71. Bölüm

49.BÖLÜM

Liva Sayina
livasayina

Hepinize merhaba canlarım bayadır bölüm başı konuşması yapamadık. Finale az kaldıkça finalden kaçıyorum sanırım... öyle güzel anlardayız ki şu an... umarım siz de seviyorsunuzdur kurguyu...

 

Keyifli okumalarrr🫶🏻

 

                                      *****

 

Bir şehir sizi çağırıyorsa orada size ait bir hikaye vardır, derlerdi. Benim hikayem ise o şehirde uzun zaman önce başlamıştı. Rize'nin ilk günden beri bana farklı gelen bir havası vardı. O beni çağırmıştı, ben ona gitmiştim ve o da beni kabul etmişti. Geçtiğimiz haftalarda ki yaptığımız gezi sanki hala Rize'deymişim gibi hissetmememe sebep olacak kadar güzel geçmişti.

 

Yan odadan gelen sesler artmaya başlayınca yatakta doğruldum. Gün geçtikçe hareketlerim sınırlanmaya başlamıştı. Son aya girdiğimizde her şey gözüme biraz daha korkutucu gelmeye başlamıştı. Böyle anlarda Selim çok yardımcı oluyordu. Selim. O neredeydi?

 

Artık son aylarda olduğumuz için annem itiraz kabul etmiyorum diyerek bize yerleşmişti. Terliklerimi giyip odaları gezmeye başladım. Sesin geldiği oda bebeğimizin odasıydı. Aralık olan kapıdan başımı uzatıp sessizce etrafa bakındım. Kocam beyler yine soluğu bu odada almıştı. Bebeğimizin odasını belirledikten sonra odada ki her şeyi kendi elleriyle yapmıştı. Bulduğu her fırsatta da yeni bir şeyler için buraya geliyordu. Üzerinde sıfır kollu vardı. Gözlerim açısından oldukça heybetli bir görüntüydü. Elinde ki tahta parçasını monte etmeye çalıştığı şeye bakmaya çalışırken kapıyı biraz daha itmiş olacağım ki çıkan sesle anında bana döndü.

 

Üzeri biraz tozlanmıştı, terleyen saçları her zaman ki gibi alnına düşmüş ama yüzünde gururlu bir gülümseme vardı. Bir şeyi başardım, der gibi gülüyordu. Odaya girip yanına gittiğimde konuşmadan yanıma geldi. Karnıma eğildi. Bir şeyler dinler gibi kulağını yaklaştırdı.

 

"Sen gelmek için gün sayıyorsun ama annen senden daha sabırsız babacığım, sence?"

 

Tam ona karşı savunmamı hazırlarken derinden gelen bir tekme Selim'i güldürürken ben yüzümü asmıştım. "Hep de baba oğul birliği zaten. Sesler gelince merak ettim."

 

Selim hala gülerken beni kolunun altına sıkıştırdı. Maksimum trip atma süremiz de bu kadardı. Niye geldiğini unutma, diyen iç sesimle odayı inceledim. Her şey yerindeydi, raflar, sallanan bir sandalye, beşik. Neyle uğraşıyordu bu adam?

 

Beşik!

 

Selim'i kenara itip beşiğe koştum. Beğendiğimiz bir beşiği satın almıştık ama o bizim odadaydı. Bu beşik... gözlerim dolarken her bir detayını inceledim. Yılların izleri silinmişti, eskisinden de güzel olmuştu. Beni izleyen adama sımsıkı sarıldım.

 

"Sen nereden buldun ki bunu..."

 

"Biz sebep sormayız küçük hanım. İşimize bakarız. Oğlum dayısının beşiğinde yatmak istiyormuş diye duydum, annen gelirken de abin kendi beşiğini elleriyle getirmiş yeğenine. Bende biraz üzerinden geçtim."

 

Abimin eski beşiği artık oğlumuzun beşiği olmuştu... Bütün anlar film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken artık tamamen biten odaya göz attım. Selim duygusallığımı durdurmak ister gibi kahvaltı bahanesiyle beni odadan çıkarsa da aklım hala oradaydı.

 

"Annem de yok?"

 

"İnci'nin banyosu için Ece yardıma çağırmış," dediğinde göz devirdim. Adama Ecem demek huy yapmıştı bir kere. Peynirler sürdüğü ekmekleri tabağıma bırakırken itiraz etmeden hepsini yedim. İştahım zaten açılmıştı birkaç kilodan daha bir şey olmazdı... Oldukça güzel bir kahvaltıdan sonra Selim işe giderken ben de hastane çantasında eksik olan birkaç şeyi yerleştirdim.

 

Kıyafetlerin arasından yere düşen mektubu görünce elimde ki küçük zıbını da çantaya bırakıp mektubu aldım. Üzerinde herhangi bir yazı yoktu. Salona geçip koltuğa oturduğumda zarfı açtım.

 

Küçük bir beyefendiye mektup yazacaksın deselerdi inanmazdım biliyor musun? Ne zormuş meğerse, kaç defa karaladım attım bilemezsin. Ama sana bir şeyler söylemek istiyorum. Senin kalemin hep doğru olsun güzel olsun ki kırıp bir köşeye atma. Anneni çok sev ki o güzel gözleri hiç buğulanmasın, babanı çok sev ki o vatan aşkıyla dolup taşan yüreği senin için de gururlansın. Çocuk ol, önce. Çık dışarı top oyna, komşunun camını kır. Arkadaşlarını eve çağır, sevdiklerinle doğum günü kutla. Ben çocukken en çok bunları yapmak isterdim. İnşallah sana nasip olsun. Aslan parçası, eğer sığınacak bir liman ararsan dayın hep burada bunu bil olur mu? Annem benim kıymetlimdi, küçük kız kardeşimdi ama şimdi onun bir bebeği oluyor. Bana bu duyguyu yaşattığın için teşekkür ederim.

 

Yaman Aktay.

 

Ne zamandır ağladığımı bilmiyordum. Abim hangi ara bunu yazıp kıyafetlerin arasına bırakmıştı bilmiyorum.... çocukken yaşayamayıp özendiği şeyler, dayı olma heyecanı... Mektubu odada ki rafta kitaplardan birinin arasına koydum. Bizim en güzel hikayemiz bundan sonra başlıyordu...

 

                                         ****

 

Yazın o olgun günlerinden biriydi. Güneş, artık öğlenin sarı ışığını salmış, gölgelere tembel bir serinlik bırakmıştı. Gökyüzü pürüzsüz bir mavi, ara sıra süzülen martılar, uzaktan gelen bir kamyon uğultusu... Sessizlik değil ama huzurlu bir gürültü hakimdi ortalığa.

 

Karargahtan izinli geçen birkaç gündü. Görevler kısa süreli durmuş, tim de bu nadir rastlanan boşluğu değerlendirmek için birbirinden ayrılmamıştı. Konumlarına yakın bir mekanda, ağaçların altında küçük bir piknik alanı oluşturmuşlardı. Birkaç kat katlanır sandalye, yerde serili örtü, termos çayı ve bolca gülüşme... Hepsi oradaydı: Tuna, Yavuz, Kaya, Ercüment ve diğerleri...

 

Kaya koca bir karpuzu keserken beceriksizce suyu üstüne sıçrattı. Sonunda dayanamayıp bıçağı bıraktı.

 

"Abi bunun kabuğu zırh gibi! Bu karpuz düpedüz düşman gibi savunma yapıyor!" deyince herkes kahkahaya boğuldu. Yiğit kahkaha atarken Kaya'yı bir kenara itip eline aldığı bıçakla karpuzu tek hamlede kesti.

 

"Bu işler senin işlere benzemez Şahin bakışlım," diyerek göz kırptı.

 

Yavuz telefonu açtı:

"Bakın şimdi! Komutanımın doğumdan önceki son keyif günü! Hazır olun, story'ye bomba düşecek!"

 

Bir magazinci edasıyla kamerayı ayarladı. Odağında komutanı vardı. Telefonun kamerasını herkesin üzerinde tek tek gezdirdi.

 

Selim, gömleğinin kollarını kıvırmış, gölgede bir taşın üstüne oturmuştu. Elinde çay, gözleri uzakta bir noktaya dalmıştı. Her ne kadar arkadaşlarının muhabbetine eşlik etse de, aklı bir yerlerdeydi: Efsun'daydı.

 

Efsun'un son mesajı hâlâ telefonundaydı:

"Dün gece sancılar biraz arttı ama düzenli değil henüz. Bugün minik hiç susmadı içeride. Sanırım gelmek istiyor."

 

Bu cümle aklında dönerken, telefonu cebinde titredi.

 

Selim duraksadı. Gözleri bir anda ciddileşti. Cebinden telefonu çıkardı. Ekrana bakınca nefesi kesildi.

 

EFSUN arıyordu.

 

Bir anda herkes sustu. Tuna çatalı havada unuttu, Kaya ağzına götürdüğü karpuz dilimini durdurdu. Ercüment bile konuşmayı kesti. Yavuz videoyu çekmeyi bırakıp usulca, "Abi... o mu?" diye sordu.

 

Selim telefonu açarken ayağa kalktı.

 

"Füsun'um?"

 

Efsun'un sesi diğer uca zar zor saklanmış bir panik ve bastırılmış sancıyla geldi:

"Selim... düzenli sancılar başladı. Arka arkaya geliyor. Hatta... sanırım... zamanı geldi."

 

Selim bir saniye dondu. Gözleri büyüdü. Gülümsemesi yüzüne yayılırken kalbi yerinden fırlayacak gibi attı. Sonra öyle bir tepki verdi ki, tüm tim irkildi:

 

"ALLAH BE!"

 

Yüzünde hem şok, hem neşe, hem panik. Çay bardağını yere bıraktı, sandalyesi devrildi. Efsun hâlâ hatta, ama Selim artık çevresine bakıyordu.

 

"Efsun doğuruyor! Karım DOĞURUYOR LAN!"

 

Bir anda ortalık karıştı.

 

Tuna sevinçle ellerini çırptı, "Olley beee, geliyor komutan junior!"

 

"Yeğenim geliyor yeğenim," diye ayağa fırladı Yiğit.

 

"Git arabayı buraya getir," diyerek Burak'ı kovan isim de Akın olmuştu.

 

Ercüment hızla toparlanmaya başladı, "Çantayı ben alırım! Bade dün son kez kontrol etti. Her şey tamam!"

 

Yavuz kamerayı yeniden açtı:

"Son dakika! Timin komutanı babalığa adım atıyor, halk arasında doğum görevi!"

 

"Yavuz, kapat artık şunu!"

 

Kaya: "Anahtar! Selim abi! Anahtarı ver!"

 

Selim çantasını kaptı, gözleri hâlâ hayret içinde ama kalbinden taşan mutluluğu yüzünden okunuyordu. O, bugüne kadar birçok çatışmaya, sayısız zorlu göreve gitmişti ama bu, bambaşkaydı. Bu, hayatının anlamıydı.

 

Tuna arabaya atladı:

"Ben sürerim! Sen yengemle kal, onu sakinleştir!"

 

Selim, telefonu kulağına götürdü. Efsun hâlâ oradaydı.

