İnsanın yuvası illa ki dört duvar bir çatı olmak zorunda mıydı? Sıcacık kollara, bakınca ta ileriye gören gözlere, kalbe nakış nakış işleyen gülüşe de yuvam diyemez miydi bir insan? Diğerlerini bilmem ama ben derdim. Başımı koyduğum göğsünde düzenli nefes alış verişini dinlediğim adam hem aile, hem yuva kelimelerinin en güzel haliydi. Kanlı canlı karşımda durup buradayım ya, diyordu. Gözlerimi araladığımda karşımda Selim’in yüzünü buldum. Hafif dağınık saçları, uykunun getirdiği o masum ifade… Birkaç saniye boyunca sadece ona baktım. Yanımda huzur içinde uyuyan bu adam artık benim kocamdı.
Bu düşünce içimi tatlı bir mutlulukla doldurdu. Bir haftadır yaşadıklarımız rüya gibiydi, her şey o kadar güzeldi ki… Düğünün telaşı, evlerine gelişleri, ilk geceyi paylaşmaları… Şimdi ise her şey durmuş gibiydi. Sadece o
ben ve Selim vardı, biz vardık.
Hafifçe hareket ettiğimde Selim’in kolu otomatik olarak belime dolandı, yüzü biraz daha bana yaklaştı. Hafifçe mırıldandı ama uyanmadı. Gülümseyerek elimi usulca onun yanağına dokundurdum. “Uyuyorsun ama yine de beni bırakmıyorsun, yüzbaşım,” diye fısıldadım.
Sessizce yataktan çıkıp mutfağa yöneldim. Selim uyurken ona güzel bir kahvaltı hazırlamak istiyordum. Mutfağa girip dolapları açmaya başladım. Önce çayı koydum, sonra kahvaltı için neler hazırlayabileceğimi düşündüm. Omlet mi yapsam, pankek mi? Sonunda her ikisini de yapmaya karar verdim.
Mutfakta keyifle uğraşırken arkamdan gelen ayak seslerini duydum. Daha dönmeden Selim’in varlığını hissetmişti bile.
“Karıcığım, beni sensiz bırakıp nereye kaçıyorsun?”
Elimdeki çatalı tezgâha bırakıp arkamı döndüm. Selim mutfak kapısına yaslanmış, kollarını göğsünde kavuşturmuş, hafif uykulu ama tatlı bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Üzerinde yalnızca gri bir tişört ve eşofman vardı, gözleri hâlâ biraz mahmurdu.
“Sana kahvaltı hazırlıyorum,” dedim, hafifçe gülümseyerek.
Selim gözlerini mutfaktaki yiyeceklere kaydırdı, sonra tekrar ona döndü. “Bensiz mi yiyecektin?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
Omuz silkerek çaydanlığı aldım. “Uyandırmaya kıyamadım,” dedim.
Selim, sessizce yaklaşıp kollarını belime doladı. “Beni kahvaltıyla kandırabileceğini mi sandın?” diye mırıldandı.
Bu sözlerine hafifçe güldüm. “Seni kahvaltıyla değil ama belki sıcak bir içecek ve filmle kandırabilirim,” dedim göz kırparak.
Selim başını eğip burnunu hafifçe onun saçlarına gömdü. “Sıcak bir şeyler, film ve sen… Fena teklif değil,” diye mırıldandı.
Kahvaltımızı salonda, kanepeye yayılarak yaptık. Selim’in çayını karıştırırken yüzüme bakan mahmur ifadesi, kahvaltının ortasında omletin içine fazla peynir koyduğu için yaptığı küçük serzenişler, arada sırada ona göz kırpıp kahkaha atmam… Hepsi yeni hayatımızın en güzel başlangıcıydı.
Kahvaltıdan sonra Selim battaniyeyi alıp kanepeye geçti, ben de hemen ardından mutfağı topladıktan sonra yanına kıvrıldım. Battaniyenin altına girip sıcacık çikolatalarını içerken bir film açtılar. Ama film ilerledikçe başım Selim’in omzuna düşmeye, göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı. Selim bunu fark ettiğinde hafifçe güldü, kolunu omzuma doladı ve başımı kendine yasladı.
“İlk günden kollarımda uyuyorsun yani?” diye fısıldadı.
Gözlerimi araladım ama uykulu haliyle sadece mırıldandım. “Güzel bir yer burası,” dedim gözlerimi kapatırken.
Selim gülümseyerek başını eğdi, yanağıma küçük bir öpücük kondurdu. “Alışsan iyi olur güzelim, çünkü buradan pek ayrılmayacaksın.”
Ve o gün, birlikte geçirecekleri sayısız güzel sabahın ilkiydi.
◇
Evlilik aşkı öldürür, sözünü her kim söylemişse bizim aksimizi ispatlamak için olmalıydı. Selim tahmin ettiğimden daha iyi bir iş çıkarmış, evine sadık bir eş haline dönüşüvermişti. Her gün gelirken almamı istediğin bir şey var mı, diye sorup işi biter bitmez soluğu evde alıyordu. Arkadaşları yeni evlendiniz kutlama yapalım gel, dediklerinde evliyim diye gitmiyordu mesela. Dolu dolu geçen ikinci haftamızdaydık an itibariyle. Salon da gazetesini okuyan sevdiğime baktım. Ciddi bir haber okuyor gibiydi. Yanına gidip hafta sonu planımı anlatmaya başladım. Yine evde zaman geçirecektik ama değişik aktiviteler yapmaktan zarar gelmezdi.
“Önce iyi bir uyku çekeriz tabii. Sonra güzel bir kahvaltı. Sonrasında güzel bir alışveriş ve ardından büyüklerden başlayarak misafirlerimizi davet ederiz.”
Tuğrul amcaya düğünden sonra bir yemek sözümüz vardı. Selim'i yani askerini evde nasıl diye kontrol etmeye geleceğini söylemişti. İlk kez misafir ağırlayacak olmak heyecan vericiydi. Selim'in de aklına yatmış olacak ki başını salladı. Bugün ikimiz de evdeydik. Poyraz abiler de hala buradayken Asena'yı ziyarete gitmeyi teklif ettim.
“Gidelim fıstığım.”
Gazetenin üzerinden bir bakış attı. Ansızın gelen hitabının üzerine verdiğim tepkiyi merak etmiş olmalıydı. Sevmiştik yalan mı söyleyelim? Ben hazırlanmak için giderken o da gazetesini bırakıp peşimden geliyordu. Saçlarımı yaparken telefonum çalıyordu. Kurutma makinesini kapatıp onu cevapladım. Arayan Elifti.
“Efsun, bugün burada ki son günümüz. Yarın döneceğiz Manisa'ya. Birkaç işim var, Berke de huysuzlandı durmuyor. Kusura bakma sizi de-”
“Tabii ki seve seve bakarız. Çok özledik zaten,” dedim onu rahatlatmak adına. Sesinden mutlu olduğu anlaşılıyordu. Serhat'ın ailesi de buradaydı. Gitmeden önce yapılacak işleri olmalıydı. Telefonu kapattıktan sonra Selim'e durumu anlattım. O da benimle aynı tepkiyi verip anında onayladı. Serhat'ın emaneti bizim her daim baş tacımız olurdu. Ben mutfakta ki işlerimi hallederken kapımız çaldı. Selim kapıya bakarken bende indirdiğim son tabakları dolaba kaldırdım.
“Yengeni mi özledin,” diye konuşarak yanıma gelen ikiliye baktım. Küçücük çocuğa bile yenge dedirtmeye çalışan kocama yok artık bakışını attıktan sonra gülen gözlerle etrafına bakan bebeğe kaydırdım bakışlarımı. Ağzında ki elini çıkarıp havaya birkaç yumruk savurdu. “Büyüdükçe babasına daha çok benziyor.” Doğru söylüyordu. Serhat'ın resimlerinde ki haline benziyordu. Babasının adını duyduğundan mıdır bilmem bir başka gülümsedi. Selim'in kucağında o kadar neşeli duruyordu ki kucağıma almak istemedim. Karnı açtı, annesi telefonda gerekli bilgileri verirken bunları da aktarmıştı. O amcasıyla oyun oynarken mamasını hazırladım. Ben kaşığı uzattığım da oyun yaparak yemedi. Birkaç denemenin ardından da başarısız olunca kaşığı kaseye bırakıp önlerine iteledim. Püre tarzı yemeklere geçtiği için onları yiyordu. Selim önce elinde ki kaseye ardından bana baktı. Gözlerinde gördüğüm şey korku muydu?
“Çocuğa mama vermekten korkuyorum deme,” dedim şakaya vurarak. Yutkundu.
“Tamam demem.”
“Kaşığa mamayı alıp ağzına uzatacaksın. Ne olabilir ki?”
“Yiyemeyebilir. Ne bileyim bir şeyler olabilir işte. Küçücük çocuk sonuçta.”
Korkusuzca silah tutan eller sevdiklerine dokunurken titriyordu. Herkese meydan okuyan yüzbaşı bir ailesine duruluyordu. O da başını eğip yüzüme hayran hayran bakınca fark ettim dalıp gittiğimi. Baba oluşunu görmek için can atar olmuştum. Elini tutup kaşığı tutmasını sağladım. Yanağına bir de cesaret öpücüğü kondurduktan sonra izlemeye başladım. Kaşığın ucuna oldukça az mama aldı. Yavaş yavaş uzattığı kaşığı Berke eğilip ağzına kattı. Evet, öne doğru uzanıp kendisi yedi. Amcasının yedirmesini istiyordu. Neydi bugün bu amca sevgisi? Selim herkes tarafından sevilen bir insandı, çoğu zaman işleri zorlaştırsa da iyi bir özellikti.
Ben onları izlerken mama çoktan bitmişti. Ağzına bulaşan mamayı temizlemesi için bir mendil verip tabağı kaldırdım. İncitmekten korkar gibi yapıyordu her şeyi. Berke çok bile oturdum der gibi elini aç kapa yapıp kucağına alması için işaret yaptı.
