Sabah, perdeden süzülen yumuşak ışıkla başladı. Ev sessizdi. Sıcacık çaydan çıkan buhar, pencerenin camında hafifçe iz bırakıyordu. Masanın üstünde hâlâ gece içilen çayın kupaları, bir tabakta yarım kalan kurabiye duruyordu. Sessizliği yalnızca mutfak saatinin tıkırtısı bölüyordu.
Selim, salondaki koltuğa yayılmış, telefonunda bir şeyler okuyor gibiydi ama arada boşluğa dalıyor, eli düşünmeden karnıma uzanıyordu. Elini koyduğu yerden hafif bir tekme duyumsadım. İçim sıcacık oldu. Henüz minicik, ama varlığını hissettiren bir hayattı içimde büyüyen.
Tam o sırada, birden kapının zili çaldı.
Önce ikimiz de afalladık. Sabahın bu saatinde kim gelirdi ki?
Selim ayağa kalkacak gibi yaptı ama ben eliyle durdurdum onu. Ayaklarımı yere bastım, karnımı hafifçe toparlayarak kalktım. Bir tahminim vardı. Ve kapıyı açtığımda, işte o tahmin fazlasıyla doğru çıkmıştı.
Kapının eşiğinde karışık bir tablo duruyordu. Ellerinde balonlar, kafalarında saçma taçlar, suratlarında çocuksu gülümsemelerle Tuna, Kaya, Yavuz ve Yiğit… Sanki bir doğum günü partisine gelmişlerdi ama kostümler biraz “askerî operasyon” havasındaydı. Yiğit’in elinde, ucu minik bir kurdeleyle bağlanmış, altın sarısı bir zarf vardı. Ciddi ciddi gözlerimin içine bakarak başını eğdi. Diğerleri ise heyecanla içeri daldılar.
Ayakkabılar bile çıkarılmadan salona geçildi. Tuna yerdeki halının ortasına oturdu, Yavuz müzik açmak için telefonunu bluetooth hoparlöre bağlamaya çalışıyordu. Kaya kanepeye uzanmış, elinde bir oyuncak telsizle komik komutlar veriyordu. Yiğit hâlâ ciddiyetini koruyordu. Onun duruşunda farklı bir saygı vardı. Zarfı bana değil, Selim’e teslim etmek istiyordu. Selim ise hâlâ pijamalarıyla mutfağın girişinde durmuş, olup biteni anlamaya çalışıyordu.
Ve tam o anda, mutfaktan kahkahalar yükseldi.
Arkadaşlarım…
Ecem, İpek, Eylül ve Bade… Hepsi birden, ellerinde bardaklar, gülümseyerek ortaya çıktılar. Bade’nin elinde kamera vardı. İpek’in kolunda beş balon, her biri farklı renkteydi. Eylül karnıma doğru eğilmiş, elini koymuştu.
— “Şuna bak, sabah sabah yine kıpır kıpır bu bebek!”
Gülümseyerek başımı iki yana salladım. O an öyle gerçekti ki her şey… O an evin içinde sevgi büyüyordu, kahkaha büyüyordu, anılar çoğalıyordu. Bu ev, sadece Selim’le benim değil, bizi seven herkesin yuvası gibiydi.
Ortadaki sehpanın üzerine titizlikle bir örtü serildi. Bade, zarfı dikkatlice oraya yerleştirdi. Tuna müzik sesini kıstı. Bir anda herkes sustu.
Bir anlık sessizlik… Kalbimin sesi yükseldi sanki o an. Gözüm Selim’e takıldı. O hâlâ kıpırdamıyordu. Bir baba olarak, hayatında ilk kez böyle bir anın eşiğindeydi. Gözleri zarfın üzerindeydi ama sanki hâlâ hazır olup olmadığını sorguluyordu içinde.
Yiğit, ağır adımlarla ortaya çıktı. Zarfı aldı. Elleriyle tuttuğu kâğıt titremiyordu, ama sanki yutkunması biraz daha uzun sürdü. Başını eğdi, sesi düşük ama netti:
— “Doktor dün verdi bunu. Bebeğinizin cinsiyeti burada yazıyor. Ama biz düşündük… sizin hikâyeniz sıradan değil. O yüzden bu an da sıradan olmasın istedik.”