"Güzelim, nefes al. Sakin ol. Yoldayım. Ne olursa olsun... yetişeceğim. Seni bırakmam tamam mı?"

 

Efsun bir nefes aldı, sonra hafif bir inlemeyle konuştu.

"Selim... bu çocuk gerçekten gelmek istiyor!"

 

"Gelsin! Ama ben gelene kadar yavaş yavaş gelsin!"

 

Tim arabaya binerken hâlâ kahkahalarla sevinç karışımı bir çığlık, bir panik havası vardı. Arka koltukta battaniye, tulum, bebek bezi, Ercüment'in doğum için getirdiği küçük oyuncak ayı... Hepsi hazırdı.

 

Arabayı çalıştırmadan önce Selim bir an durdu. Gökyüzüne baktı. Gözleri doldu ama ağlamadı.

"Allah'ım... bu başka bir şeymiş."

 

Sonra arabanın gazına bastı.

 

Görev başlamıştı.

 

Ama bu kez hedef... hayattı.

 

                                          ****

 

Ayın ortalarına gelirken hayatımızda değişen tek şey benim sona bir adım daha yaklaşmam oluyordu. Kahvaltı boyunca ara ara giren sancıları önemsememiştim. Sonrasında annem masayı toplarken sancıların artması ve nefeslerimin daha sık ve kesik bir hale gelmesiyle Selim'i aramaya karar verdim. Telefonu kapattıktan sonra suyum gelmişti...

 

Oğlum gayet sakin bir anda gelmeye karar vermiş gibiydi. Selim yolda olduğunu anlatıp beni sakinleştirmeye çalışırken annem de hızlıca babama haber vermiş ve benimle ilgilenmeye başlamıştı. Derin derin nefes alıp vermeye devam ederken sonunda Selim gelmişti. Selim beni kucağına alıp arabaya götürürken Yiğit de nasıl nefes alıp vermem gerektiğini gösteriyordu. Bir ara yanaklarını çok şişirmiş olsa gerek nefes alamamaktan öksürmeye başladı. Ercüment, Yiğit'in ensesine vurup onu şoför koltuğuna oturttuktan sonra ön koltuğa geçti. Arka tarafta annem ben ve Selim vardık.

 

Annem dualar okurken Selim bileklerime masaj yapıyordu. "Az kaldı güzelim dayan." Belki farkında bile değildi ama her bir kelimesi bana inanılmaz dayanma gücü veriyordu. Sımsıkı tuttuğun eli artık kıpkırmızı olmuştu. Hastaneye geldiğimiz de beni hızlıca hazırlamaya başladıklarında içimde inanılmaz bir korku vardı. Doğumhaneye girmeden önce hepsine tek tek baktım. Selim göz yaşlarımı silip yerlerine birer öpücük bıraktı.

 

"Seni de bebeğimizi de burada bekliyorum."

 

Başımı salladım. Bizim için, dedim kendi kendime. Bizim için dayan Efsun...

 

                                        ****

 

Selim, doğumhanenin kapısında beklerken, içindeki fırtına dinmek bilmiyordu. Ellerini cebinden çıkarıp sıkıca kenetledi, gözleri kapandı. Yüreği delicesine çarpıyor, düşünceleri karmakarışıktı. O an, yanına birinin gelip dokunmasını hissetti.

 

"Selim..." dedi yumuşak bir ses.

 

Gözlerini açtı, karşısında Yiğit'i gördü. Arkadaşının yüzünde ciddi ama bir o kadar da içten bir ifade vardı. Elini Selim'in omzuna koydu, nazikçe sıktı.

 

"Biliyorum, ne kadar zor olduğunu... Ama inan bana, sen yalnız değilsin. Buradayız, yanındayız," dedi.

 

Selim, boğazını temizledi, gözlerinde beliren o karışık duyguları gizlemeye çalıştı. "Korkuyorum, Yiğit. İlk defa böyle hissediyorum. İçimde hem en büyük umut hem de en derin korku var."

 

Yiğit hafifçe gülümsedi.

"Bu da demek oluyor ki, gerçek babalığın ilk adımındasın. Heyecan, korku, sevgi... Hepsi bir arada. İstersen nefes almayı birlikte deneyelim."

 

Selim, tereddüt etti ama sonra başını salladı. Yiğit derin bir nefes aldı, ardından yavaşça nefes vererek Selim'e yol gösterdi.

"Al, dört saniye, tut, dört saniye, ver... tekrar et."

 

Birlikte birkaç tur nefes egzersizi yaptılar. Selim'in kalp atışları biraz yavaşladı, gözlerindeki karışıklık hafifledi. Devresinin varlığı ona güç vermişti. Minnettarlığını göstermek ister gibi gülümseyerek omzuna vurdu birkaç kez.

 

O sırada kapının biraz ilerisinde Müjgan sessizce bekliyordu. Kızı için dua ediyor, her nefes alışında umutla doluyordu. Selim'in yanından geçerken kısa bir an göz göze geldiler. Müjgan'ın yüzündeki o sevgi dolu ve güçlü ifade, Selim'in içinde bir başka güç uyandırdı.

 

"Müjgan anne... seni görmek iyi geldi," dedi Selim yavaşça.

"Evladım, her şey güzel olacak. İnşallah en kısa zamanda sizi birlikte göreceğiz," dedi Müjgan yumuşak bir sesle.

 

Selim tekrar kapıya döndü, derin bir nefes aldı.

 

Ve tam o anda...

 

Bebeğin ağlama sesi...

 

Doğumhaneden yükselen güçlü, hayat dolu o ilk ağlama sesi tüm koridoru doldurdu...

 

Selim'in tüm bedenini elektrik gibi sardı. Dizlerinin bağı çözüldü, gözleri doldu, nefesi kesildi. İçinde yükselen o tarifsiz sevinç dalgasıyla kendini kapıya yasladı.

 

Yanındaki Yiğit, sessizce başını salladı, elini yine Selim'in omzuna koydu. Müjgan ise ellerini açıp göğe kaldırdı, gözleri dolu doluydu.

 

"Hoş geldin oğlum," diye fısıldadı Selim, gözlerini kapatıp. Çok güçlü bir sesti bu. Oğlu da onun kadar güçlüydü demek... yaslandığı duvardan birkaç adım ilerlerken derin bir nefes aldı. Birkaç damla göz yaşı yanaklarından süzüldü. Ne kadar süre geçtiğini anlamamıştı. Kapı aralandığında kalbi duracak gibi oldu. Doktor elinde bebekle geliyordu... Az önce ki tanıdık ağlama sesi yeniden kulaklarına dolduğunda Selim buruk bir tebessüm etti.

 

"Tamam tamam veriyorum seni babana," doktor gülümseyerek bebeği uzattığında Selim ellerini yavaşça uzattı. İncitmekten korkuyor gibiydi. Bebek o an susmuştu... Müjgan torununun yüzüne hayran hayran bakarken Yiğit gülümsüyordu.

 

"Ne olacak babasının oğlu işte, sınırlarıma girdiniz diye ağlıyordur."

 

Hepsi yorgunca gülümsedi. "Doktor bey, eşim nasıl? Onu da görebilir miyim?"

 

"Efsun Hanımı da odaya alacağız. Kendine gelsin tabii. Küçük beyi de hemşireler gerekli işlemleri yaptıktan sonra annesinin yanına getirecekler."

 

Bu birkaç dakikalığına ayrılmak demek oluyordu. Müjgan doktorla konuşurken Selim bunu fırsat bilerek kucağında ki bebeğin kulağına fısıldadı;

 

"Hep böyle olacaksın evlat, annenin yanında ben yoksam sen varsın bundan sonra."

 

Tarifsiz bir koku ve görünüştü bu... hemşireler bebekle ilgilenirken Efsun da odaya alınmıştı. Her şey garip bir düzenin içinde gerçekleşiyordu. Hastane kalabalık olmasın diye ekibin bir kısmı eve geçmiş ve orayı hazırlamaya başlamıştı. Yiğit ara ara dolan gözlerini kurularken bir yandan da devresiyle uğraşmaktan geri kalmıyordu. Efsun odaya alındığında Müjgan kızıyla ilgileniyordu. Başına taktığı taçla beraber kızına gururla baktı. Üçüncü torunu da an itibarıyla aralarındaydı.

Oğuz'un doğumunu kaçırdığı için çok üzgündü ama bundan sonra elinden geleni yapmaya hazırdı.

 

                                        ****

 

"Burada mısınız?"

 

Duyduğum sesle olduğum yerde kıpırdandım. Sırtımı yasladığım yastık şu an çok rahat hissettiriyordu. Yiğit başını uzatınca gülümsedim. "Önümüzde ki yılların en yakışıklı adamının annesi Efsun Karacalı? Doğru odada mıyım?"

 

Yan tarafımda ki sehpanın üzerinde duran küçük bir ayıcığı ona fırlattım. "Şimdi de oğlumla mı birlik yapıyorsun?" Ayıcığı havada kavrarken kahkaha attı. Müsait olduğumuzu söylediğimiz de odaya girdi. Kapıyı tam kapatmayıp biraz açık bıraktı.

 

"Çevrende ki erkekler benimle iyi anlaşıyorsa bu benim sorunum değil yengeciğim."

 

Haklıydı. Oğuz bile Yiğit'i çok seviyordu. Önce kocam, sonra oğlum onunla birlik oluyor diye kızacaktım ki kocamın hala yanımda olmadığını anımsadım. "Selim nerede?" Bu soruyu sormamam için beni oyalıyormuş gibiydi. Yatağın yanında ki koltuğa oturup sadece benim duymamı ister gibi fısıldadı ;

 

"Hala baba olduğuna inanamıyor sanırım. Lavaboya gitti, göz yaşlarını temizliyordu."

 

Buruk bir şekilde gülümsedim. Her şey o kadar ani gelişmişti ki üzerinde kamuflajlarıyla gelmek zorunda kalmışlardı. Yiğit'i onu çağırması için göndereceğim sırada kapıdan usulca başını uzattı.

 

"Yiğit oğlum, biz de kantine gidip gelelim seninle," diyen annemle Yiğit imayı havada kaptı. Onlar bizi yalnız bırakırken Selim önünde birleştirdiği elleriyle odaya girdi. Benden utanıyor gibiydi. Göz altları kırmızıydı. Üzerinde ki üniformasına rağmen güçsüz görünüyordu.

Biraz daha dik oturmaya çalıştığımda canımın acımasıyla inledim. Anında yanıma koştu, arkamda ki yastığı düzeltti ve oturmama yardım etti.

 

"İyi misin?"

 

Başımı salladım. Acılarım, ağrılarım vardı ama beklediğimden daha iyiydim. Bir şey söyleyecek gibi olduğunda kapı çaldı, hemşire oğlumuzu getirip kucağıma bıraktı. Bizim ailecek kalmamızı ister gibi o da odadan çıktığında Selim de yanıma oturdu, sırtını yatak başlığına dayarken bir bacağını yere uzattı. Bebeğimiz gözlerini güçlükle açmaya çalışırken garip bir şey görmüş gibi bize bakıyordu. Gözleri koyu yeşildi. Selim parmağını uzatınca minik elleriyle sımsıkı kavradı.