“Sanırım birileri kıskandı, aslan parçası.”
Bir sır verirmiş gibi fısıldadı kucağında ki çocuğa. Oyunlarına uyup trip atar gibi bir bakış attım. “Kocamı en çok ben seviyorum sanıyordum,” dediğimde kahkaha attı. Bugün yaşanan her şey şaka gibiydi. Kocam dememde mi bir sorun vardı?
“Ne dedin sen?”
Yeniden duymak için uğraşsa da söylemedim. Salona gittiğimde ikisi de peşimden geldi. Her zaman gergin duran Berke bile bugün etrafa neşe saçıyordu. Bugün ikisi birlik olup benimle uğraşacaktı anlaşılan. “Berke duymamış,” dedi en sonunda. Daha fazla uğraşmasına içim el vermedi.
“Kocam, dedim. Berke duydu ayrıca. Güldü gördüm. Erkek çocukları da babaya düşkün oluyorsa yandık. Oğlumu anneci yapayım da gör sen.”
Bingo! Çapkın gülümsemesi hemen yerini aldı. Oldukça hoşuna gitmişti, özellikle son cümle. Hay hay diyerek başını salladı. Yeter ki çocuğumuz olsun isterlerse senci olsunlar, bende senciyim zaten, demişti. Berke benim de gönlümü yapmak ister gibi biraz da benimle oynadı. Sonrasında uykusu gelince Selim'in kucağında gözleri kapanmaya başladı. İkisi beraber yatağımıza yatınca yatağın kenarına yastık koyarak annemin yaptığı gibi engel yaptım. Uyumadan önce ki son enerjisini kullanan Berke'ye gülümsedim. Onlar uyku pozisyonuna geçerken fark ettirmeden resimlerini çektim. Ben odadan çıktığım da ortam da sessizleşmişti. Kahvemi alıp salona geçtim. Elif'e her şey yolunda, mesajı atıp haber verdikten sonra çektiğim resmi Yiğit'e attım. Neden bilmiyorum ama sürekli Selim'i arıyordu bugün.
Amca mı oldum? Ne ara? Bende bu adama neden ulaşılamıyor diyordum.
Telefonun sesi açık olduğu için Selim de duymuştu. Berke uyumuş olacak ki hemen gelmişti. Olayı bilmiyordu ama arkadaşının konuşmasından anlayabiliyordu.
“Gevşek gevşek konuşma lan. Baba olsam şu an bu konuşmayı yapacak kadar bile vaktim olmazdı emin ol. Seninle çene çalmaktansa bebeğimle vakit geçirirdim.”
Bebeğimle... Kalbime dokunan bir söz olmuştu. Onun ağzından duymak daha farklı hissettirmişti. Yiğit bebeğin bizim olmadığına emin olduktan sonra konuya gelmeye başladı. Akşam halısahaya gitmeye karar vermişlerdi.
“Gelmem.”
“Devrem, komutanım, kaptansız takım mı olur? Tamam hadi ilk seçim hakkını sana vereceğim.”
“İkna olmadım.”
“Evlendin lan bitkisel hayata girmedin. Ev kuşu oldun iyice. Eskiden eve girmemek için çabalardın.”
Tam bak sen, bakışı atacaktım ki “O Efsun'u görebilme şansım olduğu içindi,” dediği an tüm yelkenler suya indi. Dışarda olursa beni görebileceği için eve gitmek istemeyen biriydi. “Evliyim kardeşim gelmiyorum,” dediğinde güldüm. İzin verme der gibi bakıyordu. Yiğit pası bana atınca konuşma sırası bana geçti.
“Efsun, yengelerin en yengesi. Kocan beyler bizleri hatırlasa gelse olmaz mı?”
“Kızlarla beraber izlemeye geleceksek olur.”
Yiğit bir süre sessiz kaldı. Selim bu teklifi yarı yarıya sevmiş gibiydi. Berke uyanmasın diye sessiz sessiz konuşmaya çalışırken yorucu olmuştu.
“Zeynom da gelir o zaman. Güzel bir haberle kabul etti hem. Teşekkürler yenge,” diyerek telefonu kapattı. Kupamı sehpanın üzerine bırakıp koltuğa oturdum. Başımı arkaya yasladığımda Selim dizime yattı. Sıra benim bebeğime gelmişti anlaşılan. İpek gibi yumuşak saçlarını okşadım. Çok az da olsa uzamışlardı. Neden bilmiyordum ama evlilikten başka bir sebepten dolayı da evden çıkmak istemiyor gibiydi. Yoksa işini çabuk bitirip neden koşar adım eve gelsindi? Bulduğu her boş anı benimle geçirmeye çalışması... Evlilik buysa en güzeliydi. Biz öyle dinlenirken Elif işlerinin bittiğine dair mesaj attı. Çok geçmeden gelip Berke'yi aldığında akşama kalmaları için ısrar etsek de kalmadı. Onlar gittikten sonra Selim bir kargo paketi ile yanıma geldi. Şirin anne göndermişti. Sabah Berke de geldiği için onu açmayı unutmuştuk. Benim açmamı ister gibi paketi verdiğinde merakla açtım. Kahverenginin birkaç tonu ile örülmüş bir bebek ceketi. Küçük bir patik... Ben ceketi havaya kaldırıp bakarken aklıma konuşmamız geldi. Bu Selim'in internette görüp beğendiği, örmesi için annesine attığı o modeldi. Bebeğimize babasının hediyesiydi bir bakıma o yüzden daha özeldi. Benden sonra Selim ceketi eline alırken patiğe baktım. Küçücüktü. Başka bir şey konuşmadan Selim'in kutusuna onları da koyup kaldırdık. Akşam yemeğinin ardından geç kalmamak üzere hazırlanmaya başladık. Ben bir tayt ve kısa kollu giyerken Selim de siyah bir kısa kollu ve şort giymişti. Neredeyse ilk defa şort giydiğini görüyordum. Bu adamın kasları neden bu kadar göz alıcı duruyordu? Dağılan saçları, evde olduğu için biraz daha uzayan sakalları. Kalp sağlığı için iyi değildi. Arabadayken her zaman ki pozisyonumu alıp kocamı izledim. Her haline ayrı aşıktım ama saçları alnına dökülünce kıvrılan uçları daha bir aşık olunasıydı. Halı sahaya geldiğimizde neredeyse herkes partneri ile buradaydı. Heyecandan zıplamak yok, diyordu Mert. Herkes sevgilisine, kocasına gerekli talimatları veriyordu.
Selim telefonunu ve cüzdanını bana verdiğinde yanağını öptüm. Başarılar, dedim sadece. Şansa ihtiyacı yoktu zaten başarırdı. Yiğit çok ayıp bakışları atarken Selim nispet yapar gibi "Feriştahı gelsin kaybetmem artık." Yiğit bir umut yanağını Zeynep'e uzatsa da Zeynep el sallayıp yerine geçti. Kaya, Rümeysa'nın şalının önünü düzeltti. Buram buram aşk kokan bir maç olacaktı. Kaybeden takım kazanan takıma tatlı ısmarlayacaktı. İsmet de dahil olmak üzere askeriyeden birkaç kişi daha vardı. Selim, Ercüment'i ilkte seçti. Geri kalan eşleşme de tamamlandıktan sonra kaptanlar, Yiğit ve Selim, takımına birkaç şey söyledi.
“Benim sevgilim diye demiyorum ama futbol geçmişi de var,” dedi Bade. Selim'in ilk onu seçmesinden belliydi. Kaptırmak istememişti. Sürekli üniformalı hallerine alıştığımız için onları böyle görmek garip hissettirmişti. Hepimiz sahanın en önünde ki koltuklara dizilirken beyler maça başlamıştı. İlk yarı oldukça hareketli başladı. Ercüment söyledikleri gibi profesyonelce oynuyordu. Abimin deyimiyle top ayağına yakışıyordu. Yiğit'in attığı topa neredeyse havada bir vuruş yaptı Burak. Eylül abisinin görmediğine emin olduğu için rahat rahat izleyebiliyordu. Burak'ın vuruşundan sonra top benimkine gelince havada hafifçe yükselip kafasıyla bir vuruş yaptı. Ve gol. Maçın ilk golü. Takımdakiler sevinç hareketleri yaparken onların arasından sıyrılıp tirübünlere doğru koştu. Üç parmağını havaya kaldırıp e harfi yaptığında hem kalbim deli gibi atmaya başladı hem yanaklarım kızardı. Terledikçe üzerine yapışan kısa kollusu ve alnına değen saçları... Gecenin karanlığında tek parlayan şeydi.
Yaklaşık bir on dakika sonra Yiğit'in yaptığı asistle Yavuz golünü attı. Yeliz'e doğrudan ithaf etmeye çekindiğinden hepimize el salladı. İlk yarı berabere biterken hepsi su içmek için etrafa dağıldı. Akın, Burak'ın kendisine vurduğunu iddia edip İpek'e anlatırken İpek çocuğunu dinleyen anneler gibi onu dinliyordu. Hepsinin haline güldüm. Boralar, tim olmaktan öte bizlerin de dahil olduğu bir aile olmuştu. “Sürekli kocam diyen kadınları sevmezdim ama büyük konuşmuşum sanırım.” Selim suyu içtikten sonra yüzünü yıkadı. Her halinin çekici gelmesinin başka açıklaması yoktu çünkü. Sokak lambası yüzüne vururken gülümsedi.
“O gün içimde kalmıştı. Sonra kendime bir söz verdim. Bütün başarılarım hep sana emanet karıcığım.”
Yiğit ikinci yarının başladığını söylerken Selim'in kolunu tutup durdurdum. O günü sordum. Elini yanağıma koyup gözlerimin içine baktı.
“Yüzbaşı olduğum gün. Revire koşup başardım, deyip sana sarılamadım ya adımı unuturum o üzüntümü unutmam.”