Yiğit, doktorun verdiği altın sarısı zarfı avucunda sıkı sıkı tutuyordu. Sessizlik istendi, herkes nefesini tuttu. Yavuz megafonla tiyatral bir anons yaptı:
— “Hazır mısınız millet?! Dakikalar sonra yeni bir bireyin bilgisi açıklanacak. Bu sır, şu anda yalnızca biri tarafından biliniyor: Yiğit Komutan.”
Ecem heyecandan sandalyesine tırmandı. Bade kamerayı açtı. Selim hâlâ ayakta, kolları bağlı, gözleri zarfın üzerindeydi. Ben karnımı tutmuş, kalbim dışarı fırlayacak gibi bekliyordum.
Yiğit, zarfı açmak üzereydi ki…
Ercüment bir anda ortaya fırladı. Elinde plastik bir asker şapkası, ağzında çiğnediği bir bisküvi parçasıyla konuştu:
— “Yani zaten oğ—”
Sessizlik.
Tüm salon ona döndü.
Benim kaşlarım havaya kalktı. Bade dondu, Yavuz boğazını temizledi. Yiğit zarfı tutan elini havada bırakmıştı.
Selim’in sesi duyuldu:
— “Ne dedi o?”
Ercüment gözlerini açtı. Ağzındaki bisküvi yavaşça yutuldu. Ellerini havaya kaldırdı:
— “Ben mi bir şey dedim? Yoo… Ben sadece şey… oğ… ıh, oğlak burcu olur mu acaba diyecektim.”
Tuna gülmemek için dudağını ısırdı. Yavuz bir sandalye bulup kendini üzerine attı, gülmekten kendini yere atmasın diye. İpek boğazına çayı kaçırdı, Eylül Ercüment’e bir yastık fırlattı.
Selim kollarını çözdü, ileri doğru bir adım attı:
— “Ercüment. Sakin konuş. Zarf açılmadan önce sen ne dedin?”
Ercüment, suçlu çocuk edasıyla başını öne eğdi:
— “Yanlışlıkla oldu ya komutanım. Vallahi çok özür dilerim. Ama yani… hayırlı olsun. Oğlunuz olacak.”
Derin bir sessizlik… Sonra kahkaha fırtınası!
Bade yere çömeldi, telefonu titreyerek kayda devam etmeye çalışıyordu. Yiğit zarfı yavaşça indirdi, artık açmanın pek de anlamı kalmadığını fark etmişti. Selim ellerini başına koydu ama yüzündeki gülümsemeyi saklayamadı. Bana döndü.
Benim gözümde biriken yaşlar artık heyecandan değil, gülmekten süzülüyordu. Selim yanıma geldi, ellerini karnıma koydu. Dudaklarıma eğildi:
— “Demek ki küçük adam, daha doğmadan bile sır tutturmuyor kendini…”
Ben başımı salladım, gülümserken hıçkırdım:
— “Demek ki kime çektiği belli…”
Ercüment hâlâ savunmada:
— “Yani zarf zaten biraz açılmıştı, ben şöyle bir köşesinden… ama vallahi bilmeden söyledim.”
Tuna yandan bağırdı:
— “Abi, sen müfredata aykırı casusluk yaptın lan. Bu bilgi sızdırması yüzünden göreve yollamazlar seni!”
Yavuz yere düşmüştü, gülmekten ağlıyordu.
İçimdeki kıpırtı o an yine kendini hissettirdi. Sanki o da bizimle birlikte gülüyordu.
Elimi karnımda hissettirdim. Sonra Selim’in eline koydum. Gözlerimizi birbirimize çevirdik.
— “Bir oğlumuz olacak,” dedim yavaşça, kalbimin derininden gelen bir sesle.
Selim, o an ciddileşti. Gülümsemesi durdu ama gözleri ışıldıyordu. Sanki o an yalnız biz vardık. Ne kahkaha, ne bağırış, ne balon… sadece ben, o ve içimizdeki küçük adam.
— “Adını birlikte koyacağız,” dedi. “Ama ne olursa olsun… ona bırakacağım en büyük miras, seni nasıl seveceğimi göstermek olacak.”
Ve o anda, Ercüment’in ağzından kaçırdığı o “kazara an”, en unutulmaz anımız oluverdi.
Gece yarısıydı. Evde derin bir sessizlik vardı; herkes uyumuş, sadece saatin tıkırtısı ve bazen uzaklardan gelen rüzgar sesi duyuluyordu. Tam uykunun en tatlı anında, telefonun cızırtısıyla irkildim. Mert’ti arayan; sesi titrek, nefesi hızlıydı.
