Hepinize iyi bayramlar canlarım. Artık finale son 3 bölüm kaldı. Finallerimden dolayı yoğunum. Önümüzde ki iki hafta onlarla geçecek dualarınızı beklerim. Bu karmaşa da bir nebze yüzümüzü güldürsün diye size bölüm getirdim. Düzenlemeye vaktim olmadığı için yapay zekaya düzelttirdim umarım hata yapmamıştır. Kusuruna bakmayın. :) Keyifli okumalar, yorumlarınızı bekliyorum…
Her sabah birbirinden farklı başlardı. Kimi güneşle merhaba der kimi de kasvetiyle insanı ruhunun derinliklerine iterdi. Bu sabah da çok erken saatlerde başlamıştı. Kapı zili çaldığında mutfağın ortasında elimde yarım limonla duruyordum. Sabah bulantısına iyi gelir diye düşündüğüm beşinci şeyi deniyordum ve bu kez umutluydum. Zira o sabah karnımdaki küçük canlıya seslenirken içimden dua ediyordum;
— “Bugün bir anlaşma yapalım. Sen kusturma, ben de senin istediğin her şeyi yerim.”
Anlaşma, iki saat sürdü.
Zil bir kez daha çaldı. Bu defa elimdeki limon yere düştü. Saat 13:06. Tam da söylediği saatte. Kalbim bir an hızlandı. Derin bir nefes aldım, ellerimi içgüdüsel olarak karnıma götürdüm ve kapıya yöneldim.
Kapıyı açtığımda, karşımda Selim’i gördüm.
Üniforması hâlâ üzerindeydi. Gözlerinde yorgunluk ama yüzünde başka bir ışık vardı. Birkaç saniye boyunca sadece bakıştık. Zaman durmuştu. Yüzünde ki ifade yorgun ama huzurlu bir ifadeydi.
— “Hoş geldin,” dedim kısık sesle.
Selim gözlerini yüzümden karnıma indirdi. Elini uzattı, neredeyse görünmeyen çıkıntıya dokundu.
— “Ben geldim küçük adam… ya da küçük hanım. Hâlâ cinsiyetini söylemiyor, değil mi?”
Sabırsızlığına güldüm. Gözlerimde biriken yaşları saklamaya çalıştım.
— “Sürprizi seviyoruz.”
Selim içeri adım attı. Her adımı ayrı bir nefesti sanki. Sanki bir hayal gerçek olmuş gibiydi. Günlerdir her sabah uyandığımda “Acaba bugün gelir mi?” diye düşündüğüm adam, tam da söylediği saatte, elimde limonla yakalandığım bir anda çıkıp gelmişti.
Mutfağa geçti, elindeki küçük çantasını masanın üzerine bıraktı. Ardından bana döndü.
— “İyi misin?” diye sordu, gözlerini gözlerimden ayırmadan.
Yutkundum. “İyiyim. Sanırım… Artık daha iyiyim.”
İkimiz de aynı anda yere düşen limona baktık. Hafifçe gülümsedi.
— “Sen hâlâ bu limon işine inanıyor musun?”
Omuz silktim. “İşe yarıyormuş gibi yapmak bile bazen iyi geliyor.”
Selim, eğilip limonu yerden aldı. Yüzünde hâlâ o yorgun ama yumuşak ifade vardı. Limonu önce inceledi, sonra nazikçe tezgâha bıraktı.
Sonra aniden, hiçbir şey söylemeden yanıma geldi. Kollarını belime doladı, alnını alnıma yasladı. Sessizce, sadece nefeslerimizin birbirine karıştığı bir an…
— “Seni çok özledim,” dedi kısık bir sesle.
— “Ben de seni…”
Bir an sessizlik oldu. Sadece nefes alışlarımız duyuluyordu. Uzun, ağır, dolu nefesler. Onun elleri hâlâ karnımdaydı. Benim ellerim ise onun saçlarına dokunuyordu. Sessizlik konuşuyordu bizim yerimize. Yorgunluğun, sevginin, hayal kırıklığının ve yeniden kavuşmanın ortak bir dili vardı o anda.
Sonra Selim ayağa kalktı. Gözlerini karnımdan ayırmadan konuştu:
— “Biliyor musun… ilk görev dönüşümde ne hayal ettim biliyor musun? Kapıyı senin açmanı. Elinde çay ya da kahve olması… belki o an burnuma kek kokusu gelir. Belki de hâlâ uykudan yeni uyanmış olursun. Ama bu kez… o limon var ya… ömrüm boyunca hatırlayacağım. Çünkü senin sabah bulantıların bile bana hayat gibi geldi.” Sonra salonun ortasında birbirimize sokulduk. Sadece durduk. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir yere yetişmeden, sadece orada durduk. Bu ev, bu an, bu koku, bu dokunuş… Her şey bir anda yerli yerine oturdu. Hayatın tüm karmaşası, gürültüsü ve hatta korkuları bile bir anlığına dışarıda kalmış gibiydi.
İçimdeki küçük kalp atışı sanki bizi duydu. Ya da ben öyle hissetmek istedim. Belki de bir annenin sezgisi, bir babanın duasıyla birleşti o anda.
Ve ben o gün anladım.
Bazen bir eve dönmek, aslında içine dönmektir.
Bir kalbe, bir göze, bir dokunuşa…
Ve bazı sabahlar vardır; insanın sadece günü değil, hayatı değiştirir.
*****
Gece, evin üstüne ince bir örtü gibi serildi.
Sokak lambasının ışığı perdeden sızıyor, duvarda usul usul salınan bir gölge gibi dolaşıyordu. Odamızda bir sessizlik vardı ama öyle sıradan, soğuk bir sessizlik değil… Aksine, içimizi ısıtan bir durgunluk. Güvenin ve aitliğin sessizliği.
Selim, üzerindeki üniformayı çıkarırken gözlerimi ayıramadım.
Bütün o yokluğun, o geçen zamanın, o bekleyişin yükü omuzlarından akıp gidiyor gibiydi.
Ve altında kalan şey… sadece bendim.
Bizdik.
Yatağın kenarına oturduğunda ona doğru yürüdüm.
Konuşmadık. Zaten söylenecek her şeyi gözlerimiz çoktan fısıldamıştı.
İçimde bir kıpırtı vardı ama aceleye gelmeyen bir şeydi bu.
Zamanın genişlediği, anın uzadığı, sadece hislerin konuştuğu bir geceye ait kıpırtı.
Yanına oturduğumda, ellerimle yüzünü tuttum.
Teni hâlâ biraz yorgundu ama gözleri… gözleri sadece beni izliyordu.
