6. Bölüm

4.BÖLÜM

Liva Sayina
livasayina

Nice Serhatlar, Yiğitler şehit olurda yerine yine nice Buraklar, Yavuzlar gelirdi.. Öncelikle bütün şehitlerimize Allahtan rahmet diliyorum. Bölümlere gelecek olursak umarım sevmişsinizdir, bu bölümde de eğlenceye kaldığımız yerden devam ediyoruz.. Bu bölüm bendeniz Liva'dan bütün okurlarına ithaf edilmiştir.. Sizi çok seviyoruz♡

 

                                                                                                                                                    ◇

 

"Eğer evde sizi bekleyen bir anneniz varsa dünyanın en şanslı insanı sizsinizdir," derdi öğretmenim.

 

Ulaş'ın kendi ailesini tanımasam da kendi oğlu kadar seven başka bir annesi daha vardı. Geldiği andan itibaren yürümemesi için uğraşan, eve gelir gelmez çorba yapan bir annesi.

 

Biz arkadaş değil, kardeş oluruz demişti Ercüment laf arasında. Onların bağı düşünülenin aksine daha kuvvetliydi, ölümün bile ayıramadığı bir kuvvet.

 

Ocakta kaynayan çorbanın altını kapatıp sıcak sıcak kaseye doldurdu Sevim teyze. Ezogelin çorbası yapmıştı, Yiğit hasta olunca da hep bunu içerdi, iyi gelirdi demişti.

 

Kaseye doldurduğu çorbayı masaya koyup Selim'i çağırdı. Zorla oturttu masaya. Kendisi de karşısına oturup elleriyle yedirmeye başladı. Gülümseyerek izledim karşımda ki görüntüyü. Evde bizden başka kimse yoktu kızlara az önce attığım bir mesajla durumu özet geçince memnuniyetle karşılamışlardı.

 

Tabak boşalana kadar elleriyle yedirdi Sevim teyze. Son kalan çorbayı da kaşıkla Selim'in ağzına tıktıktan sonra ayağa kalktı. Yapacak çok işi vardı, bugün bizde kalacakları için akşama yemek hazırlıyordu. Ceren abla ile yardım etmek istesek de asla kabul etmemişti. İçeride oturup sohbet eden Metin abigilin yanına gidip koltuklardan birine oturdum.

 

Umay hala Selim'in kucağındaydı, geldiğimi görünce ellerini uzatıp bana gelmeye çalıştı. Gülümseyerek yanına gittim, kollarımı ona doğru uzatınca minik parmakları elimi kavradı. Onu kucağıma alırken Selim'in yanına oturdum.

 

"Ulaş'ı doğduktan sonra ikinci görüşü Umay'ın. Ama Efsun'a da alıştı baksana Metin."

 

Selim bize baktı, kucağımda ki Umay'ın parmaklarına ufak bir öpücük kondurdu.

 

"Ulaşa da dayı dedi. Hiçbir şeyi bilmiyorken bile hissetti," dedi Metin abi.

 

Yiğitten sonra tek dayısıydı Ulaş.

 

Ceren abla dolan gözlerini sildi.

 

"Ben Ulaş'ı on dört yaşından beri tanıyorum Efsun," diye başladı anlatmaya.

 

"Liseye yeni başlamışlardı. Annesi'gil memlekette olunca sık sık bize gelirlerdi, Yiğit'in odasında kalırlardı. Başta böyle samimi değildik tabii. Zaman geçtikçe daha da çok tanıdık birbirimizi, o bizi, biz onu. Annemin her zaman ikinci oğluydu, babam ise zaten ilk günden bağrına basmıştı Ulaş'ı."

 

Derin bir nefes aldı. Metin abi uzanıp elini tutunca burukça gülümsedi.

 

"Bir gün yine izine gelmişlerdi bizim eve. Müzik aletimi yanlışlıkla kırınca çok kızdım ona. Ama o bana hiç cevap vermedi, özür diledi. Bütün parasını biriktirip daha da güzelini aldı. Ona kızdığımı öğrenince Yiğit çok kızdı bana. 'Ben ilk defa bir arkadaşımı eve getirdim abla, kardeşim o benim. Oradayken siz yoksunuz ama o var. Ben üşüyünce montunu o veriyor, hastayken o ilaç alıyor,' dedi. İşte o an bende kendime çok kızdım. Çünkü Ulaş da artık benim bir kardeşimdi. Ablalar kardeşlerine küs kalamazdı," derken göz yaşları yanaklarına sürülmeye başladı.

 

Kısa süreli bir sessizlik oluştu. Herkes bakışlarını birbirinden kaçırıyordu. Başını boynuma yaslayan Umay'a sıkıca sarıldım. Uyuyacaktı, o da bizim gibi çok yorulmuştu. Mehmet amca mutfaktan yanımıza gelince hepimiz toparlanmıştık. Uzun süre kalmadı, dinleneceğini söyleyerek misafir odasına gitti. Yine biz bizeydik, bundan sonrasında hep biz bize olacağımızı bilmeden oturuyorduk öylece.

 

Selim eğilip Umayı kontrol etti.

 

"Uyumuş," diye fısıldadı kulağıma.

 

Ceren abla yatağına yatırmak için Umayı götürürken Metin abi de peşinden gitmişti. Artık sadece Selim ve ben vardık.

 

"Balkona çıkalım mı?" diye sordu. Burada konuşursak Sevim teyze her şeyi duyabilirdi. Başımı sallayarak adımlarını takip ettim.

 

Bu kez ayakta durmadı, çektiği sandalyelerden birine oturdu.

 

Cebinde ki misketi çıkardı. Yanında taşıyordu. Gözleri gözlerimi bulurken gülümsedim. Boş sandalyelerden birisini çekip karşısına oturdum.

 

"Haklıymışsın, artık kendimi çok güçlü hissediyorum."

 

Avucunda ki misketi sımsıkı tuttu. Öyleydi, artık eskisinden çok daha güçlüydü. Arkasında onu seven, onu destekleyen birçok ailesi vardı.

 

"Yeni tedavini nasıl buldun? İşe yaradı mı sence?"

 

Misketi tekrar cebine katıp yüzüme baktı. Gözlerinde ki o bilinmez duygu yavaş yavaş kayboluyordu.

 

"Çok, çok işe yaradı. Bak Efsun, ben asla yalan söylemem. Başta çok korktum, ya devam edemezsem dedim ama sayende eskisinden çok daha iyiyim. Bırak yürümeyi koşarım bile şu an. Bunların hepsi senin sayende oldu, sen olmasaydın ben toparlayamazdım."

 

Yutkunurken hareket eden adem elmasını izledim. Derin bir nefes çekti içine.

