buraya çağırmıştı.

 

Çocukken böyle kalabalık arkadaş gruplarım yoktu. Burada edindiğim arkadaşlarım o yüzden önemli bir yere sahipti, oldukça kalabalık bir aile olmuşlardı bana. Diğer arkadaşlarımın yaptığı, imrendiğim her ne varsa şimdi onları arkadaşlarımla yapıyordum. Bu yaşımda, burada, onlarla...

 

Biz çardakta beklemeye devam ederken Kaya Ali'ye diğerlerinin de geleceğini haber verip ona göre yiyecek bir şeyler getirmesini istemişti. Selim ise köşesine çekmiş, sanki biraz küsmüş gibi bizi izliyordu. Saat henüz geç değildi, akşam da çok geç olmadan gitmemiz gerekiyordu. Vakit ilerlemeye devam ederken önce Bade ve Ercüment ardından diğerleri gelmişti.

 

"Kızım tarzan mısın sen? Az yavaş ol da."

 

Ercümentin söylene söylene gelişi yüzümü güldürmüştü. O elinde ki poşetleri bir kenara bırakırken Bade bana sıkıca sarılıp Selim ve Kayaya da selam vermişti.

 

Kadro tamamlanınca Ercüment Ali'ye mangalı getirmesini söylemişti. Herkes masada ki yerlerine kurulurken yüzlerinde oldukça rahat bir ifade vardı. Sanki göreve değil, misafirliğe gidiyorlardı.

 

"Sen bu akılla değil sanatçı, profesör olursun kızım," dedi Ercüment.

 

Yan yana oturmuş yine Badeyle atışıyorlardı. Herkes pür dikkat onları izlerken Akın'ın gözü karşısında gülümseyerek kavga eden ikiliyi izleyen İpekteydi. Bakışlarımı fark edince gülümseyip başını önüne eğdi.

 

"Olurum tabii. Ecü, sen beni fazla hafife alıyorsun ama haftaya değil sonra ki hafta mezun oluyorum ben. Söylediğin sözler aklına gelir mi bilmem," dedi Bade yüzünde ki gururlu gülümsemesiyle.

 

Ercümentin bakışları bir anlığına uzaklara daldı. Sanki gerçekten sözleri aklına gelmiş, o anı düşünüyor gibiydi. Birkaç saniye daha öylece kaldıktan sonra buruk bir gülümsemeyle bakışlarını yanında ki kıza çevirdi.

 

"O kadar büyüdün mü sen?"

 

Bade dışında kimse bir şey anlamazken onları kendi haline bırakıp yemeğe odaklanmıştık. Berker ve Yavuz etleri hazırlarken Ali mangalı yakıyordu. Selim haka köşesinde bizi izlerken Burak da her zamanki gibi yanına kurulmuştu.

 

Ben kızlarla beraber masanın üzerine tabakları ve diğer yiyecekleri yerleştirirken Ercüment mangalın başına geçmişti. Bir masada Adanalı varken başkasına mangal yapmak düşmezmiş, diyerek pozisyonunu almıştı.

 

Birkaç dakika sonra her şey hazırdı. Masanın üzerinde ki yiyecekler, içecekler.. Ali de yemek sırasında bize eşlik edecekti. Kaya'nın amcası memleketten gelen acil bir haber ile aniden gitmişti.

 

"Ecü, hazır değil mi daha etler? Ben çok acıktım."

 

Ercüment eliyle mükemmel oldular dercesine bir işaret yaptı. Tabakta getirdiği etler gerçekten de oldukça lezzetli görünüyordu. Herkes, Selim de dahil olmak üzere kendi payına düşeni alıp yemeye başlamıştı. Herkes konuşmadan yemeğini yedikten sonra sıra artık dinlenmeye gelmişti. Odun ateşinde pişen çaylarımız eşliğinde sohbet ediyorduk.

 

Sanki hala ortamda bir şeyler eksik gibiydi. Ecem hala bir şeyleri eleştirmemişti, bilmediğimiz bir bilgiyi bize sunmamıştı. Mert de geldiğinden beri hiç espri yapmamış, ortalıkta görülmemişti. Oturdukları köşede bir şeyler konuşuyorlardı.

 

"Babam sizin yanınıza geleceğimi söylediğimde bir şey demeden tamam diyor. Diğer arkadaşlarıma asla güvenmez," dedi Bade.

 

Tuğrul amca iş saatleri dışında tam bor amcaydı. Bade'nin bizde kaldığı gece elinde market poşetleriyle gelip ihtiyaçlarımızı gidermişti. İş saatleri içinde de elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordu. Artık o bize, biz ona alışmıştık.

 

"Arkadaşların da senin gibiyse haklıdır Komutanım," diyerek onayladı Ercüment.

 

Bade abartılı bir şekilde göz devirirken Kaya paketten çıkardığı sigarayı dudaklarına götürdü. Geldiğimizden beri tek konuşmayan kişi oydu. Yüz ifadesine bakılırsa memnun gibi görünüyordu ama hiç konuşmuyordu, gülmüyordu.

 

Bade'nin bakışları bir anlığına Kayaya kayarken İpeğe ve bana döndü. Aklımızda ki soruyu sorarak demekti bu.

 

"Kaya," dedi öncesinde oldukça sakin bir tonlamayla. Çakmağını cebine katan Kaya'nın bakışları Badeye kaydı.

 

"Sana bir şey soracağım, olur mu?"

 

"Olur," dedi tekdüze bir ses tonuyla.

 

Bade boğazını temizleyip lafa girdi. Biz İpek ile birbirimize bakarken Ecem'in bile dikkatini çekmişti.

