7. Bölüm

5.BÖLÜM

Liva Sayina
livasayina

Bölüm için 21.30 demiştim ama 22.00 da atabildim kusura bakmayın. Çok güzel ilerliyoruz, ilginiz için teşekkürler. Sizden ricam kitabı takip etmeyi ve yorum yapmayı ihmal etmemeniz. Her bir yorumu severek okuyor ve kitap, karakterler hakkında ki yorumlarınızı merak ediyorum. Tiktok üzerinden de kitapla ilgili editlere ulaşabilirsiniz.

 

Bölüme geçmeden Ulaş Selim ve Efsun için ne düşünüyorsunuz, sevdiniz mi? Diyerek keyifli okumalar diliyorum...

Ezberimde yüzün silmek öyle kolay mı? diyordu şarkıda. Haklıydı, kolay değildi. Her milimini, her mimiğini nakış nakış aklına dokuduğun bir yüzü silmek elbette kolay değildi. Benliğini bulma çabasındayız biz insanlar, tıpkı yarım elma gibi diğer yarımızı arıyoruz hayatımız boyunca. Peki iki yarım birleşince her zaman bir bütün eder mi, kusursuz görünenler bile o birleştikleri nokta her zaman kendini belli eder mi?

                                             ◇

Akın ve İpek o günden sonra hiç konuşmamışlardı. İkisi de bir köşeye çekilmiş derin düşüncelere dalmışlardı. Sonunda yolculuk günü gelmişti, akşamdan hazırladığım bavuluma bir bakış attım.

 

Ecem gibi bir arkadaşınız varsa kombin konusunda asla sıkıntıya düşmüyordunuz.

 

Hepimizin yedek kombinleri de dahil olmak üzere bavulları hazırdı. Geriye sadece sabah olmasını beklemek kalmıştı.

 

Ben, Selim, Bade ve Ercüment aynı araba ile gidecektik.

 

Telefonumu komodinin üzerinden alıp incelemeye başladım. Gün içinde bakmaya çok fırsatım olmuyordu. Sosyal medya hesaplarımı açtığım an beklemediğim bir şey olmuştu.

 

Selim istek atmıştı, birkaç gün önce incelediğim profilden benim hesabıma istek atmıştı.

 

Artık sadece bir onay kadar uzağımdaydı. Düşünmeden kabul ettim, bende ona istek atmıştım. Sayfadan çıkmadan kabul olan isteğim şaşırtmıştı.

 

Artık hesabını tamamen görebiliyordum, gizli değildi. Önce takip ettiklerine baktım. Hepsi ya arkadaşları ya da ailesiydi.

 

Aşağılara doğru takip listesini incelerken yukarıdan gelen bildirim gülümsememe sebep olmuştu.

 

Uyu, Füsun.

 

Ben hala uyumamıştım ama o da uyumamıştı. Üstelik isteğimi anında kabul edecek kadar aktifti. Mesajlara girip bir süre bekledim, bir şey yazıyordu sonra göndermekten vazgeçmişti.

 

Sende uyumamışsın?

 

Anında yazmaya başladı.

 

Ama ben senin gibi sakar olmuyorum. Sen uyumadığın günü hatırlamıyor musun?

 

Hatırlıyordum. Kabul etmek istemesem de gerçekten de dediği gibi sakar oluyordum.

 

Üstü kapalı bir tehdit miydi şimdi bu? Sandalyeden düştüğüm günü de sakın unutma tamam mı, her fırsatta söyle böyle.

 

O gün aklıma gelirken kocaman gülümsedim. Son günlerde ben de Ecem gibi garip davranmaya başlamıştım farkındaydım ama içimden gelen buydu.

 

Ben tehdit etmem, Füsun.

 

Önce bunu atmıştı, devamı geliyor gibi görünse de bir süre yazmadı.

 

Sadece yarın uzun bir yolculuğa çıkacağız. Arabada Ercüment ve Bade de olacak. Onların yanında da sakarlık yapmak istemezsin değil mi? Beni düşünme.

 

Haklı olabilirdi ama uyumama rağmen oldukça enerjik hissettiğim bir gündü. Ayrıca bahsettiği ikiliye değil kendisine rezil olmak daha çok canımı sıkardı. Unutmazdı çünkü.

 

Seni ayıran ne Komutan?

 

Yazmasını beklerken ekranda ki saate baktım. 02.56 birkaç saat sonra uyanıp yola çıkmış olacaktık ama biz hala mesajlaşıyorduk. Garip olan onun da oldukça keyfi yerindeydi.

 

Çünkü alıştım. Bu sefer düşmene izin vermem, tutarım. Onlar bilmiyor Efsun, düştüğünü fark etmezler.

 

Tutardı, canım acımasın diye koltuğu çöpe atıp yenisini almayı teklif etmişti en son. Cevap vermeden önce düşündüm. Bu süreçte sahiden alışmış mıydık birbirimize? Zihnime işlenmeye başlamış mıydı? Her gün aynı saatte odama gelişi, bakışı, konuşması hepsi artık oldukça normaldi.

 

Sen daha fazla yorulmadan uyuyayım ben de. İyi geceler.

 

Devamı bende kalmıştı, ellerim önce Komutan yazmaya gitse de sonrasında o kelime Selim'e dönüşüvermişti.

 

O da iyi geceler diye cevap verince gözlerimi ısrarla kapatıp uyumaya çalıştım. Oldukça yorucu birkaç gün bizi bekliyordu.

 

                               ◇

 

"Benim bavulum lan o," dedi Ercüment kucağına fırlatılan çantayı tutmaya çalışırken. Bizim tek çantalık eşyalarımızın yanında Bade ve Ecem'in büyük valizleri yerleşim düzenini oldukça zorlamıştı.

 

Selim sonunda bütün çantaları bagaja doldurunca derin bir nefes aldı. İpek ve Ecem bizden önce gitmişlerdi. Herkes bizden önce çıksa da ortak bir noktada buluşmamızı bekleyeceklerdi. Selim'in arabası önden giderken onlar da arkasından eşlik edeceklerdi.

 

Oturduğum koltukta kemeri takmaya çalışırken Selim arabayı çalıştırmıştı.

 

Ercümente arkaya ben oturayım diye ne kadar ısrar etsem de izin vermemişti.

 

"Bade yolculukta çok çekilmez olur, kaç kurtar kendini," demişti en son.

 

Taktığımı düşünürken yerinden çıkan kemere kaşlarımı çattım. Ellerimin üzerine kapanan elle kısa süreli bir şaşkınlık yaşamıştım. Selim yavaşça eğilip kemeri yerinden aldı ve tek hamlede taktı. Geri çekilirken yine hapşırmıştı.

 

"Yine neye heyecanlandın oğlum sen?" diye sordu Ercüment merakla.

 

Demek heyecanlandığı zaman hapşırıyordu. Aklıma bu zamana kadar böyle yaşadığımız bütün anlar geldi. Gerçekten de öyleydi, ne zaman aramızda ki mesafe oldukça az seviyesine inse Selim aynı tepkiyi veriyordu.

 

Ercümentin sorusuna cevap vermeden arabayı çalıştırdı Selim. Sabahın erken saatleri olduğu için üzerime bastıran yorgunlukla başımı arkaya yaslayıp dışarıyı izlemeye başladım.

 

Sessiz geçen birkaç saatin tadını çıkarmaya çalışıp bende hiç konuşmadım. Başımı yavaşça sol tarafa çevirdiğimde Selim'in yanağında yeni olduğu belli olan yara dikkatimi çekmişti.

 

Kırmızıdan mora dönmeye başlayan rengiyle kanadığı belliydi. Kontrol etmek istercesine parmaklarımı yaranın üzerinde gezdirdim. Selim önce kaşlarını çatmış, ardından arabayı durdurmuştu.

 

Elim hala yanağındayken bakışlarını yüzüme çevirdi.

 

"Füsun, ne yapıyorsun sen?"

 

Gerçekten ne yapmıştım ben? Yaranın nedenini sorabilirdim ya da izin isteyip dokunabilirdim mesela.

 

"Yara dikkatimi çekince bir anlığına boş bulundum bakmak istedim. Kusura bakma ama krem sürmemi ister misin?"

 

Adem elması hareket ederken yutkundu. O sırada arka koltukta oturan Bade ve Ercüment koltukların arasında ki boşluktan kafalarını uzatmış bizi izliyordu.

 

"Gerek yok, zahmet etme sen," dedi tekrar arabayı çalıştırmak için uzanırken.

 

"Zahmet? Sen de benim yarama sürmemiş miydin? İzin almadan?"

 

Bade ve Ercümentin bakışları şaşkınlıkla birbirine değdi bir anlığına. Önce aralarında bir şeyler konuştular.

 

Ben çantamdan çıkardığım kurtarıcı kremimi parmağıma sıkarken Ercüment Bade'nin gözlerini kapattı eliyle.

 

Kremi sürmeye başladığımda onları artık görmüyordum. Selim konuşmadan hareketlerimi inceliyordu.

 

"Ecü, çeksene şu elini ya," diye söylendi Bade.

 

Ercüment parmaklarını biraz aralarken Bade'nin de az da olsa görmesini sağlamıştı.

 

"Sen bakma," dedi elini çekmemek için direnirken.

 

Yüzünde ki parmakları sıkıca kavrayıp aşağıya indirdi Bade.

 

"Çocuk muyum ben Ecü? Ayrıca alt tarafı krem sürüyor, öpüyor mu san-"

 

Hepimizin bakışı anında ona dönerken cümlesini tamamlayamamıştı.

 

Ben aldığım peçeteye elimde ki kremleri silerken Selim de boğazını temizlemiş ve arabayı çalıştırmıştı.

 

Yol çok uzundu ama şimdiden baya ilerlemiştik. Bade'nin başı Ercümentin omzuna düşmüştü. Onlar uyuyunca bende direnen gözlerimi kapattım.

 

Kulağıma dolan müzik sesleriyle ne kadar olduğunu bilmediğim ama oldukça rahat hissettiren bir uykuya dalmıştım.

 

                                ◇

 

Gözlerimi araladığımda hava kararmıştı. Başımı usulca yan tarafa çevirdiğimde Selim yoktu, arka ikili de halen uyuyordu.

 

Bir petrole gelmiştik. Arabaya doğru yürüyen Selim'i görünce uykum tamamen geçmişti artık.

 

Kapıyı yavaşça açıp oturdu, kemerini taktı.

 

"Uyanmışsın."

 

Elinde ki poşeti bana uzattı.

 

"Uyuyorsun diye paket yaptırmıştım, uyanınca yersin diye ama istersen şimdi ye. Acıkmışsındır."

 

Poşeti açınca içinden iki kahve ve iki sandiviç çıkmıştı. Diğer kalanları da Ercüment ve Bade için ayırdım.

 

"Teşekkür ederim. Evet, çok acıktım ama dışarıya çıkıp mı yesek? Hem biraz hava alırız hem sende dinlenirsin."

 

Söylediklerimi düşünür gibi etrafı inceledi.

 

"Tamam, yakınlarda bir park var. Oraya gidelim daha rahat olur."

 

Dediği park çok yakındı, yaklaşık beş dakika sonra gelmiştik. Arkadakileri uyandırmayaya çalışarak yavaşça kapıyı kapatırken var gücüyle kapıyı iten Selim'e baktım.

 

"Bakma hiç öyle. Dünyanın altı üstüne gelse uyanmaz bunlar."

 

Söylediklerine gülümserken elimde ki poşetle banklardan birine oturdum. Masası da olan bankta karşıma geçip oturmuştu. Poşetten çıkardığım sandiviçi ve kahveyi önüne bıraktım.

 

Teşekkür edip yemeye başladı.

 

"Geldik mi?"

 

Uyuduğum için nereye geldiğimize bakmamıştım. Kahvesinden bir yudum alırken ağzında ki lokmayı yumuşattı.

 

"Daha gelmedik ama çok az kaldı. Bir, iki saate İzmirdeyiz."

 

İzmir'e gece gelmiş oluyorduk. Sabahında tamamen dinlenecektik. Ertesi gün Kına ve sonrasında düğün vardı.

 

Selim çoktan sandiviçi bitirmiş kahvesini yudumlarken ben de ekmeğimi yemeye başladım.

 

"Ercüment ve Badeyi de çağırmalı mıydık sence?"

 

Düşünmeden cevapladı.

 

"Onlar birbirini yemekten yemeği hatırlamaz bile. Bırak uyusunlar, konuşmazlar en azından."

 

Uyandılar mı diye endişeli bir bakış attı arabaya. Gelen yoktu.

 

"Babaları sayesinde mi bu kadar iyi tanıyorlar birbirlerini?"

 

Dudaklarını büzüp şaşırmıştı, ilk defa gördüğüm ifadesiyle.

 

"Sen haberleri almışsın çoktan."

 

Askeriye büyük görünümlü küçük yerdi, haberler çabuk yayılırdı.

 

"Artık misafirlik dönemi bitti, ben de sizler gibi oraların bir insanı oldum. Haberler çabuk yayılıyor askeriyede," dedim.

 

Büyük bir yudum aldığı kahve bardağını masaya bıraktı.

 

"E o zaman Boralara Hoşgeldin Füsun," dedi.

 

Gülümseyerek cevap verdim.

 

"Askeriye dururken neden timini öne attın şimdi?"

 

Başını iki yana salladı.

 

"Sen demedin mi haberler çabuk yayılıyor diye? Ayrıca timime böyle ithamlarda bulunma rica ediyorum, ne ararsan var bu uyuzların içinde. Kendi aralarında altın günü bile yapan adamlar bunlar. İlla ki onlardan birinden duymuşsundur," dedi ve düşündü.

 

"Gerçi Ece ve İpek de senin gibi time sonradan katılanlardan. Onlardan da duymuş olabilirsin."

 

Artık gelmiştim, hem Şırnağa hem de Boralara. İçimde ki korku yerini onlar sayesinde neşeye bırakmıştı. Tam anlamıyla gelmiştim artık.

 

"Hoşbulduk o zaman," dedim gülümseyerek.