Yiğit'in ısrarına dayanamayarak gittiğinde peşinden gittim. İlk yarıda yaptığım gibi yine öptüm. “Başarılar sevgilim,” dedim bütün anı içine alarak. “Başarınca sarılmak istersen orada seni izliyorum.” Az önce ki konuşmamıza atıfta bulunduğum da gözleri mutlulukla parladı. Selim bu kez topu neredeyse kimseye vermedi. Engellerden sıyrılıp kaleye ilerledi. Mert kale de oradan oraya pozisyon alırken sert bir vuruş yaptı. Direğin hemen yanından gol oldu. Riskli bir goldü ama gol olmuştu işte. Önce yine e harfini yaptı arkadaşları sevinirken bunu fırsat bilip yanıma geldi sımsıkı sarıldı. Mahalle sahası küçük olduğundan etrafında teller yoktu. Bizim olduğumuz yer sahanın hemen yanında yer alıyordu. Ercüment de gol atınca arada ki fark baya bir açılmış oldu. Yiğit takımına kızarken karşı taraf sevinç nidaları atıyordu. Mert sürekli Ecem ne yapıyor, bebek nasıl diye baktığından gol yemesi kolay oluyordu.
“Ecü'yü çocukluktan beri izlememiştim. O zamanda mahallede ki çocuklarla maç yapmışlardı. Karşı takımda ki Murat kafama top attı diye ağlamıştım, Ecü de gol atıp bana sarılmıştı.”
Bade ayaküstü çocukluk anılarını anlatırken Ercüment elini önce kalbinin üzerine koydu ardından öpüp Bade'yi işaret etti. Burak'a sarıldığında Bade hala anın etkisindeydi. Hepimiz maç işini onlardan daha çok sevmiş gibiydik. Yiğit beraberlik golü için uğraşırken Tuna diğer kale de oldukça kıvrak hareketlerle buna engel oluyordu. Kaya gole çok yaklaşıp dışarıya attığında Rümeysa'ya baktı. Rümeysa ellerini iki yana açıp kafasını salladığında Kaya sen görürsün der gibi parmağını salladı.
“Gol atsaydı istediği kekten yapacaktım,” dedi Rümeysa gülerek.
Anne keki. Anne yemeği, Anne sevgisi, Anne kucağı... Bunlar Kaya'nın hiç bilmediği şeylerdi. Rümeysa'nın yaptığı keki yediğinde de damağında tarifsiz bir tat bırakmasını hiç unutmamıştı. Onların ailesinde kuşaktan kuşağa aktarılan bu kekin adıydı Anne keki.
“Şahin bakışlım, adamları tekte tutturuyorsun da burada niye kaleyi tutturamıyorsun,” diye yakınan kumama kahkaha attım. Hali içler acısıydı. Ecem saate baktı son dakikalara girmiştik. Ercüment yine topu oldukça güzel hareketlerle taşırken Selim'in vuruşuyla gol oldu. Aynı dakikalarda maç da bitti. Herkes etrafa dağılırken saha da kalan tek kişi Yiğit'ti. Selim beni görür görmez sarıldı.
“Başardım füsun,” dedi bütün başarısını şimdiye sığdırmaya çalışır gibi. Bende ona sımsıkı sarıldım. “Başardın sevgilim.”
Saat geç olduğu için neredeyse her yer kapalıydı ama açık olan bir mekan bulunmuştu. Yiğit, Mert'i ensesinden tutup öne itekledi. “Yürü lan taze baba. Senin yüzünden yiyeceğimi yedim ben o gollerle. Sen öde hesabı.”
Mert babalık tarafından vurulduğundan oldukça memnun bir şekilde kabul etti. Timde ki herkes baba oluyorsun, diye diye her şeyi ona yaptırır olmuştu. Herkes bir şeyler sipariş ederken Selim hala elinde ki menüye bakıyordu. Kazandibi sipariş etti.
“Sütlaç karımın yaptığı gibi olmuyor hiçbir yerde,” dedi menüde ki sütlaca. Geçen gün ilk defa denediğim sütlacı bayıla bayıla yemişti. Şirin anne, oğlum bayıla bayıla tatlı mı yedi diye şaşırırken Selim oldukça memnundu. Tatlı sevmezdi ama sütlü tatlıyı tercih ederdi. Hepimizin siparişi geldiğinde tatlısını kısa sürede bitirip arkasına yaslandı. Yiğit hala nasıl kaybettik konuşması yaparken Selim bana bakıyordu. Ben her zaman hedefime odaklanırım, demesi zihnimde yankılandı.
“Doping mi aldın be devrem? Neydi o goller. Sen olmasan takım batmıştı diyeceğim de neredeyse futbolcu olacak adamı da aldın takıma.”
“Galatasaray, diye belirtirsen sevinirim kardeşim.”
Yiğit göz devirdi. Kızlar gülerken erkekler maç hakkında sohbet ediyordu. Maç başlamadan öpmemden dolayı güç aldığını söyleyen adam bilmem kaçıncı kez söylediğim benim kocamdı. Tatlılar bitince herkes evlere dağılırken içimde huzursuzluk belirdi. İki gün sonra göreve gideceklerdi. Göreve gitmelerine alışmıştım ama evlendikten sonra ilk kez olması garip bir duyguydu. Yatakta küçük bir çocuk gibi sarılıp başımı göğsüne koydum. Ne düşündüğümü hep anlardı şimdide anlamıştı. Saçlarımı öpüp yanağını başıma dayadı. Konuşmadı, konuşmadım. Banyo yaptığı için buram buram gelen şampuan kokusunu içime çektim. Yuva dedikleri işte bu kadardı. Bir insanı hayatının merkezine koymak, her sabaha onunla merhaba, her geceye onunla elveda demek...
◇
Mutfakta, soluk sarı ışık altında, zaman durmuş gibiydi. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ama içimde en ufak bir uyku kırıntısı bile yoktu. Selim de uyumamıştı. O, tezgâha yaslanmış, çayını karıştırırken ben de mutfağın köşesinde ona bakıyordum. Çay kaşığının ince sesi, gecenin sessizliğinde yankılanıyordu.
Her şey fazla sakin, fazla huzurluydu. Ama bu huzur aldatıcıydı. Çünkü bu sakinlik, fırtınadan önceki sessizlik gibiydi. Sabah olduğunda Selim, sırt çantasını alıp gidecekti. O çanta mutfak sandalyelerinden birinin üzerine çoktan bırakılmıştı. Kamuflajı ütülü ve hazırdı. Botları girişte, kapının yanında duruyordu. O botlar bir kez bağlanınca, onu ancak görev bitince geri getirecekti.
Selim çayından bir yudum aldıktan sonra bana döndü. "Birazdan yatacak mısın?"
Gözlerimi ona diktim. Sesimdeki o duygusal tonu saklayamayarak, "Sen gitmeden uyuyamayacağım gibi hissediyorum," dedim.
Kaşlarını hafifçe çattı, fincanını tezgâha bıraktı. "Efsun, uykusuz kalmanı istemiyorum."
Hafifçe omuz silktim. "Hangi eş, kocası görevden gitmeden önce deliksiz uyuyabilir ki?" diye mırıldandım.
Selim derin bir nefes aldı, bakışlarını benden ayırmadı. Sonra, fincanını bir kenara bırakıp yanıma geldi. Ellerini mutfak tezgâhına dayayarak beni sıkıştırdı. O kadar yakındı ki, nefesi yüzümdeydi.
"Çok mu endişelisin?" diye sordu, gözlerini gözlerime kilitleyerek.
Başımı kaldırıp ona baktım. "Sen gittiğinde ne zaman döneceğini bile bilmeyecek olmanın ne demek olduğunu biliyor musun, Selim?" Sesim kısık ama titrek çıkmıştı. "Her telefon sesiyle içimin titremesi ne demek, biliyor musun?"
O an gözlerindeki gölgeler daha da derinleşti. Elini kaldırdı, yüzüme dokundu. Başparmağı yanak kemiğimi okşarken, diğer eli belime dolandı.
"Biliyorum," dedi usulca. "Ama her gidişimde bana böyle bakarsan, ben nasıl gideceğim, Efsun?"
Gözlerimi kırptım, göz kapaklarım ağırlaştı. Boğazıma düğümlenen kelimeler vardı ama hiçbiri dökülmüyordu. "Bana alışma," diye fısıldadın bir zamanlar.
Selim başını hafifçe yana eğip gülümsedi. "Hâlâ öyle diyorum."
"Eğer öyleyse… Benim de sana alışmamam gerekirdi, ama ben çoktan alıştım," dedim, sesim daha da kısılmıştı.
Başını eğdi, alnını benim alnıma dayadı. Gözlerini kapadı. "Alışma, Füsun," diye fısıldadı. "Ama beni hep bekle."
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Ellerimi göğsüne koydum, kalbinin altında atan o ritmi hissetmek ister gibi. "Beklerim," dedim. "Beklemez miyim?"
Sessizlik.
Kalp atışlarımızın ritmi birbirine karışıyordu sanki. Selim’in elleri belimde biraz daha sıkılaştı. Sanki gitmeden önce vücudumdaki her noktayı, her sıcaklığı ezberlemek istiyordu.
"Ne zaman döneceksin?" diye sordum, nefesim neredeyse kesilmişti.
"Yakında."
"Yakın dediğin ne kadar?"
Biraz uzaklaştı, bana baktı. "Bir ay civarı."
"Geri döneceğine söz ver."
İç çekti. "Biliyorsun, bu konuda söz veremem."
Kaşlarımı çattım. "O zaman bana 'Yakında döneceğim' deyişin de yalan."
Gülümsedi. "Hayır, o gerçek. Çünkü döneceğim. Seni bırakıp gitmek yok, Füsun."
O an gözlerim doldu ama ağlamamaya çalıştım. Eğer ağlarsam, onun da içi rahat etmeyecekti. Eğer ağlarsam, gitmek onun için daha zor olacaktı.