 

"Artık ismini de duyurmamız gerekiyor," dedim onlara hayranlıkla bakarak. Biz isme çok önceden karar vermiştik. Selim'in hayaline tamam, dememle bebeğimizin ismi daha o doğmadan belirlenmişti. Bebeğimiz de mırıldanınca Selim gülümsedi, tam o an gözünden bir damla yaş yanağına düştü. Bebeği onun kucağına verdiğim sırada Yiğit, Annem ve Babam içeriye girdi. Onlar da bir tur iyi miyim diye beni sorguya çektikten sonra o geceyi hastanede geçirdik. Ertesi gün eve çıktığımız da herkes sıraya girmiş gibi geçmiş olsuna gelmişti. Alp ve abim de gelmişti. Oğuz bebeğin başından bir an olsun ayrılmazken herkes ismi merak ediyordu. Ben koltukta uzanırken Selim oğlumuzu kucağında gezdiriyordu.

 

"Artık sır gibi sakladığınız ismi açıklasanız mı," dedi Ecem.

 

"Az kaldı zaten çocuğa ismiyle seslenmek yerine bebi, diyeceğim bende," dedi Yavuz.

 

"Sen açıkla," dedim Selim'e. Bütün tim arkadaşları da buradayken bu heyecanı ona yaşatmak istiyordum. Şirin anne ve Kemal baba da merakla onu bekliyordu. Bebeğimizin yüzünü bizim de görebileceğimiz şekilde çevirdi. Gururla baktı oğluna.

 

"Bora Karacalı," dedi.

 

"İşte şimdi junior karacalı oldu," dedi Burak. Hepsinin yüzünde anlamlı bir gülümseme vardı.

 

"Minicik duruşuyla komutan mı oldu şimdi bu küçük adam," diye soran Ercüment'e Bade başını salladı.

 

Herkes maşallah eşliğinde övgülere tutarken bizimki etrafı keşfetmekle meşguldü. Babası gibi kendisiyle fazla ilgilenilmesini sevmiyordu. Nihayet uykuya daldığında Selim beşiğe yatırdı. Kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başladığında ev çok kalabalık olmasın diye annemler de odalarına geçti. Geriye sadece Yiğit ve Kaya kalmıştı. Konuşmak istediğimiz bir şey var, demişlerdi. Kaya babasının yanına gideceğini söyleyip ilk söz hakkını istedi.

 

"Allah analı babalı büyütsün, derken de içinde anne ve baba geçiyor. Yani bir bebek büyürken yanında annesi de babası da olsun deniyor," diyerek başladı söze. Kaya'nın eskisinden çok konuşması bizi de şaşırtıyordu. "Bu duyguyu çok yakından yaşamış biri olarak söylüyorum size Bora'yı asla yalnız bırakmayın. Size çok kızsa bile annesi babası hep olsun. Ki buna hiç şüphem yok. Komutanım bunca zaman bize babalık yapmış adam, kendi oğluna neler yapar..." Annelerimizin dediği gibi asıl sorumluluk bundan sonra başlıyordu. Kaya anne ve babanın önemine vurgu yaptıktan sonra gitti. Hepsi bu ay ki altın günlerinde takacağı çeyreği ufak bir merasimle oğluma takmışlardı. Merve ve Ecem artık anne olmanın verdiği sorumlulukla bizimle çok zaman geçiremezken Eylül, Bede ve İpek her zaman destek oluyordu.

 

"Benim öyle süslü laflarım yok," dedi Yiğit. "Annesi de kardeşim babası da. Bende hem amcayım hem dayıyım kendimce. Yengem hiç gücenme ama en çok amcayım ama. Maddi manevi yeğenime her şeyi yapmaya hazırım. Onunla zaman geçirmeme mani olmayın o bana yeter," dediğinde Selim daha fazla sessiz kalamadı.

 

"Nafaka da isteyecek misin?"

 

"Kınıyorum seni kardeşim, ciddi bir konuşma yapıyoruz şurada," diyen Yiğitle beraber kahkaha attım. Bu ikili hiç büyümeyecekti. Yiğit de gittikten sonra ikimiz baş başa kalmıştık.

 

"Bir an hiç gitmeyecekler sandım," dediğinde susmasını işaret ettim. Adam baş başa kalmanın derdindeydi. Odamıza gittiğimiz de ben beşiğinde huzurla uyuyan oğlumuzu izlerken arkamdan sarılan kollarla gevşedim.

 

"Aşığım sana kadın," dediğinde manidar bir şekilde gülümsedim. Hamilelik boyunca bütün nazımı çekip söylemediğim konularda bile bana destek olmuştu. "Oğlumuz doğduktan sonra yeniden aşık oldum," dedikten sonra boynumu öptü. Kalbe zarar bir beyefendiydi. Dış görünüşüm hamilelikten dolayı günden güne değişirken her halime türlü türlü iltifatlar eden de oydu. Aramıza giren ağlama sesi bıçak gibi ortamı keserken gözlerini devirdi.

 

"Ama hala seni kendimden başka bir erkekle paylaşma fikrini sevmiyorum," dediğinde kucağımda ki oğlumla göz devirdim.

 

"Oğlunu kıskanamazsın," dediğimde gayet ciddiydi. Aklıma gelen fikirle bebeği babasının kucağına tutuşurdum. Ne oluyor burada, der gibi havalanan minik eliyle ikisi de şaşkınlıkla bana bakıyordu.

 

"İkinize de yetecek kadar Efsun var," dediğimde Selim güldü. Ne söylediğini anlamasam da kucağında ki bebeğin kulağına bir şey söyledi. Uykusuz gecelerimiz bu kadar çabuk başlamamalıydı... Yatağa uzandığımda onlar hala ayakta bana bakıyordu.

 

"Ben şimdi uyuyorum, siz de baba oğul anlaşma mı yapıyorsunuz yoksa gelip benimle uyuyor musunuz orası size kalmış," dediğimde çok geçmeden ikisi de yatağa geldi. Bora'yı dikkatle yatırdıktan sonra daha fazla açık tutamadığım gözlerimi kapattım. Annelik gerçekten yorucu bir durumdu. Sabah uyandığımda yanımda olmayan ikilinin gittiğini bile fark etmemiştim. Aşağıdan annemlerin sesi geliyordu. Sadece şirin anne ve annem kalacak, diğerleri bugün evlerine dönecekti. Hazırlıklar şimdiden başlamış gibiydi. Çalışma odasından gelen gülme seslerini duyunca oraya yöneldim. Selim deri koltuğa oturmuş, kucağında ki bebeğimize bir şeyler anlatıyordu. Çalışma odasının kapısına sessizce yaklaştım. İçeriden gelen hafif bir mırıltı ve ardından yükselen minik bir gülme sesiyle kalbim titredi. Kapı aralıktı, göz ucuyla baktım.

 

Selim, deri koltuğa oturmuş, kucağında oğlumuzu tutuyordu. Saçları biraz dağılmış, gömleğinin kolları dirseklerine kadar sıyrılmıştı. Yorgun ama huzurlu görünüyordu. Oğlumuz, babasının göğsüne yaslanmış, minnacık elleriyle onun parmaklarını tutmuştu. Selim gözlerini oğlumuza dikmiş, sesi neredeyse fısıltı gibi çıkıyordu:

 

"Biliyor musun küçük adam... İnsan en çok geceleri düşünür bazı şeyleri. Herkes uyurken, sessizlik bastığında... Kendi kalbini dinlersin. Ben de işte, sen kucağımdayken hep kalbimi dinliyorum artık."

 

Durdu. Derin bir nefes aldı.

"Bazen korkuyorum," dedi. "Sana yetebilir miyim diye. Ya bir gün yokken, bir şey olur da... senin ilk adımlarını, ilk kelimeni kaçırırsam diye. Görevdeyken aklımda hep siz olacaksınız. Bu, alışık olduğum türden bir savaş değil. Bu, yüreğimin en orta yerine kurduğunuz bir cephe..."

 

Bebeğimiz gözlerini babasına dikmişti. Sanki anlamış gibi, o an küçük bir gülüş attı. O pamuk sesli gülüşü odanın sessizliğini yararak yayıldı. Selim'in gözleri doldu.

 

"Sen güldün mü şimdi? Yani... 'Korkma baba, buradayım,' mı dedin?" Gülümsedi Selim, sesi titriyordu ama gülümsemesi sıcaktı. Başını eğdi, oğlumuzun alnına minik bir öpücük kondurdu.

 

"Sen güldükçe, ben yaşarım. Ne kadar uzağa gitsem de, senin gülüşün hep peşimden gelir biliyor musun? Bunu bil yeter."

 

Kapı eşiğinde gözlerim dolmuştu. Gözyaşlarım sessizce süzülürken içeri girdim. Sessizce Selim'in yanına oturdum, başımı omzuna yasladım. O an, hiçbir şey söylememize gerek yoktu. Bir adam, karısı ve kucağında gülümseyen bir bebek... Ve kalplerinden taşan, anlatılamayan binlerce kelime... Selim, başını usulca bana çevirdi. Gözleri hâlâ doluydu ama gülümsüyordu. Beni görünce kısık bir sesle,

"Duymamanı ummuştum," dedi.

 

Ben de hafifçe başımı salladım.

"Duydum," dedim. "Ama iyi ki duydum..."

 

Elimi, onun kolunun altından uzanıp Bora'nın sıcacık, minik bedenine dokundum. O kadar küçüktü ki... avucuma sığacak kadar. Ama kalbimize sığmaz olmuştu.

 

Selim, kucağındaki oğlumuzu bana doğru biraz daha yaklaştırdı.

"Bak, işte annen de geldi... Şimdi tamız," dedi fısıltıyla.

 

Bora, gözlerini kocaman açtı. Sanki bizi seçmeye çalışıyormuş gibi tek tek yüzlerimize baktı. Sonra birden, ufacık dudaklarını oynatıp tekrar gülümsedi. O an, zaman durdu. Dışarıda hayatın akışı devam ediyor olabilirdi ama bu oda... bu an... sadece üçümüze aitti.

 

Selim başını öne eğdi, sessizce konuşmaya devam etti:

"Biliyor musun Efsun... Ona 'Bora' dedim çünkü... bu ismin bir anlamı var benim için. Timin adı. Kardeşlerim. En zorlu anlarda sırtımı dayadığım insanlar. O timde yıllardır omuz omuza savaştım, düştük, kalktık... Ve şimdi..."

 

Gözleri bu kez benimkilerle buluştu.

"Şimdi, o ismi en kıymetli varlığıma verdim. Çünkü o tim bana cesareti, sadakati, inancı öğretti. Ama sen..." dedi, elini nazikçe dizimin üstüne koyarak, "sen bana sevgiyi öğrettin. Onların gücünü oğlumda yaşatmak istedim. Ama onun yüreğinde senin sıcaklığın olacak."

 

Bora, minik bir esneme sesi çıkardı ve gözlerini yumdu. Uyuyordu. Selim kucağında onu biraz daha sıkıca kavradı.