 

Aynı şekilde gülerek cevap verdi o da.

 

"Bir şey soracağım," derken merakla yüzümü inceledi.

 

"Neden Ecem'e Ece diyorsun? İsmini mi bilmiyorsun diyeceğim ama illa ki duymuşsundur. Başka bir sebebi mi var?"

 

Umursamaz bir şekilde omzunu silkti.

 

"Yok. Sadece,"

 

"Sadece ben Ercüment gibi aitlik ekini sevmiyorum. Ece demek daha güzel geliyor. Aitlik eki olmayandan?"

 

Beklemediğim yerden gelen cevabına şaşırmıştım.

 

"Aitlik eki mi? Aitlik ne alaka şimdi Komutan?"

 

Kollarını masanın üzerine koyup öne doğru eğildi.

 

Hafif esen rüzgarla beraber nefesi yüzüme dokunurken gözlerimi kapattım.

 

"Ben, yani biz bir yere ait olamayız Füsun."

 

Derin bir nefes aldı. Başını gökyüzüne kaldırdı.

 

"Bu ülkenin her bir karış toprağı benim memleketim, ben sadece bir yere ait değilim ki. Ait olduğum bir yer yok, biri yok. Yani anlayacağın tek tabancayız biz Ercümentin deyimiyle. Eğer," dedi ifademi merak eder gibi yüzümü incelerken.

 

"Eğer bir gün birini de vatanım kadar çok seversem, o zaman bende birine, bir yere ait olurum Füsun. Şimdilik iyi böyle. Kafanı karıştırdıysam kusura bakma, gidelim mi artık?"

 

Konuşma nasıl buraya geldi, Ecem'in ismi ne ara aitlik eki oldu hiç birini anlamamıştım. Başımı sallayıp ayağa kalktım.

 

Elinde ki kahve bardaklarını çöpe atıp arabaya bindi.

 

Binmeden önce son kez daha içime çektim havayı, derin bir nefes aldım.

 

Oturup kapıyı kapatırken Selim anında arabayı çalışırdı. Radyoda Eylem Aktaş kömür gözlerin söylerken başımı arkaya yaslayıp dinlemeye başladım.

 

                                ◇

 

Oldukça uzun süren yolculuğumuz nihayet son bulmuştu. Bu süreçte Ecem'in sürekli beni arayıp 'elbisemi valize katmış mıydın,' sorusuyla, Bade ve Ercümentin sürekli didişmesiyle ve dikiz aynasından her fırsatta İpeği izleyen Akınla dolu dolu geçmişti.

 

Geldiğimiz yer beyaz boyalı, ahşap yapılı bir binaydı.

 

"Havasına kurban olduğum memleketim be," dedi Mert arabadan inip derin bir nefesi içine çekerken.

 

Mert'in ensesine bir tokat attı Ercüment.

 

"Bu niye şimdi Komutanım?"

 

Çocuk gibi bir anda yüzü asılmıştı.

 

"Bunu yaparken bir nedenim yoktu, sevimli göründün gözüme sabah sabah. Ama artık dışarda Komutanım dediğin için vurdum sayabilirsin."

 

Daha şimdiden oldukça güzel hissettiren havayı ben içime çektim bu kez. İzmir'e ilk gelişim değildi ama ilk defa geliyormuş gibi bir heyecan olmuştu içimde.

 

Selim kahvaltı yapacağımızı söyleyip oturacağımız alana kadar bize önderlik etmişti. Bizim aksimize o burayı önceden biliyor gibiydi.

 

Bizim için ayrıldığı belli olan uzun bir masaya oturmuştuk.

 

Beyaz saçlarını ensesinde topuz yapan yaşlı sayılabilecek sevimli bir kadın siparişleri almak için yanımıza gelmişti.

 

"Çilek reçeli varsa ondan alalım biz. Ekmekler sıcaksa reçelin porsiyonunu artıralım lütfen, anca yeter çünkü," diye belirtti Ercüment.

 

Bade'nin şaşkın bakışları anında ona döndü.

 

Kadın siparişleri aldıktan sonra yanımızdan ayrılmıştı.

 

"Unutmamışsın Ecü," dedi Bade.

 

Ercümentin yüzünde oldukça rahat bir hava vardı.

 

"Ben bir kere ezber ettiğim bir şeyi bir daha unutmam kızım. Zamanında az mı kavga ettin annemin reçelleri için?"

 

Işıldayan gözleriyle kocaman gülümsedi Bade.

 

Siparişler yavaş yavaş masaya gelmeye başlarken herkes bir yandan yemeye başlamıştı.

 

Sakin bir şekilde yemeğini yiyen Selim gelen kuymağı görünce kendi payına düşeni yemeye başladı hızlıca.

 

Bu tavrı beni gülümsemişti. Onunda ait olduğu bir yer vardı. İzlerini taşıdığı ve çok sevdiği bir memleketi..

 

Bakışlarımı fark edince tavayı önüme doğru itekledi.

 

Sözsüz bu teklife tavaya daldırdığım ekmeğimle cevap verdim.

 

Ben keyifle kuymağımı yerken gülümsemeye yakın bir ifadeyle beni izlemişti.

 

Yemekler bitince gelen çaylarla birlikte Selim de bir kat aşağıda bulunan balkona inmişti.

 

Hızlıca bir bahane uydurup bende peşinden gitmiştim. Sohbet koyu olduğu için kimse söylediklerimi bile duymamıştı.

 

Aşağıya inen merdivenlerin son basamaklarına geldiğimde balkon demirlerine yaslanmış sigara içen Selim'i görmüştüm.

 

Sigarasını dudaklarının arasına sıkıştırırken parmakları yüzünde ki yara izine gitti.

 

Yüzünde öncesinde anlamadığım duygu ifadesi yerini şaşırtıcı bir şekilde gülümsemeye başlamıştı.

 

Olduğunca yavaş adımlarla yanına doğru yürümeye başladım. Geldiğimi fark edince duruşunu düzeltmişti.

 

"Bir şey mi oldu?" Diye sordu yüzüme bakmadan.

 

"Hayır, nereye gittin diye merak ettim."

 

Ellerini balkon demirlerine yaslayıp başını usulca benden tarafa çevirdi.

 

"Neden böyle yapıyorsun Efsun?"

 

Söylediklerini anlamazken ismimi soylemesiyle gülümsemiştim. Ciddi olduğu zamanlarda kullanıyordu genelde gerçek ismimi.

 

"Ne yapıyorum?"

 

"Böyle işte, böyle davranıyorsun," dedi düşünmeden.

 

Yaptığım davranışlar zihnimin ve duygularımın beni yönlendirmesi sonucu oluşan olaylardı. Hiç birinden de pişman değildim.

 

"Nasıl davranıyorum ben sana?"

 

"Anlarmış gibi," dedi öncesine göre yüksek çıkan sesiyle.

 

"Herkes gibi neden sende gördüğün kadarıyla yetinip durmuyorsun? Neden böyle beni anlarmış gibi davranıyorsun? Gerek yok buna Füsun."

 

Söylediği sözler kulağıma dolarken çok şaşırmıştım. Gözlerini kapatıp sıkıntılı bir nefes aldı.

 

Konuşmadan biraz bekledi, bir şeyleri düşündü bir süre.

 

"Efsun, özür dilerim. Öyle demek istemedim ben ama," dedi duraksarken.

 

"Alışık değilim ben buna. Yani senden başka kimse sarmadı bugüne kadar benim yaramı. Merak etmedi, ilgilenmedi. Zaman yok mu, geçer dediler."

 

İfademi inceler gibi yüzüme dikti gözlerini.

 

"Ben, yaralarımı bugüne kadar sadece sana gösterdim Efsun."

 

Başka bir cümle etmedi. Sadece nereye gitti diye merak edip peşinden geldiğim adamın sözleri kafamı oldukça meşgul ederken konuşmadan bekledim.

 

"Bak, belli ki bir şeylere dolmuşsun. Yanılıyorsun, ben seni anlıyormuş gibi davranmıyorum. Anlıyorum."

 

Bir adım daha atıp aramızda ki mesafeyi daha da azalmıştım.

 

"Bizim yaramız aynı yerde demiştik unuttun mu? Ben seni merak edip geldim buraya evet. Çünkü gördüm, başından beri içinde 'keşke şimdi Yiğit ve Serhat da burada olsaydı,' deyişini gördüm Selim."

 

Ben bir adım daha atarken onun kaşları da usulca havalandı.

 

"Ben senin yaralarını gördüm ama sen benden o yaraları sarmamamı, seni böyle kafan dağınık bir halde bırakmamı istiyorsun. Çünkü korkuyorsun, bugüne kadar içinde gizlediğin duyguları kimse fark etmemiş, bu yüzden birilerinin seni anlamasından korkuyorsun sen."

 

Konuşmadan hatta belki nefes bile almadan dinlemeye devam etti.

 

"Ben senin emrinde ki askerlerden birisi değilim Komutan. Eğer karşımda yaralı birisi varsa ben onun yaralarını sararım, yolda bırakmam. Sen eğer istemem dersen ona da tamam. Kendi kendine üzülmeye, düşünmekten hasta olmaya devam et."

 

Başını sağa tarafa eğip kendine gelir gibi salladı birkaç kez.

 

"Sende benim dediklerimi unutmuş gibisin doktor," dedi sorar gibi.

 

"Burada üst olan sensin, dedim. Senin yanında benim emir yetkim yok. Bu durumda sen zaten benim emrimdeki askerlerden birisi olamazsın Efsun. Emir almazsın sen, verirsin."

 

Az önce ki yaptıklarımı şimdi o yapıyordu.

 

"Ben yaralarımı sadece sana gösterdim dedim. Çünkü sadece senin sarmana izin verdim. Sen benim yaramı sararken ben öylece duracak mıyım? Madem aynı yerde bizim yaralarımız, sen neden benim sana yardım etmeme izin vermiyorsun?"

 

Nefesinin sıcaklığını yüzümde hissederken gözlerimi kapattım.

 

"Eğer birisinin yarasını sarmak istiyorsan ona soramazsın çünkü. Yardım edersin, iyileştirmek istersin. Ben sana izin vermiyorum demedim. İstediğini yapabilirsin, sadece bakış açını değiştir artık. Şu an olduğun konumda kalmaya devam etmen hem seni hem de çevrendeki herkesi karamsar biri yapıyor. Bak yukarıdakilere, ne kadar mutlular, herkes gülüyor."

 

Başını kaldırıp üst kata baktı.

 

"Çünkü onlar da gülerek yaralarını sarmaya çalışıyor. Onlar da kardeşlerini kaybetti ama hayata küsmedi. Kardeşlerine bunu yapanlara hak ettiklerini vermek için dik durmaya devam ediyorlar. Senin yanındayken hepsi oldukça sakin çünkü senin hala ne kadar üzgün olduğunu görüyorlar. Onlar da seni düşünüyor. Şimdi sen söyle, gerçekten olman gereken yerden mi bakıyorsun hayata?"

 

Önce gözlerini kapatıp arkasına döndü.

Derin bir nefes alırken gözleri tekrar gözlerimi buldu.

 

"Yiğit gibi konuştun," dedi.

 

"Haklısın belki de. Onlar için, kardeşime verdiğim söz için deneyeceğim. Madem ben hayata gülersem o da bana gülecek, kabul," dedi.

 

Söyleyecek başka bir şey kalmamıştı. Cevap vermeden arkama dönüp merdivenlere ilerlemeye başladım.

 

"Arkanı dönüp gitmeyeceğine söz ver," dedi fısıltıya yakın çıkan sesi.

 

Birkaç adımda yanıma gelmişti.

 

"Ben hayatımın en zor günlerini geçirdim, ilk defa görevime böylesine ara verdim. Bu süreçte yanımda sen vardın, bana yardım ettin. Eğer az önce ki konuştuklarımız da anlaştıysak bende senden rica ediyorum," dedi yenilmiş gibi.

 

"Ben bu sürece girdiğimde de yanımda sen vardın, tekrar göreve başladığımda da, kardeşime verdiğim sözü tuttuğumda da hep yakınlarımda ol Füsun. Böyle arkanı dönüp gitme, gitme ki sana her baktığımda verdiğim sözü hatırlatayım."

 

Onun endişeli duruşuna karşılık oldukça sakin bir tavırla gülümsedim yüzümü inceleyen gözlerine.

 

"Ben bundan sonra hep buralardayım, Başardım, dediğin her şeyi görmek için de burdayım. İçin rahat olsun."

 

O öylece kalırken bende üst kata çıkmıştım. Masada ki eğlenceli hava içimi ısıtırken yerime oturup Mert'in anlattığı hikayeyi dinlemeye başladım.

 

                                ◇

 

İzmir'e geleli koca bir gün olmuştu artık. Kahvaltıdan sonra herkes otele dönüp dinlenmişti. Odalar büyük olduğu için dörder kişi kalabilmiştik.

 

Kızlar uyumaya devam ederken ben duşa girmiştim. Bugün kına vardı, biz önceden gidip Merve ile tanışacaktık.

 

Sonrasında onlara yardım edecektik.

 

Ilık bir duş aldıktan sonra saçlarımı kurutup üzerime eşofmanlarımı giydim.

 

Kahvaltıya kadar yürüyüş yapabilirdim.

 

Dışarıya çıkıp kapıyı kızlar uyanmasın diye usulca kapatıp derin bir nefes aldım.

 

Tam karşımızda ki kapının açılmasıyla o tarafa döndüm.

 

Selim de yeni duş almış olacak ki saçları ıslaktı. Onun da üzerinde siyah bir eşofman takımı vardı.

 

"Efsun?"

 

Bozuntuya vermeden ne oldu dercesine gözlerine baktım.

 

Önce o da odanın kapısını kapatıp yanıma geldi. Gözlerime baktı.

 

"Erken mi uyandın sen?"

 

Buna bende şaşırmıştım. Annem havalardan dese de Şırnağa geleli hep geç uyanıyordum.

 

Bugün erken kalkmak içimden gelmişti. İzmir beni bekliyordu.

 

Başımı salladım. Bir şey soracakmış gibi bir şekil aldı yüzü.