Ama yine de gözyaşlarımın ıslandığını hissediyordum.
Selim başını hafifçe yana eğdi, parmaklarımla ellerini kavradı. "Beni bekle, tamam mı?"
Başımı salladım. "Bekleyeceğim. Hem sen gelince yine başka bir şehre gideriz değil mi?"
"Gideriz fıstığım."
O gece saatlerce orada kalabilir, onu gitmemesi için ikna etmeye çalışabilirdim. Ama sabah olduğunda, Selim’in yanında sırt çantasıyla kapıya doğru yürüdüğünü görecektim.
Ve ben, her seferinde olduğu gibi, onu beklemeye devam edecektim.
◇
Sabahın ilk ışıkları, pencerenin ardında usulca belirmeye başlamıştı. Gözlerimi açtım, ama bir an için ne olduğunu anlamadım. Yavaşça doğruldum, gözlerim bulanık, kafamda bir ağırlık vardı. Selim’in yanına bakmaya cesaret edemedim. Kalbim, her zamanki gibi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Yarın bir operasyon vardı ve bu, Selim’in gidişinin öncesi son bir gündü.
Odanın köşesinde, askerî elbiseleriyle duran Selim’i fark ettim. Yavaşça kalkıp, odanın ortasında durduğumda, odadaki soğuk havayı hissettim. O an her şey gibi, odadaki hava da ağırlaşmıştı. Selim, hazırlıklarını tamamlamıştı, ama hâlâ bana sırtını dönmüştü. O an ne söyleyeceğimi bilemedim. Sesimi çıkaramadan biraz daha bekledim.
"Selim…" dedim sonunda, sesim inceldi, gözlerim biraz daha nemlendi. "Gelmeden önce bir şey söylemek istiyorum."
Selim, bir an sesimi duymadan hareketsiz kaldı, sonra yavaşça başını çevirdi. O gözlerde her zaman bulduğum derin sevgi vardı, ama bugünkü bakışları biraz daha sertti. Bir şeyler yapmak zorundaydı ve o an, görevine gitmek zorunda olduğunu biliyordu.
"Füsun," dedi yavaşça, "biliyorum, seni bırakmak kolay değil. Ama bu bizim hayatımızın bir parçası. Şu an gitmem gerek. Birlikte daha çok zaman geçireceğiz, buna söz veriyorum."
Ben sadece sessizce başımı salladım. İçimde, Selim’i kaybetme korkusu vardı. O kadar derindi ki bu korku, bazen nefes almak bile zorlaşıyordu. Ama bir yandan da, Selim’in bana söylemek istediklerini anlamak istiyordum.
"Selim, lütfen dikkatli ol," dedim, sesimi zorlayarak. "Sana her şeyin iyi olacağına inanmak istiyorum, ama seni kaybetmek… Dayanabilir miyim?"
Selim, bana doğru adım attı ve ellerini ellerimin üzerine koyarak yavaşça bana yaklaştı. Yüzüme doğru, derin bir nefes aldı. "Füsun, seni seviyorum. Ve seninle her zaman burada, bu evde kalacağım, bunu unutma."
O an gözlerimiz buluştu. Her şey bir anda kayboldu, sadece ikimiz kaldık. Bir süre susarak birbirimize baktık, hiçbir kelime söylemedik. Zamanın ne kadar yavaş geçtiğini fark etmiyordum. Fakat Selim, benim dünyamın merkezindeydi.
"Ne olursa olsun, seni seviyorum," dedi, çok yavaş ve derinden. "Ve döneceğim. Söz."
Bunu söylediğinde, gözlerinde bir güven vardı. Ama o güven, aynı zamanda bir hüzün taşıyordu. O gidişin ardında, belirsizlik vardı ve bunu hissedebiliyordum. Bu, her zaman olduğu gibi bir görevdi ama bu sefer içimdeki korku çok büyüktü.
Bir süre birbirimize sarıldık. Selim’in kokusu, sıcaklığı, ellerindeki güveni… Her şey bana güç veriyordu. Ama bir yandan da, ayrılık anı, her geçen saniyeyle büyüyen bir boşluk gibi hissediliyordu.
Sonra Selim, ellerimi bırakıp, ağır bir adım attı ve eşyalarını toparlamaya başladı. Sadece birkaç saat sonra, o sevdiğim adamın yanımda olmayacağını biliyordum.
"Her şey çok kısa, Füsun," dedi, elindeki çantayı omzuna asarken. "Ama unutma, her adımımda seni hissedeceğim. Her zaman seni düşünüyorum, her an seninle olacağım."
Yavaşça kapıya doğru yürüdü, her adımında beni bir adım daha geride bırakıyordu. O an, her şey sadece Selim ve ben arasında değildi. Bu, bir asker, bir eş ve bir sevgili arasındaki zamanın ötesine geçen bir bağlılık, bir güven duygusuydu.
Kapıyı açarken, bana son bir kez dönüp bakarak, "Sana her zaman geri döneceğim, fıstığım. Bekle beni," dedi.
O anda, içim bir nebze de olsa rahatladı. Birkaç adım daha attı ve sonrasında kapı tamamen kapandı. O an, yalnızca adımlarının uzaklaşan sesini duyabiliyordum.
◇
Sabahın ilk ışıkları, Selim’in yüzüne yavaşça vurduğunda, ekibiyle birlikte üslerinden ayrılmaya hazırlanıyordu. Gecenin karanlığı, ormanın derinliklerinde hâlâ hüküm sürüyordu ama Selim, karanlığa alışkındı. Herkesin ruh halindeki sessizlik, Selim’i biraz daha içine çekiyordu. Bu, bildiği türden bir sessizlikti; operasyon öncesi gerilimi, belirsizliği taşıyan o soğuk sessizlik. Kendisini tam anlamıyla hazır hissediyordu ama yine de içinde bir şeyler eksikti. Bir şeylerin doğru gitmeyeceği düşüncesi, tedirgin ediyordu.
Bütün ekip, o tanıdık gerginlikle hazırlandı. Herkes, ekipmanlarını son bir kez kontrol ediyor, taktıkları üniformaların sağlamlığını kontrol ediyordu. Selim, ormanın keskin havasını içinden çekti ve derin bir nefes alarak, gözlerini ekibine çevirdi.
"Her şey yolunda, değil mi?" diye sordu, sesinde bir sertlik vardı ama gözlerinde bir kararlılık. Bunu söylediğinde, ekipten birkaç baş sallama sesi duydu. Hepsi Selim’e güveniyordu ama bu operasyonda işin içinde çok daha fazla belirsizlik vardı.
"Tim, hatırlayın," dedi Selim, sesi biraz daha belirginleşerek. "Hedefimiz net. Ama burası, düşmanın en yoğun olduğu alanlardan biri. Bir hata yapmamız, her şeyin sonu olabilir. Birbirinize güvenin, dikkatli olun."
Ekip, yavaşça hareket etmeye başladı. Her biri, Selim’in arkasında adımlarını dikkatle atıyor, çevrelerini tarayarak ilerliyorlardı. Görevleri netti: Bölgedeki stratejik noktaları almak ve güvenli bir bölgeye çekilmek. Ancak bu, ilk bakışta ne kadar basit görünse de çok daha karmaşıktı. Hem orman, hem de düşman kuvvetleri bölgede yoğunlaşmıştı. Bu yüzden, her adımda daha da dikkatli olmalıydılar.
Selim, her zaman olduğu gibi liderdi ama içindeki huzursuzluk onu biraz daha dikkatli olmaya itiyordu. Zihninde planlar dönüp dururken, adımlarını hizaya getirdi. Yavaşça, adım adım ilerlediler. Ağaçların arasındaki gölgeler, bazen onları gizliyor, bazen ise açığa çıkarıyordu. Birbirlerini izleyen, her bir hareketiyle uyum içinde olan ekibin her adımı daha da derinleşen bir sessizliğe karışıyordu.
"Yiğit, biraz daha dikkat et. Sağda biraz hareket vardı," dedi Selim, gözleriyle işaret ederek. Yiğit hemen gözlüğünü takarak sağdaki ormanlık alana odaklandı.
Her şeyin normal görünmesine rağmen, Selim’in içindeki bir şey hâlâ huzursuzdu. Kafasında dönüp duran o düşünceler, bu kadar deneyimli bir timle bile, tuzakların, beklenmedik hamlelerin her an ortaya çıkabileceğini söylüyordu. Yine de, yapacakları tek şey vardı: Hedefe ulaşmak, birbirlerini koruyarak güvenli bölgeye geçmek. Ve buna inanmaları gerekiyordu. Selim ve ekibi, ormanın derinliklerinde ilerlerken bir şeyler değişmeye başlamıştı. İlk başta her şeyin normal gideceğini düşünmüşlerdi, ama zaman geçtikçe, her adımda bir şeylerin ters gittiği hissediliyordu. Ekip, sessizce ilerlerken, ormanın içindeki her yaprak hışırtısı, her dalın hareketi onlara yabancıydı. Selim, her zaman dikkatli bir liderdi, ama içindeki huzursuzluk, giderek artıyordu.
Bir süre sonra, patikalarda ilerlerken, Selim aniden durdu ve elini havaya kaldırarak ekibin durmasını işaret etti. Hemen siper aldılar. Orman sessizdi, ama bu sefer bir şeyler farklıydı. Selim, etrafı dikkatle gözden geçirerek, sabırlı bir şekilde ilerlemeye devam etti. Ancak ne kadar dikkatli olurlarsa olsunlar, bir hata yapma riski her zaman vardı.
"Yiğit, sağdaki açıyı kontrol et. Herkes dikkatli olsun, tuzak olabilir," dedi Selim, gözlerini ormanın derinliklerine dikerken.