 

"İyi ki varsın Efsun," dedi fısıltıya yakın bir sesle.

 

İkinci balkon vakamı da az önce yaşamıştım. Ne zaman bu balkona beraber çıksak toparlanmam zaman alıyordu. Artık eskisi kadar kapalı değildi, açıktı, netti.

 

"İtiraf edeyim, böyle olmasını beklemiyordum. Bende başta başaramayız bu kadar sürede dedim, tedaviye uymazsın dedim. Ama başardık, bu kadar kısa sürede bu kadar ciddi bir yere gelebildik. Senin de bunda payın çok büyük. Sende iyi ki varsın Komutan."

 

Gülümsedi, böyle seslendiğim zaman yüzünde ki ifade daha da yumuşuyordu.

 

Öne doğru eğilirken aramızda ki mesafeyi biraz daha kapattı. Yüzüme düşen bir tutam saçı parmaklarının arasına alıp kulağımın arkasına sıkıştırdı.

 

Aramızda ki mesafe çok azdı, nefesini hissedebileceğim bir yakınlıktı bu.

 

Yine hapşırdı, bu kez çabuk toparladı.

 

"Yapma Füsun, yanarız," dedi nefesi kulağımı okşarken.

 

Şaşkınlıktan açılan gözlerimle öylece kalakalmıştım. En başından beri olmaktan korktuğum yerdeydim.

 

Geri çekilirken bakışlarını üzerimden çekmedi. İlk defa bakışlarını kaçıran ben olmuştum.

 

"Yemekler hazır, kızlar da geldi," diye bağırdı Sevim teyze.

 

Oturduğum yerden hızla kalkıp içeriye koştum. Yüzüm alev alev yanmaya başlarken ellerim buz gibiydi.

 

Çarptığım kişiye bakmak için durakladım.

 

"Efsun, iyi misin sen?"

 

Ecem'di gelen.

 

"İyi, iyiyim," dedim kendime gelmeye çalışırken.

 

"Yanakların kıpkırmızı olmuş. Hasta mısın sen?"

 

İpek de buradaydı, konuşana kadar varlığını fark etmemiştim. İyi olduğuma dair bir şeyler mırıldanıp onlarla beraber masaya oturdum. Herkes masada toplanmıştı. Gözlerim Selim'i aradı, gitmişti.

 

"Ulaş'ı Komutanı çağırmış galiba, oraya gitti o," dedi Ceren abla.

 

Yalandı, o da kaçmıştı. Onun da beklemediği bir andı yaşanan. Küçüktü belki ama etkisi büyüktü. Belki de en iyisi buydu. Bir süre yalnız kalıp düşünmek ikimize de iyi gelecekti. Kızlar kendilerini tanıtırken yemeğimi hızla bitirip odama gittim.

 

Yatağıma kendimi bırakıp derin bir nefes aldım.

 

'Füsun, yapma, yanarız,' diyen sesi geldi tekrar kulaklarıma. Yan tarafımda ki telefonumu elime alıp mesajlara baktım. Yeni bir mesaj yoktu ama artık profil resmi ve yazısı vardı.

 

Fotoğrafı büyüterek incelemeye başladım.

 

Sırtı kameraya dönüktü, bu yüzden yüzü görünmüyordu. Yeşil bir alanda çekilmiş resmi bir süre daha inceledim.

 

Fotoğraftan çıkıp aşağısında yazan yazıya baktım.

 

Per aspera ad astra

 

Daha önce duyduğum bir sözdü bu. Zorluklardan yıldızlara doğru.

 

Daha fazla çevrim içi olmamak için çıkmaya çalışırken yapmaktan korktuğum şey başıma gelmişti. Arama tuşuna basmıştım. Çalmaya başlayan telefonu kapatıp yan tarafıma fırlattım. Bugünlük bu kadar eğlence yeterdi.

 

Telefonum çalıyordu. Ekranda yazan Ulaş Selim Karacalı yazısını görünce telefonu elime almadım. Çalması bitince kapanırdı nihayetinde.

 

Bir süre çaldıktan sonra kapanmıştı, yorganımı üzerime çekip uzun zaman sonra ilk defa gözlerimi istekle kapattım. Uyumam lazımdı, rüyadan uyanmanın tek yolu buydu.

 

                                 ◇

 

Ulaştan..

 

Bir operasyon iki şehitti. Sonrası yoktu, sonrası mücadeleye devam edememekti. Elimde ki kağıda baktım ifadesiz gözlerimle. Anlamadığım dile bir çok şey yazılıydı. Hastanede ki doktor fizyoterapistime vermem gerektiğini tembihlemişti. Bir ay boyunca timin dalga konusu olan yaşlı doktorla beraberdik artık. Duvarlardan tutunurken adımlarımı olabildiğince hızlı atıp revire ilerledim. Adının Ece olduğunu hatırladığım hemşire girişte ki masada evraklarla uğraşıyordu. Geldiğimi görünce bilgilerimi alıp elinde ki kağıda not etti. Yan yana duran kapılardan birini parmağı ile işaret etti.

 

"Doktorumuz Ef-"

 

Cümlesini tamamlayamadan telefon çalmıştı. Onu orada bırakıp gösterdiği kapıyı birkaç defa çaldım. Ses gelmiyordu, kulağı duymuyor olmalıydı. Beklemeden kapıyı açtım. Genç bir kadın vardı karşımda, siyah saçları ve büstiyeri ile olan bir kadın. Kapının açıldığını görünce hızlıca elinde ki kısa kollusunu üzerine geçirdi.

 

Dışarıya çıkmak yerine içeriye girdim, ardımda ki kapıyı kapattım.

 

Etrafta yaşlı birisi yoktu, doktor önlüğü giyen birisi de.

 

"Doktor nerede?" diye sordum.

 

Kadın şaşkın gözlerle etrafı inceledi.

 

"Gördüğüne göre Doktor benim, sırık kuala."

 

Sırık kuala? Birkaç adım atıp aramızda ki mesafeyi kapattım.

 

"O ne be? Ayrıca sen yeni mi geldin buralara, hiç görmedim seni."

 

"Evet, diğer doktor emekli olunca ben atandım. Hem görsen ne fark edecekti, hatırlamazdın işte."

 

Unutmazdım. Bir kere dahi görsem hatırlardım.

 

"Yanılıyorsun doktor, hatırlardım."

 

Kaşları şaşırmış gibi havaya kalktı. Elinde topladığı saçlarıyla etrafı inceledi. Bir şey arıyor gibiydi. Aradığı şeyi bulamamış olacak ki vazgeçip masasına oturdu.

 

"Sen kimsin, neden gelmiştin?"

 

Yavaş adımlarla masanın ön tarafında ki koltuklardan birine oturdum.