 

Ne var, dercesine başımı salladım bu kez.

 

"Konuşmayacak mısın cidden?"

 

Sesi kırgın çıkmıştı. Gülümsemeye çalıştım ama beceremedim.

 

"Konuşurum."

 

Öyle olsun der gibi başını salladı.

 

"Nereye gidiyordun?"

 

Kurutmama rağmen nemli kalan saçlarımı geriye attım. Onun da saçları ıslakken gelen şampuan kokusu yine burnuma dolmuştu.

 

"Kahvaltıya kadar yürüyüş yapacağım."

 

"Bende. Eşlik etmemi ister misin?"

 

İsterdim ama istemezdim. Dün otele geldiğimiz zaman resepsiyonda ki kızın Selim'e dibi düşer gibi bakmasını bir daha görmek istemezdim.

 

"Gelmek istiyorsan gelebilirsin."

 

Hala neden böyle davrandığımı anlamaya çalışır gibi dikkatle beni inceliyordu.

 

Ben asansöre doğru ilerlerken o da koşar adımlarla yanıma gelmişti.

 

Aşağıya inince temiz havadan derin bir nefes aldım.

 

Selim ellerini eşofmanının ceplerine sokarak yürümeye başladı.

 

Daha yürümeye başlayalı beş dakika olmamışken koşar adımlarla bize gelen kızı gördüğümde kaşlarım çatılmıştı.

 

"Merhaba," dedi nefes nefese kalan kız kocaman gülerek.

 

Ben kızı süzmeye devam ederken Selim de önce kıza sonra bana bakmıştı.

 

"Bir sorun mu var?"

 

Beklediği cevap benden gelince yüzü düşmüştü.

 

"Ulaş Bey, değil mi?"

 

Selim'in kaşları şaşkınlıkla çatıldı.

 

"Benim, bir sorun mu var?"

 

Kız gülümsemesini daha da büyüttü.

 

"Dün kayıt yaparken aklımda kalmış isminiz. Umarım memnun kalmışsınızdır otelimizden. Onu sormak istedim görünce," dedi.

 

"Ben de dün Ulaş Bey ile kayıt yaptırmıştım. İsmimi hatırladınız mı bilmiyorum ama, bana soracak olursanız müşterilerinize bu kadar fazla samimi olmamalısınız."

 

Selimden güçlükle çektiği bakışları bana döndü. Memnuniyetsiz bir ifadeyle yüzümü inceledi.

 

"Yok, hatırlayamadım. Cevabınızı anlamadım, benimki küçük bir meraktı sadece."

 

"Efsun," dedi Selim ciddi çıkan sesiyle.

 

"Konuştuğun kişinin adı, Efsun. İşiniz dışında başka şeylerle ilgilendiğiniz zaman aralığından dolayı adını hatırlayamamış olabilirsiniz. Biz dün on kişilik bir kayıt yaptırdık. Efsun Hanım da benimle beraber. Memnuniyet anketinizi diğer arkadaşlarıma da uygulayabilirsiniz. Ben gerekli değerlendirmeyi müdürünüze yaparım, teşekkürler."

 

Ben her bir kelimesini şaşkınlıkla dinlerken onun yüzünde koca bir ciddiyet vardı. Duruşunu bozmadan bana döndü.

 

"Anladım. Kusura bakmayın, rahatsız ettim. İyi günler," dedi sesi cılız çıkarken yanımızdan ayrılan kız.

 

Ben bozuntuya vermeden yürümeye devam ederken Selim bıraktığım yerde kalmıştı. Aramızda ki mesafe açılmaya başladığında birkaç adımıyla yanıma geldi.

 

Bir şeyler söylememi bekler gibi yüzüme bakmaya devam etti.

 

"Böyle bir cevap vermeni beklemiyordu. Kız seninle konuşmaya gelmiş, niye düzgün bir cevap vermedin?"

 

Gözlerimi yoldan ayırmadan, yürüyerek konuşmaya başladım.

 

"Sen yanımıza o gelince memnun olmadın. Çok sinirli bakıyordun kıza," dedi.

 

Gülümsedim. Kızı sevmemiştim ama bakışlarımı gizleyemiyordum maalesef.

 

"Yani, ben memnun olsaydım sende güzel güzel mi konuşacaktın kızla?"

 

"Hayır," dedi anında.

 

Geldiğimiz günden beri yaptığı şeyi yapmaya devam etti. Şüpheyle her an etrafımızdan birileri çıkabilecek gibi etrafı inceliyordu.

 

"Ben muhatap olmuyorum. Kendisi geldi zaten konuşmaya, bende cevabını verdim. Bu kadardı."

 

Öyleydi. Bu konuyu fazla uzatmamak adına yürümeye devam ettim.

 

Bir süre daha yürüdükten sonra kahvaltı yapmak için otele geri dönmüştük.

 

Bizimkiler çoktan uyanmış, masanın etrafında toplanmıştı.

 

"Oo komutanım, erkencisiniz," dedi Mert neşeyle.

 

Selim'in arkasından gelen beni görünce bu kez de beni selamladı.

 

"Günaydın abla."

 

Bende ona gülerek cevap verdim.

 

"Günaydın Mert, hepinize günaydın."

 

Herkes bir yandan kahvaltı edip bir yandan günaydın, demişti. Boş olan sandalyelerden birisine oturup bende yemeye başladım.

 

Çayımı içerken kısa bir sürede bana ailem gibi hissettiren insanlara baktım tek tek.

 

Herkes çok mutluydu, herkes her an gülümsüyordu.

 

Telefonum çalmaya başlayınca geleceğimi söyleyip masadan biraz uzaklaştım.

 

"Efendim anne?"

 

Annem ile birkaç gündür konuşamamıştık. Uzun zaman sonra sesini duymak çok güzel hissettirmişti.

 

"Efsun'um, nasılsın kızım?"

 

"İyiyim anne, oteldeyiz. Kahvaltı yapıyoruz, kına için gideceğiz birazdan."

 

Mesajlarımla anneme Her bir detayı aktarmıştım.

 

"Oh oh, çok güzel. Dikkat ediyorsun değil mi? Hastalanma oralarda."

 

Sesi sonlara doğru kısılmıştı. Gözlerimin dolmaya başladığını hissedince derin bir nefes alıp başımı yukarıya kaldırdım.

 

"İyiyim ben annem, merak etme sen beni. Hem çok mutluyum ben burada," derken birkaç saniyeliğine arkama dönüp masaya baktım.

 

"Biliyorum kızım, biliyorum da çok özledim ben seni. Baban da Alp de..

Göresim geldi seni."

 

Bende çok özlemiştim. Alpi bile.

 

"Bende sizi çok özledim, bulduğum ilk fırsatta yanınıza geleceğim."

 

Annem bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar konuşmaya başladı.

 

"Görüntülü arayayım mı? Arkadaşlarını çok anlattın ama göstermedin hiç, baban da yanımda hem."

 

Başta biraz korkutucu gelse de sonrasında kulağa güzel gelen fikri düşünmeye başladım.

 

Konuşmasına konuşurduk ama ses çok yüksek çıkacağı için diğer insanlar rahatsız olabilirdi.

 

"Ben bir sorayım onlara da, haber veririm anne," diyerek kapattım telefonu.

 

Masaya geri döndüğümde hepsi bana dönmüştü. Annemin teklifini anlatınca hepsi çok sevinip anında kabul etti.

 

Ercüment, Akın, Selim ve Burağın kaldığı oda diğerlerine göre daha genişti.

 

Hep beraber oraya çıktık. Derin bir nefes alıp kendime şans diledim, ardından annemi aradım.

 

Bir eliyle telefonu tutarken bir eliyle de gözlüğünü takmaya çalışıyordu.

 

"Annem," dedim en samimi halimle.

 

"Efsun, bak ne iyi oldu böyle gördün mü? Gittiğinden beri hep sesli aradın, özlemişim kızımı."

 

"Sen özledin de biz özlemedik mi Müjgan? Bize de göstersene Efsunumu," diyerek bütün ciddiyetiyle babam araya girdi.

 

Annem homurdana homurdana telefonu babamın eline tutuştururken sağ tarafına geçti. Babamın sol tarafında da Alp vardı.

 

Onu gördüğüm için duygulanacığıma ihtimal dahi vermesem de şu an gözüme biriken yaşları belli etmemeye çalışıyordum.

 

Hepsiyle kısa bir konuşmanın ardından Annem diğerlerini görmek istemişti.

 

"Müjgan teyzee," diyerek neşeyle araya girdi Ecem.

 

Artık telefonum elden ele dolaşmaya başladı.

 

Annem ve Ecem hemen kaynaşmıştı, Bade zorla elinden almıştı telefonu.

 

"Merhaba Müjgan teyze, nasılsın?"

 

Hepsi önce annemi soruyordu çünkü kim telefonu eline alırsa babamın elinde tuttuğu telefona uzanıp önce kendine çeviriyordu.

 

Neşeyle telefonda konuşmalarını izlerken en sonda duran Selim dikkatimi çekmişti. İlk defa böyle tedirgin gördüğüm yüzü beni şaşırmıştı.

 

Kızlar bitince sıra erkeklere gelmişti.

Artık Annem daha sakin dinleyip kendine damat adayı var mı diye bakarken babam ciddiyetle konuşmaya başlamıştı.

 

"Merhaba, Ercüment ben," dedi neşeli sesiyle.

 

"Merhaba oğlum, Tahir ben de."

 

Sonrasında Akın'a geçmişti telefon.

 

"Sen," dedi babam anında.

 

Herkes şaşkınlıkla Akın'a dönmüştü.

 

"Tahir amca?"

 

Daha önceden tanışıyorlardı demek. Bunu bende ilk defa burada duymuştum.

 

"Baba, sen nereden tanıyorsun bu abiyi?"

 

Görmesem de kulağıma gelen sesinden güldüğünü anlamıştım.

 

"Gördün mü hayırsız, kaç defa gel dedim sana. Ziyaretime gel, ailem de tanısın seni dedim gelmedin."

 

Akın'ın bakışları kısa bir süreliğine bana döndü.

 

"E bende farkında olmadan Efsunla tanışmış oldum amca, bu sefer söz geleceğim yanına."

 

"Ay Tahir, Akın mı bu? Cengiz'in oğlu."

 

Annemin sorusuyla benim de kafamda bir şeyler canlanmıştı.

 

Babam ve Cengiz amca eski arkadaştı. Bize de hep onunla olan anılarını anlatırdı ama Akın'ın onun oğlu olduğunu söylediğini hiç hatırlamıyordum.

 

"Benim teyzem, kusura bakmayın uzun zaman oldu görüşemedik sizinle de."

 

Biraz daha birbirleriyle hasret giderdikten sonra telefonu Burak almıştı.

 

Time Yavuz ile beraber sonradan katılmalarına rağmen çabuk uyum sağlamışlardı. Diğerlerini nasıl çok seviyorsam onları da öyle seviyordum artık.

 

"İyi günler," diyerek başladı cümlesine.

 

"Burak ben."

 

"Ay sen şu yeni gelen oğlansın. Bir de Yusuf mu neydi o vardı değil mi?"

 

Burak gülmesini bastırmaya çalışırken telefonu yanında oturan Yavuza çevirdi.

 

"Evet, yeni katıldık biz. Yavuz onun adı da."

 

Yavuz'un yüzü asılırken sadece el salladı telefondan onu inceleyen anneme.

 

"Abi gözlerin lens mi?" diye atıldı arkadan bir ses. Alp.

 

"Hayır, neden sordun ki?"

 

"Ne bileyim abi, ilk defa yeşil göz rengini yakıştırdım birine kontrol etmek istedim."

 

Kalan kısımda Burak ve Alp bir süre daha konuştuktan sonra konuşma sırası Yavuza geçmişti. Mert daha fazla dayanamayıp Yavuz'un yanına sığmaya çalıştı.

 

"Müjgan teyzem, Tahir amcam, ufaklık nasılsınız?"

 

Berker de onlara karışınca yükselen seslerden kimse bir şey anlamamıştı.

 

Mert avucunda sıkı sıkı tuttuğu telefonu, duvara yaslanmış onları izleyen Selim'e götürdü.

 

"Komutanım," diyerek uzattı elinde ki telefonu.

 

Selim önce yutkundu. Telefonu usulca kaldırıp yüz hizasına getirdi, herkes anlaşmış gibi bir anda sustu.

 

"İyi günler," dedi yüzünde ki gülümsemeye yakın ifadesiyle.

 

"Sana da hayırlı günler oğlum, senin adın nedir?"

 

Annem Selim ile tedavi sürecimizi bildiği için konuşmadan onu süzüyordu.

 

"Ulaş, Ulaş Selim."

 

Gülümsedi babam, ardından Selim de gülümsedi.

 

"Tahir bende, tanıştığımıza memnun oldum evlat."

 

Bir süre daha kendilerini tanıttıktan sonra kısa süreli bir sessizlik olmuştu.

 

"Ulaş, kaldır bakayım şu telefonu bir. Evet, omzundan yukarıya."

 

Selim yüzünde ki şaşkın ifadeyle telefonu babamın anlattığı yere çevirdi.

 

Hepimizin bakışları o yana dönerken Ercüment hızlıca yerinden kalkıp yatak başlığına takılı olan elbiseyi eline aldı.

 

"Elbise miydi o? Kimin odası orası? Kız erkek karışık mı kalıyorsunuz siz?"

 

"Yok, Tahir amca."

 

"Elbisenin yanında ki pantolon da Efsun'un zaten. Oğlum baksana erkek pantolonu işte."

 

Ercüment bu sefer de pantalonu alıp bir yerlere sakladı, koşar adımlarla Selim'in yanına döndü.

 

"Benim o, Tahir amca."

 

Babam derin bir sabır çekti.

 

"Elbise giydiğini bilmiyordum Ercüment?"

 

"O benim değil, pantolon benim. Elbise Bade'nin."

 

Babam bu sefer dil altı haplarını hazırlıyordu, görmesem de emindim.

 

Selim Ercümenti omzundan iterek yanından uzaklaştırdı.