Ekip sessizce hareket ederken, bir anda, önlerinden birkaç adım ötede bir patlama sesi duyuldu. Toprağın altındaki zemin sarsıldı, aralarından biri yere düştü. Bir patlama daha… Ardından, mermiler ormanın içinde yankılandı. Bir anda her şey çok hızlı oldu. Selim, ekibini yönlendirirken, yerdeki patlamaların etkisiyle sarsıldı.
"Yerleşin, yerleşin!" diye bağırdı Selim. Ama ne kadar dikkatli olurlarsa olsunlar, düşman, sanki bir adım öndeydi. Her an, her adım bir tuzak olabilir, her bir köşe bir tehlike saklıyordu.
Selim, bir yandan ekibini yerleşmeye ve geri çekilmeye yönlendirirken, diğer yandan etrafı gözden geçirmeye devam etti. Ancak düşman daha iyi hazırlıklıydı. Bir anda, Selim’in etrafındaki ağaçlardan birinden mermi yağmur gibi düşmeye başladı. Tim, siper almak için hızla sağa sola kaçıştı. Selim, Yiğit’i yanına çağırarak, düşmanın stratejisini çözmeye çalışıyordu.
"Akın, Burak, sol kısımdan sızmaya çalışın. Yavuz, Burak'la beraber sağda!" diye emir verdi, her hareketi tereddütsüz ve kesin olmalıydı. Herkes pozisyon aldı, ama düşman hızla yaklaşıyordu. Selim, kendisini en önde tutarak, arkadaşlarını korumaya çalışıyordu. Bir anda silah sesleri arttı. Her adımda daha fazla mermi geçiyordu.
Bir patlama daha… O an her şey hızla değişti. Selim, yere yığıldı. Başının sağ kısmından gelen bir darbe, gözlerini kararttı. Gözleri bulanıklaşırken, elleriyle kafasını tutarak siper almaya çalıştı. Ancak bir an sonra, patlamanın şiddetiyle dengeyi kaybetti ve toprağa düştü.
Bir süre etrafındaki sesler yavaşladı, kulakları çınlıyordu. Gözleri kararmıştı ama duyduğu şeyler, aklındaki en korkutucu düşüncelerdi. Arkadaşlarını korumak için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıydı, ama bu an, sonu getiren bir an olmuştu. Düşman kuvvetleri hızla yaklaşıyordu.
Etrafını saracak kadar yaklaşan düşman askerleri, Selim’i fark etti. Solukları hızla kesilen askerler, Selim’in hareket etmediğini görünce, yaklaşmaya başladılar. O anda, Selim’in son gücüyle bir anlık bir direniş göstermesi mümkün olsaydı bile, düşmanın sayıca fazla olduğu bir noktada her şey tükenmişti.
Bir anda, Selim’in kafasında düşündüğü tek şey Efsun’du. Onunla geçireceği geleceği, ona verdiği sözleri hatırladı. İçinde bir umut vardı ama o an, her şeyin sonu gibi hissetti. Sonra, gözleri karanlığa gömüldü. Ve düşman, Selim’in ellerini bağlayarak onu esir aldı.
“Onu al,” dedi düşman komutanı. Selim’in bilinci kararmıştı, ama bu karanlık içinde son düşündüğü şey, Efsun’a dönüp dönmeyeceğiydi. Selim, gözleri kararmış bir şekilde bilinçsizce bir yere sürüklendi. Ellerindeki kelepçeler ve sert ellerin sıkıca tutması, bedeninin her bir hücresini hissediyordu. Başının etrafında bir uğultu vardı, ama seslerin netliğini anlayacak durumda değildi. Kararmış dünyasında tek duyabildiği şey, düşman askerlerinin ayak sesleriydi. Her biri, başka bir tecrübeye sahipmiş gibi, hiç tereddüt etmeden, onu sürüklüyordu.
Gözleri yavaşça açılmaya başladığında, zorla ışığın içine doğru çekildi. Her ne kadar bilinci tam anlamıyla yerinde olmasa da, bir şekilde fark etti; kendisi, bir ambarın içinde ya da terkedilmiş bir binada gibi bir yere getirilmişti. Ağaçlardan ve doğadan uzak, beton zeminli bir yerdi. Soğuk hava, tenini delip geçiyordu, ama o an bunlarla ilgilenebilecek durumda değildi. Vücudu bitkin ve ağrılarla doluydu. Bir an için, burada olmayı hak etmediğini düşündü. Sonra, gözleri karşısındaki karanlık figürlere takıldı.
Düşman komutanı, tek tek etrafındaki adamlarına seslenerek Selim’in önünde durdu. Yüzünde bir acımasızlık vardı. "Hadi başlayalım," dedi, soğuk ve sert bir tonla.
Selim’in vücudu, hala sert bir şekilde yere paraleldi. Yavaşça başını kaldırdı, ama gözleri bulanık olduğu için etrafındaki siluetleri net göremedi. Acı ve yorgunluk, her bir damarında hissediliyordu. Her ne kadar karşısındaki adamlara direnmeye çalışsa da, bir şekilde bağlarının çözülmesi ve ellerinin serbest bırakılması gibi bir şansı yoktu.
İlk darbeyi, biri kafasının arkasına sertçe vurdu. Selim’in gözleri yine karardı. Kafasında yankılanan o acı, beynini sarmıştı. Yavaşça gözlerini araladı, ama karanlık figürler arasında bir an göz göze geldiği komutanın acımasız gülümsemesiyle sarsıldı.
"Yavaş," dedi komutan, derin bir nefes alarak. "Zaten bir işe yaramazsınız, ama seni biraz daha yaşamaya bırakmak için biraz eğlenmeye karar verdik."
Selim’in vücudu, aldığı darbelerden dolayı gevşemişti. Gözlerinde hâlâ direncini korumaya çalışan bir ifade vardı. Ama bu, yeterli değildi. Adamlar, her biri sırayla Selim’in etrafına gelip ona tekmeler atmaya başladılar. Her tekme vücudunu sarstıkça, gözleri bulanıklaşıyor, kulaklarında çınlamalar artıyordu. Kendini bir an, bu zalimce işlemin bir parçası gibi hissediyordu. Ama o kadar güçlüydü ki, bu acıya karşı direnmeye çalıştı.
Komutan, yaklaşarak Selim’in başını iki elleriyle kavradı. "Hadi bakalım, ne kadar dayanabileceksin?" dedi, acımasız bir sesle. O an, Selim’e korku gelmiyordu. Gözlerinde hala bir umudu vardı. İçinde, Efsun’a dair bir düşünce, onu ayakta tutan tek şeydi.
Bir süre sonra, Selim’in bilinci bulanıklaşmış, her şeyin bir anlamı olmamıştı. Zihninde tek düşündüğü şey Efsun’a geri dönebilmekti. Ama her darbede, her sarsıntıda, bir şeyler eksik kalıyordu. Yavaşça vücudu gevşedi ve içindeki direnç, başka bir noktada bitti.
Düşman, Selim’in vücudunun hâlâ yaşam belirtileri gösterdiğini görünce, ona bir süre daha acı çektirip susturmak istiyorlardı. Ama Selim, ne kadar canı yansa da, Efsun’un adını mırıldanarak, ruhunda bir umut arıyordu. O umut, her şeye rağmen ayakta tutuyordu. Komutan, Selim’in gözlerine bakarken, gülümsedi. Gözlerinde, bir zamanlar insan olan bir adamdan geriye kalan soğuk bir boşluk vardı. O an, Selim'in direnç gösterdiğini, onu kırmaya ne kadar yaklaştığını düşündü. Her darbede, Selim’in ruhunu daha fazla ele geçirmek için fırsat kolluyordu. Selim’in vücudu, her geçen saniye daha da savunmasız hale geliyordu ama gözlerinden yansıyan öfke, onu bir türlü istedikleri noktaya getiremiyordu.
Komutan bir adım geri çekildi ve ardından Selim’in acı içindeki yüzüne alaycı bir şekilde yaklaşarak, düşük bir sesle konuşmaya başladı. "Beni zor durumda bırakma, Selim," dedi. "Çünkü sonunda, seni sadece bir hatıra olarak hatırlayacağım. Karın da, belki bir gün seni unutacak."
Selim’in kasılı bedenindeki her kas, komutanın sözleriyle bir kez daha gerildi. Karısı… Efsun. Adını duymak bile, içindeki öfkeyi tetikliyor, zihninde dev bir dalga gibi büyütüyordu. "Sakın Efsun’a laf etme!" diye hırladı Selim, acıyı her an hissetse de öfkesini daha da derinleştiriyordu. "Ona dokunma! Bir daha onu ağlatmanıza izin vermem!"
Komutanın gözlerindeki alaycı gülümseme daha da belirginleşti. Bir adım daha atıp, Selim’in başına doğru eğildi. Bu sefer, sesi daha derindi. "Karın... Senin burada neler çektiğini bilmiyor, değil mi?" dedi. "Belki bir gün, senin geri dönmeyeceğini anladığında, başka biriyle hayatını kurar. Ona kimse bir şey sormaz. Sonra o, seni sadece bir anı olarak hatırlayacak."
Selim’in gözleri, sanki bir yangın gibi yandı. Vücudundaki her kas, bir çelik halat gibi gerilmişti. Komutanın söyledikleri, Selim’i daha da öfkelendirmişti. "Efsun, beni asla unutmaz," diye kükredi. "O, sevdiği adamı kaybetmeyecek. Benimle, her zaman savaşacak!" Sözleri o kadar keskin, o kadar yıkıcıydı ki, komutan bir an duraksadı.
Bir an için sessizlik oldu. Selim’in içinde, Efsun’a duyduğu sevgiyle birleştirilmiş olan bu öfke, her geçen saniye daha da derinleşiyordu. Komutanın bakışlarındaki karanlık, Selim’in gözlerinde bir an için ışıldayan o umutla karşılaştı. Ancak komutan, asla geriye adım atmaya niyetli değildi. Alaycı bir gülüşle Selim’in göğsüne bir tekme daha savurdu.