 

"Kıdemli Üsteğmen Ulaş Selim Karacalı. Diğerleri elinde ki kağıtta yazıyor zaten."

 

Önce bilgisayardan bir şeyler inceledi. Ardından bazı evrakları doldurduktan sonra imzalaması için bana uzattı.

 

"Selim Bey, şuraya imza atmanız gerekiyor."

 

Selim demişti. Annemden başka kimse bana Selim demezdi. Yıllardır Ulaştım ben. Çatılan kaşlarımla yüzünü inceledim.

 

"İsterseniz şimdi başlayabiliriz tedaviye."

 

"İsterim, başlayalım yani."

 

Anlayamadığım bir şekilde dikkatim dağılıyordu. Koltuktan destek alarak sedyeye ilerledim

 

"Önce ceketinizi çıkarın ardından uzanın Selim Bey."

 

Ceketimi çıkarıp koltuklara fırlattım. Kollarımdan destek alarak sedyeye uzandım.

 

"Şimdi bazı hareketler yapacağız sizinle, bunları düzenli bir şekilde uygulayınca ağrı da geçecek, yürümeniz de kolaylaşacak."

 

"O ağrı hiç geçmeyecek doktor," dedim gözlerim gözlerine odaklanırken.

 

Doktor anlamamıştı. Yüzünde ki boş ifadeyle yüzüme baktı.

 

Bileklerimden başlayıp yukarıya doğru değişik masaj hareketleri yapmaya başladı.

 

O bacağıma masaj yaparken kollarımı başımın altında birleştirip onu izlemeye başladım.

 

Daha şimdiden hafiflemiştim sanki. Bütün ağrı o an uçup gitmişti.

 

"Sen öyle durup beni mi izleyeceksin?"

 

Düşünmeden cevapladım.

 

"Şu an başka yapacak bir şeyim mi var?"

 

"Konuş mesela, zaman geçsin yani."

 

En fazla kaç saat sürerdi ki bu masaj zaman geçsindi. Duvarda ki saate baktığımda çoktan yirmi dakika olmuştu.

 

"Ben niye konuşayım, sen konuş. Buraya yeni gelen sensin doktor. Tanıt kendini."

 

Kısa süren şaşkınlığını görmezden gelerek cevapladı sorumu.

 

"Tanıtacak ne var işte, Efsun ben. Bundan sonra bir süreliğine doktorunum bir de."

 

Önüne düşen bir tutam saçı geriye attı. Masaj sırası kollarına gelmişti.

 

"Füsun demek, güzel isim."

 

Elimi avucuna alarak yumuşak hareketlerle ovmaya başladı.

 

"Efsun, Füsun değil."

 

Füsundu. Ulaş'ın Selim olduğu yerde Efsun da Füsundu.

 

"Benim adım da Ulaş. Burada herkes bana Ulaş der. Ben sana neden Selim diyorsun diye sormadım. Sende Füsun ol bu yüzden."

 

İkinci isminin Selim olması dışında sorun yoktu. Uğraşmaya değmez diyerek masajına devam etti Efsun.

 

Masaj yaptığı elimi bırakarak masasına geçti.

 

"Kalkabilirsin komutan, çok mu sevdin yerini?"

 

Gülümsemişti, geldiğimden beri ilk kez güldüğüne şahit olmuştum

 

"Bitti mi? Her gün bu kadar kısa mı sürecek bu?"

 

Yaklaşık bir saat olmuştu masaj yapalı.

 

"İlk günlerde bu kadarı yeterli. Daha ne istiyorsun komutan?"

 

Bir eliyle saçlarını toplamışken diğer eliyle de çekmeceleri açıp tokasını arıyordu.

 

Yerimden doğrulup ceketimi bıraktığım koltuğa ilerledim.

 

"Sen ikide bir ne arıyorsun orada?"

 

"Tokamı bulamıyorum, saçlarımı açık bırakmayı çok sevmem de toplayayım dedim toka yok işte."

 

Elimde ki ceketi bırakıp arkasına geçtim. Ablamdan gördüğüm kadarıyla toka olmadan da bağlanabiliyordu.

 

"Bazı şeyleri elindekileri kullanarak yapmayı öğren doktor. İyi günler."

 

Cevap vermesini beklemeden ceketimi alıp çıkmıştım odadan. Dışarıya çıktığımda bahçe çok kalabalık değildi.

 

"Ulaş abi," diye bağıran Kerem yanıma gelmişti. Mustafa'nın oğluydu Kerem.

 

"Top oynayalım mı yine beraber? Ben artık kaleci olmayı öğrendim. Atsana topu bana," dedi koşarak yerine geçerken.

 

Gülerek baktım karşımda ki çocuğa. Topa vurmak için bacağımı kaldırmayı denesem de olmuyordu. Hala o kadar gücü yoktu.

 

"Ne yapıyorsun sen? Daha az önce tedaviden çıktın."

 

Doktor gelmişti. Ne zaman geldiğini görmesem de karşıma geçmiş, beni azarlıyordu.

 

"Kerem, arkadaşımın oğlu. Görmüşken şakalaştık işte. Ne bu hiddet?"

 

Kızgın gözlerle yüzüme baktı.

 

"Ulaş abi, bu doktor abla kim? Yoksa,"

 

Bakışlarım hızla Kerem'e döndü. Korktuğum şey başıma gelmek üzereydi. Kerem askeriyenin çocuktan al haberi görevini üstleniyordu.

 

"Kendin dedin işte koçum, doktor. Benim bacağım biraz ağrıyor bu ara onun için kızdı o bakma sen."

 

"Anladım kii," diyerek topu attığı askere koştu Kerem.

 

Anlamamıştı ki, yoksa yoktu işte.

 

Endişeli bakışlarım bir yandan Keremi izlerken bir yandan doktora bakıyordu.

 

"Son kez söylüyorum komutan, eğer iyileşmek istiyorsan tedavini aksatma ve her gün düzenli yürü. Yoksa bir ömür çıkamazsın o tedaviden."

 

Başka bir şey söylemedi, arkasına da dönmedi. Söylemesi gerekeni söyleyip gitmişti.

 

                                                                                   ◇

 

KESİT

 

Tedaviye başlayalı artık üç hafta oluyordu. Bu zamana kadar garip de olsa birlikte vakit geçirmiştik Efsunla. Hepsinde ayrı bir anısı vardı. Garip bir duygu vardı içimde gezinen. Şimdiye kadar hiçbir kadına dair detayı hatırlamazdım. Ne adını, ne görünüşünü ama Efsun'a dair olan her şey aklımdaydı. Her bir detayıyla.