 

Ercüment kendini toparlayıp tekrar eski yerine döndü.

 

"Şimdi söyle ki Tahir amcam, laf aramızda Bade ev işlerinden hiç anlamaz. Tutturmuş Elbise giyeceğim diye, ütü yapıyordu. En son ütü yaptığında gömleğimi yakmıştı, ben de can güvenliğimizi sağlamak adına ver ben ütülerim dedim. Öyle yani, pantolonu da ütülemek için koymuştum oraya zaten."

 

Bade derin derin "ecüü," nidaları çekerken Babamın kıkırtısı kulaklarıma doldu.

 

"Az bi dur da soluklan be oğlum."

 

Ercüment arka arkaya bir kaç kez derin nefes aldı, verdi.

 

"Sende de ne göz varmış amca, kaç beden giydiğime kadar görüyorsun."

 

Hepimiz gülmeye başlamışken Ercüment kendini boş koltuklardan birine attı.

 

Selim ve babam yine başbaşa kalmıştı.

 

"Selim abi sen misin?" diye atıldı Alp.

 

Unuttuğum şey şu an aklıma gelmişti.

 

Annem ile telefonda konuşurken hep Selim dediğim için Ulaş onlara yabancı gelmişti.

 

"Benim, senin adın ne?" diye sordu en samimi haliyle.

 

"Alp," dedi göğsünü kabarta kabarta.

 

"Ablam bize hep Selim deyince alışmışım. Sen Ulaş deyince çıkaramadım, kusura bakma."

 

Ben tavana ne kadar boya gider diye hesaplarken herkes kendi arasında konuşuyordu.

 

"Tanıştığımıza memnun oldum Alp. Müjgan Teyze, Tahir amca, sizlerin de ellerinden öperim. Görüşmek üzere."

 

Görüşmek üzere? Bir daha ne zaman görüşmeyi düşünüyordu onu bende bilmiyordum.

 

"Kusura bakma oğlum, seninle çok konuşamadık. Bir ara ben Efsun'u arayınca seninle bir konuşalım. Tanımak isterim."

 

Çok kısa bir süre zafer kazanmış gibi bakan gözlerini yüzüme çevirdi.

 

Kısa süren bir vedalaşmanın ardından telefonu kapatıp yanında ki dolabın üzerine koydu.

 

Bir kaç kişi kendi arasında konuşurken diğerleri de bakışları ile etrafı süzüyordu.

 

Bade yerinden kalkıp kıyafet dolabının kapağını açtı. Yan yana asılmış dört gömlekten birini askısıyla beraber dışarı çıkardı.

 

Ercüment görür görmez uzandığı yerden kalkıp Bade'nin yanına geldi.

 

"Kızım ne yapıyorsun sen? Bıraksana gömleğimi. Bir de tekte bulmuş tövbe tövbe."

 

Bade parmağına taktığı askıya gözüne sokmak istercesine Ercümentin yüzüne doğru kaldırdı.

 

"Demek Bade ev işlerinden anlamaz Ecü? Sen beni hala o on bir yaşında ki Bade sanıyor olabilirsin ama değilim."

 

Ercüment konuşmadan Bade'nin yüzünü inceledi.

 

"Çok heyecanlı," diye fısıldadı yanında ki Berkere Mert.

 

"O kız büyüdü ecü, gerçi sen hala on üç yaşında gibi davranıyorsun da. Bu gömleği ben ütüleyeceğim. Akşam kınada da bunu giyeceksin, anlaştık mı?"

 

Duruşunu bozmadı Ercüment, dudağının kenarı keyifle yukarı kıvrıldı.

 

"Çizgi de yapsan, yaksan da o gömleği giyeceğim akşam. Söz,"

 

Bir şeyler daha diyecek gibi olsa da devamını getirmedi.

 

Bade Ercümentin kısa sürede ikna oluşuna şaşırmış olacak ki tek kaşını kaldırıp gülümsedi yüzünü inceleyen gözlere.

 

"Bir saat sonra bizim odadan alırsın Ecü. Kızlar, gidelim mi?"

 

İpek ve Ecem gülerek Badeyi takip ederken bende Selim'in yanında duran telefonumu alıp onlara yetişmiştim.

 

                                ◇

 

Karşımda ki manzara içimde kelebekler uçmasına sebep olurken camdan dışarıyı izliyordum.

 

Üst katların birinde kaldığımız için manzara çok güzel görünüyordu.

 

İpek saçlarını düzleştirirken, Bade gömleği ütülüyordu. Bir saatin dolmasına daha vardı.

 

Ütüyü kenarı koyup askıya taktığı gömleği havaya kaldırdı. Gururlu bir bakışla inceledi. Gerçekten de gurur duyulası bir ütü yapmıştı duyduklarımızın aksine.

 

"İşte bu kadar," dedi bize dönerken.

 

İpek elinde ki tarağı bırakıp yanımda ki koltuğa yayıldı. Herkes hazırlanmaya başlamışken ben daha hiç başlamamıştım bile.

 

Bade tarafından zorla elbisemi giymeye gönderilirken kapı çalmıştı.

 

Kimin geldiğini görmeden banyoya girip pembeye çalan krem renkte ki elbisemi giydim.

 

Saçıma ve makyajıma henüz başlamamıştım.

 

Aynada ki yansımama hayran dolu bir bakış attım. Birkaç ay önce çok severek aldığım bir elbiseydi bu. Üzerinde ki taşlar parlak bir görünüm veriyordu, boyu diz kapağımın hemen üzerindeyken kollarından sırtıma uzanan tarafta küçük zincirler vardı.

 

Hazır hissettiğimde kapıyı açıp usulca dışarıya çıktım.

 

"Ercü, gömlek gösterin bittiyse gidel-"

 

Geldiğimi görünce tamamlayamadı Selim.

 

Ercümentin gelmesini beklerken onu görmek bana da sürpriz olmuştu.

 

"Efsun?" dedi fısıldar gibi.

 

"Efsun, harika olmuşsun kızım," diyen Ecem'in sesi onu bastırmıştı.

 

"Gerçekten Elbise çok yakışmış Efsun," diyerek Ercüment de onayladı.

 

Bakışlarını üzerimden çevirirken Selim'e gülümsedi. O ise konuşmadan beni inceliyordu. Bakışlarını fark ettiğimi görünce başını hızla yan tarafa çevirdi.

 

"Gidelim biz o zaman."

 

İpek gülen gözlerle bizi izlerken Selim koltuğun yanlarından tutunarak ayağa kalktı.

 

"Bu arada, yaklaşık iki saat sonra hazır olarak buluşmamız gerekiyor. Tuna ile konuştum az önce, salona yakın bir yerde bizi bekliyorlar. Anlarsınız işte fotoğraf çekimi falan yapacaklarmış."

 

Ercüment gerekli bilgileri aktardıktan sonra çoktan dışarıya çıkmıştı. Selim bir şey arar gibi etrafı incelerken kızlar artık duyabileceğim bir tonda gülmeye başlamışlardı.

 

"Kardeşim, gelmiyor musun daha? Ben biliyorum senin ne aradığını ama bulamazsın gel buraya," dedi alayla.

 

"Aklını kaybetti adam aklını," dedi Ecem'in kıkırdayan sesi.

 

Sudan çıkmış gibi bir an kendine geldi Selim, vakit kaybetmeden o da dışarıya çıkınca herkes artık daha sesli bir şekilde gülmeye başlamıştı.

 

Saçımda ki tokayı çıkarmaya çalışırken eleştiri dolu bir bakış attım üçüne de.

 

"Ne kızıyorsun? Öyle çıkılır mı adamın karşısına. Sen gelmeden önce gayet atıp tutuyordu, seni görünce dut yemiş bülbüle döndü komutan," dedi Bade.

 

Bende artık kendimi tutamayıp onlara katılmıştım.

 

Yapma Füsun, yanarız.. diyen sesi doldu bir anlığına kulağıma.

 

Sadece ateşi ateşlemekle yangın çıkmaz Komutan, ortada bir kıvılcım varsa ve onun sende ki karşılığı yangın demekse bende de odur. Sadece benim karşılık vermemle ikimiz de yanacaksak ben hazırdım. Hazırdım çünkü bu yangından ikimiz de sağ çıkardık. O benim yanmama izin vermezdi, ben onun. İkimizin de memnuniyetle karşılayacağı bir anlaşma gibiydi bu. İmzalar ise çoktan atılmıştı.

 

                                ◇

 

Aile bazen doğup beraber büyüdüğümüz kişiler demek değildi.

Kendi seçtiği ailesi oluyordu mesela insanın, işte ben bu konuda çok şanslıydım.

 

Geldiğimiz günden beri düğün sürecinin hiç bitmemesini istemiştim, her saniye bir öncekinden daha çok eğleniyordum...

 

Kafamda ki düşüncelerle aynada ki yansımama gülümsedim. Rujumu da sürdükten sonra artık her şey tamamdı.

 

Küçük çantamı dolabın üzerinden alıp kızların yanına gittim. Hepsi hazırdı.

 

Bade krem renklerinde uzun, yırtmaçlı bir elbise giymişti. İpek siyah, diz kapağının hemen altında biten sırt dekolteli bir elbise giyerken Ecem göğüs kısmı tüy süslemeli pudra pembe bir elbise giymişti.

 

Herkes onaylayan gözlerle birbirini izlerken sessiz bir onay alınmıştı.

 

Herkes hazır olduğunu söyleyince dışarıya çıkıp bizi bekleyen erkeklerin yanına, aşağıya indik.

 

Merdiven dar olduğu için herkes tek sıra halinde iniyordu. Bu durum kendimi televizyon programında hissetmeme sebep olurken derin bir nefes alıp dikkatle adımlarımı atmaya başladım. En önde Ecem vardı, arkasında Bade, onun da arkasında İpek. Ben en sondaydım, bu yüzden tepkileri de net olarak görebiliyordum.

 

Ecem ayağında ki ince topuklu ayakkabılara aldırmadan bütün ahengiyle yürümeye başladı. Bakışları Mertle buluşunca gülümsedi.

 

Ercüment Badeyi görünce yaslandığı duvardan birkaç adım öne geçti. Bade ise ona pas vermeden yerine geçti.

 

Akın gözlerini kırpmadan pür dikkat İpek'i izlemeye başladı. Geçen günlerde yaptıkları konuşmalardan sonra daha farklı bakıyordum artık onlara. Birbirini tamamlayan iki ayrı ruh gibiydi onlar.

 

Sıra bana gelmişti, beklediğim kişi nihayet görüş alanıma girerken yüzümün heyecandan ısınmaya başladığını hissettim.

 

Siyah bir takım elbise içerisine siyah bir gömlek giymişti, diğerlerinin aksine beyaz gömlek giymek yerine tek renk olmayı seçmişti.

 

Zemini inceleyen bakışları duruşunu bozmadan gözlerimi buldu. Bozuntuya vermeden duruşumu dikleştirip yanına gittim.

 

Plan hazır olduğu için herkes çoktan arabalara yürümeye başlamıştı. Öncesinde herkes partnerine ne kadar güzel olmuşsun nidaları kurarken Mert hepimize birden bir maşallah çekmişti.

 

"Siyahtan devam demişsin?" dedim duyacağından emin olduğum bir sesle.

 

Yüzünde ki rahat ifade bozulmadan cevapladı.

 

"Bugün buraya sadece kendi adıma değil, iki kişinin daha emanetiyle geldim çünkü. Kimse fark etmesin diye siyah.."

 

Selim, Yiğit, Serhat üçlüsü buradaydı.

 

Biz onları göremesek de onlar şu an bizi bir yerlerde görüyor olmalıydı.

 

"Sen neden bu rengi seçtin peki?"

 

Yandan bakışları ile elbisemi inceledi.

 

"Özel bir nedeni yok, öylesine."

 

Hafifçe başını salladı.

 

"Öylesine olan şeyler hep daha güzeldir Efsun, elbise çok yakışmış."

 

Diğerlerinin aksine arkada kalan biz olmuştuk. Duyduklarımla dudaklarıma ani bir gülümseme yayıldı.

 

Arabaya bindiğimiz de bu kez yanımızda İpek ve Akın vardı.

 

"Akın, takım elbise çok yakışmış," dedim sessizliği dağıtmak adına.

 

"Takım elbise değil, kostüm bence Efsun. Takım elbise özel günlerde giyinince oluyor."

 

İpek sözlerin doğruluğunu tespit etmek ister gibi Akın'ın yüzünü inceledi.

 

"Takım elbisenin adına takım elbise diyebilmek için kendi özel gününde mi giymek gerekiyor illa ki?"

 

"Bence öyle İpek, yıllardır beklediğim o gün gelip bunları giymediğim sürece ben buna kostüm derim sadece. Her şey gibi o da adını kaybetti zamanla, anlamsızlaştı."

 

Sonrasında kimsenin bozmadığı derin bir sessizlik oluştu.

 

Gideceğimiz yer çok uzak değildi, hem salona hem otele yakın bir yerdi.

 

Saçlarım bozulmasın diye diken üstünde hissettiğim yolculuk kısa sürmüştü.

 

Arka arkaya park edilen arabalardan herkes inmeye başladı.

 

Tuna ve Merve çiçeklerle dolu bir bahçede gülerek fotoğraf çektiriyorlardı.

 

Geldiğimizi görünce Merve'nin kulağına bir şeyler fısıldayıp geldiğimizi haber verdi. Merve ile ilk defa karşılaşıyorduk. Üzerinde ki bordo bindallısı, sarı saçlarıyla oldukça güzel görünüyordu.

 

Diğerleri ile daha önceden tanıştığı için elini bana uzattı. Uzattığı elini sıkıca kavradım.

 

"Merhaba, Merve ben. Sende Efsun olmalısın sanırım," dedi gülümseyerek.

 

"Evet, Efsun ben. Tanıştığımıza çok memnun oldum."

 

Biz Merve de dahil olmak üzere kızlarla ayak üstü sohbet ederken, erkekler Tunanın ısrarı üzerine fotoğraf çekimine başlamıştı.

