68. Bölüm

46

Liva Sayina
livasayina

Gökyüzü o sabah alışılmadık derecede maviydi. Havanın güzelliği, Selim’in içinde ki duygulara tezat bir durumdaydı. Benim karnımda hayat yeni yeni filizlenirken, onun kalbinde ise ayrılığın sancısı kabarıyordu. Göreve gitme zamanı yaklaşmıştı. Ülkenin uzak bir köşesinde, sınırda bekleyen başka bir hayat vardı onu. Ama bu sefer yola çıkmak, daha önceki görevlerin hiçbirine benzemiyordu. Sabah sessiz geçmişti. Uyandıktan sonra mutfağa gidip iki kişilik kahvaltımızı hazırlamıştım, ama neredeyse hiçbir şeye dokunmamıştık. Masada iki fincan çay vardı, ikisi de soğumuştu. Göz göze geldiğimizde kelimeler boğazımızda düğümleniyor, ikimiz de aynı şeyi düşünüp farklı cümlelerle bastırmaya çalışıyorduk: “Gitme.” Bu kelimeden anında pişman oldum. Senin baban bunu yapmalı, dedim içimden. Selim sonunda dayanamayıp elini karnıma koydu. O yumuşak çıkıntı, orada büyüyen minicik bir kalbin sesi gibiydi. “Beni unutmasın,” dedi fısıltıyla. Gözlerinde ilk kez korku vardı. Ölmekten değil… Kaçırmaktan korkuyordu: O ilk kalp atışını, ilk tekmeyi, Efsun’un gözlerinde beliren her yeni anı. “Sen gittin diye unutur mu hiç?” dedim. Güçlü olmaya çalışıyordum ama gözlerim ıslanmıştı. “Ben her akşam onunla konuşurken seni de anlatacağım. Gökyüzüne bakacağız beraber.” Doktor randevusu tam öğleye denk geliyordu. Merkeze birlikte gittiler. Hastane koridorlarında yürürken Selim’in koluna girmiştim. Sessizdi ama gözleri her adımı ezberliyordu, sanki ileride anımsamak için. Bekleme salonunda elimi sımsıkı tuttu, parmaklarını okşarken içim ürperiyordu. Doktor adımı seslenip bizi içeri aldığında Selim ilk defa bir şey sormadan dinledi. Doktor, cihazın başına geçtiğinde ellerim Selim’in avucunda sıkılıydı. Oda sessizdi. Sadece cihazın uğultusu ve Selim’in hızlı atan kalbi vardı sanki. Ben ise sırtüstü uzanmış, gözlerimi tavanda sabitlenmiştim. Selim başucumda, tek eli benim ellerimde, diğer eli de saçlarımı okşamakla meşguldü.

 

Doktor cihazı hazırladı, ekrana baktı, sonra küçük probu karnıma bastırdı. Ekranda bulanık bir görüntü belirdi. İkimizin gözleri de pür dikkat ekrandaydı. Ama…

 

Ses yoktu.

 

Selim anında dikleşti. Benim gözlerim korkuyla büyüdü. O an zaman durdu sanki. Odaya korku sinmişti. Birkaç saniye içinde, her şey değişmiş gibiydi. Selim’in yüzü gerildi, nefesi kesildi. Artık sık sık aldığı nefesleri duyamıyordum.

 

Doktor hafifçe kaşlarını çattı ama hemen ardından gülümsedi.

 

“Nazlanıyor sanırım…” dedi. “Yerini değiştirmiş biraz.”

 

İkimiz de birbirimize bakarken Selim elimi daha sıkı tuttu. Göz kırptı. Babasına mı benzeyecekti şimdiden… İstemediği bir şeyi inatla yapmayacaktı anlaşılan. “Babası da burada,” dedi Selim kendi kendine. Ultrasyon’a benim karnımdan bakıldığı için kendini burada yok sanıyordu sanırım. Ona gülerken birden kulaklarımıza dolan sesle bakışlarımız ekranda takılı kaldı.