"Beni boşuna tehdit etmeye çalışıyorsun," dedi. "Geri dönmeyecek kadar derin bir bataklığa saplandın. O kadına ne kadar değer veriyorsan ver, senin bitişin burada başlıyor."
Selim, acıdan dolayı neredeyse bayılacak gibi hissediyordu ama gözlerinde o güçlü direnç hala vardı. Efsun’a verdiği sözleri hatırladı. Bir gün, ona geri dönecekti. O anı, ne olursa olsun yaşamayı başarmalıydı. İçindeki bu ateş, komutanın söylediklerini duymazdan gelmesini sağlıyordu.
Komutan, acımasızca güldü, Selim’in direncini kırmaya kararlıydı. Yavaşça, Selim’in başına eğildi ve alaycı bir sesle, "Biliyorsun, karın seni burada bırakıp bir başka adamla mutlu olur," dedi. "Sen dönebilseydin, belki o sana geri dönebilirdi ama şimdi, o bile seni unutacak."
O an, Selim’in sabrının sınırları zorlandı. Sadece Efsun’un adını duyduğunda bile vücudu titredi, zihni kararmıştı. Her şeye rağmen, kalbinde tek bir şey vardı; o da Efsun’a verdiği söz. "Sakın bir daha Efsun’a laf etme!" diye haykırarak, tüm gücüyle komutana saldırdı.
Selim’in sesi, odada yankılandı, öyle ki, komutan dahi şaşkınlıkla geri çekildi. Gözlerinde beliren o vahşi ışık, komutanı biraz tedirgin etmişti. "Ona dokunursanız, sizin sonunuz olur!" dedi Selim, her kelimesinde ölümcül bir tehdit vardı.
Komutan, istemese de, bir an için geri adım attı. Selim’in gözlerindeki öfkenin büyüklüğü, ona korku vermişti. Ama komutan, yıllarca yaşadığı vahşeti unutmamıştı. Gözlerinde kısa bir süreyle bile olsa tereddüt belirdi. Ancak, o karanlık gözlerle Selim’e bakarken, gülümsedi.
"Unutma," dedi komutan, "Beni boşuna tehdit ediyorsun. Ama seni kırmam bir an meselesi. Karın için daha fazla can yakacağım."
Selim’in gözleri, artık tamamen kana bulanmış gibiydi. Ama içindeki tek gerçek, Efsun’du. Ona bir söz vermişti. "Ben seni bekleyeceğim, Füsun…" diye mırıldandı. "Ne olursa olsun, seni bırakmayacağım."
Komutan, Selim’in bakışlarındaki kararlı ifade karşısında, son bir tehdit savurup odadan çıktı. Selim’in bağlandığı yerin etrafındaki sessizlik, onun yalnızca acı çekmeye devam etmesine neden oluyordu. Ama o, her an bir umut ışığı taşıyordu; Efsun’a olan sevgisiyle hayatta kalacaktı. Bütün vücudu yanıyordu. Canı acıyordu ama artık acıyı bile hissedemeyecek kadar tükenmişti. Ölüm, ağır bir battaniye gibi üzerine çökmüştü. Nefesi yarımdı. Zihni giderek daha da bulanıklaşıyordu.
Burası son noktaydı, bunu biliyordu. Buradan sağ çıkamayacağını biliyordu.
Ama gözlerini kapattığında, karanlığın içinde bir ışık gibi beliriveren tek şey Efsun’un yüzüydü.
Yeşil gözleri… Hafifçe kırışan kaşları… O tatlı siniri, o inatçı hali… Ama en çok da gülerken, başını azıcık yana eğerek gülüşü… O an, içini derin bir huzur kapladı.
“Füsun…” diye fısıldadı.
Ne tuhaf… Ölüm bile onu düşünmesine engel olamamıştı.
Boğazı düğüm düğümdü, sesi çatallıydı ama devam etti. “Keşke…” diye fısıldadı, kendi kendine. “Keşke seni biraz daha çok sevdiğimi söyleyebilseydim.”
Hiçbir zaman ona tam olarak anlatamamıştı. Efsun’u ne kadar sevdiğini, onun yanında nasıl huzur bulduğunu… Belki de biraz fazla sessiz sevmişti onu. Ama şimdi, her şey için çok geçti.
“Sana hiç söylemedim ama…” diye devam etti, nefesi düzensizdi. “Eğer yaşamak gibi bir hakkım olsaydı, hep senin yanına dönmek isterdim.”
Gözleri kapalıydı ama onu görebiliyordu. Ellerini uzatsa, parmaklarının ucuyla Efsun’un yanağına dokunabileceğini sandı bir an. Ama o sadece bir hayaldi. Efsun burada değildi.
Göz kapakları ağırlaştı, ama yine de son bir güçle “Füsun… beni affet.” dedi. “Dönme sözü vermiştim ama tutamadım.”
Göğsü sızladı. Bunu ona yapmaya hakkı var mıydı? Ona bir umut verip, sonra bir daha dönmemek… Gözlerini açıp bir kez daha onun yüzünü görememek…
İçindeki son güçle, “Beni unutma, olur mu?” diye fısıldadı.
Ama sonra bir şey oldu.
Zihninin en derininden bir ses yükseldi. Efsun’un sesi… “Hadi Selim! Pes etme!” Selim, karanlık odada, bedeninin her bir hücresinde yoğun bir acı hissederek yere yığıldı. Vücudu, yaptığı her hareketle daha fazla sızlıyordu. Kafası bulanık, gözleri ağırlaşmıştı. O kadar yorgundu ki, ne acısını hissedebiliyordu ne de çevresindeki gürültüyü. Her şey o kadar uzaklaşmıştı ki, içindeki sesleri bile zorlukla duyabiliyordu. Ama bir şey vardı, bir şey onu hayatta tutuyordu: Efsun’un adı, zihninde yankılanan o huzurlu ve güçlü sesi.
“Selim… Hadi… pes etme! Beni unutma, geri dönmelisin…”
Bir an için gözlerini kapatıp, o sıcak, güven veren sesi zihninde canlandırmaya çalıştı. Efsun’un yüzü, her zaman ona huzur veren gülerkenki hali, karanlıkta bile parlayan bir ışık gibi zihninde belirdi.
Ama gözlerini açmaya çalıştığında, göz kapakları neredeyse hiç açılmıyordu. Her şey bulanık, her şey karışıktı. O anda tek düşündüğü şey, ne kadar süre daha dayanabileceğiydi. Belki de her şeyin sonu gelmişti. Ancak bir şey fark etti, dışarıdaki çatışma sesleri birdenbire daha yakınlaşmaya başlamıştı.
Bunun bir tesadüf olup olmadığını anlamadan, gözleri ağır bir şekilde kapandı ve son bir nefes almaya çalıştı. Ancak o nefes, boşuna değildi. Bir patlama sesi, her şeyin üstüne çökmüş gibi Selim’in kulaklarında yankılandı. Ardından silah sesleri duyuldu, ilk başta hafif, sonra giderek daha yakın ve daha fazla… Tim, hiç vakit kaybetmeden buldu onu.
Yiğit, hızla ilerleyerek, tüm dikkatini Selim’in bulunduğu yere verdi. Diğer tim üyeleri de arkasından ona eşlik ediyordu. Silahlar patlıyor, mermiler zıplıyordu ama Yiğit, gözünü sadece Selim’den ayırmamaya kararlıydı.
“Selim!” Yiğit, panik içinde bağırarak hızla yanına yaklaştı. Diğer askerler, güvenli bir şekilde çatışmayı devam ettirirken, Yiğit’in gözleri hemen Selim’in kan içinde yatan bedenine odaklandı.
Yiğit, kalbi hızlıca atarak, komutanının nabzını kontrol etti. Hızla ama dikkatlice Selim’i kaldırmaya çalıştı. “Hadi Selim, gözlerini aç,” diye fısıldadı.
Bedeninin her bir yerinde acı, her hareketiyle sızlayan bir ağrı vardı, ama Selim bir şekilde hafifçe gözlerini araladı. Yavaşça, her nefes alışında kalbi daha hızlı atıyordu. Zihni bulanık, ama bir şekilde Yiğit’in sesini duyabiliyordu.
“Selim, senin için çok geç olabilir, ama biz seni bırakmayacağız.” Yiğit, elleriyle Selim’in kanlı vücudunu dikkatlice kucakladı. O an, Selim’in bilinci biraz daha yerine gelmeye başlamıştı. Birkaç nefes aldı, gözlerini açıp, yanındaki arkadaşlarını zor da olsa gördü. Yiğit’in ellerinin sabırsız hareketleri, ona hem rahatlama hem de korku veriyordu.
Zihnindeki bulanıklığı geriye itmeye çalışarak, Selim, "Efsun…" diye mırıldandı. Yiğit, onun bu halini gördükçe gözleri doldu, ama yüzünü saklamaya çalıştı. "Kurtulacaksın, komutan. Hayatını kaybetmeyeceksin."
Ancak, aniden Selim’in yüzünde bir değişiklik oldu. Yavaşça, ama kararlı bir şekilde, gözlerini çevirdi. Yiğit, bir an ne olduğunu anlamadı. Tam o sırada, Selim’in elini Yiğit’in silahına yöneldiğini fark etti.
“Selim, ne yapıyorsun?” Yiğit, şaşkın bir şekilde Selim’e bakarken, Selim elindeki silahı hızla çekip, yerden kalkmaya çalıştı.
Efsun’un ismini mırıldayarak, “Beni bu durumda bırakma…” dedi, ama sesindeki sertlik, yine de tüm odada yankılandı.
Sonunda Selim, bir kez daha silahını sırtına doğrultarak ayağa kalkmayı başardı. Ancak o sırada, komutanın adamları Selim’in hâlâ hayatta olduğunu fark etti. Birleşen tim, Selim’in etrafını sararken, Silah sesleri ve patlamalar arasında, Selim bir adım daha attı.