 

"Söz veriyorum," dedi alçak sesle. "Bu çocuğun gözlerinden bir damla yaş süzülürse, o yaş yere düşmeden avuçlarımda tutacağım."

 

Ben o an dayanamayıp, yanağından bir öpücük kondurdum.

"Ve ben de," dedim, "bu çocuğun her gülüşünü ezberleyeceğim. Birlikte büyüyeceğiz Selim. Ne olursa olsun... üçümüz."

 

Dışarıda rüzgâr ağaçlara çarpıyor, gece sessizliğini usulca bölüyordu. Ama biz, o çalışma odasında... hayatımızın en güzel cümlesini kuruyorduk...

 

                                             ****

(Zaman atlaması)

 

O sabah evin içinde telaşlı ama neşeli bir hava vardı. Bora'nın kırkı çıkıyordu.

 

Ben mutfakta kaynayan suyun başındaydım. Annem, kolları sıvamış elindeki defne yapraklarıyla dua mırıldanırken; Şirin anne Karadeniz şivesiyle ortalığı inletiyordu. Bir yandan suyu karıştırıyor, bir yandan da beni sorguya çekiyordu.

 

"Efsun kızum, bu çocuğun gözleri babasına çekmiş ama kaşlar senin gibi çatık ha. Sinirli mi büyücek bu ha?"

 

"Annecim daha kırkı çıktı, sabret biraz karakteri şekillensin," dedim gülerek. Ama boşuna... Şirin teyze hızını almıştı.

 

"Yok yok bu çocuk uyanık. Daha dün gece beşiğin içine gizlice fındık koydum, sabah kalmamış. Kim yedi onu? Anası mı yedi, babası mı? Yooook, ben bilirim bu çocuğun cin gibi olduğunu!"

 

Annemle göz göze gelip kahkahayı bastık. O sırada içeriden tanıdık bir ses duyuldu.

"Bu evi beş dakika sessiz bırakmıyor musunuz? Askeriyede bile bu kadar ses yoktu vallahi!"

 

Selim.

Kapının eşiğinde durmuş, yarı uykulu gözlerle bizi izliyordu. Saçları dağınık, eşofman altının paçası bir içeri bir dışarı kaçmış, elinde Bora'nın mavi zıbını...

"Hanginiz bunu yıkayıp da minik taytla beraber asmış? Bora paçasına kadar 'Hello Baby' yazılı taytla poz veriyor!" dedi, güya şikâyetçi ama yüzünde gülümseme vardı.

 

Şirin teyze hemen atladı tabii.

"Oğlum, sen anlamazsın! O taytı ben aldım, giydireceğim tabii! Çocuk süslü olacak süslü. Babasına benzemesin!"

 

Selim gözlerini devirdi.

 

"Ben kamuflajla büyümüş adamım, benim oğluma parıltılı tavşanlı çorap giydiriyorsunuz!"

 

O sırada Bora'dan minik bir ses geldi. Ardından da o pamuk gibi gülüş...

"Bak bak, gördün mü? Güldü işte! Resmen babasıyla dalga geçiyor," dedim kahkaha atarak.

 

Selim oğlunu kucağına aldı. Elini başına koyup, tatlı sert bir tonda konuşmaya başladı:

"Oğlum bak, sana bir şey söyleyeceğim. Bu evde seni çok seviyorlar ama sana Hello Baby tayt giydirirlerse gözüm üzerinde ha. Şimdiden alışma böyle şeylere. Biz Boralar Timi'yiz. Asil duracağız, net olacağız, zımbalı çorap giymeyeceğiz."

 

Bora bir daha güldü. Bu sefer ağzını iyice açarak... Bizse kahkahalara boğulduk. Selim sustu, oğluna baktı. Sonra gözleri buğulandı.

 

"Şaka bir yana," dedi yavaşça, sesi alçaldı, "Ben seni bu kadar gülerken gördükçe içimde bir şey çözülüyor. Bilmem anlatabiliyor muyum Efsun... Ne kadar yorgun olsam da, şu an dünyanın en güçlü adamıymışım gibi hissediyorum. Elimi uzatsam, gökyüzünü indirirmişim gibi. Çünkü oğlum var. Ve gülüyor."

 

Sessizlik oldu bir an. Şirin teyse burnunu çekti, annem gözlerini siliyordu. Ben ise Selim'in dizine hafifçe dokundum.

"Sen onun babasısın Selim. Ve o da senin en güzel yanına çekmiş. Gülmeyi öğreniyor... senden."

 

Selim başını eğdi, Bora'nın saçlarına minik bir öpücük kondurdu.

"Hazırsak," dedi, "banyosunu da ben yaptıracağım. Görev bana düştü. Bu suya babasının eli değecek ilk defa."

 

Gülerek kalktı, kollarını sıvadı. Şirin teyze hemen müdahale etti:

"Oğlum yavaş ol, çocuğu çırpmazsın değil mi ha? Yıkamak ne ki, bu kırk çıkarma bambaşka iştir. Suyun içine niyetini koyarsın. Gül yaprağını, dualarını, hatta azıcık sevdanı da koyarsın ha!"

 

Selim bir an durdu, sonra başını çevirdi:

"Ben zaten her gün niyetimi koyuyorum o suya. Adı Bora olan bir oğlum var artık. Ben ona her baktığımda, bütün timim aklıma geliyor. Kardeşlik, sadakat, direnç. Ama şimdi..." dedi ve bana baktı, "O timde yeni bir görev var. Baba olmak."

 

O an hepimiz sustuk. Selim, oğlunu suya usulca batırdı. Bora gözlerini kocaman açtı. Bir saniye sessiz kaldı, sonra gülümsedi. Suya düşen yansımasıyla birlikte hepimizin yüreğine yayılan bir sıcaklık oldu o an. Sanki o gülüş, evin duvarlarını, kalplerimizi, hayatlarımızı yıkayıp temizledi.

 

Ev...

O gün ilk kez gerçekten bizim evimiz gibiydi.

 

Kapı kapandığında, içeride bir sessizlik oldu önce. Garip bir sessizlik... Hani bir uğultunun içinden çıkarsın da, birdenbire seslerin kesildiğini fark edersin ya... Öyle bir şey. Ne Şirin teyzenin yüksek tondan Karadenizli tembihleri, ne Müjgan Hanım'ın aralıksız nasihatleri, ne de mutfağın içinden gelen kek kokuları vardı artık. Sadece biz... üçümüz.

Ben, Selim ve minik oğlumuz Bora.

 

Selim kapının arkasında bir süre öylece durdu. Sırtı duvara yaslanmıştı, elleri yanlarında, başı hafif öne eğik. Sonra başını kaldırıp bana baktı.

"Gitti mi herkes?" dedi kısık bir sesle.

Ben başımı hafifçe salladım.

 

"Gittiler," dedim. "Ve inanması zor ama... evet, şu an sadece biz varız."

 

Bir anda ikimiz de aynı anda kahkahayı bastık.

Sessiz, yorgun, biraz delirmiş gibi ama kalpten gelen bir kahkahaydı bu.

Kırk gün boyunca evin içinde dört ayrı ses tonu, üç farklı tarhana çorbası tarifi, beş tür kundaklama şekli dolaşmıştı. Her kafadan bir ses, her elden bir 'büyükanne dokunuşu' çıkmıştı. Ama şimdi... sonunda sadece bizdik.

 

Selim üzerindeki hırkayı omzundan indirirken gözlerini kısıp etrafa bakındı.

"Şu anda anladım ne kadar kalabalık olduğumuzu," dedi. "Ve... sanırım kolum yoktu son beş gündür. Sadece Bora'yı tutmakla meşguldüm."

 

Ben gülerek koluma sardığım minik yastığı fırlattım ona.

"Kolun yoktu da benim belim neydi peki? Sabaha kadar emzirdim, sabah annem bebekle ilgileneyim diye kahvaltı yedirmedi, Şirin teyze 'sütün az' diye oturup ceviz yedirdi bana. Çocuğun kırkı çıktı, benim ruhum hala doğumhanede!"

 

Selim kahkaha attı.

"Sen var ya... bu evin komutanısın. Ben sana her gün rapor sunuyorum zaten: Bora 04.35'te iki damla kaka, 05.20'de üç damla gaz, 06.00'da yandan yattı, 06.01'de bağırarak kalktı..."

 

İkimiz de kendimizi koltuğa bıraktık. Yorgunluktan ayaklarımızı bile sürüyecek hâlimiz yoktu. Saçlar darmadağın, pijamalar kırış kırış, göz altları mor halkalar gibi. Ama mutluyduk.

Bora beşikteydi. Yeni çıkan saçları yamuk, kaşı biraz çatık, ama gözlerinde kocaman bir ışık vardı. Minik bir kıpırdanmayla battaniyeyi tekmelemeye başladı.

 

Selim başını koltuğun arkalığına yasladı.

"Hayatım, bu çocuk bana liderlik özellikleri gösteriyor. Bak net söylüyorum: Emme saatlerini komuta ediyor. Hangi meme ne zaman devreye girecek, o belirliyor."

 

"Ben de anlamadım zaten," dedim gülerken.

 

"Senin timin mi yönetiyordu seni, Bora mı? İkisinde de aynı itaat duygusu var sende."

 

"Boralar Timi'nin yeni komutanı belli oldu," dedi Selim, gözünü oğlumuza dikerek. "Ama korkarım bu çocuk bizi tutsak etti."

 

Tam o anda Bora ağlamaya başladı. Hem de öyle nazik nazik değil, tüm apartmana "ben uyandım!" ilan edercesine. Selim gözlerini kapattı, iki elini başına koydu.

"Bak," dedim. "Şimdi gazı mı, açlığı mı, altı mı? Bahisler başlasın."

"Oğlum," dedi Selim, Bora'ya doğru yönelerek, "bir gün konuşmaya başladığında bana sadece şunu söyle: 'O gün aslında sadece uykusuzdum baba.' Lütfen..."

 

Tam battaniyesini düzeltmeye çalışıyorduk ki, kapı zili çaldı.

 

Selim'le aynı anda durduk. Bakıştık.

"Sen mi açacaksın ben mi?"

"En son sen açmıştın."

"Hayır, o marketti, bu sefer sıra sende."

"Kaybeden Bora'nın altını da değiştiriyor."

"Anlaştık."

 

Selim zorla ayağa kalktı. Üzerindeki eşofman altının paçası bir kısa, bir uzun; saçları yukarı fönlü gibi dağılmış. Kapıyı açtı ve o anda:

 

"TA-DAAA!"

 

Yiğit, elinde küçük bir hediye paketiyle kapıda duruyordu. Yüzünde muzır bir gülümseme.

"Dediler ki, Bora'nın kırkı çıktı. Ben de boş gelmeyeyim dedim!"

Selim başını kapı pervazına yasladı.

"Yiğit... senin gelişinle az önce uykumun bozulduğunu fark ettim. Ama gel..."

"Bu ne hâl lan?" dedi Yiğit, içeri girerken. "Savaş alanı gibi!"