 

Ve işte o an…

 

“dup-dup, dup-dup, dup-dup…”

 

Cihazdan minik ama kararlı bir kalp atışı yükseldi. Odayı önce bir sessizlik sardı, sonra o titreşim bütün bedenime, Selim’in ruhuna yayıldı. Selim’in gözleri doldu, başını eğip ekrana baktı. “Duyuyorum,” dedi kısık sesle. “Seni duyuyorum.” Bebeğimizin nerede olduğunu bulmaya çalışıyor gibiydi. Doktor eliyle bir noktayı işaret ettiğinde o da elini ekrana getirdi. Titreyen eli küçük bir noktayı gösterdi. “Bebeğimiz.”

 

“Bizi duydu,” dedi. “Senin sesini beklemiş.”

Babacı olacağına çoktan emin olmuştum… Ama benim için hiç sorun değildi. Kız da olsa erkek de olsa babasına düşkün olması işime gelirdi. Doktor işini bitirip bizi yalnız bıraktığında biz son derece mutluyduk. İki haftayı daha geride bırakmıştık. Selim göreve gitmeden önce bir randevu bulmak zor olsa da şans bizden yana olmuştu. Ayağa kalktığımda Selim elinde ki ultrason resmini bir an olsun bırakmadı. Doktor detayları anlatırken öğrenci edasıyla dinledi. Dışarıya çıkınca önce yüzüme baktı, ardından parmağını ısırdı… Sanırım duygularını bastırmaya çalışıyordu.

 

“O beni duydu ben onu,” dedi neşeyle.

 

Sanırım bu detayı hiç unutmayacaktı. Kollarımı önümde bağladım. Trip atar gibi görünmeye çalıştım. “Siz şimdiden baba, evlat ittifakı kurdunuz zaten,” dediğimde hiç beklemeden bir eliyle yanağımı tutup dudaklarıma kısa ama sert bir öpücük bıraktı. Düzleştirdiğim saçlarımı geriye ittiğinde ben karşımda heyecandan ne yapacağını bilemez hale gelmiş kocama bakakalmıştım… Baba olmak en çok ona yakışmıştı. Telefonu çaldığında kim olduğuna bakmadan cevapladı. Kısa bir konuşmanın ardından geleceğimizi söyleyip kapattı. Arabada şarkıları dinlerken kimi zaman onlara eşlik ediyor kimi zamanda kitaplardan öğrendiği bilgileri anlatıyordu.

Her zaman ki mekanımıza geldiğinizde Baran ve Ali bizi kapıda karşıladı. Bugünün baş mimarı; Tuna… Kızı Güneş’in doğum gününü kutlamak için bir organizasyon düzenlemişti. Kızına çok düşkündü. Bence Selim ile yarışır bir yanı da vardı. Neyse ki hediyemizi birkaç gün önce aldığımızdan her şey yolundaydı.

 

“Oo çiçeği burnunda babamız da gelmiş,” dedi Burak.

 

“Sen sus çiçeği burnunda damat,” diyerek tersleyen Akın oldu.

 

Geçtiğimiz hafta İpek ve Akın’ın aileleri bir araya gelmişti. Kaldığınız yerden devam edebilirsiniz, onayını aldıkları an Akın yüzüğü tekrar İpek’in parmağına takmıştı. İlk güne göre çok değişen şeyler olmuştu. Neredeyse herkes bir yuva kurmuştu. Burak da bu fırsattan istifade “ben ne zaman isteyeceğim kardeşini,” diyerek sıkıştırmaya başlamıştı. Herkes onlara gülerken Tuna kızını kucakladı.

 

“Karışmayın devreme. Susun da anlatsın adam.”

 

Herkes bir an neyi anlatacağını düşündü. “Duydunuz mu yeğenimin kalp atışlarını?”