 

Saçını her zaman toplardı mesela, çok makyaj yapmazdı. Ruj tonları hep kırmızıya yakındı.

 

Onunla birlikteyken heyecandan hapşıracak bir çok şey oluyordu. Aramızda ki kıvılcımlar yanmanın eşiğindeydi. Ben yanmaya her zaman hazırdım. Ama onu bilmiyordum, onun ateşi de benimkini harlar mı yoksa kendi ateşim sadece beni mi yakar bilmiyordum. Aşkta ve savaşta her yol mübah derlerdi, peki ya aşk savaşında?

 

                                                                                       ◇

 

Anne kahvaltısı başkaydı, kokusu bile. Bu kokuyla uyanmayalı uzun zaman oluyordu. Bu kez direnmeden kalktım yattığım yerden, koşarak elimi yüzümü yıkadım. Artık iyiydim, dünün etkisi yavaş yavaş üzerimden kalkmıştı. Bugün Sevim teyzegil'i de yolcu edecektik, işleri nedeniyle uzun süre kalamayacaklardı. Elime geçen ilk şeyleri üzerime geçirip çoktan kurulmuş olan kahvaltı masasına gittim. Herkes toplanmıştı, Sevim teyze bardakları getirirken Ceren abla da yaptığı keki masaya koyuyordu.

 

"Keşke daha uzun süre kalsaydınız," dedim.

 

Üzgündüm, sadece bir gün bile onlarla vakit geçirmek iyi gelmişti.

 

"Bizde çok isterdik kızım ama Kayseri de de işler var. Gitmemiz lazım bugün," dedi Mehmet amca.

 

Omuzlarımı düşürüp yerime oturdum. Herkes çok mutluydu. Ecem ve İpek bile bugün erkenden uyanmış kahvaltıya yardım etmişti.

 

"Ee Efsun, sen nasılsın?" diye sordu Metin abi.

 

"İyiyim abi, çalışıyorum. Bir yandan da buraya alışıyorum. Yaşayıp gidiyoruz öyle," dedim çatalımda ki peyniri ağzıma atarken.

 

"MaşAllah benim kızlarıma, hepsi de birbirinden güzel."

 

Sevim teyze gururlu bir bakış attı yan yana oturan üçlüye.

 

İpek de benim gibi rahat bir şeyler giyerken Ecem her zamanki gibi iki hafta önceden ayarladığı kombinini giymişti.

 

Şırnak her gün işe etekle gidip makyaj yapmayanı kabul etmiyordu onun için.

 

Kahvaltı bitince hep beraber masayı toparlamıştık. Ecem çalan kapıya bakmak için giderken bende kahve yapmak için mutfağa girdim.

 

3 orta, 2 şekerli, 2 şekersiz kahveydi. Çıkardığım cezveye kahveyi atarken Ecem koşarak yanıma gelmişti.

 

"Efsun, bir fincan daha kahve yapman gerekiyor. Sade olacakmış."

 

Sade Türk kahvesi? Çalan kapı?

 

"Komutan geldi," dedi sırıtarak. İpek de koşar adımlarla yanımıza gelince kadro tamamlanmıştı.

 

"Hepsini aynı anda yapamam, soğur," dedim. İpek dolapta ki kahve makinesini çıkarıp bana yardım ederken Ecem kalçasını tezgaha dayayıp konuşmaya devam etti.

 

"Komutan buraya gelmeye çok alıştı bence. Adam sabah uyanır uyanmaz soluğu burada almış baksanıza."

 

Ben karşı çıktığımı söylemek için Eceme dönerken İpek konuştu.

 

"Hiç karşı çıkma, Ecem haklı."

 

Sende mi be İpek?

 

"Ya demeyeyim dedim ama bence de garip bir şey var bu işte. Geçen gün o kadar kalabalıkta somurttu, memnun olmadı ama sen onunla konuşunca gözlerine varana kadar gülümsedi Efsun."

 

Dışarıdan gerçekten böyle mi görünüyorduk? Duyduğum şeyler hoşuma gitse de belli etmemeye çalışarak fincanları tepsiye yerleştirdim. İpek de elinde ki tepsiyle peşimden gelirken salona girdim.

 

Tam karşımdaydı. Oturduğu koltukta başını yana çevirmiş Umayı izliyordu. Başını yasladığı koltuktan Selim'e baktı Umay.

 

"Daa, daa," diyerek kocaman gülümsedi. Onunla beraber Selim de gülümsedi.

 

Elimde ki tepsiye daha sıkı tutunarak ilerledim. Kalan son fincan onundu, gözlerime bakmadan fincanı alıp teşekkür etti.

 

Ecem'in yanına sokulup bende kahvemi yudumlamaya başladım. Ne kadar ısrar etsek de Sevim teyze uğurlamaya gelmemizi kabul etmemişti. Kahveler bitince onları yolcu etmek için aşağıya indik. Metin abi çantaları arabaya yerleştirirken hepsiyle tek tek sarılıp vedalaştık. Bir yıl gibi süren o güzel gün sadece bir gün sürüp bitmişti. Sevim teyze sımsıkı sarıldı hepimize, anne nasihatlarını da edip arabaya bindi.

 

Kucağında ki bebeğe son kez baktı Selim.

 

"Ulaş dayın, dayının yerini hiçbir zaman doldurmayacak ama bundan sonra hep seninle olacak güzelim," diye fısıldadı kulağına.

 

"Daa, daa," diye cevapladı Umay.

 

Anlaşma sağlanmıştı, artık Ulaş'ın bir yeğeni, Umay'ın bir dayısı vardı.

 

Ceren abla da arabaya bindikten sonra artık gitmeye hazırlardı.

 

Metin abi arabayı çalıştırırken korna çalarak son kez veda etti bize. Başta usul usul giden araba kısa süre sonra gözden kaybolmuştu.

 

Bizim için de artık işe dönme vaktiydi.

 

"Ben askeriyeye geçiyorum, bakman gereken evraklar var demiştin Ece. Tedaviye gelince gösterirsin," dedi Selim.

 

Ecem onaylayan birkaç söz söylerken o da arabasına binip gitmişti. Benimle konuşmadan, gözlerime bakmadan.

 

"Ya tam kızacağım adımı bile bilmiyor diye ama ne bileyim Efsun'un yanındayken bir bakıyorum adama bildiğin çocuk. Nasıl kızayım?"

 

Kendi kendine söylenen Ecem'i geride bırakıp yürümeye başladım. Arabamız hala tamir edilmediği için yürümek zorundaydık. Ne olduğunu merak etseler de rahatsız etmemek için üstüme düşmüyorlardı.

 

İçimden kendi kendimle konuşmaya devam ederken yolun kenarında bağıran genç kadına döndü bakışlarım.