 

Selim arkasını döndü, Bora'yı battaniyeye sarmaya çalışırken minik bir çırpınmayla bezi yandan kaymıştı.

"Oğlum," dedi Selim, "savaş alanı değil burası... savaşın ta kendisi."

 

Ben içeri seslendim:

"Yiğit hoş geldin! Gel seni doğrudan cehennemin merkezine alalım."

"Bir saniye," dedi Yiğit. "Hediye getirdim. Bak, bu senin gibi babaya yakışır: üzerinde 'Boralar Timi – Komutan Bora' yazan zıbın! Ve..." dedi, cebinden küçük kadife kutuyu çıkararak, "Bir de isminin yazılı olduğu gümüş künye. Arka yüzünde doğum tarihi yazıyor. Duygusal olacaksınız ha, hazırlıklı olun!"

 

Selim sustu. Zıbını aldı. Sapsarı küçük bir zıbın, üstünde mavi harflerle "BORALAR TİMİ – KOMUTAN BORA".

Kolyeyi gördü, açtı. Parmaklarıyla isme dokundu.

"Bora Karacalı," dedi sessizce. "Senin adın burada artık. Bizim hayatımızın en kalın satırı."

 

O sırada ben Bora'yı kucağıma aldım, sonra bir anda yüzümü buruşturup Selim'e çevirdim.

"Selim, sen kaybettin. Bu altını sen değiştiriyorsun."

 

Selim başını yana eğdi.

 

"Hayatımda kaybettiğim en net mücadeleydi."

 

Sonra Bora'yı usulca Yiğit'in kucağına tutuşturdu.

 

"Hazır ellerin boş, sen başla. Tecrübe kazan."

Yiğit bağırdı:

 

"Ne?! Ben hediye getirdim! Alt değil, altın bırakacaktım, bu ne!"

 

Biz kahkahalara boğulurken Bora, Yiğit'in kucağında ciddi bir suratla ona bakıyordu.

Sanki diyordu ki:

"Hazırlan asker. Bu daha başlangıç."

 

Ve biz... üç kişiydik belki ama artık bir ordu gibiydik.

Bir bebeğin kahkahasında saklıydı bütün kuvvetimiz.

 

O an karşımda duran sahne öyle tatlıydı ki, elimdeki kahveyi bırakıp sandalyeye oturdum, sadece izledim.

Yiğit, Bora'yı kucağına almış, ellerini tedirgin ama özenli tutuyordu.

İlk başta, elinde ne tutacağını şaşırmış gibiydi. Sanki Bora porselenden bir heykelmiş gibi dikkatli... ama bir o kadar komikti.

Yüzü terlemiş, nefesini tutmuştu.

"Efsun, ben bu çocuğu çok sevdim ama bu... bu minnak canlı resmen bana güveniyor şu an. Baksanıza bana! Bir şey anlatıyor gibi!"

 

Bora ona uzun uzun bakıyordu. Bazen kaşlarını çatıyor, bazen dudaklarını kıpırdatıyor.

Derken... bir anda gülümsedi.

O minicik dişsiz gülümseme Yiğit'e sapasağlam bir tokat gibi indi. Ama öyle güzel bir tokattı ki bu.

Yiğit'in sesi yükseldi hemen:

"GÜLDÜ! Yemin ederim bana güldü bu! Ben hayatımda bu kadar güzel bir gülüş görmedim!"

 

Selim içeriden, "Ben her sabah o gülüşle uyanıyorum, ezil kardeşim," diye seslendi.

Yiğit kaşlarını kaldırdı, yüzünü Bora'ya yaklaştırdı.

"Hadi bir daha gül, ne olur. Bak bu sefer sana şiir okuyacağım," dedi.

Ve başladı uydurmaya:

"Minik Bora, tontik Bora,

Kundakta yatıyor, şapşik Bora.

Burnu patates, yanakları jöle,

Selim bakıyor sana gözleriyle böle!"

 

Ben kahkahaya boğuldum. Bora da!

Ciddi söylüyorum, kıkırdadı. Hem de o minicik omuzlarıyla, başını geriye atarak.

Yiğit'in gözleri büyüdü.

"Efsun, bu çocuk beni anladı! Vallahi anladı! Şair amca modunu beğendi bu!"

 

Elini Bora'nın alnına götürüp usulca dokundu.

"Yani şimdi seninle takılsak... ne bileyim... parka gitsek, bana yüz çevirmezsin değil mi?"

Bora bir ses daha çıkardı, bir tür "aaa" gibi.

Yiğit hemen ciddileşti.

"Bu onay sesi. Tamam, anlaştık. Söz, sana gizliden gizliye dövme yaptıracağım. 'Amca = Yiğit' yazacağım omzuna. Ama Selim'e söyleme, kıskanır."

 

Tam o anda Selim içeri girdi.

"Elimde iki bez, bir biberon, bir tırnak makası var. Ne dövmesi Yiğit?"

Yiğit hemen Bora'yı arkasına aldı.

"Yok ya, şey diyorum... çocuğun burcu neydi? Dövmeye uygun bir burç mu?"

 

Ben artık tutamıyordum kendimi.

"Yiğit sen bu çocukla gerçekten anlaşmışsın," dedim. "Bora seni sevdi."

Yiğit yavaşça Bora'nın burnuna dokundu.

"O beni seçti, Efsun. Resmen ruh eşim bu minik. İkinci tim kuracağız: 'Amca-Bora Kuvvetleri'. İçinde sadece biz olacağız. Kurabiye yeriz, gülüşürüz. Ara ara gaz çıkarırız."

 

Bora o sırada minik ellerini Yiğit'in burnuna doğru uzattı.

Ve parmağıyla Yiğit'in yanağını tuttu.

Yiğit'in gözleri doldu.

"Bu çocuk benim. Bakın açık konuşuyorum. Resmen bana mühür bastı."

 

Ben içimden geçirdim...

Selim'in kardeşliği, Bora'ya amcalık eden Yiğit'in ellerinde şekilleniyordu.

Daha şimdiden bu evde iki adam birbirine gülmeyi öğretmişti.

Biri minik bir mucizeydi,

diğeri de onu gökyüzünden daha yukarıya kaldırmayı görev bilmiş bir adam. Yiğit hâlâ Bora'nın minik elini tutuyordu. Gözleri parlıyordu, o koca adamın yüzünde çocuksu bir hayranlık vardı. O kadar duygulanmıştı ki, içinden taşan heyecanı paylaşmadan edemedi.

 

"Bana bak," dedi Selim'e dönerek, "bu çocuk timimize ait artık. Onu herkes görmeli. Hayır yani, böyle gülümseyen, böyle bakış atan bir komutanı arka planda tutmak resmen vatana ihanettir."

 

Selim kıkırdayarak, "Ne yapacaksın? Kınalı kuzuyu dağa mı götüreceksin?" dedi.

 

Evet, bebeğimizin lakabı artık 'kınalı kuzu' olmuştu.

 

"Hayır!" dedi Yiğit gururla. "Daha iyisini yapacağım."

Ve pantolonunun cebinden telefonunu çıkardı.

 

Ben şüpheli gözlerle baktım.

"Yiğit ne yapıyorsun?"

"Dünyayı daha güzel bir yer hâline getiriyorum."

 

O sırada hızlıca bir grup görüntülü araması başlattı: BORALAR TİMİ.

Ekranda kısa süre sonra birer birer yüzler belirmeye başladı.

 

İlk açan Tuna oldu.

Arka planda ağlayan Güneş'in sesi geliyordu.

"Abi, ne oldu? Yangın mı çıktı?"

Yiğit kamerayı Bora'ya çevirdi.

"Hayır! Bu bizim yeni komutanımız. Selim'in veliahtı. Timimizin taze neferi: Bora!"

 

Tuna, gözlerini kocaman açtı.

"Vayyy be. Komutanın komutanı gelmiş!"

 

Sonra sırayla diğerleri bağlandı:

Akın, gömleğini giymeye çalışırken;

Yavuz, antrenman yaptığı salondan;

Ercüment, Bade'nin mutfağında bulaşık yıkarken...

Hepsi aynı anda konuşmaya başladı:

 

"Uyyy maşallah!"

"Selim bu çocuk cidden sana mı benziyor?"

"Bora mı? Ooo bizim timin adıyla büyüyecek!"

"Selim, bu çocuk sabah içtimasına kalkacak gibi bakıyor!"

 

Yiğit kahkahalar içinde kamerayı kendine çevirdi.

"Bakın çocuk güldü bana. Daha doğrusu, bana gülümsedi. Timimizin ilk ve tek 'bebek onayı' alan kişisiyim. Hepinize duyurulur!"

 

Selim bir yastığı Yiğit'e doğru fırlattı.

"Yiğit kapat şunu, çocuk uykusu geldiğinde nöbet tutturacağım sana," dedi gülerek.

Efsun olarak ben ise köşeden gülümseyerek izliyordum. Çünkü o an... bir çocuğun doğumuyla sadece bir anne-baba doğmamıştı. Bir tim, yıllar sonra ilk kez aynı anda aynı şeye "maşallah" demişti.

 

Ekranda hepsi aynı anda el sallamaya başladılar.

Akın: "Oğluma selam söyleyin. Emmisi onu çok sevdi."

Yavuz: "Söz, ilk doğum gününde en büyük oyuncağı ben alacağım."

Tuna: "Bizim Güneş'le birlikte büyürler ha, bak söz veriyorum, birlikte salıncak kurarız."

Ercüment: "Bade'yle örgü battaniye örüyoruz, Bora'ya da yollayacağım. Oğlan üşümesin."

 

Ve sonra...

Bora, kucağında hâlâ Yiğit'in ellerinde, ekrana bir bakış attı.

O sakin bakışın ardından... gaz çıkardı.

 

Tüm tim...

Sessiz kaldı.

Bir saniye sonra, patlayan kahkahalar ekrandan eve taştı.

 

Akın: "Komutan geldiğini böyle belli etti!"

Yavuz: "Direkt gözdağı verdi."

Yiğit, gözlerini büyütüp ekrana döndü:

"Arkadaşlar bu çocuk beni seçti. Lütfen beni artık 'Amca Yiğit' olarak kaydedin."

 

Ben karnımı tutarak gülüyordum. Selim gözlerini kapatmış, kahkaha atmaktan yorgun düşmüştü. Bora ise hâlâ Yiğit'in kucağında sakince bakıyordu.

 

Ve o an anladım.

Bora sadece bizim çocuğumuz değildi.

O, bütün bir ailenin, bütün bir timin sevgisiyle büyüyordu.

Kalbinde sadece anne-baba değil,

dayı Yiğit gibi koca yürekli adamlarla dolu bir dünya vardı artık.

 

                                       ****

 

O sabah, evin içi alışık olduğumuzdan daha sessizdi. Güneş ince ince penceremizden süzülürken, Selim askeri üniformasını giyiyordu. Her hareketi özenli, ama ben içimde bir fırtına hissediyordum; dışarıdaki güçlü duruşunun altında kaybolan o hassas yanını biliyordum.