 

“Kalp atışı değil… resmen mucize bir ses o komutanım,” diyen Mert oldu. Bakışları Ecem’in karnına gitti. Onlar bizden önce yaşadıkları için bu anları biliyordu.

 

“Babasının sesini duymasa bizde duyamayacaktık bebişin sesini,” diyen ben oldum. Selim tabii ne sandınız, dercesine sırıttı.

 

“Çocuk hazır ola geçmiş olmasın,” diyen Ercüment’in kolunu sıkan da Bade oldu.

 

“Neymiş de babalık da ne varmış. Milletin anne baba olacağız diye içi gidiyor. Beyefendi sanki iki çocuk büyütmüş gibi.”

 

“Ne var kızım? Bak ne güzel dedin, inşallah ikizlerim olur da görürsün Ecü nasıl baba oluyormuş.”

 

Bade gözlerini devirdi. Bu ekibin olduğu yerde gülmemek mümkün değildi. Yavuz artık anlatması için ısrar edince Selim bütün gün ne yaptığımızı anlattı. Ardından Güneş pastasının yanına geçtiğinde çıkan birkaç dişiyle misafirlere gülümsedi. Herkes onu alkışlayınca o da kendini alkışladı. Merve pastayı keserken Yavuz da baklavaları dağıtmaya başlamıştı. Biraz garip bir ikram olsa da kimse sorgulamadı.

 

“Şifa olsun aslanıma,” diyerek koca bir dilimi kocamın ağzına veren Yiğit oldu. Tatlı sevmeyen adam gayet iştahla yedi. Sebebini ise sonradan öğrenmiştim… Bugün kalp atışlarını duymamızın şerefine baklavayı dağıtan Selim olmuştu.

 

“Tatlıyı seviyorsun sen erkek mi olacak acaba yeğenim?”

 

Yediğim pasta boğazımda kaldı. Yiğit de en az bizim kadar bu süreç ile yakından ilgiliydi. Zeynep kaşlarını çatarak uyarsa da umrumda olmadı. “Öyle demezler miydi?” Akın başını iki yana salladı. Yavuz kaçamak bakışlarla Yeliz’i izlerken Kaya’nın bardağına doldurduğu limonatayı yanlışlıkla üzerine de döktü.

 

“Elin işte gözün oynaşta olmasın lan.”

 

Rümeysa dirseğini yanında ki Kaya’ya vurdu. Tek bekarımız Yavuz olduğu için herkes onun Yeliz ile olan ilişkisine destekçiydi. Yeliz de iyi kızdı, kısa sürede bize uyum sağlamıştı. Duyduklarıyla utandı.

Yavuz trip atar bir tavırla yerine oturdu. Güneş elbisesiyle oldukça sevimli görünürken ortada gezip kendi kendine balonlarla oynuyordu.

 

“Masayı diğer tarafa mı koysaydık,” diyerek sohbete başlayan Rümeysa oldu. Doğum günü için hazırlanan masadan bahsediyordu.

 

“Oraya koyunca da güneş gelir dedin ya, diğer tarafa çevirin dedin. O zaman da kermes masası gibi oldu dedin.”

 

Kaya giderek daha uzun cümleler kuruyordu. “Onu sen söyledin,” diyerek üstünü kapatmaya çalıştı Rümeysa.

 

“Yetimhane de ki kermes masalarına benziyordu güzelim, en iyi açı burasıydı işte,” dediğinde Yavuz’un lokması boğazında kaldı. Yeliz’in uzattığı suyu içti.

 

“Vay be komutanım. Bir de bana neler diyordunuz, asıl aşk adamı sizmişsiniz de haberimiz yokmuş.” Kaya artık konuşurken kısa cümleler kurmuyordu, utanmıyordu. Ne düşünüyorsa onu söylüyordu.