— “Komutanım… Ecem’in sancıları başladı. Çok şiddetli. Ben ne yapacağımı bilemiyorum. Yardım et!”
Yüreğim birden hızla çarpmaya başladı. O an içinde bulunduğumuz dünyanın bütün sorumluluğu üzerime çöktü sanki. Hemen Selim’in kapısını çaldım, “Mert arıyor, sancıları başlamış,” dedim. Selim yarı uykulu, şaşkın gözlerle bana baktı.
— “Kadın doğum doktoru muyum ben lan?!” dedi gülerek ama içinde bir telaş vardı.
— “Git, hastaneye git sen. Ben buradan idare ederim!” diye şakayla karışık cevap verdi.
Ama belli ki onun da içi kıpır kıpırdı. Hemen kalktı, hazırlandı. Arkamdan, “Ya ne yapacağız şimdi?” diye mırıldandı.
Arabaya atladığımızda, yolun her metresinde biraz daha ciddileşti. Mert, Ecem’in yanında elinden tutuyor, sık sık “Güçlüsün, yapacaksın!” diyordu. Ben arkada, sessizce dua ederken, Selim direksiyonu sıkı tutmuş, arada telefonda doktorlarla konuşuyordu. Kendi kendine, “Her şey yolunda olacak,” diye tekrarlıyordu.
Hastaneye varınca, koridorlar soğuk ama umut doluydu. Ecem sancılarla mücadele ediyordu, yüzü terli, alnında korku ve cesaret karışımı ifadeler vardı. Mert hemen yanındaydı, ellerini bırakmıyordu.
Doktorlar hızlı ve sakin hareket ediyordu. Herkesin nefesi kesilmişti. Zaman hem çok yavaş, hem çok hızlı geçiyordu.
Ecem’in yüzünde bir an bile yılgınlık yoktu. Arada “Yapabilirim,” diye mırıldanıyor, gücünü toplamaya çalışıyordu.
Saatler geçtikçe sancılar şiddetlendi, ama o dayanıyordu. Bizi de güçlendiriyordu. Birlikte nefes alıyor, birlikte bekliyorduk.
Ve sonunda… Minik bir çığlık… Hayatın ilk sesi… Odaya sevgi ve sevinç yayıldı.
— “İnci,” dedi doktor, “Sağlıklı, güzel bir kızınız oldu.”
Ecem’in gözleri doldu, Mert onu sevgiyle sardı, Selim ise yüzünde tarifsiz bir gururla oradaydı.
Bebek küçük elleriyle Mert’in parmağını sıkıca tuttu. O an sanki dünya durmuştu…
***
Bazen bazı anlar vardır ya… Ne bir düğün, ne bir doğum günü, ne de planlı bir sürpriz… Ama insanın kalbine kazınır. İşte Ercüment’in Bade’ye evlenme teklif ettiği gece tam da öyleydi.
Ev sade ama sıcak bir şekilde hazırlanmıştı. Ne abartılı süslemeler, ne sahne ışıkları. Sadece biz, arkadaşlarımız ve Ercüment’in heyecanla titreyen elleri. Bade hiçbir şeyden habersizdi. O klasik haliyle saçlarını omzunun arkasına atmış, bir bardak çayı tutuyordu. Yavuz’la tatlı tatlı tartışıyorlardı futbol hakkında.
Ercüment bir anda öne çıktı. Hepimizin gözleri ona döndü. Sessizce cebinden eski, küçük bir kutu çıkardı. Kutunun üzerindeki desen… yıllar önce kendi elleriyle kazımış. O zamanlar Bade’nin doğum günü için yapmış. Kimse anlamamıştı o zaman ama şimdi anlıyorduk.
— “Bade,” dedi sesi biraz titreyerek, “Hatırlıyor musun? Biz çocukken sen bahçedeki incir ağacına tırmanırdın. Sonra her defasında orada mahsur kalırdın. Ağlardın. Ben de seni indirmek için tabure taşırdım, üstüne çıkıp sana elimi uzatırdım.”
Bade gözlerini kocaman açmış, çayı elinde unutmuş bakıyordu.
— “O zaman anlamamıştım. Ama şimdi biliyorum. Ben o günlerden beri sadece seni indirmek değil… seni tutmak, seni korumak, seni büyütmek istedim.”