 

"Çok güzel olmuşsun Merve," diyen Badeyi dinlerken gözüm Tunanın yanına geçip kameraya bakan Selim'e kaydı.

 

Bir elini Tunanın omzuna atarken diğer eli boşta kalmıştı. Yüzünde gülümsemeye çok yakın bir ifadeyle baktı kadraja.

 

Sırasını Merte verirken onları izlemeye devam ettim. Bu kez kızlar da bana katılmıştı. Çünkü Mert daha önce hiç görmediğim ne kadar garip poz şekli varsa hepsini şu an deniyordu.

 

"Oğlum git başımdan, rezil etme bu günümde bari," diye mırıldandı Tuna.

 

"Git başımdan mı? Bir insanın devresi kaç defa evlenir kardeşim? Bırak anımız kalsın işte," derken elini Tunanın boynuna attı.

 

Bir insanın devresi kaç defa evlenir?

 

Bakışlarım ilk defa istemeye istemeye Selim'e kaydı. Yanında Ercüment ve Akın da vardı. Serhat telefonla konuştuğu için bizden biraz daha uzaktaydı.

 

Ercüment elini Selim'in omzuna vurup kulağına bir şeyler fısıldadı.

 

Fotoğraf çekme işini bitiren Burak ve Yavuz da yanlarına gelince o kasvetli hava dağılmıştı.

 

"Ee hadi gelmiyor musunuz?" diye seslendi Merve.

 

"Hepimiz birden mi yenge?"

 

Mert'in sorusuna Tuna başını sallayarak cevap verdi.

 

Herkes yüzünde ki gülümsemeyle gelin ve damadın iki yanına geçti.

 

"Ben Tuna'nın yanına geçmek istiyorum, malum Mert'ten sıra gelmedi," diyerek Berker de aramızdan çıkınca artık tamamen Selim ile yan yana kalmıştık.

 

Tek adımıyla aramızda ki boşluğu kapattı. Esen hafif meltemle beraber burnuma gelen parfüm kokusu artık aşinası olduğum bir koku haline dönmeye başlarken gülümsedim.

 

Boy farkından dolayı yüzünü tam olarak görmesem de yine bir bebek sesi gibi çıkan hapşırması gülümsememin büyümesine sebep oldu.

 

Artık nedenini öğrenmiştim.

 

Merve ve Tuna'nın son birkaç işi kalırken biz de arabaların yanında onları beklemeye başlamıştık.

 

"Şu çiçeklerin rengi çok güzel değil mi?" dedim elimle eflatuna benzeyen güllerin olduğu alanı gösterirken.

 

"Lavanta Gülü denir ona," diyerek açıklamasını yaptı.

 

Diğerleri derin bir sohbete dalmışken Yavuz'un meraklı bakışlarla bizi izlemesi gözümden kaçmamıştı.

 

"Biz de orada mı fotoğraf çeksek? Çok güzeller baksana."

 

Hevesle bakan gözlerimi görünce bir şey demeden kabuk etti. Çantamı Badeye uzatır uzatmaz koşar adımlarla çiçeklerin yanına yürümeye başladım.

 

Ayakkabılarımın topukları yüzünden sendeledim. Kollarıma tüy gibi dokunurken, sımsıkı tutan Selim'e baktım.

 

"Düşeceksin Füsun, dikkat etsene."

 

Elleri hala kolumun birini tutarken gözlerine baktım.

 

"Düşmem, tutarsın işte bak."

 

Gözleri önce bileğimde ki ellerine kaydı, ardından tekrar gözlerimi buldu.

 

"Her düştüğünde yanında ben olmayabilirim Efsun."

 

Temiz havadan derin bir nefes çektim içime.

 

"Bu da senin sorunun komutan, ama merak etme. Bugüne kadar her düştüğümde kendim kalktım. Sen yokken de kalkarım yani."

 

Gözlerinde ki kara bulutlar inatla olduğu yerde kalırken telefonumu ona uzattım.

 

Uzattığım telefonu avucuna alıp birkaç adım geriye gitti.

 

Önce sevimli görünmeye çalışarak birkaç poz verdim, ardından güllerden birini daha detaylı incelemek için yaklaşırken Selim telefonumu uzattı.

 

"Çekmeyecek misin artık?"

 

"Şarjı bitti sanırım, kapandı," dedi.

 

Otelden çıkmadan önce sonuna kadar şarj ettiğime emindim ama telefonum gerçekten de kapanmıştı.

 

Yüzüm düşerken artık fotoğraf çekinmekten de vazgeçmiştim.

 

"İstersen benimkinden çekebilirim, sana atarım sonra."

 

Kulağa oldukça cazip gelen bir teklifti bu. Selim'in ya kabul etmezse başlığı altında çatılan kaşlarını görünce gülmemek için dudaklarımı dişledim.

 

Tamam dercesine bir şeyler mırıldandığımda tekrar eski yerine gitti.

 

Artık poz vermiyordum, istediği an çekiyordu. Ayaklarımın yanında sapından kopmuş yere düşen bir gülü elime aldım.

 

"Bak, yere düşmüş. Koparmam tabii ama bu gülün kendisi köklerinden ayrılmış alabilirim sanırım."

 

Ben çiçeğimi göstermek için yanına giderken telefonunu diğer eline alıp boşta kalan eline çiçeği aldı.

 

Saçlarımı bozmamaya dikkat ederek taktı kulağımın ardına elinde ki gülü.

 

"Yuvasını bulmak için köklerinden ayrılmış demek ki. Çok yakıştı."

 

Ben annesi tarafından parka getirilmiş küçük bir çocuk gibi neşeyle çiçeklerin ortasında dolaşırken Selim yakaladığı anların fotoğrafını çekiyordu.

 

"Komutanım, gidebiliriz. İşler bitti," dedi yanımıza gelen Yavuz.

 

Ben etrafımı son bir kez daha incelerken Selim elinde ki telefonu son kez inceleyip cebine kattı.

 

Saçımda ki çiçeği avuçlarıma aldım. Ona ait bir yer, bir yuva bulmam gerekiyordu.

 

Tekrar araçlara bindiğimiz de artık Merve ve Tuna da en önde ki araçta bizimle beraber geliyordu.

 

Arabanın ön kısmında duran suyu almak için uzandığımda bileğimdeki bileklik de öne doğru gelmişti.

 

Yeni fark etmiş olacak ki kaşları şaşkınlıkla havalandı.

 

"Takmışsın?"

 

Aslında hep takıyordum, sadece her zaman göstermiyordum. Bileğime değen bir tüy varmış gibi narin hissettiriyordu.

 

"Özel günler, özel parçalar," dedim.

 

"Benimki de yanımda," dedi.

 

Gülümsedim, çünkü biliyordum. O misketi ona verdiğim günden beri bir kez olsun yanından ayırmamıştı.

 

İpek ve Akın bugün ilk defa birlikte hareket edip magazinsel bir ruhla bizi izliyordu.

 

Beyaz, gösterişli bir binanın önüne gelmiştik. Kına salonu burası olmalıydı.

 

Önümüzde ki araba uygun bir yer bulup dururken diğer arabalar da arkasına dizilmeye başlamıştı. Tuna Merve'nin elinden tutarak salona girdi.

 

Biz de onlara ayak uydurmaya çalışarak peşlerinden salona girdik. Siyah ve kırmızı renklerin hakim olduğu salon gerçekten oldukça büyüleyici görünüyordu.

 

Kapıda Tunanın annesi ve babası olduğunu öğrendiğim Aysel teyze ve Yakup amca duruyordu. Merve'nin ailesi de onların hemen yanındaydı.

 

Hepimizden önce giren Selim'i görünce kocaman gülümsedi Aysel teyze.

 

"Gördün mü Yakup, benim oğullarım gelivermiş. Kızlarımı da getirmişler."

 

Bir anne sıcaklığıyla hepimize tek tek sarıldı.

 

"Kıskanıyorum Aysel sultan. Sen benim ikinci annem değil miydin?"

 

"Öyle ya, sende benim ikinci oğlum, Mert'im değil misin gadasını aldığım," diyerek sevdi Mert'i.

 

"Hoşgeldiniz çocuklar," diyerek yine aynı samimiyetle Yakup amca da hepimizi selamladı.

 

Artık her şey hazırdı, geriye sadece misafirlerin gelmesi kalmıştı.

 

Tuna ve Merve dinlenmek için gelin odasına giderken Ecem, Mert, Berker ve Yavuz da onlarla beraber gitmişti.

 

Biz kalanlar, sahnenin en önünde ki uzun masaya yerleştik.

 

Selim karşımdayken yanında Ercüment vardı, onun da karşısında Bade. Artık alışılmış bir düzene geçmiştik.

 

Yaklaşık bir saat kadar olmadan misafirler de yavaş yavaş gelmeye başlamıştı.

 

Selim, Burak ile bir şeyler konuşurken omzumda hissettiğim elle irkildim.

 

"Efsun?" dedi arkamda ki ses.

 

Burağın ve Selim'in bakışları anında bize dönmüştü.

 

"Faruk?"

 

Gerçekten buradaydı, annemin daha birkaç hafta önce arayıp seni istemeye gelmek istiyorlar dediği Faruk...

 

"Kılkuyruk Faruk," diye mırıldandı Selim.

 

"Seni burada görmeyi beklemiyordum."

 

"Bende beklemiyordum, beni tanımanı da beklemezdim. Kaç sene geçti sonuçta değil mi?"

 

Yüzünde ki rahat ifade biraz daha büyüdü.

 

"Aynı siyah saçlar, aynı yeşil gözler..

Hiç değişmemişsin ki Efsun. Hala çok güzelsin, tanımak çok zor olmadı."

 

Selim kollarını masaya dayayıp öne doğru eğilirken boğazını temizledi.

 

"Kalabalık gelmişsin, sende mi kız tarafısın yoksa?"

 

Kalabalık? Bu masa bizim en normalimiz haline gelmişti artık.

 

"Erkek tarafı sayılırım, uzun hikaye."

 

Onun gözleri ise artık benim üzerimde değil, Selim'in üzerindeydi.

 

Faruk elini Selim'e doğru uzatırken kendini tanıttı.

 

"Merhaba, Faruk ben."

 

Selim önce kendine uzanan ele baktı, karşılık vermedi. Burak Faruk'un uzattığı eli kavrayıp sıktı.

 

"Boşta kalmasın, Burak ben de."

 

Faruk gülerek selamladı Burağı.

 

"Ulaş Selim Karacalı," dedi Selim.

 

Devamını getirmeye gerek duymadı.

 

"Memnun oldum. Efsun ben masama gideyim artık, gelmek istersen hiç çekinme. Gel."

 

Samimi görünmeye çalışarak başımı salladım. Faruk yanımızdan uzaklaşırken kendimi sandalyeme bıraktım.

 

"Neden bilmiyorum ama bu adamda garip bir şeyler var," dedi Burak kendi kendine konuşur gibi.

 

"Neden aramana gerek yok aslanım, tespitin doğru zaten."

 

Bakışlarım endişeyle Selim'in yüzüne döndü.

 

Faruğun adını duyunca bile birkaç gün soğuk davranmıştı. Bugün yüz yüze görmesi de işin cabası olmuştu.

 

"Ee Burak, sen nasılsın? Çok konuşmuyorsun anladığım kadarıyla."

 

Bardağında ki sudan bir yudum aldı.

 

"Evet, çok konuşkan bir yapım yok. İyiyim, sen nasılsın?"

 

"İyiyim bende, Yavuz ile konuştunuz mu hiç, alıştınız mı bizlere?"

 

Diğerleri de artık sohbetimize dahil olmuştu.

 

"Konuştuk tabii, alıştık ikimiz de. Hepiniz oldukça samimi insanlarsınız, zor olmadı," dedi gülümserken.

 

"Ben daha seni konuşan birisi yapacağım kardeşim, şu süreçler bir bitsin. Gel bul beni," dedi Ercüment.

 

Hay hay der gibi başını salladı Burak.

 

Gelin odasının kapısı açılırken Yavuz koşa koşa sahneye gelmişti.

 

"Geliyorlar," dedi gür çıkan sesiyle.

 

Oldukça sakin ama kelebek hissi veren bir melodi sesi salonun içini doldurmuştu.

 

Kadınlar ve erkekler bir aradaydı. Aileler konuşup böyle ayarlamıştı Ecemden aldığım bilgilere göre.

 

Uzun sürmeden kına töreni bitecekti ama bizler için yeni başlıyordu. Parti tarzında bir şeyler planlamışlardı.

 

Tuna'nın ellerini sımsıkı tutan Merve sahnenin ortasına gelince gördüğü herkese gülümseyerek selam vermeye çalışıyordu.

 

Birkaç dakika sonra çalmaya başlayan dans şarkısıyla beraber pozisyonlarını alıp dans etmeye başladılar.

 

Mert, Ecem, Yavuz ve Berker de masaya gelip yerlerine oturmuşlardı.

 

İlk dans biterken salonda ki diğer çiftler de dans etmek için sahneye çıkıyordu.

 

"Ecü, sen mi kaldırırsın, diğer teklifleri mi değerlendireyim?"

 

Ercüment Badeye ciddi bir bakış attı. Kısa bir süre önce Tuğrul Albay ve eşi Sena teyze salona gelmişlerdi.

 

Hemen yan tarafımızda ki masada oturuyorlardı.

 

"Saçma saçma konuşma, ne başka teklifi?"

 

"O zaman sen niye kalkmıyorsun?"

 

Ercüment bakışları ile Tuğrul Albayı kontrol etti. Albay sık sık bizim masayı da kontrol etmeyi ihmal etmiyordu.

 

"Bade, senin baban benim Komutanım, albayım. Gözünün içine baka baka kızını dansa mı kaldırayım?"

 

Haklıydı, albaydan her zaman çok çekiniyordu. Bade onun aksine rahat bir ifadeyle bizim masayı inceleyen babasıyla göz göze geldi. Beden dili ile dans etmek için izin aldı.

 

Albay gülümseyerek Sena teyzeyi dansa kaldırdı. Hepiniz izinlisiniz demişti kendi adına.