 

"Yardım edin, Allah rızası için."

 

Belli ki zor durumdaydı, adımlarımı o yöne çevirdim. Sesin geldiği evin tahtadan bir kapısı vardı. Elimle iterken gıcırdayan kapıya aldırmadan evin bahçesine girdim.

 

"Ben seni görmüşem, dün sabah benim dükkanıma gelmişsen."

 

Kadın yerde oturduğu yerden ağlarken başında ki iki adam ona bağırıyordu.

 

"Ne oluyor burada?"

 

Adamların bakışı anında bana döndü. Kirli sakallı, kirli beyaz bir gömlek giymiş olan adam önce beni baştan aşağıya süzüp ardından güldü.

 

"Sen yolunu şaşırıp bura gelmişsen? Cennet başka taraftadır."

 

Tekrar yardım için seslendi kadın.

 

"Aile mevzusudur bacım, sen karışmayasan," dedi diğer adam.

 

Kadının yanağı kızarmıştı, tokat yemişti.

 

"Bu kadın neden ağlıyor? Siz neden bağırıyorsunuz kadına?"

 

Diğer adam hala çirkin bakışlarla beni süzmeye devam ederken diğeri cevapladı.

 

"Belli ki yabancısın bacım. Bizim buralarda yanında bir erkek olmadan dışarı çıkılmaz. Bizim sülale de hep böyledir anlayasın. Bu da dün tek başına dükkana gitmiş. Millet hep laf söz etmiştir Allahım'a," dedi yerde ki kadını ayağıyla göstererek.

 

Şırnak..

 

Gelirken çok farklı şeylerle karşılaşacağımı söyleseler de bu kadarını da beklemiyordum.

 

"Ne var bunda? Gerekli bir şey için çıkmıştır illa ki. Neden dinlemeden böyle davranıyorsunuz? Yanında bir erkek olduğu zaman ne olacaktı, kimse laf söz etmeyecek miydi?"

 

"Abla valla zorunda kalmışam. Bebem çok hastaydı, ilaç istemeye gittim. Oyalanmadan dönmüşem," dedi kadın göz yaşları arasından.

 

Durumu anlamıştım.

 

"Bakın, buralara yabancı olmam nasılsın davranacağımı bilmediğim anlamına gelmiyor. Bakın bir sebebi varmış ki çıkmış. Kadınları bu şekilde kısıtlayamazsınız. Eğer o ilacı almasaydı, bebeğiniz şu an nasıl olurdu? Sırf bu düşünceleriniz yüzünden evde öylece oturup bebeğinin ölmesini mi bekleseydi?"

 

Kadının kocası olduğunu öğrendiğim adam afalladı. Diğeri kadar gevşek bir tipe benzemiyordu. Tutunduğu yerden kalkmaya başlayan kadının kollarından tutup oturması için evin önünde ki merdivenlere götürdü.

 

"Daha önce seni hiç görmemişem. Pek de güzelsin," dedi adam elini yüzüme uzatırken. Birkaç adım sola kayınca eli havada kalmıştı.

 

"Naz ediysen, etme. Benim param vardır, bakarım sana," dedi bakışları tekrar yüzüme dönerken.

 

"Sorun çözüldüğüne göre gideyim ben."

 

Arkamı döndüğüm sırada omzumu tutan bir elle midemin bulandığını hissettim.

 

"İkinci karım yaparam seni vallah, ayrı ev da alırım."

 

Artık sabrımın son demlerine gelmişti.

Yüzüne bir tokat atınca afalladı.

 

"Bakın, sakince uyarıyorum beni rahat bırakın. Uğraşmayın benimle."

 

Tekrar gülümsedi.

 

"Çocuk istemiysen sen."

 

Kolumda ki çantayı kaldırıp kafasına vurduğunda artık sabrım tamamen taşmıştı. Ellerinin arasına aldığı başıyla yere eğilince dirseğimle sırtına vurdum. Önce sendeleyip ayağa kalktı. Boğazıma doladı parmaklarını.

 

Evlenmekle tehdit ediyordu. Babamdan öğrendiğim savunma hareketlerini kullanma zamanı gelmişti. Önce diz kapağımı karnına geçirip dizlerinin üzerine çökmesini sağlarken denk getirebildiğim her yerine vurmaya başladım. Artık tamamen yere düşmüştü, güçsüzleşmişti. Onu öylece yerde bırakıp evden çıktım.

 

Olması gereken buydu. Kadınları yok saymak değil.

 

Revire az bir mesafe kalmıştı. Adımlarımı hızlandırınca kısa bir süre sonra odama gelebilmiştim. Az önce yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken derin bir nefes aldım. Buna da alışıyordum zamanla. Bu kez bağladığım saçlarımı tokamdan kurtarıp serbest bıraktım. Önlüğümü üzerime geçirip masada ki dosyaları doldurmaya başladım. Selim'in doldurması gereken birçok dosya vardı, artık tedavi yavaş yavaş bittiği için bu belgeleri Tuğrul Albaya teslim etmem gerekiyordu.

 

Selim'in gelmesine hala vardı. Odamdaki işleri bitirip bahçeye çıktım, her zamanki gibiydi. Kalabalık, eğitim yapan askerler, oturan, sohbet eden askerler..

 

Dışarıya çıktığımı görmüş olacak ki Ecem de koşar adımlarla yanıma geldi.

 

"İpek gelmedi mi?" diye sordum yanıma otururken.

 

"Birkaç gündür çıkmıyor o dışarıya, sebebini tahmin edersin ki."

 

Akın'ı görmemek için çıkmıyordu. Hala onu sevmekten korkuyordu, duygularını kontrol edememekten.

 

"Abla, Ecem?"

 

Mert'in sesiydi bu. Bizi görünce koşarak yanımıza gelmişti.

 

"N'aber Mert?"

 

Gözleri birbirlerine kenetlenirken konuşmadan onları izledim. Biri sarışın, biri kumraldı. Ecem'in maviye çalan gözleri Mert'in kahverengi gözlerini izliyordu dikkatle.

 

"İyi, iyiyim ben. Siz nasılsınız?"

 

Benimde orada olduğumu hatırlamış gibi yüzüme baktı.

 

"İyiyim bende, nasıl gidiyor işler güçler?"

 

Selim olmadan üç kez operasyona gitmişlerdi. Üçünden de başarıyla dönüp kayıp vermemişlerdi.

 

"Nasıl olsun işte abla, kaldık Ercüment komutanımın eline. Gözlerim Ulaş Komutanımı arıyor her yerde."

 

Mert'in çocuk gibi astığı yüzüne bakarak gülümsedim.

 

"Haftaya tekrar sizinle. Son haftamıza girdik artık."