 

“İki çocukla ortada bırakmışım gibi davranma sende Urfalı,” dediğinde herkes kahkaha attı. Rümeysa’nın sus ikazlarına bile aldırış etmedi. Yavuz aldatılmış gibi boynu bükük kalırken Tuna ve Mert kendi arasında bir şeyler konuşup güldü.

 

“Rahat bırakın Şahin bakışlımı,” diyerek noktalayan Yiğit oldu. Sohbet devam ederken herkes farklı bir şeylerden konu açtı. Selim sık sık rahat olup olmadığımı soruyordu. Ecem, bebeğin tekme attığını söylediğinde Mert her şeyi unutup ona odaklandı… Kutlama son bulduğunda bütün gün çalışmış gibi yorgunluktan ölüyordum. Araba da gözlerim kapanır gibi olsa da eve gelince biraz da olsa uykum açılmıştı. Saat erken olsa da direkt yatağa geçtim. Selim önce beni uyutacağını söylediğinde seve seve kabul ettim. Yarın göreve gidecekti… öncesinde onunla uyumaya asla hayır demezdim. Hatta hassaslaşan korku duyguma en iyi gelen şey kendisi olabilirdi. Öğrendiği ilk andan itibaren sigarayı da oldukça azaltmıştı.

 

“Füsun,” dedi meraklı bir edayla. Uyumuş olabileceğimi düşünüp fısıldadı. Boynuna doğru biraz daha sokulduğumda “hı,” dedim uzun uzun cevap vermek yerine. Uyku hali yavaş yavaş üzerimde baskınlık kurmaya başlamıştı.

 

“Bizim bebeğimiz ne zaman tekme atacak?”

 

Uykunun arasında gülümsedim. “Ona daha haftalar var.” Tuttuğu nefesini verdi.

 

“Yetişirim değil mi?”

 

O an duygularımın üzerine farklı bir duygu daha eklendi. Kaçırmaktan korkuyordu. Her ana şahit olmak isterken en güzel anları kaçıracağından korkuyordu. “Yetişirsin. Hem bizimki ‘ben babam gelmeden tekme atmam’ da der. Şaşırmam.”

 

Sesli güldüğünü duydum. Karnımda ki elini yavaşça okşadı. “Sen yine de anneni de bekletme evlat. Ama babanı da hiç unutma.” işte bu cümle mıh gibi kalbime saplanmıştı. Kollarının arasında artık uykuya iyice direnemez hale geldiğimde daha fazla direnmeden uyumaya karar verdim. Son duyduğum şeyler Selim’in duaları olurken gözlerimi büyük bir huzurla kapattım…

 

                                  ****

 

Hasretlik de güzeldi, sonunda kavuşmak varsa. Bizim belki de evlenirken kesin olarak kabul ettiğimiz felsefemiz buydu. Artık tek değildik, iki kişiydik askerimizi bekleyen. Kahvaltımı yaptıktan sonra revire gittiğimde odamı özlediğimi fark ettim. Bunca zaman nice anılarımız kalmıştı bu odada. Birkaç gündür gelemeyişim bile özlememe yetmişti.

 

“Bitki çaylarımız,” diyerek iki büyük kupadan birisini bana diğerini Ecem’e uzattı İpek. Keyfi yerindeydi. Eylül de merkezde ki sağlık ocağında işe başlamıştı. Artık herkesin hayatı bir şekilde düzene girerken ilk zamanlara göre birey sayımız artmıştı bile…

 

“Cinsiyeti ne zaman belli olacak?”

 

Bade makyajını kontrol ettikten sonra aynayı kapattı. Ecem’in hamileliği benden önce olduğu için cinsiyeti belli olmuştu. Biz ikinci aylarımızın başındayken o bildiğim kadarıyla beşinci ayın içerisindeydi.

 

“Son kontrol de belli oldu aslında ama biz öğrenmedik.”