 

Bora henüz minicik, sadece birkaç aylık bir bebekti. Onun minik elleri, ayakları her zaman içimi eritirken, bugün babasının hazırlanışına tanık olurken yüreğim biraz daha sıkıştı. Selim, kucağına aldığı Bora'ya usulca dokunup hafifçe okşadı, minicik yüzüne bakarken gözlerindeki o derin sevgi ve koruma hissini görmemek mümkün değildi.

 

"Küçüğümüz," dedi, sesi neredeyse bir fısıltı gibiydi. "Bu dünyada seni koruyacak olan sadece ben değilim, ama ben en çok bunu isteyenim."

 

Beni yanına çağırdı, Bora'yı kucağımdan aldı. O an Selim'in yüzünde hem babalık gururu hem de sorumluluğun ağırlığı vardı. "Bora benim en kıymetlim," dedi. "Onun için her şeyi yaparım. Görevdeyken bile aklım onda olacak. Onun geleceği için savaşıyorum."

 

Göz göze geldiğimizde, tüm kelimelere gerek kalmadan anlaştık. Ben, ona güvenmenin ve beklemenin gücünü vermeye hazırdım. Selim ise bu sorumluluğun altında ezilmiyor, aksine oğlumuza daha güçlü bir baba olma hayaliyle doluydu.

 

Son hazırlıklarını yaparken, küçük elleriyle Bora'yı tutuşunu izledim. Bir baba olarak ilk defa göreve gidiyordu; yanında küçük bir mucize vardı artık, her adımıyla bu hayata, bu aşka daha da bağlı.

 

Kapıdan çıkarken uzun uzun baktım arkasına. O adımların sadece bir askerin değil, bir babanın da yolculuğu olduğunu biliyordum. Evimizin sıcaklığını, Bora'nın gülüşünü düşündüm hep. Ve ben dua ettim; onun dönüşü, oğlumuzun ilk kahkahaları gibi mutlulukla dolsun diye. Görev şansımıza kısa süreli bir görevdi. Ama o kısa sürede bile Selim'e duyduğum özlem diğerlerinden çok farklıydı. Bu süreçte Eylül benimle kalmış ve ev işlerine yardımcı olmuştu. Geriye dönüp baktığımda timde hiç bekar insan kalmamıştı. Hepsi ya nişanlı ya evli ya da ebeveyn olmuştu...

 

Akşamın alacakaranlığı yavaş yavaş evimizin pencerelerinden içeri süzülürken, Selim ve tim görevden dönmüştü. Uzun ve yorucu bir günün ardından yorgunlukları üzerlerinde görünse de, evin sıcaklığı ve dostların varlığı hepsinin yüzünü aydınlatıyordu. Biz kızlar da,bizim ev de toplanmış, onların dönüşünü sabırsızlıkla beklemiştik. Minik Bora'nın huzurlu uykusu evde sükunet ve umut yaratıyordu.

 

Yorgunluk yüzlerinde açık seçik belli olsa da, evin sıcaklığı ve dostlukları onları sarıp sarmalıyordu.

 

Selim hemen Bora'nın yanına gelip kucağına aldı. Minik oğlumun yüzündeki o heyecanı görmek, Selim'in tüm yorgunluğunu unutturmuş gibiydi. "Vay canına, bu küçük adam babasından bile daha enerjik," dedi, gözlerindeki yorgunlukla sevgi karışmış bakış arasında. Bora da kahkahalarla gülüyordu; sanki babasının şakalarına ayak uyduruyordu. Oğlumuz daha önce diğer bebeklerde rastlamadığım kadar güler yüzlü bir bebekti.

 

O anda Yiğit, elinde renkli oyuncaklarla içeri girdi, "Al bakalım, küçük savaşçıya yeni bir silah daha," dedi. Yanında Mert'in kızı minik bir prensese dönüşmüş, oyuncak bebekleriyle oynuyordu. Onu da unutmamış ve en sevdiği bebeklerden almıştı. Tuna, yanında getirdiği çikolatalar ve kurabiyelerle, "Savaştan sonra en güzel ilaç bu," diye espri yaptı. Ecem'in kucağındaki küçük kız usulca uyurken, odanın neşesi çocukların hareketlerinde gizliydi.

 

Kaya babalık hikayelerini anlatırken gülmekten yerlere yattık: "Geçen gün bebeğin bezini değiştirmek için baya uğraştım, sonra fark ettim ki bez ters takılmış, o da bana o şaşkın bakışıyla 'Ne yapıyorsun amca?' der gibi bakıyordu." Merve ise, "Gece uyutma seanslarım tam bir komedi, bazen kendi kendime konuşuyorum 'Sakin ol, önce sen uyumalısın' diye," dedi. Ortam gülüşmelerle doldu taştı.

 

Ercüment, "Bade ile ev işleri tam savaş alanı! En son bulaşıkları yıkarken lavabo taştı, Bade hemen 'Albay'ın damadı iş başında!' diye bağırdı," diye anlattı. Yiğit hemen espri patlattı, "Albay'ın damadı olmak büyük fedakarlık gerektiriyor; bir yandan timi yönetmek, diğer yandan evin disiplinini sağlamak!" dedi.

 

Burak'a ekip "Hızır" lakabını takmıştı çünkü o her duruma hızlı ve aceleci müdahale eden, çoğu zaman da Akın'la çekişip duruyordu. Burak, "Akın, yine kafanı karıştırdın, biz senden üç kat hızlıyız, ne yapacaksın?" diye takılırken, Akın da, "Hızır, biraz yavaşla yoksa hepimiz yıkılırız!" diye cevap veriyordu. Bu tatlı atışma salonu kahkahalarla dolduruyordu.

 

Selim, "Bora'ya babalık dersleri veriyorum ama geçen gün bebek arabasını yanlış tarafa itiyordum, itiraf ediyorum," diye güldü. Burak hemen "O zaman sen asker değil, araba kullanıcısısın!" diyerek takıldı.

 

Yiğit de gülerek, "Biz artık sadece asker değil, baba kulübüyüz. Görevde bile eşler ve çocuklar konuşuluyor; 'Tuna'nın bebeği gece ağlamış, Selim oğlunu güldürmüş, Hızır yaramazlık peşinde' diye," dedi. Gecenin ilerleyen saatleri de keyifli bir şekilde ilerlerken herkes yavaş yavaş dağıldı.

 

Ev sessizdi. Bora'nın odasından gelen o düzenli, minik nefesler... hayatımda ilk kez sessizliğe bu kadar minnet duyuyordum. Küçük bedeninin huzurla uyuması, içime bir parça rahatlık serpmişti. Uzun zamandır ilk kez gece, yalnızca annelik değil, başka bir yanımı da hatırlatıyordu. Kadınlığımı. Arzulamayı. Özlenmeyi.

 

Salonun loş ışığında Selim'in oturuşu... nasıl desem... başka türlüydü bu gece. Yorgundu, evet. Ama gözlerinde bildiğim o bakış: keskin, yakıcı, beni içimden tanıyan o bakış vardı. Sessizdi, ama vücudu konuşuyordu. Dudaklarının kenarındaki hafif kıvrım, bana "gel" diyordu. Ama öylece yanına gitmedim. Önce bekledim. Onun ilk adımı atmasını istedim, belki biraz da içinde ne kadar özlediğini duymak...

 

Selim kalktı. Sessiz adımlarla yanıma geldi. Önümde durdu. Bedenimle göz göze geldi resmen. Elini uzattı, parmak uçlarıyla çeneme dokundu. Başımı hafifçe yukarı kaldırdı. Gözlerim gözlerine takıldığında... işte oradaydık. O an, o gecede... sadece o anın sahibiydik.

 

"Efsun," dedi, yavaş ve kısık bir sesle. "O kadar sabrettim ki... seni sadece izlemekle yetindim bu haftalarda. Ama artık seni hissetmek istiyorum. Dolu dolu. Kalbimle..."

 

Bir adım attı, bir öpücükle dudağıma dokundu. İlk dokunuşu bile yanıyordu. Ama hemen geri çekildi. "Hayır," dedi gülümseyerek, "bu o değil." Hafif bir mırıldanma sesi duysak da bebeğimiz uyumaya devam etmiş olmalıydı. Sonra bir kez daha eğildi. Bu kez daha uzun, daha yavaş... dudaklarımda kaldı, nefesimle karıştı.

 

Bedenim, unuttuğu bir melodiyi hatırlıyordu sanki. Parmakları saçlarıma dolandı, yüzümü iki avcunun içine aldı. Sonra boynuma indi. Her öpücüğü, her nefesi oraya iz bırakıyordu. "Burada kal," dedi fısıltıyla, "bu geceyi başka hiçbir şey bölmesin. Sadece biz."

 

Ellerimi beline doladım. Tişörtünü hafifçe tuttum. Selim, bu dokunuşuma karşılık olarak belimden kavradı, sırtımı kendine bastırdı. Vücudumuz birbirine iyice değdiğinde, içimden derin bir nefes döküldü.

 

Dudakları göğsüme yaklaştığında başımı geriye yasladım. Öyle dikkatli, öyle arzulu ama bir o kadar da sevgi doluydu ki... beni korkutmuyordu, beni "ben" yapan her şeyi önemsiyordu.

 

Beni koltuğa yatırdı usulca. Üzerime eğildi. Ellerini karnımda gezdirdiğinde, doğum sonrası izime geldi. Parmaklarını orada durdurdu. Gözlerime baktı.

 

"Bana en değerli varlığımızı verdin. Bu beden senin değil sadece. Bu, artık üç kişilik bir mucize. Ama bu gece... onu yeniden sadece sana ait hissettirmek istiyorum."

 

O sözle birlikte içimdeki tüm kırılganlık çözüldü. Geriye sadece onun ellerinin izinde kıvrılan bir kalp, bir beden, bir kadın kaldı. Selim tişörtümü sıyırdı, tenimi öptü, öptü... parmaklarını bacaklarıma doladı, beni kaldırdı. Kendine yasladı. Sanki beni değil, yemin ettiği bir şeyi taşıyordu kollarında.

 

Yatak odasına geçtik. Geçerken bile susmadı. "Her yerin bana ait," dedi, "bana bıraktığın her iz... bende hâlâ ilk günkü kadar canlı."

 

Gecenin geri kalanı, kelimelere sığmazdı. Dokunuşlar vardı, tenin tenle konuşması... nefeslerin birbirine sarılması. Her öpücüğün altında bir teşekkür, her sarılışın içinde bir dua saklıydı. Ve ben o gece... sadece bir anne değil, yeniden yaşamayı hatırlayan biri oldum.

 

Sabaha karşı, yorgun ama huzurlu bir sessizlikte, başımı göğsüne yasladım. Kalbinin sesiyle uyuya kalırken, kulağıma fısıldadı:

 

"İyi ki bana geldin, Efsun. İyi ki... hâlâ benimsin."