 

Gözleri sevinçle parladı.

 

"Gerçekten çok sevindim, hepimiz için daha iyi olacak eminim."

 

Bir şeyler daha söylemek ister gibi boş boş baktı yüzümüze. Ardından bakışları tekrar Eceme döndü.

 

"Şey, Ecem işin yoksa biraz konuşabilir miyiz?"

 

Bana ayrılan süre bu kadardı anlaşılan.

 

Ecemin gözleri şaşkınlıkla açılırken ayaklandım. Gittiğimi fark etmeyecek kadar dalgınlardı. Ben odama tekrar gelmişken onlar da banka oturmuş bir şeyler konuşuyorlardı.

 

Kısa bir süre sonra kapım çaldı. Uzun zamandır tek hastam gelmişti, Selim Komutan.

 

Bu kez üzerinde eşofman yerine bir kısa kollu ve pantolon vardı. Ben onu süzerken o da masanın karşısındaki koltuklardan birine oturdu.

 

"Hoş geldin."

 

Dudakları gülümser gibi kıvrıldı.

 

"Bugün ne yapıyoruz doktor?"

 

Hep hazırdı. Geldiği günden beri yaptığımız her şeye soru sormadan, şüphe etmeden hazırdı. Cevap olarak gülümsedim. Tatmin olmuş olacak ki gidip sedyeye uzandı.

 

Önce her zamanki rutin masaj hareketlerine başlamıştım.

 

Her zamanki gibi yattığı yerden hareketlerimi incelemeye başladı.

 

"Bu hafta artık son, değil mi?"

 

Öyleydi. Bu haftadan sonra artık gelmesine gerek yoktu.

 

Başımı salladım. Sıra kollarına gelmişti.

 

"Tedavi biter bitmez görevime dönebilecek miyim peki?"

 

"Evet, öncesinde birkaç evrak var. Seninde bakman lazım, onları imzalayınca Albaya teslim edeceğim. Sonrasında yollarımız ayrılıyor Komutan."

 

Sonlara doğru kaşları çatıldı ama çabuk toparladı. O beni böylesine dikkatle izlerken hareket etmesi daha da zor oluyordu. Sol koluna masaj yaparken hiç konuşmadı. Bileğimde ki bilekliği görünce şaşırdı bir ara, bakışları sonrasında tekrar yüzüme döndü. Bütün yüzümü sanki bir şüpheliymişim gibi dikkatle izliyordu.

 

"Füsun?"

 

Uzun zamandır böyle seslenmiyordu. Özleyeceğimi düşünmesem bile özlemiştim.

 

"Sırık?"

 

Cümlesini toparlamak ister gibi bir süre sessiz kaldı.

 

"Bu hafta tedavide son hafta ya, ben sana teşekkür etmek istiyorum. Yani Ercüment'e de söyledim, o da onayladı. Sende istersen İzmir'e gittiğimiz zaman benimle yemeğe çıkar mısın?"

 

Beklemediğim yerden gelen soruyla öylece kalmıştım.

 

İzmir'e gittiğimiz zaman..

 

İki gün sonra yola çıkacaktık, oraya gittiğimizin ikinci gününde düğün vardı.

 

"Gerçekten hiç gerek yoktu," dedim sesimi düzeltmeye çalışarak.

 

"Gerek vardı," dedi hiç düşünmeden.

 

"Sen bana görevimi geri verdin Efsun, eskisinden çok daha iyiyim artık. Kaldığım yerden devam edebiliyorsam bu senin sayende oldu."

 

Yattığı yerden doğrulurken sandalyemi geriye çektim. Aslında cevabı belli bir soru olsa da o kelime dudaklarımdan dökülmemeye inat ediyordu sanki.

 

"İstersen önce bir düşün, benim gitmem lazım. Sende hem cevabını vermeye gelirsin hem de gelmişken evrakları getirirsin. Ben imzaladıktan sonra evine bırakırım."

 

Ben olur anlamında bir şeyler mırıldanırken o gitmişti.

 

Her gün daha çok şaşırtıyordu beni. Görmeyi beklemediğim taraflarını gösteriyordu. Ulaş'ı da Selim'i de tanıtmıştı bana.

 

Önce çantamdan bulduğum tokayla saçlarımı bağladım. Evraklar hazırdı, masanın üzerinde ki kağıtları düzenleyip çantama kattım. Mesaim henüz bitmemişti. Bugün diğer timlerden birkaç asker daha gelecekti, onların hakkında da rapor tutmam gerekiyordu.

 

Hazırlıklarımı tamamlayıp onları beklemeye başladım. Tedavi olmadığı için işlemleri kısa sürmüştü, önce ki doktorun bıraktığı belgeleri imzalatıp dosyaya kaldırdım. İlerleyen saat artık mesaimin bittiğini gösterirken kucağıma aldığım evrakları sıkı sıkı tutarak Selim'in odasına gittim. Artık öğrenmiştim odasını, diğer askerler de artık doktor olduğumu öğrenmişlerdi, bu yüzden gelmeme şaşırmamışlardı.

 

Kapının önüne gelince derin bir nefes alıp saçlarımı düzelttim. Kavradığım kapı kolunu usulca açtım.

 

Tam karşımdaydı, üzerinde kıyafet yokken altında siyah bir pantolon vardı. Bir elini kalçasına koymuş şınav çekiyordu. Geldiğimi fark etmeyince olduğum yerden biraz daha izlemeye başladım.

 

Her eğilip kalkışında yere değen künyesine baktım, omzunda ki bandaj hala duruyordu. Yakalanmamak için geldiğime dair mırıltıya benzer bir ses çıkardım.

 

Pozisyonunu bozmadan kafasını kaldırdı, gözleri her zamanki gibi gözlerime odaklandı.

 

"Füsun?"

 

Ayağa kalkarken ellerini birbirine vurarak tozu temizledi.

 

Önce elimdeki evrakları ona uzattım.

 

"Bunlar bahsettiğim evraklar. İmzalaman gereken kısımları işaretledim, sende inceledikten sonra dediğin gibi evime bırakabilirsin."

 

Elinde ki kağıtları masanın üzerine bıraktı, bakmamıştı bile. Odadan çıkmadan önce vermem gereken bir de cevap vardı.

 

"Bir de, cevabı düşündüm ve,"

 

Karşımda ki görüntüsü dikkatimi dağıtırken gözlerimi sadece gözlerine odakladım.

 

"Ve?" diye sordu o da merakla.

 

"Tamam, İzmir'e gittiğimiz zaman beraber yemek yiyebiliriz."

 

Bir süre yüzümü inceledikten sonra gülümsedi.

 

"Teşekkür ederim Füsun. Gittiğimiz zaman konuşuruz."