 

Çantasından bir kağıt çıkardı. “Eğer görev çıkmasaydı parti yapacaktık ama olmadı işte.” Ne zaman dönecekleri de belli değildi…

 

“Benim bildiğim Mert bunu öğrenmeden durmaz. İçi içini yiyordur,” diyerek çayından bir yudum daha aldı çayından İpek. Ecem başını salladı.

 

“O zaman Mert biraz daha merak etsin. Telefonu çekmiyor yoksa arardık ama, biz öğrenebiliriz,” diyerek muzipçe gülen Bade olmuştu. Ecem başta katiyen olmaz dese de merakına yenildi.

 

“O zaman Efsun açsın. Prova gibi olsun ona da,” diyerek kağıdı elime tutuşturdu. O zamana kadar sohbetten uzak kaldığımı fark etmemiştim. Kupayı masanın üzerine bırakıp kağıdı sımsıkı tuttum.

 

“Mert’e belli ettirmeyelim,” diyerek kendi payıma düşen kısmı kabul ettim. Hepsi meraklı gözlerle bana bakarken kâğıda önce ben baktım. Tahminim doğru çıkmıştı.

 

“O zaman Güneş’ten sonra bir kez daha kız teyzesi oluyoruz!”

 

Ecem’in gözleri dolar gibi olsa da çok çabuk toparladı. Herkes birbirine sımsıkı sarılırken Bade de beni kolları arasına aldı. “Şimdiden söylüyorum sizinki erkek bence,” dedi.

 

“Kaşları çatık, sinirli, bana ece diyen bir yeğen mi,” derken üzülmüş numarası yapan Ecem’e güldüm.

 

“Ben olsam dayanamazdım,” dedi İpek. “Mert nasıl sabrediyor anlamıyorum. Hele ki Ecem de böyle gizemli takılınca…”

 

“Hiç sorma,” dedi Ecem gülerek. “Dün gece bile rüyasında oğlum olmuş, futbol takımına yazdırmış. Uyanınca ‘bence erkek’ dedi. Ben de ‘ya olmazsa’ dedim. Bu sefer ‘kız olursa da voleybolcu yaparız, fark etmez’ dedi.”

 

“Zaten fark etmez,” dedim. “Sağlıklı olsunlar yeter.”

 

İçimde tatlı bir kıpırtı oldu. Belki de birazdan o da tekme atacaktı, belki de bu konuşmalardan etkilenip bize minik bir selam yollayacaktı. Elimi karnıma koydum fark ettirmeden. Henüz hissetmek için erken olduğunu biliyordum ama annelik içgüdüsü öyle bir şeydi ki, daha o minik kıpırtılar başlamadan bile onunla konuşmaya başlıyordum.

 

Bade masanın üzerinde duran kâğıdı aldı, katlayıp Ecem’in çantasına geri koydu. “Tamam o zaman. Mert dönene kadar bizimle bu sırrı paylaşıyor olacaksın. Biz de sır gibi saklarız.”

 

Ecem başını salladı. Sonra gözleri bana kaydı. “Peki sen?” dedi merakla. “Cinsiyeti öğrenmek istiyor musun?”

 

Bir an düşündüm. “Sanırım önce Selim’le birlikte öğrenmek isterim. Onun da orada olduğu bir an… Belki birlikte hissederiz.”

 

“Romantiklikten ölüyorsunuz,” dedi Bade göz devirmesiyle. “Ben olsam ilk fırsatta öğrenirdim.”

 

“Seninki ikiz olursa şaşırmayız zaten,” dedim gülerek.

 

“Allah söyletti!” dedi Bade, eliyle tahtaya vurur gibi masaya tıklayarak. Ardından herkes yine kahkahalara boğuldu. Biz ne yaşarsak yaşayalım, birlikte olunca içimiz bir nebze hafifliyordu. Kimi zaman bebek muhabbeti, kimi zaman eski anılar, kimi zaman gelecek planları…

 

Ama her seferinde bir eksik vardı: Selim.