 

Bedenim bir tüy kadar hafifti. Bu gece diğer günlerin aksine ikimiz de daha doğrusu üçümüz de derin bir uykuya teslim olmuştuk. Sabah uyandığımda neşeli bir şekilde önce bebeğimi kontrol ettim. Onu babasının yanına özenle yatırdıktan sonra mutfağa indim. Selim, askerlikten olsa gerek Bora'nın en ufak hareketine bile uyanıyordu. Onları baş başa bıraktıktan sonra hızlıca bir kahvaltı hazırladım. Anne olduktan sonra yüklenen özelliklerden biri olmuştu hız. Sakin adımlarla odaya çıktığımda kapıyı yavaşça araladım. Selim bir kolunu üstten bebeğimize sarmıştı. İkisi de hala uyuyor sanarken Bora'nın gözlerinin açık olduğunu fark ettim. Gözleri babasına çekmişti.

 

Selim'in bebeklik resimlerinin canlı hali gibiydi.

"Yüzbaşı Ulaş Selim Karacalı," dediğimde Selim tek gözünü açtı.

 

"Buyurun benim."

 

Çocuk gibi sırıttım. Onu çok nadir uykusunu alamamış halde görürdüm. "Sen komutanlarına da mı böyle cevap veriyorsun? Hani sadece sevdiğin kadından ve komutanlarından emir alırdın."

 

Tek dirseğinin üstünde doğruldu. Önce yanında yatmış bizi dinleyen bebeğimize ardından bana baktı. Bu gülüşü biliyordum, kesin utanacağım bir şey söyleyecekti.

 

"Emir almak için uygun bir konumda değiliz diye düşünüyorum karıcığım."

 

Bingo.

 

Saçlarımı düzelttim, aslında kendimce vakit kazanmak gibi bir şey olmuştu bu. "İkinizi birden aşağıda bekliyorum." Başını iki yana sallayıp gülümsedi. Gözlerinde ki uyku mahmurluğu, dağınık saçları, özensiz giyilmiş kısa kollusu ve belki de en önemlisi gamzesi sabah sabah bana hiç yardımcı olmuyordu. Onları beklemeden aşağıya indim. Aşağı indiğimde, çay hâlâ buhar çıkartıyordu. Masayı tamamladım, her zamanki gibi Bora'ya da bir yer ayırdım. Küçücük bir battaniye serdim onun için. Her sabah bu ritüeli yaparken kalbimde tuhaf bir sevinç oluyordu. Hâlâ konuşamıyor, yürüyemiyor, ama ben her şeyi onun varlığına göre ayarlıyordum. Sanki onun sabah keyfi başlamadan ev de uyanmış sayılmıyordu.

 

Derken ayak sesleri... Merdivenlerden gelen yumuşak, sabırlı adımlar.

 

Selim geldi. Üzerinde hâlâ pijaması, kucağında Bora vardı. Bebek battaniyesine sıkıca sarılmış, babasının göğsüne yaslanmıştı. Selim'in gözleri hâlâ mahmurdu ama gülümsemesi sabahın en net parçasıydı.

 

"Beyefendi bu sabah beşiği reddetti," dedi bana yaklaşırken. "Diyor ki, 'Ben babamın kucağında daha güzel uyurum.'"

 

Gözlerimin içiyle güldüm. "Sen de hiç itiraz etmemişsindir tabii..."

 

"Etsem bile dinleyecek mi sanki? Evi yönetiyor resmen."

 

O sırada pencerenin önüne geçip Bora'yı beşiğine yatırdı. Camdan gelen yumuşak güneş ışığı, beşiğin örtüsüne sarı yansımalar düşürüyordu. Selim, eğilip battaniyeyi düzeltti. Elini Bora'nın minik göğsüne koydu. Ve sonra... sesi duyuldu.

 

"Camdan cama kon ben olayım,

Bora'ya tatlı bir gün olayım..."

 

Sesi alçaktı, neredeyse mırıldanır gibiydi. Ama kelimeler öyle bir yankılandı ki içimde, gözlerim doldu. Bu sadece bir ninni değildi. Bu, bir adamın içinden geçen bütün şefkatin, sevgisinin ve babalığının melodisiydi.

 

Beşiği hafifçe sallarken devam etti:

 

"Uyusun da büyüsün...

Aslan gibi yürüsün...

Anasının gülü, babasının gururu olsun..."

 

Bora'nın göz kapakları ağırlaştı. Minicik elleri göğsünde birleşti. Selim, gözlerini oğlundan ayırmadan başını eğdi ve fısıltıyla son mısrayı söyledi:

 

"Rüyan benden yana olsun oğlum,

Bu evde her şey seninle tam olsun..."

 

O an, zaman durdu. Sadece ninni vardı, sadece biz vardık. Ben, o an Selim'e bir kez daha âşık oldum. Çünkü bir adamın sesi, sadece sevgilisinin kulağına değil, oğlunun kalbine de huzur veriyorsa, işte o zaman gerçek bir aile olunuyordu.

 

Sessizce yanıma geldi. Gözleri hâlâ beşiğin üzerindeydi ama sesi bana döndü:

 

"Uyudu."

"Biliyorum," dedim fısıltıyla, "Senin sesine uyumamak mümkün mü?"

 

Omzunu bana yasladı. O sabah, çayın buharı, ekmek kokusu ve bir ninninin sesiyle evimiz tamamlandı.

O gün fark ettim ki, aşk artık sadece kalplerde değil...

Bir beşiğin başında, bir babanın sesinde, bir annenin gözyaşında saklıydı. Günler birbirini kovaladı. Mevsim döndü, ağaçlar yeşerdi, güneş biraz daha içimizi ısıtır oldu. Bora da bizimle birlikte büyüyordu. Her sabah yeni bir mimiğini, yeni bir sesini keşfetmek; annelik ve babalık denilen o tarifi mümkün olmayan mucizenin kalbine yürümek gibiydi.

 

Minicik elleri artık yumruk değil, avuç açıyordu. Gözleri her sabah biraz daha anlamlı, biraz daha dikkatli bakıyordu. Selim, ne zaman onunla baş başa kalsa, ona askeriyeden, görevlerinden, küçükken yaşadığı haylazlıklardan bahsediyordu. Bazen "Sen büyü de gel oğlum, seni timle tanıştıracağım" diyor, bazen de birlikte battaniyenin altında saklanıp "taktiksel" hikâyeler anlatıyordu. Tabii hepsi Bora'nın gülümsemesine hizmet eden hikâyelerdi.

 

Ama bir sabah...

 

Bora normalden daha keyifsiz uyandı. Gözleri puslu, nefesi hızlıydı. Ellerini sürekli ağzına götürmeye çalışıyordu ama bu alışılmış bir hareket değildi. Önce "diş çıkarıyor" diye düşündüm. Sonra ateşini ölçtüm. Termometre alarm gibi öttü.

 

38.7.

 

Sanki içim birden buz gibi oldu. Telaşa kapılmamaya çalıştım ama içimdeki o ince annelik sesi susmuyordu. Selim, Bora'nın yüzüne baktığında hemen anladı. Beni hiç konuşturmadan kucağına aldı ve hazırlandık.

 

Arabaya binerken Bora'yı battaniyeye sardım. Selim ise bir yandan bana moral vermeye çalışıyor, bir yandan direksiyona sinirli sinirli vuruyordu.

"Bir şey yoktur, ama biz yine de baktıracağız, tamam mı Efsun? Endişelenme."

 

Hastaneye gittiğimizde çocuk doktoru bizi hemen aldı. Bora'yı muayene ederken kalbim ellerimin arasına sıkıştı sanki. Doktor dikkatlice dinledi, ciğerlerine baktı, burnunu kontrol etti. Sonra içimi rahatlatan o cümleyi kurdu:

 

"Virüs kaynaklı hafif bir enfeksiyon. Korkulacak bir şey yok, ama takibi önemli. Küçük olduğu için vücudu hemen tepki veriyor. Bol sıvı, hafif gıda, bol sarılma."

 

Sarılma kısmında Selim bana baktı. "Bizde o iş bolca var."

 

Eve döndüğümüzde Bora hâlâ biraz halsizdi ama ilaçlarını verdik, onu en sevdiği oyuncak örtüsüne sardık. Selim gece boyunca başında nöbet tuttu. Uyuduğu tek an Bora'yı göğsüne yatırdığı andı. Ve sanırım Bora da en iyi uykuyu orada buluyordu.

 

O hastalık günü de geçti... Tıpkı diğerleri gibi.

 

Ve zaman... yine hızla aktı.

 

 

Bir hafta sonrasında sabah, mutfakta kahvaltıyı hazırlarken Bora yerdeki oyun halısında kendi kendine oynuyordu. Artık altı aylık olmuştu. Minik dişleri yeni yeni çıkıyor, emeklemeye çalışıyor ama genelde sadece olduğu yerde dönüp duruyordu.

 

Selim işe gitmeden önce her zamanki gibi yanına eğildi, burnunu oğlunun yanağına bastırdı.

 

"Komutan babandan emir almadan bir yere gitmek yok, tamam mı?"

 

Tam kalkacakken...

Bir ses duyduk.

Minicik, ama çok net bir ses.

 

"Ba...ba..."

 

Selim olduğu yerde dona kaldı. Ben elimdeki çayı bırakıp döndüm.

"Ne dedi?"

"Bir daha söyle oğlum," dedi Selim, yere çökerek.

 

Bora, sanki bizi anlamış gibi önce güldü, sonra o küçücük ağzından yine döküldü:

"Baba..."

 

Selim'in gözleri doldu. Öylece oturdu kaldı. Kucağına aldı, yanağını oğlunun başına dayadı.

 

"Bu kadar mı güzel olur bir kelime..." diye fısıldadı.

 

Ben de yanlarına çöktüm. Bizi izleyen o minicik gözlerde koskoca bir dünya vardı. Ve artık o dünyada sadece bakışlar değil, kelimeler de vardı.

 

O gece günlüğüme şöyle yazdım:

 

"İlk defa 'baba' dedi bugün. Kelimenin içinde ne çok şey vardı... Güven, aidiyet, sevgi, kahramanlık, yuva... O iki hecede, üç hayat birbirine sarıldı. Bora artık konuşmaya başladı. Ama en başta, en doğru yerden başladı: Babasından."

 

Selim, üzerine üniformasını çekmişti. Gözlerinde hala sabahın heyecanı vardı. Elinde bir kutu vardı: içinde cevizli baklava, fıstıklı kadayıf ve bolca mutluluk.

 

Timin karargâhına girdiğinde içeride Yavuz, Tuna, Akın ve Ercüment vardı. Hemen ayağa kalktılar. Selim kutuyu masaya bıraktı.

 

Yavuz:

"Komutanım? Hayırdır, özel bir gün mü?"

 

Selim ciddiyetle baktı, sonra kaşlarını kaldırarak söyledi:

"Tim, toplansın. Bugün özel bir durum var."

 

Tüm tim hızlıca odaya girdi. Herkes birbirine bakıyordu.

 

Selim önüne geçti, gözlerinde çocukça bir gururla:

"Bugün timin ikinci paşası ilk kelimesini söyledi... **'Baba' dedi."

Ses titremişti. Ama kimse dalga geçmedi. Herkes bir anda alkışladı. Hatta Akın gözlerini kırpıştırdı:

"Vay be... küçük Karacalı!"

 

Ercüment elini uzattı:

"Komutanım, baba olmanın ilk zaferine tebrikler."