 

"Gördün mü Ecü?"

 

Ercüment sıkıntılı bir şekilde birkaç kez derin derin nefes aldı. Bade'nin elini tutup sahneye çıkardı.

 

Ecem ve Mert de onlara katılıp dans etmeye başlamıştı.

 

"Komutanım, sıra sizde. Burak Komutanımı da gönderelim ki sıra bize de gelsin."

 

Yavuz kimle dans edecekti bilmiyorum ama bizi ortadan kaldırmaya çalışıyordu.

 

Selim ayağa kalkarak ceketini sandalyesine astı.

 

Artık sadece gömleğiyle kalmıştı.

 

Yanıma gelip elini uzattı, gözleriyle etti teklifini. Düşünmeden uzattığı elini kavrayıp ona eşlik ettim. Kollarımı boynuna sararken o da belimi sıkıca kavramıştı.

 

Yavuz amacına ulaşmış mıydı bilmiyorum ama Akın ve İpek de hemen ön tarafımızda dans ediyordu.

 

İpek Akın'a bakmamak için uğraşırken Akın yeni aşık olmuş gibi gördüğü her şeye, herkese gülümsüyordu.

 

Siyaha benzettiğim gözleri buldu tekrar gözlerim. Benim etrafı inceleyen bakışlarımın aksine o sadece bana bakıyordu.

 

"Yavuz söylemese dansa kaldıramayacak mıydın?" dedim duyması için kulağına yaklaşırken.

 

Birkaç saniye düşünür gibi oldu.

 

"İzin beklemesem kaldırırdım. Albayın bakışları sürekli bizim masadaydı, o yüzden düşündüğüm ilk an kaldıramadım."

 

Onlar için hep böyleydi. Eğer kendilerinden bir üst varsa onun her bir sözü emirdi. Emirin dışına asla çıkılmazdı. Bundan hiçbirimiz şikayetçi değildik, herkes düzene alışmıştı.

 

"Ama yine de Yavuz'un ısrarı işe yaradı sanırım, baksana. Akın ve İpek de dans ediyor."

 

Belimde ki elleri biraz daha sıkılaştı.

Birkaç milimlik olacak şekilde bedenimi kendine doğru çekmesine izin verdim.

 

Cevap vermek için kulağıma doğru eğilirken sakalları saçıma değdi.

 

"Eminim ki barışacaklar. İlk günden beri biliyorum bunu."

 

Usulca geri çekti başını. Boynumda hissettiğim nefesi içimde ki kelebekleri tekrar harekete geçirirken yüz ifademi düzeltmeye çalıştım.

 

"Neden bu kadar eminsin? Ya aralarında ki aşk gerçekten onarılamaz bir yerden hasar almışsa?"

 

Bu kez kulağıma yaklaşmak yerine başını öne eğdi. Burnu neredeyse burnuma değecek kadar yakındı.

 

"Aşk bütün yaraları saracaksa aşk değil midir zaten? Bırakalım onlar da birbirlerinin yaralarını sarsın. Her doktor kendi hastasının tedavi sürecini takip etmez mi?"

 

Artık ikimiz de susmuştuk. Şarkı yavaş yavaş sonlara gelirken duruşunu bozmadı. Kimse bize dikkat etmeyecek gibi meşguldü.

 

Burnumun ucu sakallarına değerken gözlerim kapandı.

 

Parfüm değildi onun kokusu. Daha önce hiç bilmediğim, şimdilerde ise ezber ettiğim kendine has kokusuydu bu.

 

Şarkı bitip yerini hareketli bir şarkıya bırakırken sahnede ki herkes oynamaya başlamıştı.

 

Bedenini usulca geriye çekip belimde ki ellerini gevşetti. O elini çektiği her an düşmeye bir adım daha yaklaşmış gibi hissediyordum.

 

Birkaç adım geriye gidip kollarını iki yana kaldırdı. Ulaş Selim Karacalı Kayseri havası oynuyordu...

 

Sebebini tahmin etmek zor değildi, Tunanın neden ısrarla ilk olarak bu şarkıyı çalmak istemesi de..

 

Olduğum yerde öylece kalırken ona eşlik etmek istercesine bende kollarımı kaldırıp birkaç hareket denemeye başladım.

 

Hiç acemi görünmüyordu, oldukça akıcı ve düzenli hareketlerle şarkıya eşlik ediyordu.

 

Oynuyormuş görüntüsü verip karşımda ki Komutanın bu halini zihnime işlemeye çalıştım.

 

Şarkı bitip yerini başka bir şarkıya bırakırken yanıma gelip elimi tutmuştu.

 

Artık masaya geri dönmüştük. Burak Yavuz'un ısrarına dayanamayıp sahneye çıkınca masada sadece biz kalmıştık.

 

Yarın gideceğimiz yemeğin anlık bir provası gibi olmuştu bu an.

 

Birkaç hareketli şarkının ardından herkes yerlerine geçip oturmuştu. Tuğrul Albay ceketini ilikleyip kendine uzatılan mikrofonu eline aldı.

 

Masada ki herkes anında oturuşunu düzeltmişti.

 

"Sevgili misafirlerimiz, öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Ben Tuğrul Altınok. Tuna oğlumun ve Merve kızımın ricası üzerine kısa bir konuşma yapacağım izninizle," diye başladı sözlerine.

 

Bade hayran bakışlarla izliyordu babasını. Ercüment de bütün ciddiyetiyle albayı dinliyordu.

 

"Bizlerin ilk aşkı vatandır. Aşk vatandır, anadır, yardır, evlattır. Bugün burada olma sebebimiz de bu. Oğlum bildiğim Tunanın yüreğine ikinci bir sevdayı sığdırmaya söz verdiği gün bugün. Yuvanız çok mutlu olsun, dertten, kederden uzak olsun. Son olarak bizlerin emir yetkisi de söz hakkı da bir üst görene kadardır. Kadınların olduğu yerde biz her zaman ast olanızdır. En kıdemlimiz için bile böyledir bu. Kadın demek dünyayı oluşturan, merhamet eden demek. Bu yüzden Merve kızım ne derse her bir sözü emirdir oğluma. Görevini her zaman en iyi şekilde yapacağına hiç şüphem yok. Vaktinizi ayırıp dinlediğiniz için teşekkür ederim, bizim çocuklar kendi aralarında ufak bir şeyler ayarlamışlar. Sahneyi aslanlarıma, evlatlarıma bırakırken hepinize iyi günler dilerim."

 

Her bir cümlesini gözümü kırpmadan dinlemiştim. O kadar akıcı konuşmuştu ki herkesin dikkatini çekmişti.

 

Tim aynı anda ayağa kalkarken bazıları rahat hareket etmek için ceketini çıkarmıştı.

 

Kızlarla beraber haberimiz olmayan bu sürprizi merakla inceliyorduk.

 

Hepsi sahneye dizilerken Tuna en öne geçti.

 

Zeybek Havasına benzer bir melodi duyuldu önce.

 

Dağlarda vatan için çarpışırız,

Canımızla, kanımızla savaşırız.

Çöllerde, susuz kalsak da çöllerde,

Canımızla savaşırız ey!

 

Hareketleri zeybeğe benziyordu. Araya giren kısa süreli melodi de hepsi yere çöktü. Ortada sadece Tuna kalmıştı. Sözlerin başlamasıyla hepsi aynı anda ayağa kalktı.

 

Bizim için önce Allah sonra vatan, bayrak için kurşun yeriz hiç korkmadan.

Hiç üzülme sonra den gelirsin Leylam, sonra sen gelirsin yarim hey...

 

Avuçlarını zemine vurup önce göğüslerine vurdular. Ardından dudaklarına ve alınlarına değdirip ileriye doğru savurdular.

 

Araya tekrar kısa süreli bir melodi girerken Selim'in gözleri gözlerimi buldu. Terlemeye başlayan saçlarının önü yine kıvırcık olmaya başlamıştı.

 

Şarkı bitene kadar bu hareketlerle devam etmişlerdi. Gösteri bitince salonda ki herkes ayağa kalkıp hızlı bir şekilde alkışlamaya başladı.

 

Hepsinin yüzüne bir gülümseme yayıldı. Tunanın omzuna vurup sarıldılar, tek tek tebrik ettiler.

 

Onlar tekrar masalarına gelirken testi kırma gibi kısımlara sıra gelmişti artık. Yaklaşık bir saat sonra tüm misafirler gitmeye başlamıştı.

 

Bizi ilgilendiren kısım bundan sonrasıydı.

 

Sibel Can Emret öleyim söylemeye başlarken kızlarla beraber çoktan ayağa kalkıp sahnede dans etmeye başlayan Merve'nin yanına koşmuştuk.

 

Ben senden vazgeçmem yoluna köleyim,

Sözünden hiç çıkmam emret öleyim

 

Bir elimle elbisemin eteğini düzeltirken bir elimi havaya kaldırıp kızlara eşlik etmeye başladım.

 

Selim ve Burak hariç herkes sahnedeydi, kendi halinde eğlenmeye başlamışlardı.

 

Merve bindallısı ile oldukça bütünleşmiş hareketler yaparken Ecem de ona ayak uydurmaya başladı.

 

Şarkılar hızla bitip yerini bir diğerine bırakıyordu. Hepsi oldukça hızlı ama eğlenceli bir haldeydi.

 

Al ben seninim, bende hüküm sür koynuma giriver aman

 

Badeyle beraber karşılıklı figürler yaptığımız ufak çaplı gösteri de omzuma çarpan biri ile durmak zorunda kaldım.

 

Arkamı döndüğümde Selim'i görünce şaşırmıştım.

 

"Hiç bakma öyle, hepsi Mert yüzünden. Başımdan gitmedi, çok ısrar etti," dedi yan tarafta ki kolona yaslanırken.

 

Onun orada duracağından emin olduktan sonra kaldığım yerden devam ettim.

 

Zil zurna sarhoş oldum aşkından,

Ne yapsam çıkmıyorsun aklımdan.

Ben gitmem seni burdan almadan..

 

Şarkıya kendimi kaptırmışken ilerleyen adımlarım Selim'in önünde durmuştu. Bir anlığına ayağımın kaydığını hissettim, düşeceğim esnada bir elini belime kavrayıp bir eliyle kolumu tuttu.

 

Sanki her şey susmuştu o an. Sadece gözlerimi delip geçen gözleri ve kulağıma dolan sözleri vardı.

 

"Ateşten korkuyorsan ateşle oynamamalısın Efsun.."

 

Bu kez düşündüren o değil ben olacaktım. Beklemediği bir anda cevabını verdim.

 

"Eğer, ateşten gerçekten korksaydım ona bu kadar yaklaşmazdım.."

 

                                ◇

 

İnsan mutlu olduğu zaman, zaman daha çabuk geçiyordu. Yaşadığım son birkaç gün bunun en büyük örneğiydi.

 

Biz çoktan İzmir'e gelmiş ve kına gecesini tamamlamıştık.

 

Bugün düğün olacaktı, öncesinde konuştuğumuz gibi Selim ile yemek yemeye gideceğimiz için ben güne oldukça erken başlamıştım.

 

Yarın sabah erkenden tekrar yola çıkmamız gerekiyordu.

 

"Efsun, hazır mısın?" dedi Ecem başını gömdüğü valizimden gözlerime bakarken.

 

"Aslında değilim, ne giyeceğim hiç bilmiyorum."

 

Yemek öğlen olacağı için fazla abartmak istemiyordum. Ecem bir eline siyah tulumumu diğer eline kırmızı elbisemi alıp havaya kaldırdı.

 

"Evet kızlar, seçeneklerimiz bunlar."

 

İpek ve Bade iki parçayı da dikkatle süzdü.

 

"Kırmızı olan," dedi Bade.

 

"Siyah olan," dedi İpek aynı anda.

 

"Kırmızı çok iddialı kaçar. Zaten iki gündür sürekli elbise ile görüyor Efsunu. Daha fazla afallamasın, siyah tulum daha sade ve şık. Bence günü kurtarır," diyerek açıkladı İpek.

 

Bade ve Ecem duyduklarından sonra biraz daha düşünüp İpeği onayladılar.

 

Ben tulumumu giyip dalgalı saçlarımı düzeltirken Ecem de bana makyaj yapıyordu.

 

Çok kısa bir sürede hazırdım. Çok abartılı olmayan ama bir o kadarda şık bir görünüm ortaya çıkmıştı.

 

Çantamı valizimden çıkarırken telefonumdan gelen bildirim sesiyle koşar adım yanına gittim.

 

Hazır mısın?

 

Ne Efsun, ne Füsun demişti. Demek ki ciddi ya da şaka yapıyor değildi. Karışıktı.

 

Hazırım.

 

Çantamı ve telefonumu elime alıp kızlara görüşürüz dedikten sonra dışarıya çıktım. Aşağıda beklediğine dair bir mesaj atmıştı.

 

Sakin tutmaya çalıştığım tavrımla asansöre bindim.

 

Zemin kata indiğimde asansörün kapısı yavaşça aralandı. Duruşumu dikleştirip kapıya doğru yürümeye başladım.

 

Araçların durduğu kısma gittiğimde Selim oradaydı. Dünün aksine koyu haki polo yaka bir tshirt ve siyah bir pantolon giymişti.

 

Özellikle üniformalı halini gördükten sonra yeşil tonlarını daha çok yapıştırmaya başlamıştım ona.

 

"Efsun," dedi mırıltıya benzer sesi.

 

"Selim," dedim kendinden emin çıkan sesimle.

 

Adıyla seslendiğim anlar nadir olduğundan şaşırıyordu.

 

Kapımı açtıktan sonra kendi tarafına geçti. Gideceğimiz yeri bilmiyorum. Detayları hiç konuşmamıştık.

 

Arabayı çalıştırıp önümüzde ki yoldan ilerlemeye başladı. Bu kez şarkı açmamıştı, belki de zihnimizin içinde ki sesler daha baskın olduğundandı.

 

"Gideceğimiz yeri bilmediğim için öylesine hazırlanmış oldum. İdare eder mi?"