 

Aramızda ki mesafeyi kapatırcasına yanıma gelmeye başlayınca duruşumu dikleştirmeye çalıştım.

 

Elleriyle saçımı toplayıp omzumun üzerinden geriye savurdu. Boynumu inceledi.

 

"Senin boynuna ne oldu?"

 

Dikkat etmemiştim ama sabah ki kavga da olmuş olmalıydı.

 

"Önemli bir şey değil, fark etmemişim bile."

 

Yatağın yanında ki çekmeceden bir krem çıkardı. Yatağa oturmamı söyleyince reddetmedim, ben otururken o da kremi sürmeye başladı.

 

"Önemli bir şey değil diyorsun ama kızarmış, parmak izine benziyor bu. Kavga mı ettin sen?"

 

Bordo bere yetkilileri...

 

Ben cevap vermezken o cevabını almıştı.

 

Sürdüğü kremi masanın üzerine bırakıp boynumu üflemeye başladı. Krem sürdüğü için yanmaya başlayan boynuma iyi gelmişti bu.

 

Geriye çekildiğinde omzumun üzerinden yüzüne baktım.

 

"Niye bir şey söyleyecekmiş ama söylemiyormuş gibi duruyorsun?"

 

"Anlatmanı bekliyorum çünkü," diye cevapladı hiç düşünmeden.

 

Öncesinde üzerine bir şeyler giyebilirdi mesela, bir de böylesine yakınken burnuma gelen parfüm kokusu da hiç yardımcı olmuyordu.

 

Derin bir nefes alıp ona doğru döndüm. Sabah yaşananları kısaca anlatırken kaşlarını çattı.

 

"Ya başına bir şey gelseydi? Sadece boynunda ki bu iz yerine başka bir şey yapsalardı?"

 

Ama bir şey olmamıştı, kadın kurtulmuştu.

 

"Gerçekten önemli bir şey yok, kadın da kurtuldu en önemlisi oydu."

 

"Kadına neden yardım ettin demiyorum, yaptığın şey evet çok önemli ama burada ki insanlar senin alıştığın insanlar gibi değil Efsun. Daha kötüsü de olabilirdi, bir daha böyle bir şey olursa bana, bize haber ver."

 

Cevap vermek yerine başımı salladım. Derin bir nefes alıp sırtını geriye yasladı.

 

Artık gitmek için ayağa kalktığımda arkamdan seslendi.

 

"Efsun, dikkat et."

 

Cevap vermeden, yüzüne bakmadan çıktım odadan. Kapıyı kapatır kapatmaz koridorda ki duvarlara yaslandım. Sırtımda hissettiğim elle hızla geriye döndüğümde Ercüment'i gördüm.

 

"Efsun? Sen ne yapıyorsun burada?"

 

Üzerinde üniforma ve bere vardı.

O şaşkın bakışlarla beni süzmeye devam ederken arkasında beliren simayla beraber gülümsedim.

 

"Komutan'a vermem gereken evraklar vardı, onun için gelmiştim ama gideyim ben artık. Senin de misafirin geliyor anladığım kadarıyla."

 

Aitlik eki olan bir misafiri gelmişti. Bade bize doğru gelirken Ercüment şaşırmıştı.

 

"Misafir mi? Beni kim görmeye gelsin ki doktor?"

 

"Ecüü," diye bağırdı Bade yaklaşır yaklaşmaz.

 

Ercüment'in kaşları şaşkınlıkla havaya kalkarken arkasına döndü.

 

"Bade?" dedi kendi kendine fısıltıya yakın bir sesle.

 

Bade de yanımıza gelince hep beraber bahçeye çıkmıştık. Bade ve ben yan yana otururken Ercüment de karşımıza oturmuştu.

 

"Bade, sen niye geldin buraya?"

 

Bade çantasını masaya bırakırken cevapladı sorusunu.

 

"Kızları görmeye geldim, burada çok sıkıldım vakit geçirmeye geldim."

 

Ercüment'i görmek de işin bahane kısmı oluyordu sanırım.

 

Tuğrul Albay her zamanki gibi uygun adımlarla ilerleyerek Ercüment'in arkasından masamıza yaklaşıyordu.

 

"Bade, sen ne zaman geldin kızım?"

 

Ercüment Albayın sesini duyar duymaz ayağa kalkınca Bade gülümsedi.

 

"Evde çok sıkılıyorum baba, kızları görmeye geldim."

 

Tuğrul Albay da gülümseyip yanımıza otururken Ercüment'e de oturmasını söyledi.

 

"Babayı görmeye gelmek yok, kızları görmeye geldim demek var demek küçük hanım," dedi alayla.

 

Ercüment oturduğu yerden hazır ol da dururken gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

 

"Ama baba onlardan başka arkadaşım yok ki burada. Tim var, onlar da hep meşgul zaten. Bir de Ecü yani Ercüment var işte o da burada."

 

Albay Ercüment'e dönerken usulca gülümsedi Ercüment.

 

"Ercüment hep burada kızım, ondan gözüm arkada kalmıyor hiç. Bizim deli kıza anca o göz kulak oluyor çünkü."

 

Bade kaşlarını çatınca babası gülümsedi.

 

"Yalan mı söylüyorum kızım? Fırat'ımın emaneti o bana. Çocukluğunuzdan beri sana en az benim kadar göz kulak oluyor Ercüment. Ona güvenmeyeceğim de kime güveneceğim?"

 

Ecem'den aldığım bilgiye göre Ercüment'in babası ve Albay eski arkadaşlardı. Bade ve Ercüment de oradan tanışıyordu. Albay bir süre sonra yanımızdan ayrılırken Ercüment'i de yanına çağırmıştı.

 

"Bana bak Bade, bir daha Albayın önünde o kelimeyi deme bana. Konuşmak istiyorsan da babanın olmadığı bir yerde konuş mümkün olduğunca, böyle basılır gibi yakalanmak istemiyorum," diyerek koşar adımlarla albayın peşinden gitmişti.

 

Bade kendi kendine homurdanırken Ecem bir elinde tuttuğu kahvelerle yanımıza geliyordu. Yanında İpek de vardı.

 

Kahveleri önümüze bırakıp boşalan yere kurulup oturdu. İpeğin bakışları etrafı inceliyordu.

 

"Bade, hoş geldin," dedi Ecem kocaman gülümseyerek.

 

Bugün sürekli gülüyordu sebepsiz bir şekilde. En son havada üzerimizden uçan kuşlara el sallamıştı mesela.

 

"Hoş bulduk. Siz neler yapıyorsunuz?"

 

Ecem hariç hepimiz durgunduk son günlerde. Herkesin içinde garip bir telaş, endişe vardı. Ecem ve Bade koyu bir sohbete dalmışken İpek hala etrafı inceliyordu.