Derin bir sessizlik oldu. Sadece Ercüment’in derin nefesi duyuluyordu.
— “Ben o günden beri sana uzattığım eli hiç geri çekmedim Bade. Şimdi bir ömür uzatıyorum. Benimle evlenir misin?”
Bade ilk birkaç saniye hiçbir şey söylemedi. Gözleri dolmuştu. Dudakları aralandı ama kelimeler çıkmadı. Sonra usulca çayı masaya koydu. Hemen ardından ellerini ağzına götürüp bir adım geri attı.
— “Sen… Sen bunu gerçekten mi yapıyorsun? Ecü… bu… bu çok fazla…”
Ercüment başını eğdi, sonra gözlerini onun gözlerine kilitledi:
— “Evet. Gerçekten yapıyorum. Çünkü seni o ağacın tepesinden ilk indirdiğimden beri hep yanımda görmek istedim.”
Bade, gözyaşları içinde başını salladı.
— “Evet… Evet! Bin defa evet!”
Ve o an Ercüment diz çöküp yüzüğü parmağına takarken, Yavuz havaya bir yastık fırlattı:
— “Yaşasın çocukluk aşkları be!”
Selim ellerini alkışlarken gülümsedi:
— “Bu timde romantik kontenjan doldu. Bundan sonrası sadece görev adamı olur.”
Yiğit Ercü’ye sarıldı:
— “Oğlum, Albay senin kayınpederin olacak artık. Teyakkuzda yaşa!”
Gülüşmeler, sarılmalar, gözyaşları… Her şey gerçek, her şey çok bizdendi. O gece Bade’nin parmağındaki yüzük kadar gözlerindeki bakış da ışıldıyordu. Gecenin ardından herkes evlerine dağılırken bir sonra ki görevleri için hazırlanan kocama bir bakış attım.
Selim göreve gitmeden önce bavulunu o telaşla toplarken ben kapı önünde sessizce izliyordum onu.
Kısa süreli bir görevdi ama içimde yine tanıdık bir endişe vardı. Karnımda büyüyen minicik adam her tekmesinde bana “sabret” dese de, gözüm Selim’in her hareketine takılıyordu.
Çıkarken bana dönüp dedi ki:
— “Çok sürmez, söz veriyorum. Döner dönmez valizi değil seni alıp memlekete götüreceğim.”
O an sadece başımı sallayabildim. Ama o söz… içime su serpti.
Ve gerçekten de döndü.
Birkaç gün sonra, gözleri yorgun ama kalbi sağlam bir şekilde yeniden kapıdaydı.
O gün akşam Selim direksiyona geçti, ben de yan koltuğa geçtim. Rize yolundaydık.
Denize paralel kıvrılan yollar, dağlardan süzülen sis, her şey giderek çocukluğa açılan bir masal kitabı gibiydi.
Yolda Selim Karadeniz türkülerini kısık sesle mırıldanıyordu.
Kimi zaman içten içe güldüm, kimi zaman sadece elini tuttum.
Arabayı sahil kenarına yanaştırdığında güneş yeni batıyordu.
Deniz kıyısında durdu, camı açtı.
Serin hava yüzümü okşarken, Selim iç çekti:
— “Burası bana hep iyi gelir. Ama bu sefer farklı. Yanımda sen varsın, oğlum var.”
Rize’nin içine girdik.
Yokuşlu yollar, taş evler, pencerelerden sarkan çamaşırlar, balkondan seslenen yaşlı kadınlar…
Sanki herkes Selim’i tanıyordu. Gerçi bu artık alışmam gereken bir durum haline gelmişti.
Köylerine vardığımızda arabadan indim.
Daha ayağım toprağa değer değmez, evin kapısı gürültüyle açıldı.
Başında renkli yazması, elinde havlu, ayağında patiklerle biri fırladı dışarı:
— “Oyyy benim uşağum gelmiş de ben görmemiş m’iyim?!”
Bu sesi ancak bir kişi böyle söyleyebilirdi:
Şirin Anne.
Ellerini açarak bana doğru koştu.
— “Efsunummm! Ay karşum bu ne güzelliktir böyle? Ne yedin ne içtin de bööle parlıysun ha? Oooyyy Allahım sana kurban olayrum!”