 

Aslında kombinimle alakalı bir sorum yoktu. Amacım onu konuşturmak ve bu zamana kadar yaptığım gibi sözlerinden ruh halini anlamaya çalışmaktı.

 

"Sen orayı değil, orası seni idare eder bu halinle Efsun. Merak etme çok güzelsin."

 

Bu sefer ava giderken avlanan ben olmuştum. Dudaklarımda benden bağımsız oluşan gülümsemeyi bastırmaya çalışmadım. Selim aynadan yüzümü görünce küçük bir tebessüm etti.

 

Artık eskisi kadar kapalı değildik. Açıktık, nettik.

 

Beyaz ve siyah tonların hakim olduğu binanın önüne gelince arabayı durdurdu.

 

Arabadan indiğimde derin bir nefesi daha içime çektim. Bugün burada son günümüz sayılırdı.

 

Selim yanıma geldiğinde konuşmadan adımlarını takip ettim. Girişte bizi karşılayan garsona bir şeyler söyledikten sonra cam olan tarafa yöneldi.

 

Sandalyelerden birini çekerken oturdum, o da karşıma geçip yerine oturdu.

 

Garson menüleri getirir getirmez siparişimi vermiştim. Uzun zamandır yemediğim bir çok yemek vardı. Adını okumakla zaman kaybetmeden oldukça cezbedici görünen bir et yemeği sipariş ettim. Selim aynısından isteyerek garsonu yanımızdan göndermişti.

 

Kolunu yanında ki sandalyeye atıp bedenini geriye yasladı. Dirseklerimi masaya yaslayıp öne doğru eğildim.

 

"Oldukça güzel bir yere benziyor," dedim etrafı incelerken.

 

"Öyle, güzeldir."

 

Garson yemeklerimizi getirirken ağırdan almaya çalışıyordum. Her an yemeğe başlamam an meselesiydi çünkü.

 

İçecekler de geldikten sonra yine yanlız kalmıştık.

 

Aynı anda yemeklerimizi yemeye başladık. Küçük bir parça eti yerken midem çoktan bayram etmişti. Selim'e bakmadan yavaş görünmeye çalışarak tabağımda ki yemeği en hızlı şekilde yemeye başladım.

 

"Seninde seveceğini biliyordum," demesiyle bakışlarımı yüzüne çevirdim.

 

Neyi, diye soran gözlerime kısa bir bakış attı.

 

"Buraya her gelişimde bende bunu söylerim. Tercihimdir yani, sende sevdin anlaşılan."

 

O yüzden aynısından sipariş etmişti demek.

 

"Evet, gerçekten çok güzelmiş," derken kalan son parçayı da ağzıma attım.

 

Üzerine içeceğimi yudumlarken karşımda ki manzarayı izlemeye başladım.

 

Her yutkunuşunda hareket eden adem elmasını izledim bir süre. Ardından bardağı kavrayış şekline. Hepsi merakla izlediğim bir film havasındaydı.

 

"İstersen bir porsiyon daha söyleyebiliriz."

 

Bakışlarımı başka tarafa çevirip ifademi toparlamaya çalıştım.

 

"Teşekkür ederim ama doydum. Neden sordun ki?"

 

Çatalını tabağa bırakıp arkasına yaslandı.

 

"Kendi yemeğini bitirdiğinden beri bana bakıyorsun. O yüzden sordum."

 

Sözlerinin altında ki kinayeyi anlamamak için oldukça saf olmak gerekiyordu.

 

"Dalmışım öyle. Sende hiç konuşmuyorsun ki, kendi kendime konuşuyor gibi hissediyorum."

 

Artık topu ona atmıştım. Konu değişirken rahatladığımı hissetmiştim.

 

"Ben mi konuşmuyorum? Bunca zaman timle konuşmadım senin yanında konuştuğum kadar."

 

Cümlesini bitirir bitirmez artık alıştığım o küçük hapşırma sesine tepki vermemeye çalıştım.

 

Cevabını almıştım sonucunda.

 

Ben tepki vermeden durdukça o daha çok şaşırıyordu.

 

"Peki o zaman. Baştan başlayalım. Kendini anlat, neden Şırnak? Bunlardan bahset mesela."

 

Önce etrafı inceledi. Bakışlarını tekrar yüzüme çevirirken kollarını masanın üzerine koydu.

 

"Adımı biliyorsun zaten. Uşaklıyım, orada doğdum bir süre orada yaşadım. Sonra lise için Erzurum'a geldim. Eğitimimi tamamlandıktan sonra da mesleğe başladım. Şırnak olmasının bir sebebi yok. Görev yerim orası, o yüzden şu anlık orada yaşıyorum."

 

Çatık kaşlarıyla ifademi incelemeye devam etti.

 

"Ailen? Onlarla görüşmüyor musun? Hiç bahsetmedin, o yüzden sordum."

 

Neyden bahsetmişti de bu detayı atlamıştı ki zaten.

 

"Annem ev hanımı, babam ticaret ile uğraşıyordu artık emekli oldu çalışmıyor. Üç kardeşiz biz, abim ve ablam evli. En küçükleri benim."

 

Bir anlığına gözleri parladı. Ağırlığını kollarına vererek biraz daha öne eğildi.

 

"Son gittiğimde öğrendiğime göre amca oluyorum Efsun."

 

Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Onun neşesiyle beraber beni de pamuk gibi hissettiren bir haberdi bu.

 

"Çok sevimli bir şey bu, tebrik ederim," dedim bütün duygularımı ses tonuna aktarırken.

 

Başını sallayıp teşekkür etti. Umay ile arasında ki bağı düşününce yeğeni ile de hiç zorlamayacaktı.

 

"Soruların bittiyse sen kendini anlat Füsun."

 

Ses tonumu ayarlayıp konuşmaya başladım.

 

"Manisalıyım. Bende senin gibi orada doğdum ama babamın mesleği yüzünden Ankaraya taşındık. Ailem şu an hala orada yaşıyor. Annem öğretmen, babam emekli asker. Bir de erkek kardeşim var, Alp."

 

Abimi söylememiştim, zaten biliyordu.

Yine de onu da anlatmamı bekler gibi durakladı.

 

"Abim ile aramda üç, dört yaş vardı. Şimdilerde hemen hemen otuzuna girmiş olacaktı sanırım. Belki evlenirdi, bende hala olurdum bilmiyorum. Bunları yaşama şansım olmadı. Böyle işte," dedim.

 

Bu kez ağlamıyordum. İkimiz de artık yaralarımızdan güç alarak daha dik duruyorduk.

 

Başka bir şey sormadı. Sessiz kaldı bir süre.

 

"Efsun," dedi. Böyle seslendiği zamanlarda içime bir şeyler oluyordu. Pamukların üzerindeymişim gibi hissettiren bir şeyler...

 

"Ben sana gerçekten teşekkür etmek için bu yemeğe çıkmak istedim. Biliyorum defalarca kez konuştuk bunu ama benim için çok hassas bir konu."

 

Soluklanıp konuşmaya devam etti.

 

"Ben o bereyi alabilmek için çok uğraştım. Bırakmam, bırakamam. Bugüne kadar da hiç bir şeyi o bereden üstte tutmadım. Her şeyimi ona bağladım. Yürüyemediğimi hissettiğimde dünyam başıma yıkıldı sandım. Benim iki kardeşim de o saldırıda hayatını kaybetti. Yetişmeyi, onlara koşmayı çok istedim ama yapamadım. Sürüne sürüne gittim yanlarına."

 

Kollarında hala kırmızı çizikler ve geçmeye başlayan morluklar vardı.

 

"Tedaviye bile zaman ayırmadan devam edeyim dedim ama, yapamadım.

Çünkü bir daha onların başına böyle bir şey gelse yine geç kalmak istemedim. Koşarak gidebilmek için sana geldim."

 

O geriye doğru yaslanırken ben de bedenimi hafifçe öne doğru eğdim.

 

"Sen bana varlığımı, benliğimi geri verdin. Benden çok sen çabaladın. O yüzden bütün teşekkürler sana Efsun. Yaralarıma bakmak, ben düştüğüm zaman ayağa kaldırmak için orada olduğun için ne söylesem az. Bundan sonra, eğer bir şeye üzülürsen, çok sevinirsen yani ne bileyim bir şeylerini paylaşmak istersen dilediğin zaman yanıma gelebilirsin. Ben de mutlaka sana yakın bir yerlerde olurum."

 

Olurdu, ben nasıl onunla tanıştığımdan beri yanında durduysam o da benim yanımda olurdu.

 

Başka bir şey söylemedi. Sadece bardağında kalan rakıyı bir yudumda bitirdi.

 

Kulaklarımda hissettiğim kalp ritmimi bastırmaya çalışarak cevapladım.

 

"Bütün ricalar da sana.. Söylediğin her şey benim için çok kıymetli. Sevdiğin bir şeyin peşini sakın bırakma, çok mutlu ol. Eminim ki bundan sonra mesleğinde de hayatında da çok başarılı olmaya devam edeceksin. Emin olabilirsin ki bir gün olur da birisiyle konuşmak istersem bunu sana söyleyeceğim."

 

Bardağımda ki rakıyı ona doğru uzattım. Havada ki bardağıma kendi bardağını değdirdi.

 

"Tanışmamızın adına," derken küçük bir yudum aldım.

 

Daha önce sadece birkaç kez içmiştim ama tadına alışamadığım için tercih etmemiştim.

 

"Adına," dedi fısıltıyla.

 

Artık gitme vakti gelmişti. Bizi bekleyen yoğun bir akşam ve düğün vardı.

 

                                ◇

 

Rüya gibi geçen günler artık bitiyordu. Kına ve yemek bitmiş, geriye sadece düğün kalmıştı. Tuna ve Merve üç gün sürecek bir balayına giderken biz de Şırnağa geri dönecektik.

 

Askıda beni bekleyen siyah, saten ve küçük bir yırtmacı olan elbisemi alıp giyinmek için banyoya gittim.

 

Bade ve Ecem kuaföre gitmek gerekir diyerek Ercüment ve Merti de beraberinde götürmüştü. İpek, Kaya'nın ısrarı üzerine onunla beraber markete gitmişti.

 

Kaya bizim aksimize her şeyi son güne bıraktığı için hiç bir şeyi hazır değildi. Düğünde takacak takı ve hediyeleri almak için çarşıya gitmişlerdi.

 

Akın İpeği bir şekilde ikna edip onlara katılmayı başarmıştı.

 

Saçlarımı omuzlarıma bırakırken aynada görünen yansımama baktım. Makyajımı tamamlayıp çalmaya başlayan telefonumu cevapladım.

 

"Efsun, biz biraz geç kalacağız sanırım. O yüzden direkt salona geçeceğiz. Sende oradakilerle gelirsin değil mi?"

 

"Tabii, gidin siz. Hallederim ben."

 

Hazırdım, odanın içinde birkaç volta atıp arka arkaya derin birkaç nefes aldım.

 

Selim, Yavuz ve Burak kalmıştı burada.

 

Berker bir süre önce Tuna ve Merve'nin yanına gitmek için çıkmıştı.

 

Odamdan çıkıp karşı odanın kapısına yürüdüm. Hepsi odada olmalıydı.

 

Arka arkaya birkaç kez kapıya vurduğumda uzun sürmeden açıldı.

 

"Efsun?"

 

Beni karşılayan Burak olmuştu.

 

"Çok güzel olmuşsun," dedi baştan aşağıya kısa süren bir incelemeden sonra.

 

"Teşekkür ederim, siz ne yaptınız?"

 

Ben içeriye girmeden o dışarıya çıktı.

"Ben hazır sayılırım, Yavuz da bizim odadaydı. Anlayacağın bir tek Komutanım kaldı, o da duşa girmişti."

 

Ondan başka kimse kalmamıştı odada. Burak Yavuza bakacağını söyleyerek gitmişti. İçeriye girip girmeyeceğime karar vermeye çalışırken karşımda gördüğüm manzara ile olduğum yere çivilenmiştim.

 

Selim altına siyah bir pantolon giyerken üzerine bir şey giymemişti. Elinde ki havluyla saçlarını kuruluyordu. Beni görünce o da olduğu yerde kaldı.

 

"Füsun?"

 

Gözlerime kilitlenen bakışlarından kurtulup etrafıma kaçamak bakışlar atmaya başladım.

 

"İçeriye gelsene, niye kapıda bekliyorsun?"

 

Ben ağır ağır odaya girerken Selim askıda ki beyaz gömleğini alıp giymeye başladı.

 

"Kusura bakma, ben konuşmak için gelmiştim. Burak da gidince kaldım bir an öyle."

 

Alttan birkaç düğmeyi ilikleyip üst kısmı açık bıraktı. Omzunun arka tarafından sol göğsünün üzerine uzanan dikiş izi belli oluyordu.

 

"Önemli değil, ne söyleyecektin ki?"

 

Saçlarını öyle kurutmaman gerektiğini, dedi iç sesim. Elinde ki saç kurutma makinesini o kadar garip tutuyordu ki arkamda ki duvara yaslanıp onu izlemeye başladım.

 

"Gerçekten elindekini bu şekilde kullanmaya devam edecek misin, yardıma ihtiyacın var mı?"

 

Bir eliyle makineyi tutarken bir eliyle saçlarını düzeltiyordu. Aynada ki bakışları yüzüme çevrildi.

 

"Biri beni izlerken iş yapmak sandığın kadar kolay olmuyor Füsun. Ama evet, yardım edebileceğini söylüyorsan yardımcı olabilirsin."

 

Ben yanına biraz daha yaklaşırken o boylarımızı dengelemek için kalçasını evyeye dayadı. Böylece boyu biraz olsun daha yakın olmuştu.

 

Elinde ki makineyi avuçlarımın arasına alıp saçını kurutmaya başladım.

 

Konuşmadan, dikkatle hareketlerimi inceledi.

 

"Efsun?"

 

Hı, diye seslendim.

 

"Buradan döndüğümüz zaman tedavi bitmiş mi olacak?"

 

Saçlarına odakladığım bakışlarım yüzüne indi.