 

"Sen ailenden hiç kimseyi tanımıyor musun, hiç mi yok yani?"

 

Kaya sigarasından derin bir nefes çekti. Dumanını dışarıya doğru üflerken dudakları alayla kıvrıldı.

 

"Eğer kandan ailemi soruyorsan hiç yok."

 

Bacaklarını çardaktan dışarıya uzatmış dururken birden geri çekildi. Sırtını duvara yasladı. Artık yüzü tamamen bize dönüktü.

 

"Ama candan ailem var benim, kendi seçtiğim ailem."

 

Bakışları önce herkesin üzerinde tek tek dolandı. Önce Selim, Burak, Ercüment üçlüsüne baktı.

 

"Abilerim var,"

 

Ardından Akına geçti bakışları.

 

"Devrem var,"

 

Tuna, Mert, Berker ve Yavuza baktı tek tek.

 

"Kardeşlerim var."

 

Yüzünde ki buruk gülümsemeyle bu kez bize baktı.

 

"Siz varsınız."

 

Akın birkaç kez Kaya'nın omzuna vurdu. Alnını Kaya'nın yanağına yasladı.

 

"Düştüğümde kaldıranım, beraber ağlayıp beraber güldüğüm var. Onlarla tanıştıktan sonra anladım bende, 'Kaya gerçekten de kimsesiz değilmiş,' dedim. Onun da bir ailesi varmış bir yerlerde.."

 

İpek yanağına düşen göz yaşlarını kurularken Ecem de Mert'in omzuna yatmıştı.

 

"Senin için şu dağları yerinden oynatacak ailen var kardeşim," dedi Burak.

 

O da Kaya gibi çok sık konuşmayıp, konuştuğunda hedefi tam on ikiden vuranlardandı.

 

Ortama bir sessizlik çökerken bu kez konuşan Ali oldu.

 

"Üzülmeyesin be abi, kimsesiz olan tek sen değilsin ki. Ustam hep Allah sevdiği kulları yalnız bırakırmış derdi teselli ederken. Bizi de çok seviyor demek bence, bende çok severim seni. Sevilen insan nasıl kimsesiz olsun?"

 

Ali'nin anne ve babası da köye yapılan saldırı sonucunda hayatını kaybetmişti.

Üç yıldır da burada, bu mekanda çalışıyordu.

 

Tuna Aliyi kolunun altına çekerken artık kimse konuşmuyordu. Herkes ritmik bir şekilde çayını yudumlayıp etrafına bakıyordu. Çaylar bittikten sonra artık gitme vakti gelmişti. Herkes arabalara doğru yürürken adımlarım sanki geriye geriye gidiyordu. Bu gecenin sabahı yoktu. Bu gecenin sabahında Selim yoktu..

 

Bu kez arabada sadece ikimiz vardık. Aynadan gördüğüm bakışları dışında ortamda bir ses yoktu. O da sessizliği bilmek ister gibi radyodan bir şarkı açtı. Sezen Aksu'nun sesi bedenlerimizi sarıp sarmaladı.

 

Kan, kader, gözyaşı ve ümit...

Her şeye rağmen, yaşamak inadına.

Vazgeçmiyor sızım sızım sızlarken.

Kaç bin yıllık kıyımdır bu?

 

Başımı yasladığım koltuktan Selim'i buldu bakışları. Boğazımda adını bilmediğim bir yumru dururken başımda inanılmaz bir ağrı olmuştu. Onun bakışları da birkaç saniyeliğine yoldan çevrilip gözlerimle buluşurken yüzünde hiçbir ifade yoktu.

 

Şimdi her zamandan,

Daha fazla sarılmalıyız aşka.

 

Şarkıdan son duyduğum kısım burası olmuştu. Kalanı Selim'in yüzünde gizliydi, tıraş olurken kesilen yüzünde, müptelası olduğumu bilmediğim gözlerinde saklıydı tüm şarkılar.

 

Sanki bir anda biten yolun sonucunda eve gelmiştik, artık birkaç saniye kadar yakındık. Bu bir veda değildi, bir harpti. Bilmeden ikimizin de içine düştüğü bir savaş..

 

Gözlerim gözlerinden nihayet ayrıldığında çantamı kavrayıp arabadan indim. Kapıyı kapatacağım sırada gece boyunca ilk defa duyduğum sesi doldu kulaklarıma.

 

"Bu bir veda değil Efsun, iyi geceler."

 

Çantamı omuzuma takıp biraz daha eğildim. Selim yeniden görüş alanıma girerken gülümsedim.

 

"Bu bir veda olamayacak kadar sahici komutan. Geride kalan yok, dönmemek üzere giden yok. Bu bir veda değil, hiç olmadı, olmayacak."

 

Daha fazla düşünmeden kapıyı kapatıp eve girdim. Kızlar hala gelmemişti. Kosar adımlarla odama çıkıp yorganın altına girdim. Hangi sayısız gecenin başlangıcıydı bu? Doğan güneş ikimizi de ısıtacak mıydı tekrar?

 

                                                                        ♡

 

Sanırım yine düşündüğüme göre kısa bir bölüm oldu ama toparlayacağız.

 

Bu bölüm de size ufak bir sürpriz bıraktım. Küçük kalplerin tanışma hikayesi..

 

Ne düşünüyorsunuz, sevdiniz mi?

 

Kitapta ki bir karakteri seçip ona bir şey söyleme şansınız olsaydı bu ne olurdu?

 

Son olarak bölümü okurken oy verip satır arası yorum yapmayı unutmayın lütfen. Beni çok çok mutlu edersiniz. İyi okumalar...

 

 

 

Bölüm : 03.09.2024 16:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...