 

Yavuz, baklavayı işaret etti:

"Bizim timin gururu. Hadi bakalım, bu baklavaya helal gözüyle bakabiliriz artık."

 

Tuna göz kırptı:

"Baba olmuş adamdan emir almak bile başka olur!"

 

Selim o an gözlerini kapattı. Duyduğu o kelime kulaklarında çınlıyordu hâlâ.

"Baba..."

Savaş meydanları, çatışmalar, komutanlık...

Hiçbiri bu bir kelimenin yerini tutmuyordu.

 

Selim askeriyeden dönerken arabada hâlâ baklavaların kokusu vardı. Ama ondan daha yoğun bir şey vardı kalbinde: o sabah duyduğu minicik bir kelimenin yankısı.

 

"Baba."

 

O gün timdeki herkesle şakalaşmış, sırayla hepsine "yakında siz de baba olursunuz" temalı iğneli laflar etmiş, hatta Akın'a "Senin çocuğun direkt kavga ederek doğar" diyerek gülmekten herkesi kırıp geçirmişti. Arabanın direksiyonunda hâlâ keyifli bir mırıldanmayla türkü söylüyordu.

 

Eve girdiğinde Efsun onu kapıda karşıladı. Elinde bir tabak vardı, yeni çıkmış vişneli kurabiye.

Selim hemen ona sarıldı, alnından öptü.

 

"Bugün her şey güzeldi ama... senin yüzünü görmek her zaman başka," dedi samimiyetle. Efsun gülümsedi.

 

"Bora seni bekliyor. Beşiğin kenarında yüzünü çevirip duruyor, sanki kapıya bakıyor."

Selim'in yüreği bir kez daha kabardı. Hemen odasına koştu.

 

Minik Bora, beşiğinde oturur pozisyona yakın bir hâlde duruyordu. Selim'i görünce ellerini çırpmaya başladı.

Selim eğildi, koluna aldı onu. Kucağında döndürdü.

 

"Benim aslan oğlum! Bugün babanı nasıl sevindirdin biliyor musun?"

 

Tam o sırada telefonunun ekranı parladı. Gelen arama: Poyraz Abi

Selim hemen cevapladı, ekranı Bora'ya çevirdi.

 

"Abi!" dedi Selim coşkuyla.

"Bak karşında kim var!"

Poyraz'ın sesi geldi, karşıdan:

"Ooo benim paşam! Ne yapıyor bu yakışıklı?"

 

Selim gözlerinde pırıltıyla Bora'ya döndü.

"Hadi oğlum... dün söyledin... şimdi de amcana göster bakayım."

 

Bora önce parmaklarıyla telefona dokundu. Sonra Selim'in sakalına takıldı. Gülümsedi.

Ve sonra o küçük ağızdan tekrar döküldü:

"Baba..."

 

Selim bir anda olduğu yere çöküverdi. Dizleri üzerine...

Gözleri doldu.

Karşıdan Poyraz'ın sesi duyuldu:

"Selim... o neydi? Az önce ne dedin o çocuk?!"

 

Selim başını kaldırdı, gözlerinin içi gülüyordu.

"Duydun abi... oğlum ikinci kez baba dedi!"

 

Poyraz'ın kahkahası patladı. "Helal olsun paşama! Ama bak söyleyeyim, amca da desin yoksa küserim!"

 

Efsun seslendi uzaktan:

"Yakında der Poyraz abi... sırayla!"

 

O sırada Bora yine neşeyle ses çıkardı, bu sefer tam olarak anlaşılmasa da "baaa" diye bir ses daha geldi.

 

Selim, Poyraz'a bakarken şunları fısıldadı:

"Hayatım boyunca pek çok rütbe aldım. Üniformamda nice yıldız taşıdım ama... bu çocuk bana en büyük madalyayı bugün verdi abi... BABA dedi."

 

Poyraz, sessizleşti.

"Sen adınla büyüdün Selim... şimdi biri senin adınla büyüyecek. Onun için ne kadar iyi bir baba olacağını şimdiden biliyorum."

 

Bora artık sekiz aylık olmak üzereydi. Yavaş yavaş emeklemeye başlamış, "baba" kelimesinden sonra "mam-mam", "dede", "aa" gibi sesleri de çıkarmaya başlamıştı. Evde kelime savaşı resmen başlamıştı.

 

Selim hâlâ "ilk kelime baba oldu" diyerek gururlanıyor, Efsun sabırla "anne de diyecek o gün de gelecek" diye karşılık veriyordu. Ama bir kişi vardı ki... sessiz ve derinden ilerliyordu.

 

Yiğit.

 

Selim'in tim arkadaşı, Bora'nın doğduğu günden beri "amca" lakabına kendini kaptırmış, ama bir türlü o kelimeyi Bora'ya söylettirememişti.

Bora her gördüğünde gülüyor, oyun oynuyor, mıncıklıyor ama Yiğit'in ısrarla "am-ca de bakayım" demelerine sadece kahkahayla karşılık veriyordu.

 

O gün Selim görevdeydi. Efsun mutfaktaydı. Yiğit sessizce Bora'yı oyun halısına yatırmış, karşısına çökmüştü.

 

"Şimdi çok özel bir eğitim başlatıyoruz Bora Bey. Kod adı: 'AMCA Operasyonu.'"

 

Elinde bir peluş tavşan vardı. Tavşanı Bora'ya gösterip sanki her seferinde yanlışlıkla bir kelime kaçırıyormuş gibi konuşuyordu.

 

"Bak bu ne? Tavşan. Aferin. Peki bu ne? Oyuncak. Süpersin!

Peki bana kim bakıyor burdan? Hani kim amca? Söyle bakayım: 'Am-ca'. Hadi oğlum, çok yaklaştık..."

 

Bora önce diliyle ağzının içini yokladı. Elini Yiğit'in sakalına attı.

Yiğit hemen eğildi.

 

"Hadi be yiğidim, azıcık... küçük bir 'amca'... sonra bir tencere muz püresi söz!"

 

Efsun o sırada içeri girdi. Manzara karşısında ellerini beline koydu:

"Ne yapıyorsun sen yine?"

 

Yiğit başını çevirmeden cevapladı:

"Valla tamamen pedagojik temelli bir oyun... Çocukla birebir etkileşim. Sosyal bağ kuruyorum. Hem sesli uyarılar, hem dokunsal yönlendirme..."

 

Efsun kıkırdadı:

"Yani 'amca' dedirtmeye çalışıyorsun."

 

Yiğit döndü, sırıttı.

"Yakalandım ama Bora birazdan diyecek hissediyorum."

 

Tam o sırada Bora yine ağzını oynatmaya başladı.

"Ba... ba... baaa..."

Yiğit hemen atladı:

"Hayır hayır baba demeyelim artık, o dönem kapandı. Yeni hedef: am-ca."

 

Bora gözlerini kocaman açtı. Sonra parmağını Yiğit'e uzattı.

"Ba-yi..."

Yiğit şok.

"Ne dedi bu?! Bayi mi dedi? Ben oyuncak firması mıyım oğlum?"

 

Efsun kahkahayı bastı.

"Bence seni 'bay Yiğit' ilan etti."

 

Yiğit derin bir nefes aldı.

"Olsun... bu da bir başarı. Ama şunu bilin: O çocuk bir gün 'amca' diyecek ve tarih o anı altın harflerle yazacak!"

 

Efsun eğilip Bora'yı kucağına aldı, oğlu yanaklarına sarılırken fısıldadı:

 

"Sen ne dersen de tatlım, ama Yiğit'e biraz süründür olur mu?"

 

 

O gece Selim döndüğünde Yiğit olanları bir zafer gibi anlattı ama hâlâ "amca" kelimesine ulaşamamıştı.

Selim gülerek:

"Senin en büyük rakibin hâlâ benim, unuttun mu? İlk kelime baba oldu Yiğit. O da kolay kolay unutulmaz."

 

Yiğit gözlerini devirdi.

"Tamam be tamam... ama bu iş bitmedi. Sen gözünü Bora'dan ayırma, ben ses kaydı almadan pes etmem."

 

Bora yerde emekliyor, önünde oyuncak bir itfaiye arabası var. Yiğit çimenlere serilmiş, elinde telefonla Bora'nın her hareketini kayda alıyor. Bu kayıttan umutlu çünkü artık Bora her şeye ses vermeye başlamıştı.

 

Yiğit, kameraya konuşmaya başladı:

 

"Bugün günlerden... amca günü. Bora'nın amca Operasyonu başlıyor. Kod adı: 'Benim için var olan yeğenlerden biri bu çocuk, tek umut.' Hedef: 'amca' demesi. Veya ona benzeyen bir şey de olur..."

 

Tam o sırada Bora, ellerini çırpıp kıkırdamaya başladı.

Yiğit'in gözleri parladı.

 

"Oğlum, hadi bakayım. De hadi! Ne diyorduk? 'Am-ca'. Hadi aslan parçam!"

 

Bora ağzını oynattı, dudaklarını büzdü, parmağını Yiğit'e uzattı ve...

 

"Gigi!"

 

Yiğit bir anda ayağa fırladı.

 

"NE DEDİ BU?! GİGİ Mİ DEDİ?!"

 

Bora yine güldü, iki eliyle Yiğit'e uzandı:

"Gigi! Gigi!"

 

Yiğit kollarını iki yana açtı, sanki kupayı almış futbolcu gibi:

 

"Gigi oldum be! Belki amca demedi ama bana özel bir lakap taktı çocuk! Artık 'Gigi' yim ben, Gigi Amca!"

 

Tam o sırada Efsun camdan başını uzattı:

"Ne oluyor yine, neden bağırıyorsun Yiğit?"

 

Yiğit avazı çıktığı kadar bağırdı:

 

"Gigi dedi! GİGİ! Benim özel adım bu! Yani... amcanın kısaltması gibi düşün! Harf yutmalı versiyon!"

 

Efsun gülmekten kendini tutamadı.

"Yiğit, amca yerine Gigi demesi seni kesiyorsa buyur... ama bence bu seni biraz 'çizgi film karakteri' yaptı."

 

Yiğit omuz silkti, Bora'yı kucağına aldı.

 

"Ne olursam olayım, bu çocuk beni kendince çağırdı. İsmimi koydu. Bu artık resmîdir."

 

Ve sonra Selim geldi. Yiğit, Bora'yı kucağına almış koşturdu:

 

"Kardeşim! Müjde! Bugün bu evde Gigi doğdu!"

 

Selim şaşkın:

 

"Gigi mi? O da ne?"

 

Yiğit ciddiyetle:

 

"Artık bana Gigi diyeceksin. Lütfen saygı göster."

 

Selim gözlerini devirdi.

"Sen var ya... Bora bir gün düzgün 'amca' deyince hayatının en büyük şokunu yaşayacaksın."

 

Yiğit başını Bora'ya eğdi:

"Oğlum sen istersen bana 'robot' de ama hep böyle kendi ismimi sen koymuşsun gibi hissettir..."

 

Bora başını Yiğit'in göğsüne koydu. Gülümsedi.

"Gigi..."

Bölüm : 19.07.2025 22:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...