 

Bakışlarının yoğunlaştığı tarafa dönünce karşımda Akın vardı. Karşımızda ki bankların birine oturmuş o da İpeğe bakıyordu.

 

Hava kararmaya başlayınca Bade ile beraber bizim eve gelmiştik. Yemekler sabahtan hazır olduğu için yapacak bir şey yoktu. Koltuklara yayılıp günün yorgunluğunu atmaya çalışırcasına yatıyorduk.

 

Çalan kapıyla ayaklandım, gelen kişi benim misafirim olmalıydı.

 

Kapıyı açınca karşımda Selim vardı, yanında Ercüment ve arkasında Akın ile.

 

Ben onları içeriye buyur ederken kızlar da ayaklanmış onlarla selamlaşmaya başlamıştı.

 

"Ecü, senin ne işin var burada?"

 

Ercüment Bade'nin yanına oturup gözlerini onun gözlerine dikti.

 

"Biz beraber çıktık askeriyeden, Ulaş da buraya uğrayacağını söyleyince beraber geldik işte."

 

Yiğit öldükten sonra bu üçlü daha sık beraber vakit geçirmeye başlamıştı. Akın İpeğin karşısında ki tekli koltuğa otururken aralarında garip bir sessizlik vardı. Ecem kahve yapmak için mutfağa giderken biz sohbet etmeye başlamıştık.

 

Selim imzaladığı belgeleri bana uzatırken gülümsedim. Masanın üzerine bıraktığım belgeleri incelerken Ecem'in uzattığı kahveyi alıp yudumlamaya başladım.

 

"İpek?"

 

Ecem daha fazla dayanamamış olacak ki biraz sonra yanması çok muhtemel ateşin ilk kıvılcımlarını yakıyordu.

 

"Ecem?"

 

Gözlerini Akından çekip kısa bir süreliğine Eceme döndü İpek.

 

"Sormayayım diye çok uğraştım ama dayanamayacağım. Adamlar evimize gelmiş ilk defa misafir olarak, sen niye her an Akın'ı dövecekmiş gibi duruyorsun?"

 

İpek hepimizi şaşırtarak gülümsedi.

 

"Şaşırıyorum çünkü, yıllar önce arkasına bakmadan çekip gidebilen biri şimdi nasıl her fırsatta böyle rahat rahat evime gelebiliyor Ecem? Gelmesin istiyorum anlıyor musunuz, o gün nasıl gittiyse yine gitsin, gelmesin."

 

Akın elinde ki fincanı masanın üzerine bırakıp derin birkaç nefes aldı.

 

"İpek," dedi oldukça yumuşak bir tonlamayla.

 

"İpek senin için o günden sonra yok oldu Akın."

 

İpek her saniye daha da sinirlenirken Akın karşısına geçip diz çöktü.

 

"Ben senden hiçbir zaman gitmedim İpek. Sadece yolumda çok fazla engel vardı, beceremedim. İnan bana başka şansım yoktu, o gün sana gelemedim ama sonrasında çok uğraştım. Sana eskisi gibi sadece Akın olarak gelebilmek için çok uğraştım ben."

 

Hepimiz nefeslerimizi tutmuş onları izliyorduk. İpek göz yaşlarını silerken Akın'ın sesi titredi.

 

"Peki neden Akın, benden, bizden gitmene sebep olan neydi? Sana düğünümüzü iptal ettiren şey neydi?"

 

Yanağına düşen bir damla göz yaşını elinin tersiyle silerken gülümsedi Akın.

 

"Ailem bildiklerimdi İpek," dedi kendini toparlamaya çalışırken.

 

"Benim babam çok küçükken öldü biliyorsun, annem başka biriyle evlendi. Ben okul için küçükken ayrıldım yanlarından ama kardeşim hep onlarla kaldı. Daha on iki yaşındaydı İpek, o pislik ona ellerini sürmeye çalıştığında daha on iki yaşındaydı. Kardeşim o gün bana bunları anlattığında aklımı kaybettim ben, annemin ölümüne sebep olan da oydu. Kardeşimi onun elinden kurtarmam gerekiyordu İpek, düğünümüz için biriktirdiğim tün parayı onun borçlarını ödemek için kullandım ben."

 

Titreyen sesi daha kısık çıkmaya başlamıştı artık.

 

"Kardeşim olanlara dayanamayıp evlendi, daha küçüktü ama evlendi. Geçmişin yaralarını ondan silememişken aynı yaraları sana da açamazdım ben İpek. Senin ailen beni kendi evlatları bilip severken onların karşısına böyle sefil bir halde çıkamazdım. İstemeye gelecektim ya seni, bak benim kimsem yok İpek. Ne annem ne babam, kardeşimle de sık görüşemiyoruz artık. Bir tek sen kaldın benim ailemden, seni daha da kaybetmemek için gittim ben o gün, sana gelebilmek için gittim."

 

Gözlerim buğulanırken kızların da ağlamaya başladığını görmüştüm.

 

İpek titreyen elini uzatıp Akın'ın göz yaşını sildi. Akın kavradığı parmakları usulca öptü, başını öne eğdi.

 

"Ben sana her zaman aile olurum Akın, belki beceremem ama denerim. Ben, ben seni her zaman çok sevdim. Bu yüzden nefret ettim, kendimden de senden de giden birini hala nasıl bu kadar çok severim diye kendime kızdım her gece."

 

"Sana hala çok kızgınım, bana bunları daha önce de anlatabilirdin. Şimdi buradan gitmeni mi söylemeliyim, sımsıkı sarılıp geçecek mi demeliyim bilmiyorum ama ben hep buradayım Akın. Ben senden hiçbir zaman gidemedim çünkü, ne zaman gelmek istersen ben hep buradayım."

 

Akın konuşmadan ağlamaya devam etti. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Başını usulca kaldırıp İpeğe baktı.

 

"Hiç bir şey yapma, söyleme ama beni her zaman çok sev olur mu? Çünkü o gün nabzım durduğunda bile senin sevginle tekrar gözlerimi açtım ben. Benim hala nabzım atıyorsa, nefes alıyorsam tek sebebi sensin İpek."

 

Başını kollarıyla sımsıkı sarıp kucağına bastırdı İpek. Artık zaman durmuş gibiydi, geçmişin yaraları belki kapanmazdı ama artık kanamazdı.

 

                                               ♡

 

Evett, nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizin en sevdiğiniz çift kim? Ya da çiftler ile ilgili yorumlarınız neler, belirtirseniz çok sevinirim.

 

Hepinize kucak dolusu sevgiler..

 

 

Bölüm : 14.08.2024 22:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...