“Efsun’a laf ettiniz!” diye haykırarak, komutanına doğru doğrulttuğu silahı bir anda çekti ve yüksek sesle bağırdı. Tüm tim, kararlı bir şekilde çevresinde toplanmıştı. Selim’in gözleri keskin ve sertti.
“Karım lan o benim,” dedi Selim, öfkeyle. "Ona laf etmeyi aklınızdan bile geçirmeyin."
Tüm tim, Selim’in bu sözleriyle hayranlıkla onu izlerken, kararlılığı ve öfkesindeki gücü gördüler.
Komutanın adamları, bir an için geri adım attılar. Herkes sessizdi, Selim’in gözlerinde alevler vardı. O an, oradaki tüm tim, Selim’in sadece bir lider değil, aynı zamanda bu savaşta onlara ilham veren bir kahraman olduğunu hissetti.
“Beni asla küçümsemeyin,” diye kükredi Selim. “Bir daha Efsun’a laf ettiğinizde, her şeyinizin sonu olur!”
Silahları doğrulayan komutanın adamları, bu kadar sert bir karşılık beklemedikleri için, aniden geri adım attılar. Selim’in ellerindeki silah, onun sadece savaş alanındaki gücünü değil, aynı zamanda sevdiklerine duyduğu derin bağlılığını da gösteriyordu.
◇
Selim, üç gündür karanlık bir dünyada gözlerini aralamak için savaşıyordu. Zihni bulanık, vücudu ise bir bütün olarak acı içindeydi. Her şey bir sis gibi önünden geçerken, bir ses duydu. Yiğit'in heyecanla bağıran sesi, odada yankılandı: "Kendine geldi!"
O an, hastane odasında bir şeyler değişmişti. Yiğit’in bu kelimeleri duyduğunda, Ercüment uykusundan sıçrayarak gözlerini açtı, gözleri hala uykusuzdu ama hemen dikkat kesildi. Burak ise uyandırıldığında, gözlerini ovuşturup odada toplanan sessizliğe dikkat etti. O anda hastane koridoru bir anda hareketlenmeye başladı. Bir umut, bir mucizeyle Selim’in hayata tutunma çabası, herkesin umudu oldu.
Selim, gözlerini zorla aralayarak oksijen maskesini elleriyle çekmeye çalışıyordu. Her bir hareketi, bedeniyle olan savaşını yansıtıyordu. Zihni çok bulanıktı, ama bir şekilde maskeyi yüzünden uzaklaştırmayı başardı. “Ev değil burası,” dedi, nefesi kesik kesik ve gücü tükenmişti. Sesi, bir şekilde odanın sessizliğini daha da derinleştiriyordu.
Ercüment, başını kaldırarak Selim’i izledi. “Şu tavana bak… Duvarlara…” dedi, ama gözlerinde belirgin bir hüzün vardı. Gerçekten Selim’in sağlığına kavuşmuş olmasını isterken, vücudunun acısı hâlâ odada yankılanıyordu.
Selim gözlerini tekrar aralamaya çabalayarak, ekledi: “Öyle değil... Efsun yok.” O an, Selim’in gözlerinde bir şeyler kaybolmuş gibiydi. Adeta her şeyi kaybetmişti, ama en çok da ona her şeyin geride kaldığı, sadece Efsun’un eksikliği kalmıştı. Gözleri her geçen saniye daha da ağırlaşırken, ama bir yandan da onu görmek için, hissetmek için mücadele ediyordu.
Vücudu acılarla doluyken, Selim’in içinde güçlü bir istek uyanmıştı: Efsun’u görmek... Karısını, onu bir kez daha görebilmek... Zihninde adeta yankı yapıyordu bu düşünce. Her şeyin ötesindeydi Efsun.
Selim gözlerini, derin bir nefesle Yiğit’in gözlerine dikti. “Efsun’u… Karımı getir bana, kardeşim,” dedi, bu sefer sesinde bir kararlılık vardı. En son bir kez daha ona duyduğu sevgiyi hissetmek istiyordu.
Yiğit, biraz kararsızlıkla başını iki yana sallayarak, “Sınır dışında sayılırız, güvende olmaz ki,” dedi. Bu sözler, içindeki endişeyi ve aynı zamanda umudu yansıtan bir kararsızlık taşıyordu. Ama Selim için her şey tehlike altındaydı ve Yiğit de onun için her zaman güvende olmasını istiyordu. Ama burası tehlikeli bir bölgeydi. Yine de Selim’in gözlerinde kararlı bir bakış vardı.
Selim, gözlerini biraz daha açarak, bir parça güç buldu. "Siz buradasınız ya, güvende olur işte," dedi. O an, tüm odadaki havayı değiştiren bir güce sahipti. Belki de kalbinin derinliklerinden gelen bir inanç, bir umutla bu cümleyi söyledi.
Tam o sırada, doktor içeri girdi ve Selim’in kontrolünü yapmaya başladı. Yiğit, kapıya yönelip dışarıda bir şeyler arayarak hareket etmeye başladı. Ancak Burak, onu durdurdu. "Nereye gidiyorsun?" diye sordu, gözlerinde endişe vardı.
Yiğit, kararlılıkla başını kaldırarak cevap verdi: “Yengemi almaya.”
Burak, Yiğit’in gözlerindeki kararlılığı gördü ve hemen ceketini aldı. Yiğit’in ona bakışı, “Hayırdır?” der gibiydi, ama Burak ona karşılık verdi: “Yengeyi getirmeye gitmiyor muyuz?” Bu sözlerle, Yiğit’in hayalini gerçekleştirmesine yardımcı olacak bir adım daha atmıştı.
Selim, hâlâ hayatta kalmak için verdiği mücadelenin içinde, Efsun’un adını her an aklından çıkarmazken, Yiğit ve Burak hızla dışarı doğru hareket etmeye başladılar. Her şey, bir hayalin peşinden koşmak gibiydi.
Yiğit ve Burak, hastane koridorlarında hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Selim’in bilinci kapanmıştı, her an daha da kötüleşiyordu. Efsun’un Selim’e gitmesi gerektiğini biliyorlardı ama bir yandan da durumun ne kadar tehlikeli olduğunu fark ediyorlardı. Sınır dışındaki bölge ve tehlikeler onları tedirgin ediyordu, ama Selim’in isteği çok netti: "Efsun’u getirin."
Yiğit, Burak’a bakarak, “Onu almak zorundayız,” dedi, kararını kesinleştirerek. “Selim buna dayanamaz. Ona ne olursa olsun gitmesi gerek. Hem biz buradayken o güvende olur.”
Burak, gözlerindeki kararlılığı fark ederek, “Hadi, yengeyi alalım,” dedi. Ceketini hızla giydi ve Yiğit’le birlikte hastaneden dışarı çıkmak için yola koyuldular.
Efsun’u hastaneye getirmek kolay olmayacaktı, ama Yiğit ve Burak bunun için ne gerekiyorsa yapacaklardı. Her ikisi de hızla arabalarına binip Efsun’un evine doğru yol aldılar.
Efsun’un evine vardıklarında, Yiğit kapıyı çaldı. Birkaç saniye sonra, kapı açıldı ve Efsun, karşılarında durdu. Yüzünde bir anda farklı bir endişe ifadesi belirdi.
"Efsun, hemen hastaneye gelmen gerekiyor," dedi Yiğit, ciddiyetle.
Efsun, gözlerinde panik ve korku karışımı bir ifade ile, "Ne oldu? Selim... Onun durumu nasıl?" diye sordu, hızla kapıyı açarak onları içeri davet etti.
Burak, daha fazla beklemeden, “Hemen gitmemiz gerek,” diyerek, Efsun’un peşinden koştu. “Ona her şeyden önce senin yanında olman gerekiyor. Çok kötü durumda, Efsun. Onu seninle görmek onu hayata döndürebilir.”
Efsun’un yüzü bembeyaz olmuştu. Selim'in o anki durumunu düşünmek bile ona korku veriyordu, ama yiğit adımlarla, bir an bile tereddüt etmeden, onların arabasına yöneldi.
Efsun, Yiğit ve Burak’ın hızla hastaneye doğru ilerlerken, içinde birdenbire her şeyin hızla geçtiğini hissetti. Bir yandan yolculuğun hızlanması, diğer yandan Selim’in durumu… Her şey iç içe geçmişti. Bir an önce ona ulaşmak, ona dokunmak, ona biraz huzur vermek istiyordu.
Hastaneye vardıklarında, Efsun’un kalbi hızla atıyordu. Yiğit ve Burak önce hastane girişinde hızla park etti ve onları beklemek için çıkarken, Efsun biraz yavaşladı. Derin bir nefes alıp, Selim’in yanına gideceği düşüncesiyle kapıyı açtı. Hızla koridordan yürüdü, kalbi daha hızlı atıyordu.
Selim’i görmek, ona dokunmak istiyordu ama bir yandan da bu kadar acı içinde görmek zorlayacaktı. Odaya adım attığında, Selim’in sakin ve zayıf yüzü karşısında içi parçalanmıştı. Yanında Yiğit ve Burak olduğu halde, gözlerini bir an Selim’e çevirdi, elleri titreyerek Selim’in yanına gitti.
Selim gözlerini ağırca aralayarak, Efsun’u görünce hafif bir gülümseme yerleşti yüzüne. “Füsun…” diye fısıldadı.
Efsun, Selim’in elini nazikçe tutarak, “Ben buradayım, her şey yoluna girecek,” dedi. Bir an için gözlerinden başka hiçbir şey yoktu; sadece Selim vardı.
◇
Birkaç gün sonra... Selim ne kadar uyumuşsa bizim o kadar uykusuz olduğumuz birkaç gün daha geride kalmıştı. Selim göreve gittikten sonra içimde oluşan kasvetli duygu kapıda gördüğüm Yiğit ve Burak ile arşa çıkmıştı. Evlendikten sonra gittiği ilk görev de başına bunlar geçmişti...