 

"Evet, yani bir iki gün daha devam ederiz muhtemelen. Sonrasında belgeleri albaya teslim edeceğim. Bir sorun çıkmazsa sonrasında görevine devam edersin."

 

O sessiz kalırken bende boşta kalan elimle saçlarını karıştırdım. Şampuan kokusu etrafa saçılmıştı.

 

"Sonrasında diğer doktorlarda olduğu gibi muayeneye gelmem gerekiyor mu? Tamamen mi bitiyor?"

 

Tedaviye başladığımız günden beri hiç gitmek istemiyordu. Sürekli bitti mi, başka bir şey yok mu, diye soruyordu.

 

Makineyi kapatıp lavaboya bıraktım.

 

"Şimdilik tedaviye gelmeni gerektirecek bir sorun görünmüyor. Ama ne zaman istersen, kendini kötü hissedersen gelebilirsin tabii."

 

Tuttuğu nefesini serbest bıraktı.

 

Üzerimdekileri yeni fark etmiş gibi baştan aşağıya inceledi.

 

"Çok güzel olmuşsun."

 

Saçlarımı omzumun üzerine atarken gülümsedim.

 

"Çok şaşırdım Komutan, normalde önce hareketlerime, yüzüme bakardın ama bu sefer fark etmedin?"

 

Aramızda ki mesafe hala çok yakınken yüzünde ki ifade belirsizleşti.

 

"Çünkü seninde dediğin gibi ilk defa oluyor bu. O an odağım neyse onunla ilgileniyorum demek ki."

 

"Askeriyede de mi böyle dalgın oluyorsun sen? Çok çabuk dikkatin dağılıyor o zaman."

 

Düşünmeden cevapladı.

 

"Askeriyede her hareketimi dikkatle izleyen bir sen yok, Efsun."

 

Başta bundan rahatsız olmuş gibi anlaşılsa da ses tonu oldukça memnundu.

 

Olduğum yerde birkaç adım gerilerken o da ayağa kalktı.

 

"İpek aradı, işleri uzun sürecekmiş. O yüzden sana haber vermeye gelmiştim ben, beraber gideriz değil mi diye?"

 

Bugün bizi Mert götüreceğini söylese de yine aynı döngüye uymak zorunda kalmıştım.

 

"Gideriz tabii."

 

Aynaya bakarken gömleğini düzeltmeye başladı.

 

"Benim işim bitti sayılır, odada ki valizde parfüm ve saat var onları verir misin?"

 

Başımı sallayıp banyodan çıktım. Yatağın üzerinde siyah küçük bir valiz vardı. Kapağını açar açmaz burnuma dolan kokuyla gözlerimi kapattım.

 

Önce parfümü aldım. Kutuda iki tane saat vardı. Biri gri, diğeri siyah renkte.

 

O an gri olan gözüme daha sevimli gelmişti. Elime alıp parfümle beraber tekrar banyoya girdim.

 

Uzattığım saati eline alınca gülümsedi.

 

"Zevkleriniz ablam ile çok benziyor sanırım."

 

Saati koluna takıp parfümünü sıktı.

 

İçimde oradan oraya uçuşan kelebekler kanatlarını daha hızlı çarpmaya başlamıştı o an.

 

İşi bitince odaya girip bavulunu toparladı. Şimdiden eşyalarımızı arabaya koyacaktık. Düğün bitince sabahında yola çıkacaktık.

 

Kendi valizini ve benim valizimi aşağıya indirirken Yavuz ve Burak da bize yetişmişti.

 

Eşyaları bagaja yerleştirip yerlerimize oturduk.

 

"Efsun abla, çok şık olmuşsun," dedi Yavuz'un neşeli sesi.

 

"Teşekkür ederim, sende çok şık görünüyorsun Yavuz."

 

Artık bu ikili ile de aramızda ki köprü sağlamlaşmaya başlamıştı. Eskisi gibi sessiz kalmak yerine sohbet edebiliyorduk.

 

Doğrudan salona geldiğimizde Ercüment ve Akın kapıda sigara içiyordu.

 

"Oo komutanlarım, model dergilerinden fırlamış gibisiniz."

 

Ercüment ve Akın'ın bakışları bizi buldu.

 

"Yavuz, bir daha ki koşuda sana kıyak geçeceğim haberin olsun."

 

Ercüment ve Yavuz kendi aralarında şakalaşırken Burak Akın'ın yanına sokuldu. Birbirlerini anlıyor gibilerdi.

 

"Yalan söylemeyeceğim, bunca zaman en çok eğlendiğim düğün buydu. Her bir detayı aşırı güzeldi," dedi Burak.

 

Öyleydi, bir aile gibi her şeyi birlikte yapmamız, eğlenmemiz hepsi gülerek hatırlayacağım bir anıydı artık.

 

"Merve ve Tuna içerde, kızlar da orada. Az önce Kaya aradı, onlar da gelir birazdan. Girelim biz de," dedi Ercüment.

 

Hep beraber salona girdiğimizde etrafta kimse yoktu.

 

"Görürsün bak, benden önce evlenirsin sen," diye söylene söylene yanımıza gelen Ecem'e gülümsedim.

 

"Ne evlenmesi ya, daha mezun olmadım ben."

 

Ercüment Bade'nin yorumuna şaşırmıştı.

 

"Yoksa uygun bir aday bulamam diye okulu mu bahane ediyorsun sen?" dedi Ecem neşeyle.

 

"Bade haklı işte, önce bir mezun olsun sonra diğer işleriyle de ilgilenir," diye atıldı Ercüment.

 

Hepimizin bakışları ona çevrilirken tedirgin olmuştu.

 

"Mezun olacağıma dair şüphen mi var Ecü?"

 

"Yok mu? Daha okulun ilk gününden profesörle kavga eden ben miydim kızım?"

 

Bade umursamaz bir bakı attı.

 

"Derste, bu erkek işi olduğu için sizin anlayamamış olmanız normal, diye bastıra bastıra benimle konuşmasaydı kavga etmezdik herhalde. Ayrıca göreveksin, birkaç ay sonra mezuniyet törenim geldiği zaman önce seni çağıracağım."

 

Herkesin bakışları bir Badeye bir Ercümente dönüyordu.

 

"Emin olabilirsin ki, büyük bir gururla seni izliyor olacağım."

 

Arkamızdan gelen gür sesle hepimiz olduğumuz yerde kalmıştık.

 

"Ekip toplanmış diyeceğim ama eksik var sanki," dedi albay.

 

"Yoldalar Komutanım, geliyorlar," dedi Ercüment.

 

Albay birkaç şey söyleyip yanımızdan ayrılınca bizde boş masalardan birine oturmuştuk. Misafirler gelmeye başlayınca salon da dolmaya başlamıştı.

 

Kısa bir süre sonra diğerleri de bize katılmış ve düğün başlamıştı.

 

Tuna ve Merve'nin dansının ardından birkaç çift daha sahneye çıkarken Selim ayağa kalkıp elini uzatmıştı.

 

Parmaklarımı avucuna bırakıp ayağa kalktım. Ercüment peşimizden Badeyi dansa kaldırmıştı. Biz dans etmeye başlarken gözüm bir anlığına başına bekleyen Badeye takıldı.

 

Ercüment müzik sistemi ile ilgilenen adamla bir şeyler konuştuktan sonra yanımıza gelmişti.

 

Onlar da dans etmeye başlarken bir anda değişen şarkıyla herkes şaşırmıştı.

 

Dağlar dar geliyor,

 

Of, kalbim soluyor.

Aşıklar böyle söylüyor,

İnsan zalim, insan alim, insan bir bilmece.

 

Şarkı sürüp giderken Selim'in omuzunda ki elimi sıkılaştırdım.

 

Yordu, kırdı, döktü efsunludur dünya.

Kolaya kaçanlar sezemiyor asla.

Acı sancı yara muhteşemdir korkma

Doya doya dokunsana, soluklansana...

 

Efsunludur dünya, demesiyle birlikte şaşırırken Selim de benimle beraber şaşırmıştı. Ercümentin konuştuğu şey buydu demek..

 

İkimizin bakışları da ona döndüğünde Bade ile gülerek bize bakıyorlardı.

 

"Ercü bile olsan arada bir işe yarıyorsun demek ki," diye mırıldandı Selim.

 

Şarkı bittiğinde masamıza geri dönmüştük. Bir süre daha devam eden müziklerin ardından sıra takı törenine gelmişti.

 

Ailelerden sonra sırada biz vardık, Tunaya takısını taktıktan sonra kenarda bekleyen ekibin yanına geçtim. Akın'ın söylediğine göre bir sürpriz vardı.

 

Takı sırası bitince diğer timlerin birinden olduğunu öğrendiğim Okan ve eşi Buse elinde tuttukları Yılmaz yazısıyla Merve'nin yanına geldiler.

 

"Ulaş amcaa," diyerek yanımıza koşan çocuğu kucağına aldı Selim.

 

O gün top oynadığı çocuktu bu. Kerem demişti adına.

 

"Bizim de kendi aramızda böyle ufak tefek adet tarzı etkinliklerimiz var," diyerek açıkladı Akın.

 

Tuna'nın üniformasında Yılmaz yazan kısmı Buse küçük bir iğneyle Merve'nin göğsüne tutturdu.

 

Öğrendiğime göre son evlenen çift, kendilerinden sonra evlenen çiftin düğününde bunu yapıyordu.

 

Onlar da bunun için Okan ve Buseyi seçmişlerdi.

 

"Ulaş amca, sizin düğünde de annem böyle yapacak mı?"

 

Keremin sorusuyla bütün ekibin bakışları üzerimize çevrilmişti. Ercüment oldukça rahat bir tavır sergilerken diğerleri onlardan bizli bir şeyler yapmışız gibi şüpheyle bizi inceliyordu.

 

"Benim düğüne gelene kadar bir çok düğün var ufaklık. En son kim evlenirse o yapar bizimkinde de olmaz mı?"

 

Kerem başını sallayıp parmağı ile beni işaret etti.

 

"Bu abla seni benden çok mu sevecek o zaman?"

 

Ben kırmızıya dönen yüzümü gizlemeye çalışırken herkes gülmeye başlamıştı.

 

"Sen çok mu konuşkan olmuşsun? Ne demek benden çok mu sevecek? Ben senin Ulaş Amcan değil miyim?"

 

"Öylesin ama onun da kocası oluyorsun."

 

Aldığım nefes boğazıma kaçarken diğerlerinin gülmesi daha da büyümüştü.

 

"Çocuktan al haberi mi diyorduk Komutanım?"

 

Mert gülmesini bastırmaya çalışarak sorduğu sorunun ardından gülmeye devam etti.

 

"Bak Kerem, belli ki bir şeyleri yanlış anlamışsın. Efsun ablan benim doktorum, o yüzden bana yardımcı oluyor."

 

"Doktor mu? İğne yaparken senin de canın acıdı mı amca?"

 

Selim'in bakışları Keremin üzerinden beni buldu.

 

"Bu sefer acımadı."

 

"Ben biliyordum böyle olacağını," diyen Berkeri duymazlıktan gelmeye çalıştım.

 

Kerem, Selim'in kucağından kurtulup koşarak annesinin yanına gitti.

 

Ben kendimi boş sandalyelerden birine atarken diğerleri de boş buldukları yere oturmuşlardı.

 

"Kerem'e bak be, biz gözümüzün önünde olanı görmüyoruz. Çocuk iki dakika da evlendirdi bizimkileri."

 

Selim'in kızgın bakışları Ercümenti buldu. Herkes bir anlığına sessizleşti.

 

"Ama Komutanım, yalan mı söyleyelim? Çok yakışıyorsunuz işte."

 

Bunu söyleyenin Mert olması canımı daha çok sıkmıştı.

 

İpeğin uzattığı bardağı alıp içinde ki suyu bir yudumda bitirdim.

 

"Mert, ceza istemiyorsan gözüme görünme bakışı bu," dedikten sonra bir daha konuşmadı Mert.

 

Herkes bir bahane bulup yanımızdan ayrılırken İpek ve Akın kalmıştı geride.

 

"Sen bakma onlara, boş boş konuşuyorlar öyle."

 

Akın'a başımı salladım.

 

"Efsun, Kerem daha küçük olduğu için yanlış anlıyor bazı şeyleri. Kusura bakma."

 

Dakikalardır kaçırdığım bakışlarım gözlerini buldu.

 

"Kerem çok zeki bir çocuk. Demeyeyim dedim ama dayanamayacağım. Mert'in de dediği gibi çok güzel görünüyorsunuz dışardan. Bakışlarınız, tavrınız anahtar kilit uyumu gibi."

 

Yere eğdiğim başımı İpeğe çevirdim.

 

"Bazen bakışlar yetmez İpek, bazen cümlelerle konuşmak gerekir kalp dilinden," dedi Akın.

 

Bir süre sonra onlar da yanımızdan ayrılmıştı.

 

Biz hiç cümlelerimizle konuşmamıştık ki, gözlerimiz konuşmuştu bizim hep.

 

Selim'in hali de benden farklı değildi. Kafası karışmış gibiydi, gözlerini gözlerimden kaçırmaya devam etti.

 

Düğün bittiğinde misafirler tamamen gidince bizde otele geri dönmüştük. Üzerimi değiştirip yatağıma uzandım. Sabah erkenden yola çıkmamız gerekiyordu. Başımı ağrıtan düşüncelere inat gözlerimi kapatmaya çalıştım. Yarın başladığımız yere geri dönüyorduk, belki de aradığımız cevaplar orada bizi bekliyordu...

 

                                             ♡

 

Bu bölüm Liva'nın yazdığı en uzun bölüm olabilir arkadaşlar.

 

Umarım beğenmişsinizdir. Nasıl buldunuz yeni bölümü?

 

Sizin en çok sevdiğiniz çift ya da sahne hangisi?

 

Satır arası yorum yaparsanız tepkilerinizi oradan da görmeyi çok isterim.

 

Twitter ve tiktok üzerinden sayfalarımızı takip edebilirsiniz...

 

Sizi çok seviyorum, sevgilerimle💘

 

 

 

Bölüm : 22.08.2024 22:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...