Sarılışı öyle kuvvetliydi ki, bebek bir tekme daha attı.
Ben gülmeye başladım.
— “Şirin anne… seni görmeseydim Rize’ye gelmiş sayılmazdım vallahi.”
Selim gözlerini devirdi:
— “Anne, bu kadın beni unutur, vallahi seni unutmuyor.”
Şirin Anne gülümsedi, yanağımı okşadı:
— “Uşak seni yitirse ben bırakmam, ben seni gelin edeyim da Rize’ye, başıma yazayım ha!”
O akşam taş evde soba yanıyordu. İçeride mısır ekmeği kokusu, haşlanmış karalahana buharı, dışarıda ise ince ince yağan yağmur…
Biz kalın yün çoraplarımızla yer sofrasına oturduk.
Şirin Anne’nin hikâyeleri arasında Selim’e usulca baktım.
O her zamanki gibi rahat ama göz ucuyla beni kolluyor.
Sabahı zor ettik.
—
Ertesi sabah Selim elime bir yelek verdi:
— “Yukarı çıkacağız. Eski eve.”
Yokuşları çıktık, çay bahçelerinin arasından geçtik.
Küçük bir tepenin yamacında, yosun tutmuş taş duvarlı bir ev duruyordu.
Önünde durduk. Rüzgâr serindi, ama ben içten içe sıcaktım.
Selim cebinden küçük bir şey çıkardı.
Kırmızı bir puşi.
Boncuklu, püsküllü, uçları iğne oyalı.
Gülerek:
— “Gel buraya, Karadeniz’in gelini,” dedi.
Ben gülmeye başladım:
— “Ne yapıyorsun sen ya?”
Selim gözlerini kıstı, yüzünde o tanıdık, içten gülümseme:
— “Bizde sevda öyle düğünle başlamaz… puşiyle mühürlenir.”
Puşiyi başıma bağladı.
Parmak uçlarıyla kenarlarını düzeltti.
Sanki başıma değil, kalbime dokunuyordu.
Sonra cebinden bir bileklik çıkardı, koluma taktı.
Ve kendi sesinden o şarkı başladı:
Ben seni sevduğumi dünya bilsün isterum
Ölürsem mezarıma taş değil resmini koysunlar…
Ben seni sevduğumi yüce dağlar anlasun
Sevdaluk nedur bilemeyenler utansun…
Ben oracıkta, taş basamaklara oturup onu izlemeye başladım.
Selim, rüzgâra karşı söylüyordu.
Dağlara, yaylalara, çocukluğuna… ve bana.
Gözlerim doldu ama bir damla bile akmadı.
Çünkü mutluluk bazen sessiz bir dengeydi…
O günün ardından Rize’nin dar sokaklarında, sıcacık yaz güneşi hafifçe bulutların arkasında saklanıyordu. Akşamın verdiği hafif serinlik bile üzerimde ki sıcaklığı etkilemiyordu.
Selim’le yan yana yürüyorduk. Üzerinde sade bir gömlek, rahat pantolon vardı.
Bense, karnımda büyüyen oğlumun varlığıyla hafifçe yorgun ama mutluydum.
Sokaklarda çay kokusu, mısır ekmeği kokusu vardı.
Esnaflar camlarını açmış, eski Karadeniz türkülerini mırıldanıyordu.
Selim bana dönüp:
— “Efsun, burası ne güzel değil mi? Çay bahçeleri, o yamaçlar… Her şey sanki başka bir dünyadan.”
Ben gülümseyerek:
— “Aynen öyle. Seninle olmak, burada yürümek, doğayla iç içe hissetmek… Her şeyi anlamlandırıyor.”
O sırada, köşeden genç bir adam hızlı adımlarla çıktı.
Elinde bir poşet vardı ama dengesini kaybetti, poşet yere düştü, içindekiler saçıldı.
Poşetin içinde cam kavanozlar vardı ve biri kırıldı. Camlar yerde paramparça oldu.
Genç adam panikledi, etrafa bakındı.
Tam o anda başka bir adam sinirli bir şekilde yaklaştı:
— “Ne halt ediyorsun burada böyle? Yazık buranın sakinlerine, biraz dikkat et!”
Genç adam korkmuş, ne yapacağını bilemez haldeydi.
⸻
Selim hemen araya girdi.
— “Durun, sakin olun,” dedi soğukkanlı ama otoriter bir sesle.