Öyle bir bakış ki, insanın ruhunun en kuytusuna kadar iner.
Ve orada kalır.
— “Beni özledin mi?” dedim, fısıltıyla.
— “Her gece… her sabah… sensiz geçen her anın içinde seni bekledim,” dedi.
Sesinde titrek bir ağırlık vardı. Özlem dolu, dokunaklı bir sitem gibi.
Parmak uçlarımı dudaklarına götürdü.
Öpmedi, sadece tuttu.
Sanki orada, o küçücük temasta, bir yemin saklıydı.
Yavaşça uzandık.
Yatak, bizim tenimizin sıcaklığını çoktan tanımış gibiydi.
Başımı göğsüne koydum. Kalp atışını duydum.
Tanıdık, özlediğim o ritim…
Benim ritmim.
Bana dokunduğunda, hiçbir acele yoktu ellerinde.
Yıllardır bildiği, ama ilk defa eline aldığı bir şeyi tutar gibi.
Sanki her santimetreyi tekrar ezberliyor, her kıvrıma yeniden hayran kalıyordu.
Ve ben…
Sadece hissettim.
Dokunuşlarındaki sabrı, öpüşlerindeki derinliği, nefesindeki dalgalanmayı…
Her şeyde o eski sevgi ama yepyeni bir tutku vardı.
Öpüşlerimizde kelimelere ihtiyaç yoktu.
Öylece birbirimize döküldük.
Sadece beden değil… ruh da soyundu.
Kırgınlıklar, yorgunluklar, korkular… bir bir döküldü üzerimizden.
Gecenin bir noktasında, elleri sırtımda gezindiğinde usulca kulağıma fısıldadı:
— “Sana her dokunduğumda, biraz daha evime dönüyorum.”
Ve ben o an… içimde bir sıcaklıkla gözlerimi kapattım.
Sadece tenimde değil, ruhumda da yerini bilen bir adamın varlığını hissettim. Selim’in dudakları boynuma indiğinde, nefesim düzensizleşmişti.
Her dokunuşu, içimde sakladığım tüm özlemleri birer birer ortaya çıkarıyordu.
Uzun zamandır ilk defa kendimi bu kadar tamam, bu kadar iyi hissediyordum.
Ona ait, ona yakın…
Ellerim sırtında gezinirken, tenimin altında bir titreme başladı.
Göğsüne yaslandım.
Aramızdaki sıcaklık gitgide büyüyordu.
O da hissediyordu.
Nefesleri değişmişti. Parmakları biraz daha sıkıydı belimde.
Göz göze geldiğimizde bir şey oldu.
O an…
İkimiz de sustuk.
Ama gözlerimiz birden aynı yere kaydı: karnıma.
Birbirimize duyduğumuz özlem, arzunun içinde erirken… o küçük kalbin varlığı bir anda tüm sahneyi değiştirdi.
İçimde taşıdığım minicik hayat, aramıza sevgiyle karışmış sessiz bir “merhaba” gibiydi.
Selim başını eğdi.
Alnını göğsüme dayadı.
Derin bir nefes aldı.
— “Biz… belki de bu gece sadece sarılmalıyız,” dedi.
Sesi kısıktı. Tutuşmuş bir adamın, sevdiği kadını incitmekten korkan bir adamın sesi…
Ben de başımı salladım.
İçimde ne bir kırıklık ne bir eksiklik vardı.
Tam tersi… bu kadar anlaşılmak, bu kadar saygı görmek içimi ısıttı.
— “Zaten ben en çok bunu özledim,” dedim.
— “Neyi?”
— “Senin kollarında sadece durmayı…”
Bir süre sadece sarıldık.
Hiçbir şey yapmadan.
Hiçbir yere yetişmeden.
Sadece orada, onun göğsüne yaslanmış halde kaldım.
Bazen en derin yakınlık, dokunmadan da yaşanabiliyormuş.
Ve bazen bir adam, kadınına “seni istiyorum ama daha çok sana değer veriyorum” dediğinde…
Kadın sadece sevilmiş değil, korunmuş da hissediyormuş.
Selim saçlarımı okşadı.
— “Biraz sabret… sana yeniden dokunmayı öyle özledim ki.”
Gülümsedim.
— “Ben de… ama şu an, sadece kalbinin sesiyle bana dokun. O bana yetiyor.”
Gece boyunca sadece sarıldık.
Birbirimizi kokladık.
Nefesimiz karıştı.
Ruhlarımız birbirine yaslandı.
Ve o an anladım…
Bazı geceler, tensel değil; ruhsal bir birleşmedir.
Ve o birleşmeler, bir ömür hatırlanır.
Bazı günler vardır, hiçbir şey planlamazsın ama her şey kendiliğinden öyle güzel akar ki, sanki evren senin için küçük bir gösteri düzenliyordur. İşte o gün de öyle bir gündü.
Ecem’in sesiyle başladı her şey.
— “Bak, geliyoruz. Hem biraz kafa dağıtırsın, hem de ben artık yokuş tırmanamıyorum Efsun, evde tutamıyorum kendimi. Mert de ‘komutanım da oradaysa, oraya gidin’ dedi. Yani anlayacağın, organize geldik.”
Organize gelmek deyince Ecem’i, Bade’yi, İpek’i ve son anda eklenen Eylül’ü birlikte düşününce aklıma sadece şey geldi: mini bir kaos festivali.
Tabii ki hepsini çok seviyorum ama bir araya geldiklerinde… Allah sabır versin…
Kapıyı açtığımda manzara şahane:
Ecem, hamilelik ışığıyla parlayan suratında yine o “Ben yorulmam!” gülümsemesiyle içeri girdi.
— “Efsuuun, bak ben büyüdüm!” diyerek göbeğini gösterdi.
Ben gülmeden edemedim.
— “Evet, Mert’e de söyleyelim, evi küçük gelen ilk insan sensin!”
İçeri Bade girdi. Saçı yine başka bir renkti.
— “Kızlar,” dedi, “Ercüment beni yoga kursuna yazdırdı. Yani biz hâlâ sevgiliyiz ama şimdi de ruhen yükseliyoruz. Benim çakralarım artık senkron.”
Eylül kapının çerçevesine yaslanmış hâlde, elinde kahveyle:
— “Burak bana astroloji haritası çıkarmış, yükselenimi bilmeden nasıl birlikte olmuşuz hâlâ anlamıyorum diyor. Ay bu insanlar bizi analiz etmeye başladı, farkında mısınız?”
Ve tabii ki İpek.
Elinde kurabiyeler, sırtında bilgisayarı.
— “Ben geldim, Akın yok, kurabiyeler var. Yani en azından biri kesin tatlı.”