 

Telefonum çaldığında içimden bir his onun olduğunu söyledi. Hızla çantama uzandım ve ekrana baktım. O… Selim. Elimdeki fincanı bıraktım, içeri geçip açtım.

 

“Selim?”

 

“Füsun…”

 

Sesi yorgundu ama huzurluydu. “Seni dinliyorum,” dedim, bütün dünyayı susturarak. “Sesini duymam lazımdı. Birazdan çıkıyoruz. Sınırın diğer tarafına geçeceğiz, iletişim bir süre kesilebilir. Ama bilmeni istiyorum… o hissettiğim şeyin aynısını hâlâ içimde taşıyorum. O kalp atışları hâlâ kulaklarımda. Bir gün bile unutmam.”

 

Gözlerim doldu. Konuşamadım. Sadece nefesimi duydu.

 

“Biliyor musun… bugün sabah rüyamda gördüm onu. Bana gülümsüyordu. Kucağımdaydı. Siyah saçlı, gözleri sana benziyor. Ama kaşları çatık,” dedi gülerek.

 

Kahkaha attım istemsizce. “Demek çatık kaşlı doğacak.”

 

“Sen merak etme. Bu görev de geçecek. Döneceğim. Ve o ilk tekmeyi ben de hissedeceğim. Beni bekle, olur mu? Hem sen, hem bebeğimiz…”

 

“Her zaman,” dedim titreyen bir sesle. “Sonsuza kadar.”

 

Sessizlik oldu birkaç saniye. Belki ikimiz de bu kelimelerin üzerine konuşmak istemedik.

 

“Füsun,” dedi tekrar. “Seni seviyorum.”

 

“Ben de seni. Çok.”

 

Telefon kapandığında içimde hem boşluk hem huzur vardı. Kalbimin bir parçası uzaklara giderken, onun sevgisi yanımda kalıyordu. İçeri döndüğümde herkes bana baktı. Sadece başımı sallayabildim. “İyi mi?” dedi İpek.

 

“İyi,” dedim. “Selim her zamanki gibi… güçlü. Ama hassas.”

 

Bade dudaklarını büzerek “adam gibi adam,” dedi.

 

Benimse sadece içimden geçen tek cümle vardı:

 

“Dönecek. Ve biz üç kişi olacağız. Gökyüzüne bakıp, onun kalp atışını dinleyeceğiz. Her şey başladığı gibi: sevgiyle.”

 

                             ****

Selim, omzundaki yeleğin ağırlığını bile hissetmeden yürüyordu dağ yolunda. Gökyüzü açıktı, ay parlıyordu. Her adımda kulağında yankılanan sadece toprak sesi değildi. Kalbindeki ritimle eşleşen başka bir atış vardı: bebeğinin kalp atışları… Daha o küçük kalbin nasıl bir bedende olduğunu bile bilmiyordu. Ama her geçen gün biraz daha hissediyordu onu. Babalık, bir duygu değildi sadece. Bir varoluş biçimine dönüşüyordu.

 

Mevziye vardığında nöbeti devraldı. Yavuz hemen yanına geldi, oturdu. Elinde kahve vardı. Dumanı ince ince yükseliyordu.

 

“Komutanım,” dedi. “Düşündüm de… siz sahiden baba oluyorsunuz?”

 

Selim başını salladı. Hafif bir tebessümle. “Evet. Yakında.”

 

“Nasıl bir şey?” dedi Yavuz. “Yani… o hissi anlatabilir misiniz?”

 

Selim bir süre sustu. Sonra ufka baktı. “Bir gün… dağın başında, karanlıkta, sadece kendi nefesini duyarken bile yalnız olmadığını anlamak gibi. Daha doğmamış biri için savaşmak gibi. Sırtındaki silah değil artık seni güçlü hissettiren; onun bir gün sana ‘baba’ diyecek olması.”