— “Her insan hata yapabilir. Sorunu büyütmeyelim.”
Sinirli adamın yüzü kıpkırmızı olmuştu.
— “Ama… camları kırdı, dikkat etmesi lazım!”
Selim adama birkaç adım yaklaştı.
Gözleri sert, ama kelimeleri yumuşaktı:
— “Güç gösterisi, bağırmakla olmaz. Asıl güç, karşındakine saygı göstermekle olur. Burada, bizim memleketimizde, böyle olmalı.”
O an, Selim’in kararlı duruşu, sakin ama güçlü tavrı ortamı değiştirdi.
Sinirli adam geri çekildi, mırıldandı:
— “Tamam komutanım, haklısınız…”
Genç adam Selim’e minnetle baktı.
Selim eğilip yere düşen kavanozları kaldırmaya başladı.
Ben, içimden ona hayranlıkla baktım, karnımı okşayarak fısıldadım:
— “İşte benim adamım…”
Gün, yavaş yavaş geceye dönüyordu. Akşam saatleri ilerlerken artık gece oldu diyebilirdim. Herkes yavaş yavaş sokakları boşaltmaya başlamıştı.
Rize’nin serinliği dağlardan usulca süzülüp gelmiş, evin önüne serilmişti.
Griyle lacivertin arasında bir gökyüzü, hafif puslu ama huzur verici.
Biz, Selim’le birlikte, yaylaya bakan taş duvarın üzerine oturmuştuk.
Karnımı okşuyordum, içimde kıpır kıpır eden minik bir hayat…
Ve yanımda, her haliyle bana güven veren adam.
Selim başını gökyüzüne çevirdi. Derin bir nefes aldı.
Sonra bana döndü, gülümsedi:
— “Hazır mısın? Bu, Rize’mizin türküsüdür. Ama bu akşam, sadece sana söyleniyor.” Kendinden emin bir duruşu vardı. Sanki bu haline de aşık olmamıştım da…
Hiçbir şey demedim.
Gözlerimi onun gözlerine kilitledim.
Sonra Selim, alçak ve tok sesiyle söylemeye başladı:
“Oy dağlar, dağlar
Sararıp solan bağlar
El çekin sevdanızdan
Gönlüm yaremi dağlar…”
Sesi Karadeniz rüzgârına karıştı.
Bir taşın üstünde oturmuş, sade bir adam gibi ama içinde fırtınalarla söylüyordu.
Benim için. Bizim için.
Türkü devam ederken, elini karnıma koydu.
Sesindeki titreme, gözlerindeki parıltı, içime işliyordu.
“Gönlüm yaremi dağlar…”
O an fark ettim.
Sadece bir türkü değildi bu.
Onun memleketine, bana ve içimizde büyüyen oğlumuza yazılmıştı adeta.
Ben sessizce dedim:
— “İyi ki seninle buradayım. İyi ki bu memleketin geliniyim…”
Selim gözlerini bana çevirdi, sesi hâlâ nemliydi:
— “Ben de iyi ki bu türküyü sana söyleyebilecek kadar şanslıyım…”
Göz göze geldik.
O an, dağların arasında yankılanan sessizliğin içinde sadece kalp atışlarımız vardı.
Selim elimi tuttu. Avuçlarımızın sıcaklığı birbirine karıştı.
Ve ben, o an getirdiğim küçük paketi usulca çantamdan çıkardım.
Kareli kumaşa sarılmış, ince bir kutuydu. Üstünde mavi bir kurdele vardı.
Selim şaşkınlıkla baktı.
— “Bu ne?” diye sordu.
— “Babalar Günü hediyesi,” dedim yavaşça.
— “Oğlundan… senin için.”
Kutuyu açarken elleri hafifçe titredi. İçinden minik bir not çıktı:
“Ben daha doğmadan önce seni çok sevdim babam…”
Ve hemen altında el boyutunda, lacivert işlemeli küçük bir tulum vardı.
Göğsüne mavi iplikle şu yazılmıştı:
“Babamın Kahramanı”
Selim’in gözleri buğulandı. Dudakları aralandı ama kelimeler çıkmadı.
Yutkundu.
Uzun uzun önce tuluma, sonra bana baktı.
Karnıma uzanıp iki eliyle sardı.
Sonra yavaşça başını oraya yasladı, minik oğluna seslenir gibi:
— “Daha görmeden bu kadar sevdiysem seni… doğduğunda ne hâlim olur, bilmiyorum.”
Sonra doğruldu.
Gözleri benimkine kenetlendi.
— “Sana bir şey söyleyeyim mi?” dedi fısıltıyla.
— “Puşi tamam da… bu yüz, bu göz, bu sevda… Karadeniz’in bile en güzel köşesi sensin.”
Gülümsedim, utanarak başımı eğdim.
Selim hafifçe çenemi tuttu, kaldırdı.
— “Bu kırmızı puşi sana yakıştı,” dedi, sesi derinden geldi.
— “Ama en çok annelik yakışıyor. Torun bekleyen anam gibi ben de senden gözümü alamıyorum artık.” Şirin annenin ilgisini bile kıskanmıştı… Buna gülümsemeden edemedim.
Ve sonra…
Beni usulca kendine çekti.
Alnıma uzun, derin bir öpücük kondurdu.
Ardından dudaklarımız buluştu.
Rize’nin gece sessizliğinde, yalnız yıldızlar ve rüzgâr şahitti buna.
Ve o anda, ben gerçekten anladım:
Bu adam, bana türküyle sevmeyi, memleket gibi sahip çıkmayı,
ve bir yuvayı sessizce ama kuvvetle kurmayı öğretiyordu. Gecenin sessizliği, yaylanın üstüne örtü gibi serilmişti.
Ay, bulutların arasından kendini zar zor gösteriyor ama yine de taş evin önündeki taş duvarları gümüş bir ışıkla süslüyordu.
Selim, kucağındaki hediye kutusunu yere bıraktı.
Ben başımı onun omzuna yasladım.
— “Sence nasıl biri olacak?” diye sordum usulca.
Karnımı sıvazlayan parmaklarının hareketi yavaşladı.
— “Cesur…” dedi Selim, “ama senin gibi sevgiyle bakan biri. Merhametli, dürüst…
Bir de çok sevecek seni. Çünkü sen sevilmeyi öğreten bir kadınsın.”
Sesi kısılmıştı.
Kendi içinde ne çok şey yaşadığını biliyordum.
Oğlumuzun her nefesini, daha doğmadan bile içinden geçirdiğini…
— “Bir kardeşi olsun istiyorum,” dedi birden, gözlerini gökyüzüne kaldırarak.
— “Tek başına büyümesin. Yanında bir sırdaşı, omuzdaş olsun. Senin gibi biri daha yetişsin bu hayata.”
O an kalbim öyle doldu ki…
Selim’in sadece baba olmakla kalmayacağını, gerçek bir yuvanın mimarı olacağını bir kez daha anladım.
Sözlerinde koca bir ömürlük hayal vardı.
— “Biliyor musun?” dedim usulca. “Seninle bir çocuk bile yeterken, bir dünya hayal edebiliyorum.”
Selim döndü, gözleri gözlerimde.
Bu sefer yavaşça yanağıma eğildi.
Sadece dokunmak için değil… hissettirmek için öptü.
Ben titredim.
İçimde büyüyen bebeğimizin kalp atışı gibi, içimde bir kıpırtı yayıldı.
— “Seninle yaşlanmak istiyorum, Efsun,” dedi yavaşça.
— “Bu yaylada, yaşlandığımızda da böyle oturalım. El ele. Oğlumuzun koşuştuğu, kızımızın kahkahalarının yayıldığı bir evde…”
Ben karnımı tutarken güldüm:
— “Daha bir tanesi doğmadan, aile planlamasına geçmişsin…”
Selim gülümsedi, başını puşimin ucuna yasladı.
— “Sana bunlar değil, ömür yakışıyor. Ben de sana yakışan bir hayat kuracağım.”
Ve o gece, hiçbir lamba yanmadı.
Ama yıldızlar bizi izliyordu.
Sessizliğin içinde, iki yürek fısıldaşarak birbirine daha da yaklaştı.
Bebeğimiz, belki o gece ilk defa bizi birlikte hissetti.
Ve ben…
O taş duvarın üstünde, Karadeniz gecesinde, dünyanın en zengin kadınıydım. Kalbi aşka fazlasıyla doymuş, kocasına her gün daha minnettar ve aşık olan bir kadın haline gelmiştim…
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
99.24k Okunma |
6.99k Oy |
0 Takip |
76 Bölümlü Kitap |