Salon kısa sürede minder istilasına uğradı. İpek laptopunu açtı.
— “Bu sefer film izleyelim ama kavga etmeyelim. Geçen sefer Bade’nin ‘sanat filmi’ diye açtığı şeyde 17 dakika sadece duvara bakan adam vardı.”
Bade gözlerini devirerek battaniyeye sarıldı.
— “O bir sessizlik metaforuydu. Anlamayan sizsiniz.”
Ecem tam o sırada kalktı ve en masum haliyle,
— “Ben biraz uzanayım,” dedi.
Ama beş saniye sonra hepimiz “Yaa Ecem ağlamaaa” diye başındaydık.
Hormonal iniş çıkışlar ve poğaça eksikliği birleşince mini kriz kaçınılmaz olmuştu.
Eylül gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı.
— “Neyse, ben ilişkileri analiz ettim. Biz burada kolektif olarak ya aşırı sabırlı ya da aşırı körüz. Bir düşünün: abim çaydanlığa kahve koyan adam, Ercüment ormanda kamp yapıp kitap okuyarak mesaj atan biri, Mert hâlâ sabah koşusundan keyif alan bir asker, Burak ise duygularını emojiyle ifade ediyor.”
Bir an herkes sustu.
Sonra hepimiz birden güldük.
Ben arkama yaslandım, onların kahkahaları arasında sadece izledim.
Ne eksikti bilmiyorum ama ne fazlaydı, çok iyi biliyordum…
***
Görevin sonu, bir anlamda nefesin başladığı yerdi. Yolun yorgunluğu, göz kapaklarına, düşünceler ise sırtlarına ağırlık gibi binmişti. Araçlar kışlaya giriş yaptığında içeride küçük çaplı bir sessizlik hakimdi. O sessizlik, ancak ne yaşandığını bilenlerin anlayacağı türdendi.
Tim araçtan indi. Her biri önce sırt çantalarını omuzladı. Sonra birbirlerine baktılar. Gözlerde söze dökülmemiş cümleler, omuzlarda dayanışmanın izi, adımlarda görev bilinci… ve hepsinin merkezinde, liderleri: Yüzbaşı Selim.
Kışladaki kantine akşam geç saatlerde geçtiler. Kantinin arka tarafı onlara ayrılmıştı. İçeri ilk giren Selimoldu. Ardından Kaya ve Tuna. Yiğit geçirdiği ufak bir kaza yüzünden aralarında değildi. Kaya, dağ gibi sessiz ama sağlam. Tuna ise girişte ayağını burkmuş gibi bir takılarak girdi, ardından hemen:
— “Yemin ediyorum şu botlar bana değil, ben bu botlara alışamadım,” dedi.
Ercüment arkasından girerken göz ucuyla Tuna’ya baktı:
— “Bot değil, sen düzdüze takılıyorsun. Geçen ay çimene takıldın diye hatırlatmamı ister misin?”
Mert o sırada masaya termosla getirdiği çayı koydu. Sessizce sandalyeye oturdu. Elini alnına götürdü, bir an gözlerini kapadı. Sonra açtı, gözleri gülümseyen bir bakışla Selim’e döndü:
— “Görev tamam. Ev hâlini özledim komutanım.”
Akın, her zamanki gibi köşede durmayı tercih etti. Burak biraz sonra içeri girdi. Telefonuna bakarak:
— “Eylül diyor ki ‘Neden hâlâ yazmıyorsun?’. Kardeşim, yeni geldim… Nefeslenmeme bile fırsat yok.”
O sırada Yavuz içeri girdi. Üzerinde hâlâ kamuflaj ceketi vardı. Ceketin yakasını düzeltti ve:
— “Yine mi kız muhabbeti? Valla görevin ortasında çatışma, burada duygusal kuşatma.”
Selim gülümsedi. Gözleri, kendi timine baktı. Her biriyle görev geçirmişti. Her birini başka başka yönlerden tanıyordu. Ercüment’in esprilerinin altında sakladığı korkuları, Akın’ın öfkesini dizginleyen sadakatini, Kaya’nın sessizliğine yüklediği fedakarlığı… hepsi bir parçaydı artık.
Tuna, elindeki çayı yudumlarken birden:
— “Bir şey diyeceğim. Aramızda hâlâ görevde vurulmadığına inanamayan biri var mı?” dedi ve doğrudan Ercüment’e baktı.
Ercüment alnını kırıştırdı:
— “Ben stratejik geri çekilmelere inanırım. Ayrıca o kurşun sıyırması planlıydı.”
Yavuz iç çekti:
— “Sadece kafanı eğseydin değil mi? Eğseydin yani… Hedef şaşırtma değil, kendine düet yapıyordun.”
Burak lafa girdi:
— “Bu arada Akın’la barışma törenimizi kutlamak isteyen?”
Herkes sustu. Akın, kardeşi Eylül ve Burak arasında hâlâ çekinceli duygular taşısa da artık susmayı öğrenmişti. Omuz silkti:
— “Kıza zarar vermediğin sürece bir şey demem. Ama bir kere bile ağladığını görürsem…”
Selim araya girdi:
— “Gerekeni yaparsın, biliyoruz Akın. Hepimiz burada birbirimizin arkasını kolluyoruz. Sivilde de, arazide de.”
Kaya başını salladı. Sessizce ama derin bir onaydı bu. Herkes susup çayını yudumlarken, ortam bir süreliğine dinginleşti.
Mert bir anda:
— “Ben Ecem’i çok özledim. Gördüğüm rüyalarda bile sesi geliyordu,” dedi. Ercüment hemen atladı:
— “Ben de Bade’yi gördüm ama ses yerine beni dövüyordu rüyada. Sanırım bilinçaltım konuşuyor.”
Tuna çayını bırakıp masaya yaslandı:
— “Ben hâlâ bu kadar adam arasında niye psikolojik destek alanın sadece ben olduğumu sorguluyorum.”
Selim gülerek ayağa kalktı. Masaya vurdu:
— “Beyler. Bu masa, şu an yaşadığımız şeyler… kolay olmuyor. Ama biz bu birliği sadece çatışmayla değil, bu dostlukla kurduk.”
Gözler bir anda ciddileşti. O an, görevde yitirdikleri bir askerlerinin adı söylendi. Kısa bir sessizlik. Herkes çayını yere koydu. Saygı duruşu gibi değil, bir yoldaşı anmak gibi…
Sonra Ercüment, dayanamadı:
— “Yani şimdi ne yapıyoruz? Tespih mi sallıyoruz? Şiire mi başlıyoruz? Biriniz ağlarsa ben de ağlarım bak!”
Selim kahkaha attı. O an her şey normale döndü.
Yorgundular.
Ama sağlamdılar.
Görev bittiğinde, bu masa onları yeniden bir araya getirmişti. Ve bu masa, bu arkadaşlık, silah kadar güçlüydü. O sabah revirin önünde çayımı yudumlarken farkında olmadan gülümsediğimi fark ettim. Çayın buharı gözlüğümün camını hafifçe buğularken, tam karşımda dizilmiş yedi adamın saçma ama gururlu hâlini izliyordum.
Hepsi de sanki birazdan genelkurmay başkanı gelecekmiş gibi dikilmişlerdi. Oysa sadece sabah içtimasıydı. Ve inanın, onlara dışarıdan bakınca insan düşünmeden edemiyor: “Dün gece biri horlarken diğerini düşürmüş yataktan ama şimdi hepsi komandoymuş gibi dikiliyor.”
Selim en öndeydi. Her zaman olduğu gibi. Omuzları dimdik, yüzü ciddi. Ama ben tanıyorum onu. Gözlerinin ucundaki yorgunluğu, alt dudağını belli belirsiz ısırmasını… Birkaç saattir uykusuz, ama o timin başında dimdik durmak zorunda…
Selim’in hemen arkasında Tuna, botlarının bağcığını sabah dördün buçuğunda hâlâ çözememiş gibi duruyor. Eğilip kalkarken yere kapaklanmasından sonra kendisine “Zeminle dost asker” unvanını takmıştım.
Ercüment ise hâlâ gözlerini ovuşturuyor. Dün akşam nöbetten sonra rüyasında Bade ile tartışmış. Sabah göz göze geldiğimizde bana “Kadınlar rüyada bile tartışıyor mu ya?” diye dert yandı. Ben de “Erkekler uyanıkken bile anlamıyor, dengede kalıyor” dedim. Susturamadım…
Mert, Ecem’in attığı sesli mesajı kulaklıkla tekrar tekrar dinliyor. Ama sesi o kadar açmış ki, revirin karşısındaki kargalar bile “aşkım sabahın hayırlı olsun” melodisini ezberlemiştir.
Burak ve Akın yan yana ama aralarında görünmez bir savaş var. Biliyorum çünkü her ikisinin de yüzü kasılmış, konuşmadan sinyal atıyorlar. Sebebi belli: Akın’ın kardeşi, Burak’ın sevgilisi Eylül’e içten içe yanıyor. Burak da bunu biliyor. Erkeklik gururu, tim disiplini ve kıskançlık; hepsi karışık bir çorba.
Yavuz ise… Tam bir iç disiplin örneği. Ama biraz fazla. Dün bir asker kaza sonucu diş macunu yerine ayakkabı cilasıyla diş fırçalamış, Yavuz ciddiyetle “Dişin koruyucu tabakası ekstra parlak olmuş olabilir” dedi. Yani ciddi olup da bu kadar komik olabilmek bir yetenek.
Sonra Kaya… Sessiz ama tehlikeli. Sabah kantinde kendisine ayrılmış son çayı biri alınca, yalnızca “Afiyet olsun” dedi. Sonra o çayı alan askerin öğlen yemeğinde kaşığı ikiye bölündü. “Tesadüf,” dedi Kaya. Ben de “Peki, tabii…” dedim.
O sırada Selim’in sesi yankılandı:
— “Tim! Dön sola! Hazır ol!”
Hepsi döndü. Tuna hariç. O yine sola değil, sağa döndü. Sonra utana sıkıla ortada döndü.
Ben revirin önünde durup çayımı bitirirken, içimden şunu geçirdim:
“Bu adamlar… Kimi gürültülü sever, kimi gözleriyle konuşur. Kimi sabah çayına bile uyanamaz ama gece görevde mermiye göğsünü siper eder. Komikler, biraz dağınıklar… ama yeminlerine sadıklar. Ve en önemlisi: birbirlerine sahipler.”
Selim, göz ucuyla bana baktı. Hafif bir tebessüm… Sadece ben anladım o gülüşü.
Selim’in o bakışı, her şeyi özetledi. “Buradayım,” dedi. “Senin yanındayım, onların başındayım. Güvendeyiz.”
Timin içinden bir kahkaha yükseldi. Muhtemelen yine Ercüment’in “rüya analizi” teorilerindendi. Ardından Kaya’nın cılız ama derin sesi duyuldu:
— “Biriniz şu Tuna’yı sola döndürsün artık. Bel fıtığı oldu adam!”
Yavuz’un göz ucuyla ona attığı ciddi ama sabırlı bakışı görünce güldüm. O sırada Akın, Burak’a koluyla hafifçe çarptı. Burak dönüp surat astı. Hemen ardından Ercüment araya girip:
— “Sakin olun beyler, şu an içinizde en çok sevgiye sahip olan benim. Saygı gösterin,” dedi.
Selim ise geriden gelen gürültüye kulak kabartmadan yürüyüş talimatı verdi:
— “Hazır ol! Tim, sağa dön! Yürüyüş başla!”
Revirin camından onları bir süre daha izledim. O sırada, yürüyüş temposuna uygun adımlarla ilerleyen timin içinden bir ses yükseldi. Bu, o tanıdık ses… Yavuz’un gür, tok ve kararlı sesi:
— “MEHMETÇİK YOLA DÜŞTÜ,
YÜREĞİNDE VATAN VAR!”
Diğerleri hemen eşlik etti, sanki tek yürek olmuşlardı:
— “GÖZÜNDE ANADOLU,
OMZUNDA BİR DAĞ KADAR!”
Ses yankılandı kışla duvarlarında. Ritimle çınladı sabahın serinliğinde. O an göğsümde bir yer gururla kabardı. Çünkü bu sadece bir marş değildi. Bu, varoluşlarının özeti gibiydi. Her bir kelime, yemin ettikleri toprağa, arkalarında bıraktıkları sevdiklerine, ve yan yana yürüdükleri kardeşliğe duydukları bağlılığın ifadesiydi.
Ve en önde Selim…
Selim’in adımları diğerlerinden milim şaşmazdı. Omuzlarında taşıdığı yük, sadece rütbesinin değil, timin sorumluluğunun da ağırlığıydı. Ama o ağırlık, Selim’e güç katıyor gibiydi. Sanki omuzlarındaki yük değil, yüreğindeki inanç taşıyordu hepsini.
Gözleri ileri bakıyor, ama sanki etrafının farkında olmadan da değil. Yüzünde o tanıdık keskinlik, ama bir yandan da bende güven uyandıran o dinginlik. Sessizce ama kararlı bir şekilde “Ben buradayım,” diyordu hâlâ. Her yürüyüş adımı bir emanet gibi. Her adımda içimdeki “iyi ki” cümlesi daha da büyüyordu.
Tim, marşın son dizelerine gelince seslerini daha da yükseltti:
— “ASKER YÜRÜR GÖNLÜYLE,
GÖZÜNDE MİLLETİN AYDINLIĞI!”
Bir an için gözlerim doldu. Hem gülüyor hem gururdan içim kabarıyordu.
Selim, yürürken hafifçe başını çevirdi. Bana bakmadı, ama biliyordum: O bakış, rüzgârla gelen bir selam gibiydi. Göz ucuyla bile olsa içimdeki heyecanı duymuş gibi.
Selim…
Onu ilk gördüğüm andan beri bendeki yeri hiç değişmedi. Sadece daha derinleşti. O sadece iyi bir asker değil. O, yanında olanı unutmayan, timinin nefesini dinleyen, gözünden bir şey kaçırmayan bir komutan. Ama aynı zamanda bir adam… güçlü, inançlı, kararlı.
Ve benim…
O marş bitince, Selim “Rahat!” komutunu verdi. Herkes gevşedi ama ona bakınca… hâlâ dimdikti. Sanki omzunda görünmeyen bir bayrak vardı ve onu düşürmemeye yeminliydi.
Ben, çayımın son yudumunu içerken kendi kendime gülümsedim.
Bu sabah… çok şey anlattı bana.
Ve Selim… sadece timin değil, benim de gururumdu. Revirin içi sessizdi. Randevusuz gelen iki asker dışında ortalık sakindi. Çayımı yeni bitirmiştim ki kapı aralandı.
Bir erin sesi geldi içerden:
— “Doktor hanım, arkadaş dizini burktu. Nöbet sırasında yanlış bastı.”
Başımı çevirdiğimde, yüzü ekşimiş, yaşı yirmiyi zar zor geçmiş bir genç asker kolunu arkadaşına yaslamış, içeri girmişti. Göz göze geldik.
— “Gel bakalım,” dedim gülümseyerek. “Geçmiş olsun. Ne kadar süredir ağrıyor?”
Çocuk utanarak başını öne eğdi.
— “İki gündür var abla ama sabah biraz daha kötü oldu…”
“İki gündür” dediği şey, muhtemelen “komutan duymasın” korkusundan ötürü susturulmuş bir acıydı.
Hemen sedyeye oturttum, muayeneye başladım. Hafif ödem vardı ama kırık ya da yırtık görünmüyordu.
— “Şimdilik burkulma gibi duruyor, ama yine de görüntüleme lazım,” dedim.
Sargısını sararken, çocuk hafifçe sordu:
— “Siz Selim Komutan’ın eşi değil misiniz?”
Gülümsedim.
— “Evet.”
Diğer asker lafı aldı:
— “Komutan sizi çok seviyor ha. Geçen gece biz nöbetteydik, o sizin mesajınıza gülümseyerek bakıyordu. Dedik ‘herhalde eşi yazdı yine’.”
Gülmemek elde değildi.
— “Aman diyeyim, bu kadar dedikodu sonra ceza getirir.”
Tam o sırada revirin kapısı açıldı.
Ve tahmin edin kim?
Selim.
Yürüyüşü hâlâ aynıydı: Disiplinli ama gözlerinde bana dair bir yumuşaklık. Revirin önünde durup içeri baktı.
— “Müsait misin?”
Sanki başhekimden izin ister gibi sorması beni güldürdü.
— “Sen her zaman müsaadesin.”
Girdi içeri. Önce hastalara göz gezdirdi, sonra yanıma geldi.
Omzumun hemen yanına eğilip alçak sesle fısıldadı:
— “Beni özledin mi?”
Kızarmamak için tüm iç gücümle çaba sarf ettim.
Ama hastaların varlığı kurtarıcı oldu.
— “Şu an değil. Görevdeyim,” dedim kaşlarımı kaldırarak.
— “Ben de,” dedi göz kırparak. “Görevim: Eşim iyi mi diye kontrol etmek.”
Hafifçe iç çektim.
— “Eşin gayet yerinde ama birazdan kantine çıkabilir. Orada tekrar kontrol edersin.”
Gülümseyip selam durdu:
— “Emredersiniz, Komutan Hanım.”
Hasta çocuklar ikimiz arasında olanları şaşkınlıkla izliyordu.
Selim giderken, içlerinden biri sessizce mırıldandı:
— “Abi çok karizmatik adam yemin ediyorum…”
Kapı kapanınca başımı çevirdim, aynaya baktım.
Gözlüğüm buğulu, saçlarım dağınık, ama yüzümde bir tebessüm…
Burası sessiz bir dünyaydı; dışarıda bot sesleri, marşlar, komutlar yankılanırken içeride sadece stetoskopun kalp ritmine eşlik eden tınısı olurdu. Beyaz dolapların içinde ilaçlar, sedyelerin üstü düzgünce örtülmüş, her şey yerli yerindeydi.
Ama bir şeyi itiraf etmem lazımdı:
Burada çalışırken en çok sevdiğim anlar, çayın buharı camı buğulandırırken revirin camından dışarıyı izlemekti.
O sabah da tam öyleydi.
Çayımı yudumlarken camı araladım. Hafif bir esinti geldi yüzüme. Baharın ilk sabahlarından biriydi.
Dallar uyanıyordu, kuş sesleri karışıyordu sabah anonsuna.
Ve işte, o sırada gördüm onları.
Selim’in timi dizilmişti yine.
Hepsi bir başka telaşta ama aynı çizgideydiler.
Omuz omuza, disiplinle ama kendilerine has komiklikleriyle.
Selim en önde, omuzları dik, yüzü yine o tanıdık ciddiyetle gerilmiş. Ama ben bilirim, onun gerginliği görevden değil, sorumluluktandır.
Askerleri onu izlerken bir emir bekliyordu.
Ama ben, sadece onu izliyordum.
Bir insanı sevmek ne tuhaf şey…
Bazen binlerce kelimeyle anlatamayacağın duygular, sadece bir bakışta dökülüyor insanın içine.
Sonra içeriye tabur komutanı girdi.
Ses çıkarmadan kalktım.
Saygıyla karşıladım.
Ama gelen adam sıradan biri değildi; bu kışlanın hafif adımlı, ağır sözlü isimlerindendi.
— “Efsun Hanım,” dedi doğrudan. “Hakkınızda iyi şeyler duyuyorum. Disiplinli, sessiz ama etkiliymişsiniz.”
Gülümsedim sadece.
Sözle savunmak değildi bana yakışan; işim belliydi, yerim belliydi.
Ama asıl söylediği şey beni derinden etkiledi:
— “Selim Yüzbaşı… son yılların en tutarlı subayı. Komut verirken bağırtıya gerek duymayanlardan. Gözleriyle yönetiyor timini. Huzursuzlukta bile güven veriyor. Ve… sizin gibi bir eşle, onun ayakta kalması şaşırtıcı değil.”
İçim ısındı.
O an düşündüm…
Güçlü bir adam, gerçekten güçlü bir kadına yaslandığında kırılmaz.
Ve güçlü bir kadın, kendine yaslanan adamın yükünden şikâyet etmez.
Bu bir denge.
Bizimki gibi.
Komutan gittikten sonra camın önüne tekrar döndüm.
Dışarıda sabah eğitimine hazırlanan tim hâlâ sıralıydı.
Selim o bildik sesiyle bağırdı:
— “Tim, hazır ol!”
Tuna yine yanlış yöne döndü.
Gülümsememi engelleyemedim.
Ama sonra Selim bana döndü.
Bir anlık bir bakış…
Gözleri gözlerime değdiğinde, gün ortasında yıldız görmüş gibi oldum.
Kimse fark etmedi ama ben anladım.
O gün revir biraz daha doluydu.
Bir asker dizini burkmuş, diğerinin bileği ağrıyordu.
Ama o gün başka bir şey oldu:
İki genç asker bana Selim’i anlattı.
Onun gece nöbetindeyken nasıl telefonuma gelen mesajlara güldüğünü, bazen dalgınlaşıp “o iyi mi acaba?” diye sorduğunu…
İçim bir kez daha yumuşadı.
Sevgi böyle bir şey işte.
Komutla yürütülmez, sessizlikle anlaşılır.
Ve bu kışlada…
Biz sadece birbirimizin sevgilisi değil, omuzdaşlarıydık.
O dışarıda askerine kol kanat gererken, ben içeride yaranın içini sarıyordum.
O susarak gözümün içine bakıyordu, ben bir tebessümle “yanındayım” diyordum.
Ve o akşam…
Mesai biterken revirin ışıkları azaldığında…
Kapı açıldı.
Yine o yürüyüş.
Yine o gözler.
Yine aynı adam.
Selim.
— “Görevim bitti,” dedi.
Ben gözlüklerimi çıkardım.
Yüzüme yaklaştı.
— “Şimdi seninle ilgilenebilirim,” dedi alçak bir sesle.
Ben sadece başımı eğdim.
O gün aynaya bakarken düşündüm:
Ben revirde çalışıyor gibi görünüyordum.
Ama aslında biz… birbirimizi iyileştiriyorduk. Eve vardığımızda hava çoktan kararmıştı. Uykunun verdiği ağırlıkla kendimi direkt uykuya bıraktım…
Sabah uyandığımda Selim mutfağa geçti, dolabı açtı.
— “Sana ne hazırlayayım? Aşerdik mi bu sabah?”
Sesi muzipti ama içinde sevgi vardı.
— “Yok… bu sabah menüde yalnızca bir istek var,” dedim gözlerimi ona dikerek.
— “Ve o nedir?” dedi gözlerini kısarak.
— “Sen,” dedim.
Gülümsemesi yayıldı yüzüne. O gülüş… her şeyi yerinden oynatmaya yetiyordu.
Yavaş adımlarla yanıma geldi. Aramızda sadece birkaç adım vardı. Bir adımı daha attı, sonra durdu.
— “Bak sen hâlâ o bakışı atıyorsun ya…” dedi alçak sesle, “yeminle tüm disiplin elden gidiyor.”
Başımı iki yana salladım, gözlerimle güldüm.
— “Disiplininle ilgilenmiyorum. Şu an biraz… kocamı istiyorum sadece.”
Bir adım daha attı, sonra ellerini belime doladı. Beni kendine çekti. Alnımı alnına yasladı.
— “Bu en güzel emir. Askerî hiyerarşide bile böyle bir rütbe yok,” dedi fısıltıyla.
Gözlerimi kapattım. Nefesini tenimde hissettiğim o anda zaman bir an durdu sanki. Dışarıda ne olursa olsun, içerisi sessiz, güvenli ve çok gerçekti.
Ama sonra…
İkimiz de bir anda durduk.
Kafamda bir sinyal yandı. Onun da gözleri değişti.
— “Dur…” dedim, “Sakın… sakın şimdi hamilelikten dolayı kendini suçlu hissetme.”
Gülerek başını salladı.
— “Suçlu değil… sadece… bebeğe zarar gelir mi diye düşündüm. Bak hâlâ askerim, kafam hep riski hesaplıyor.”
— “Ve ben de hâlâ fizyoterapistim. Senin bu kadar düşünceli oluşuna deli gibi aşeriyorum galiba…”
Sonra kahkaha attım. O da bana katıldı.
Sabahın ilerleyen saatlerinde birbirimize sarılarak kanepeye kıvrıldık. Dizimi onun bacağına yasladım, o elini saçlarıma daldırdı.
— “Bir gün,” dedim, “sıradan bir akşamda böyle yan yana oturabilmek için aylarca ayrı kaldık.”
— “Ve bir ömür böyle kalabilmek için şimdi her sabaha dua ediyorum,” dedi.
Ben sustum. Çünkü bazen, bazı kelimelerin üzerine hiçbir şey söylememek, en çok şeyi anlatmaktır. Evde her şey sakindi. Işıklar loş, televizyonda anlamsız bir dizi dönüyor ama ben oturduğum koltukta bacaklarımı altıma almış, camdan dışarıyı izliyorum. Gözüm bir yere takılmamış ama aklım… Aklım tek bir şeyde.
Kiraz.
Ama mevsim şubat. Yani ne pazar var, ne manav. Ne bahçede bir ağaç, ne bir dalda umut. Ama içimdeki o istek öyle bastırdı ki… Dişlerimin arasına o mayhoş tadı almadan duramayacak gibiyim. Hatta o kadar net hayal ediyorum ki, dudak kenarıma düşen suyu silerken kendime kızdım:
— “Delirdin Efsun. Resmen mevsim dışı meyve krizine girdin.”
Ama yetmiyor. İçimdeki ses bağırıyor:
“Kiraz!”
Elimde yastık, ayağa fırladım. Koridordan salona seslendim:
— “Seelim!”
Salonda televizyon karşısında uzanmış, hafif uykulu halde “Efendimmm?” diye mırıldandı.
— “Acil durum!”
Ayak sesleriyle beraber geldi, karşıma geçti. Gözlerini kısıp ciddiyetle sordu:
— “Yine mi beni mi aşerdin?”
Başımı iki yana salladım.
— “Bu sefer daha da tehlikeli. Kiraz!”
Bir an sustu. Sonra kaşlarını kaldırdı.
— “Kiraz mı? Efsun… dışarıda ki havaya bak.“
— “Ama aklımdan çıkmıyor… Böyle kıpkırmızı, iri taneli… Üzerinde hâlâ çiğ taneleri olsun. Sulu olsun. Dişlerimin arasından sesi gelsin.”
Selim, ellerini beline koydu. Suratında o meşhur çapkın gülüş.
— “Bir düşünelim… Kiraz yok, yaz değil, pazarda bulunmaz… O zaman tek bir çare var: Yurt dışına görevle gidip oradan tedarik etmek.”
Kahkaha attım ama ciddiyetim geçmedi.
— “Ben kiraz istiyorum ama…”
Selim, başını iki yana sallayarak üstüne montunu geçirdi.
— “Anlaşıldı. Yedek harekât planı devreye giriyor. Soğuk zincirle çalışan marketleri tarayacağım. Gerekirse dolap arkasındaki son paketi alır, üstüne yemin ederim.”
— “Kiraz olmasa da vişne suyu da olur,” dedim çaresizce.
Kapıya yönelirken dönüp bir daha baktı. Sırıtarak:
— “Sen yine beni aşerdin de adını kiraz koydun bence.”
Kapı kapanırken ben hâlâ gülüyordum.
Ve içimden şunu düşündüm:
“Bazen meyve değil, ilgi çekersin. Ama öyle tatlı bir ilgidir ki… insanın içini yaz yapar. Kış ortasında bile.” Bir saat sonra.
Kapı yeniden açıldı. Selim, elinde bir poşetle içeri girdi. Suratında bir “Ben bu savaşı kazandım” bakışı.
— “Kiraz yok. Vişne taze değil. Ama! Bakkal amcanın özel dondurulmuş vişne stoku, az önce bir kadının ricası uğruna imha edildi.”
— “Gerçekten mi buldun?” dedim heyecanla.
— “Vişneyi değil aşkı bulmuşum ben zaten, bu onun yan ürünü.” deyip gülerek poşeti elime tutuşturdu.
Mutfağa koştum. Selim peşimden geldi. Tencereyi hazırlarken bir yandan anlatıyor:
— “Markette bir kadın da çilek soruyordu. ‘Mevsimi değil’ dedi görevli. Ben de dedim ki, ‘Kalp kimi isterse onun mevsimi olur kardeşim.’”
— “Romantik komutan mu oldun sen?” dedim kahkaha atarak.
— “Sen beni aşerdikçe ben şiir yazmaya başladım. Yakında er sayımı aşk dizeleriyle yapacağım.”
İkimiz de güldük.
Kompostoyu yaptık. Ilık hâle gelince fincanlara doldurduk. Salonda battaniyenin altına girdik, dizi açtık. Ama hiçbir şey izleyemedik. Çünkü sadece konuşuyorduk. Kelimeler dökülmüyordu bile çoğu zaman. Sadece yan yanaydık. Ve vişne kokusu üstümüzdeydi.
Bir kaşık uzattım ona.
— “Bak bakalım savaşın sonucu nasıl?”
Göz göze geldik. Aldı, yedi. Sonra gözlerini kapattı.
— “Tüm savaşlara değerdi.”
Kahkaha attım, omzuma yaslandı.
— “Sen bir daha aşerirsen, ben yine giderim. Ama söz ver… hep beni aşer, olur mu?”
Ve o an… dışarısı mevsimsizdi ama içimiz sıcaktı. Koğuşun içinde çay kokusu hâkimdi. Selim, üniformasının ön cebine elini sokmuş, dinlenme koltuklarından birine yayılmıştı.
Tam karşısında Mert, çayını karıştırırken kaşlarını kaldırdı:
— “Komutanım… Sabahın köründe devriye yemeğini bile erteleyip vişne peşine koşan adamsın artık. Efsun yengem ne yaptı da seni bu hâle getirdi?”
Tuna hemen lafa atlıyor:
— “Efsun abla Güneş’i de bir gün aşersin, yemin ederim Tarım Bakanlığı’na dilekçe yazarım vişne mevsimi değişsin diye!”
Herkes gülmeye başlar.
Yavuz ciddi, ama onun ciddiyeti bile komedi:
— “Selim, sen bu tempoyla giderken yakında sabah içtiması yerine evden kompostoyla uğurlanırsın.”
Akın söze girer, elini kalbine götürür:
— “Böyle aşkı biz de istiyoruz ama bizimkiler vişne yerine havuç suyu istiyor. Ne aşk var, ne vişne.”
Burak kahkahayı basar:
— “Eylül bu sahneyi duysa, Akın’ın yengesine gizliden gizliye kıskanç bakışlarını bırakır da, Akın’a havuç kolonyası yollar!”
Selim gülümseyerek geri yaslanır, çayını eline alır.
— “Ben de böyle adamlara askerlik öğretiyorum ha…” der alaycı bir baş selamıyla.
Sonra ciddileşir:
— “Bakın… Bir kadını gülümsetmek, bazen en zorlu operasyonlardan daha zordur. Ama sonunda o gülümsemeyi gördün mü… tüm günün yükü sırtından akar gider.”
O anda hepsi susar. Birkaç saniyelik sessizlik. Sonra Ercüment dayanamaz:
— “Komutanım, sen kesin gizliden şiir yazıyorsun.”
Tuna hemen uydurmaya başlar:
— “Aşkın vişnesi dolsun tasa
Kışla düşer komposto yasa
Sevda diyorsak eğer biz de
Efsun yenge tek başına klasa!”
Çaylar fışkırır, kahkahalar patlar.
Kapıdan geçen başka bir komutan içeri başını uzatır:
— “Ne dönüyor burada?”
Yavuz anında selam durur:
— “Boralar timi şiirle moral çalışması yapıyor komutanım!”
****
Salonda otururken tabağımda kalan son vişneleri saymaya başladım. Dudaklarımda hâlâ mayhoş bir tat vardı. Telefonuma baktım, hiçbir bildirim yoktu.
“Bir daha mevsimsiz bir şey istemem, söz. Ama sen hep ol… çünkü ben asıl seni aşeriyorum.”
Mesaj ekrana düştü. Selim o sırada mesaj sesini duyunca hafifçe gülümsüyor. Tahmin ettiği kişiden geldiğini görünce hemen cevabını yazıyor.
Mert merakla soruyor:
— “Kimden komutanım?”
Selim başını kaldırıyor, yüzünde yine o tanıdık tebessüm:
— “Benim mevsim dışı mucizemden…”
***
Gün batımına yakın bir saat. Geniş pencerenin kenarına kurulmuş bir masa, üstünde koca bir cam kase vişne kompostosu, birkaç tabak tatlı, çerez, ve çay bardakları. Ben, sandalyeme yayılmışım, bir yandan vişnemi kaşıklıyor, bir yandan olan biteni anlatıyorum.
Ecem çenesini avucuna dayamış, gözleri fal taşı gibi açık bir şekilde bana baktı:
— “Sabah yedide vişne mi? Kızım, bu adam efsane değilse nedir?”
İpek kahkaha attı:
— “Ben Akın’dan sabah yedi buçukta iyi sabahlar mesajı alamıyorum, sen vişne istiyorsun adam pazara koşuyor.”
Söylediklerine güldüm, çatalı vişne kaseye batırdım:
— “Yemin ederim hâlâ inanamıyorum. Uyandım, mutfağa gittim, camdan baktım… Selim botlarını giymiş. Dedim ‘nereye?’. Dedi ‘Vişneye.’”
Eylül ellerini çırptı:
— “Bak bak bak! Adam cümlede özne bile değil, sadece ‘vişneye’. Sanki NATO görevi gibi!”
Bade gözlüklerini çıkardı, gözlerini kısarak ciddi bir ifade takındı:
— “Selim, sabah 06:53. Konum: İlçenin tek açık manavı. Hedef: 1 kilo vişne. Görev: Karısının keyfi. Risk: Donmuş parmaklar, kahramanlık puanı: 1000.”
Hepsi aynı anda kahkahaya boğuluyor.
Gülerken başımı iki yana salladım ama yüzümde gizleyemediğim bir mutluluk vardı:
— “Kızlar… Ben ne yalan söyleyeyim, şu adamla evlendiğim için her gün yeniden şükrediyorum. Yani bazen hâlâ o sert, o asker hallerinde ama… sonra bir bakıyorum, bir meyveyle beni dünyanın en özel kadını gibi hissettiriyor.”
Ecem duygulandı:
— “Ben de Mert’e mesaj atayım da, benim de canım ananas çeksin mesela. Bir görelim neler yapıyorlar!”
İpek anında atılıyor:
— “Dur, önce grup kuralım. ‘Aşerme grubu’. Hepimiz ne istersek yazalım. Bakalım kocalar ne kadar aşkın timsaliymiş görelim.”
Eylül, telefonunu çıkarıp esprili bir mesaj yazdı:
“Selim abi sabah vişne avındaydı. Abim bugün nar bulsun. Burak da dut peşine düşsün. Hadi beyler, romantizminiz ölçülecek.”
Hepsine içten bir kahkaha attım ve ardından biraz durup şöyle dedim:
— “Ama ne olursa olsun… Bazen insan aşermiyor aslında. Sadece sevilmek istiyor. Hatırlanmak, önemsenmek, gözetilmek…”
Bade göz kırptı:
— “Seninki bunu çok iyi çözdü. Gözlerinden belli zaten. Kocan vişneyi değil, seni sevmeyi aşermiş.”
O an, salonun kapısı aralandı. Selim başını uzattı, üzerini değiştirmiş, elinde bir küçük kutu vardı.
— “Afiyet olsun hanımlar. Efsun, senin canın çekmiştir diye bir de dondurmalı profiterol aldım.”
Beş kadın birden gözlerini fal taşı gibi dikip Selim’e baktı.
Bade eğilip kulağıma fısıldadı:
— “Ne olur bunu klonlat. Gerçekten. İnsanlık için.”
Kızlar biraz daha durup gittikten sonra bende çok geçmeden yatağa geçtim. Yarakta hafifçe doğruldum. Camdan gelen ay ışığı saçlarıma vuruyordu. Odanın içinde sadece duvar saatinin tıkırtısı ve Selim’in derin nefesi vardı. Birkaç saniye baktım ona… Uyuyordu. Ya da öyle sanmıştım.
Tam yeniden yastığıma dönecektim ki Selim birden gözlerini açtı. Hafif kısık bir sesle sordu:
— “Uyuyamadın mı?”
— “Sen de mi uyanıksın?” dedim gülümseyerek.
— “Sen uyanıksan, ben zaten uykuda olamam,” diye mırıldandı Selim. Sonra yavaşça doğrulup yatağın içinde bana daha da yaklaştı. Parmaklarıyla saçlarımı okşadı, alnıma yavaşça bir öpücük kondurdu.
— “Bu halinle bile güzelken, doğumdan sonra beni kimse tutamaz,” dedi fısıltıyla.
Söylediklerine gözlerimi devirdim ama içimde tatlı bir kıpırtı hissettim.
— “Romantik olmakla çapkınlık arasındaki çizgiyi silerek yürüyorsun yine, komutan.”
Selim gülümsedi.
— “Çünkü senden başka sınır ihlali yapacağım yer yok artık. Bütün alan sensin.”
Başımı onun göğsüne yasladım. O sıcak, tanıdık, güvenli alanda derin bir nefes aldım. Selim elini sırtıma koydu, yavaş yavaş sıvazladı. Nefeslerimiz birbirine karıştı. İçten, sade, ama güçlü bir bağ gibi…
— “Bazen diyorum ki,” dedim usulca, “seni bu kadar çok sevmeseydim, bu kadar korkmazdım.”
— “Korkma,” dedi Selim hemen. “Çünkü bu aşk, korkuyu bile utandıracak kadar gerçek.”
Elleri belimde gezindi. Yumuşakça, sevgiyle. Sonra göz göze geldik. Aramızdaki sessizlik, her kelimeden daha fazlaydı. Birbirimize doğru biraz daha sokulduk. Dudaklarımız önce tereddütle, sonra alışkanlıkla buluştu.
Ama bir anda gülümsedim, Selim’in dudağına fısıldadım:
— “Doktor ‘biraz daha sabırlı olun’ demedi mi?”
Selim durdu. Kaşlarını kaldırdı, nefesini tuttu, sonra pes eder gibi başını yastığa gömdü.
— “Ah be kadın… Bu kadar sabrı ben sınır ötesi operasyonda göstermedim.”
Bu haline kahkahamı tutamadım.
— “İyi ki seni aşermişim,” dedim kısık sesle.
Selim döndü, gözlerini gözlerimde tuttu.
— “Sen beni değil, ben seni ömür boyu aşeririm…”
Ve o gece, yalnızca öpüşmelerle, ten değmeden kalp temaslarıyla, dokunmadan sarılmalarla geçti...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
99.24k Okunma |
6.99k Oy |
0 Takip |
76 Bölümlü Kitap |