 

Yavuz, o güne kadar yüzlerce operasyon görmüş, sayısız çatışma atlatmıştı. Ama gözleri hafifçe nemlendi. “Helal olsun size,” dedi. “Bu lafı bir yere yazacağım.”

 

O sırada telsizden cızırtılar duyuldu.

 

“Tim 3, Tim 4, sınır ötesinde hareketlilik var. Beklemede kalın. Her an çatışma çıkabilir.”

 

Selim ayağa kalktı. Hakan yanı başına geldi. Göz göze geldiler. Yiğit , onun içindekini biliyordu. “Ne olursa olsun,” dedi, “dönmeliyiz. Onlar için. Özellikle siz, sen…”

 

 

 

Çatışma. Karanlıkta silah sesleri yankılanıyor.

 

Gecenin en koyu anında başladı. Kurşunlar uğulduyor, komutlar yankılanıyordu. Selim en önde, taşların arasından ilerlerken bir gölgeyle karşı karşıya geldi. Bir terörist ona doğru atıldı, yakın mesafe boğuşma başladı. Yumruklar, diz darbeleri, keskin bir bıçak darbesi Selim’in kolunu sıyırdı. Ama yılmadı. Dizini kullanarak rakibini yere indirdi. Omzuna aldığı bir darbeyle sendeledi ama ayakta kaldı.

 

“Nedenini bile bilmediğin bir savaşı bırak!” diye bağırdı adam, Türkçeyi bozuk konuşuyordu. Ercüment bir şeyler mırıldandı.

“Dilini bile bilmediğin bir ülkeye laf atmak için fazla cesursun,” diyen Akın oldu.

 

Selim gözlerinin içine baktı. “Ben sebebini her gün karnında taşıyan bir kadının gözlerinde görüyorum,” dedi. “Senin göremediğin kadar çok şey var bu toprağın altında.”

 

Sustular. Son kurşun sıkıldı.

 

Çatışma sona erdiğinde Selim’in üniforması toz içindeydi. Kolunda kan vardı. Ama gözleri parlıyordu. Çünkü hayattaydı. Dönecekti.

 

 

 

Bir gün sonra – görüntülü arama.

 

Telefonu eline aldığında kalbi tedirgindi. Füsun’un yüzü ekranda belirince boğazındaki düğüm çözüldü.

 

“Selim?” dedi Füsun endişeyle. “Yüzün solmuş…”

 

“İyiyim. Bir şey olmadı. Küçük bir sıyrık,” dedi gülerek. “Sen nasılsın? O nasıl?”

 

“Elim karnımda uyuyorum,” dedi Füsun gözleri dolarak. “Her gece senin sesinle konuşuyorum ona.”

 

Selim derin bir nefes aldı. “Biliyor musun… dün gece onu rüyamda gördüm. İlk adımını bana doğru atıyordu. Düşecekken yakaladım. Küçüktü… ama sanki her şeyi biliyordu.”

 

“Belki de seni hissediyor.”

 

“Ben artık onu içimde hissediyorum, Füsun. Savaşırken bile…”

 

Tam o sırada arka planda Yiğit belirdi. “Selim. Karar verdik. Cinsiyeti birlikte öğreneceksiniz ama… usulüne uygun olacak. Hem de askerî disiplinle!”

 

Selim kaşlarını kaldırdı. “Ne yapacaksınız?”

 

“Gizli operasyon,” dedi Yiğit gülerek. “Ama sana şunu söyleyeyim… yakında bayrağın altında bir kutlama yapacağız. Çünkü babalık da bir şeref nöbetidir, komutanım.”

 

Selim telefona döndü. Füsun’un yüzüne baktı.

 

“Hazır mısın?” dedi kısık sesle.

 

Füsun başını salladı. “Sonsuz kere.”

 

Selim, başını gökyüzüne kaldırdı. Yıldızlar sanki daha yakın gibiydi o an.

 

 

Bölüm : 27.05.2025 17:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...