Doktor bugün taburcu olabileceğimizi söylediğinde İpek doktor ile detayları konuştu. Bade ve Ecem günlerdir yanımdan ayrılmazken Eylül ve Merve Güneş'e bakmak için eve gitmişti. Koridor da mesken tutmamız bugün son bulurken Yiğit timin geri kalanını evi hazırlamaları ve işle halletmeleri için gönderdi. Yiğit ve Ercüment ile kaldığımda odaya girdim. Uyanıktı. Geldiğimizi görünce gülümsedi.
“Hadi hadi, bu kadar yatmak yeter. Kalk gidiyoruz,” dedi Yiğit. Yaptığı şaka bile uykulu sesinin yanında anlamsız kalır olmuştu. Selim de bu durumun farkında ve son derece minnettardı. Selim oh be sonunda, bakışını attığımda gözlerimi devirdim. Ona kalsa ilk gün buradan çıkmayı düşünüyordu. Kalkmasına yardım ettiğim de Ercüment'in dolaptan verdiği kıyafetleri giymesine yardım ettim. Burak da çıkış işlemlerini halletmişti.
“Bir şeyi arz etmek isterim,” dedi Yiğit. Selim'in daha rahat yürümesi için koluna girmişti. “Yapılı bir insan olduğunu biliyoruz da bu ne devrem? Hiç mi formdan düşmedin lan? Seni hastaneden çıkarana kadar ben hastanelik olacağım.” Günler sonra hepimiz içtenlikle gülerken bakışlarım kocama kaydı. Doğru söylüyorlardı. Günlerdir öylece hastane de yatmasına rağmen hala oldukça yakışıklı ve çekici duruyordu. Ercüment destek vermek ister gibi valizi diğer eline alıp Selim'in boşta kalan koluna girdi.
“Eve gittiğim de hiçbirinizi görmek istemiyorum,” dediğinde hastanenin kapısından çıkmak üzereydik. Arabanın yanına geldiğimiz de Yiğit anı bir hareketle geri çekildiğinde Selim arabaya yaslandı. Hızlı hareket ettiğinden canı acımış olacak ki dudağını ısırdı. “Sebep,” dedi Ercüment ön koltuğa bitmesine yardım ederken. “Artık evli bir insanım ya. Ne bileyim belki karım ile baş başa kalmak istiyorumdur.” Yanaklarım da hissettiğim sıcaklık ile gülümsedim. Günlerdir bende ağzıma kilit vurmuştum. İçimden dualar etmek dışında çok nadir konuşmuştum.
“Akın'ı bir evlendirelim de bak bakalım hemen ardından kıymıyor muyum o nikahı,” diyen Ercüment ile güldüm. Selim'in bakışları aynadan bana kaydı. Yüzünde ki acı dolu ifade bir anda gevşedi. Bu halimi görmek onu da mutlu etmiş gibiydi. Bade'nin evlilik sürecinde ki halleri gözümün önüne gelince gülmeme engel olamadım. Eve giden yolda onlar sohbet ederken ben yine konuşmadım. Nihayetinde yol bitip Eve geldiğimiz de Ercüment ve Yiğit yine Selim'in koluna girerek salona götürdüklerin de timdekilerin bizden önce gelip evi hazırladığını fark ettim. Aceleyle çıktığım için hiçbir şeye bakmamıştım. Yaklaşık on dakika sonra çalan zil ile Yiğit kapıya baktı.
“Greyfurt,” dedi Tuna.
“Portakal,” dedi Mert.
Ellerinde ki meyve dolu poşetleri bize göstermek istercesine havaya kaldırarak kaldıra geliyorlardı. Komutanlarının en çok sevdiği meyveyi tartışıyorlardı. “Mandalina,” dedi Kaya. Diğerlerinin aksine poşet yerine elinde ki küçük kasa ile ortama giriş yapmıştı.
“Evi manava çevirdiniz,” dedi benimki. Herkes görev dağılımı yapıp Selim'i en kısa sürede iyileştirme düşüncesi üzerinde çalışmalara başlamıştı. Selim hepsini çok severdi ki ancak en sevdiği sorulacak olursa mandalinaydı.
“Ben bir Urfa biberi getiririm komutanıma, o acıdan sonra hiçbir şeyi kalmaz,” dedi Yavuz.
“Devremi deney faresine çevirdiniz ula. Bırakın ne isterse onu yapsın,” dedi Yiğit.
Ercüment de konuşmaya başlayacağın da herkes onun ne vaat edeceğini bekledi. “Ben bu gevezeleri alıp gidiyorum, bırakın da adamlar kendi evlerinde kendileri kalsınlar.”
“Biliyordum lan Ercü,” dedi Selim. Gururlu bir bakış vardı gözlerinde. “Eğitimlerde de hep en çok sen dinlerdin beni. Aferin aslanım. Al götür bunları.” Arkadaşları trip atar gibi şakalaştığında hepsine umursamaz bir bakış attı. Ercüment sahiden de hepsini önüne katıp gittiğinde gülerek baktım arkalarından. Kalabalık ve aile oluşları geldiğim ilk günden beri beni de en çok etkileyen şey olmuştu. Artık evde yalnız kaldığımız da sanki ilk kez tanışıyormuşuz gibi utandım... Ne söyleyeceğimi, gözlerine nasıl bakacağımı bilmiyordum. Üstelik önceden izlettikleri o işkence sahnelerinden sonra bunları yapmaya gücüm yoktu. Konuşmak yerine gidip yanına oturdum. Yanağımı öptü. Hiç beklemeden. “Yedi gün yirmi dört saat kullanılabilen tek ilaçmış biliyor musun,” dediğinde usulca ona döndüm. Gözlerinin altı mosmordu. Hala yorgun gibi görünüyordu ama aksine dinçti. Ney, diye sorduğum da beni daha iyi görebilmek için hareketlendi.
“Sevda.”
Bakışlarım önce vücudunda hafif kan lekesi bulaşmış yarasını, ardından gülümseyen yüzünü en son da gözlerini buldu. “Bu sefer hiç bakma öyle yeşil yeşil diyemeyeceğim. Aksine hep bak da şu arada ki boşluğu kapatalım,” dediğinde yanağıma bir damla yaş süzüldü. Kolunu uzattığında başımı göğsüne yasladım. Koluyla olabildiğince bedenimi sardı. Saçlarımı okşayıp öptü.
“Çok korktum,” dedim titreyen çenemle. Annemi şimdi anlamıştım. Babam göreve gittikten sonra masada biz yemek yerken onun yemeğine dokunmayışı, gülerken bir anda dalıp gitmesini...
“Bende korktum, sana gelememekten.”
Geleceğim demişti giderken ve gelmişti. “Veda etmemiştin ki, tabii ki gelecektin,” dedim şakaya vurmaya çalışarak. Vedalar geride kalanlara yapılır, dönmemek üzere gidenler tarafından demişti... Saçlarımı öpmesi evet demekti.
“Ben şimdi hastayım ya, birkaç gün de raporluyum. Efsun atak geçiriyorum sanırım. İlaçlarımı aksatmazsın değil mi?”
Sahiden hasta olsa da sırf beni güldürebilmek için böyle konuşuyordu ki beceriyordu da. Başımı olabildiğince kaldırıp yüzüne baktım. “Hangi ilaçları?”
Düşünür gibi yaptı. “Günde üç öğün hem aç hem tok karnına öpücük. Sabahları karşılıklı kahvaltı, akşamları göğsümde uyumak. Senin eklemek istediklerin de olabilir tabii, daha etkili ilaçlar olabilir,” dediğinde koluna tırnaklarımla çimdik attım. Günlerdir hasret kaldığım kahkasını attı. "Bu durumda bile fesatlık düşünemezsin," sözlerime daha çok güldü.
“Tek doktorum sensin, evde ki Komutanım da sensin, ki karım da sensin. Ne dilersen hep emir sayılıyor ben ne yapabilirim?”
“Öp o zaman.”
Az önce eğlenen tavrı gitmiş yerine şaşkın, masum bakışlar ile yüzümü inceleyen Selim gelmişti. Eli yanağımı ürkek bir şekilde kavrarken çok geçmeden öptü. Dudaklarında ki duygu ben buradayım, der gibiydi. Bu kez gitmek yoktu, üzülmek yoktu. Buradaydı. Mutlu halimi görmek istiyordu mutluydum da. Geri çekilip alnını alnıma yasladığında derin bir nefes aldım.
“Raporun süresi iki gün kısaldı bile. Bu gidişle yarına göreve dönerim ben,” dediğinde güldüm. Gülüşümü, yanağımı öptü. “Füsun'um,” dedi en içten haliyle. “Ben senden gitmem, gidemem ki. Korkma olur mu güzelim? Karım ne derse odur. Sen hep böyle gül ben hep dizlerinin dibine kıvrılayım. Yüzbaşı karacalı bir sana eğilsin, Ulaş Selim bir sana içini açsın. Ama hepsinin kilit noktası sensin. Sen hep var ol, ol ki ben de yaşamaya devam edebileyim.”
“Seni çok seviyorum,” dedim hepsini bir cümleye sığdırmaya çalışırken. Bu kez o gülümsedi. Başımı yine göğsüne yasladı. O koltukta uzanırken bende başımı göğsüne yasladım. Yanağını saçlarımın üzerine koydu. “İnler garip gönlüm arı misali, tadına doyulmaz balımsın benim,” diye mırıldanıp babamdan duyup bildiğim türküyü söylediğinde sesi ninni gibi geldi. Günlerin uykusuzluğu yeni yeni aklıma gelmeye başlamıştı. Olduğum yerde kıvrılırken o da uyku pozisyonuna geçtiğimi fark etmiş olacak ki o da yattı. Başım omzundayken bir koluyla beni sarıp diğeriyle saçlarımı okşarken bir yandan da türküyü söylemeye devam etti. Ve ben günler sonra kendimi özlediğim, artık hayatımın en merkezi olan adamın, huzurun kollarında uykuya bıraktım...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
71.69k Okunma |
5.74k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |