41. Bölüm demek de nasip oldu kırk bir kere maşallah 🧿🧿 Ne desem bilemedim, artık karakterler, olaylar sonlara geliyor. Bir yerde son diyeceğiz mecbur da nasıl diyeceğiz bende bilmiyorum inanın. Bölüm de adı geçen şarkı da Cimillibo rizelim. 2025 yazında yeni bir kurguya başlamayı düşünüyorum. O zamana kadar final deriz muhtemelen... Yine de ara ara özel bölüm atarım çok ayrı kalamam. Bu kısmı uzun tutmak istemiyorum veda konuşması gibi olmasın diye bölüme geçiyorum hemen. Keyifli okumalar...
◇
Ulaş Selim'den
Kan kokusu. Nefret ede ede adapte olduğum kokuydu. Mesleğe başladığım ilk yıllarda abi dediğim adamın şehit oluşunu izlerken almıştım ilk olarak bu kokuyu. Sonrasında sayısız kardeşim bu kokuya yenik düşüp can vermişti. Elimi defalarca yıkadım, sanki elimden gitmemeye yemin etmişti. Ellerimi sıka sıka yıkadım. Git, kardeşim gitti sen de git, dedim elimde ki kokuya. Musluğu kapatıp bir yumruk savurdum. Çaresizce olduğum yere çöktüm. Sırtımı lavabonın altında ki dolaba yasladım. Dizlerimi kendime doğru çekip başımı üzerine koydum. Gözümden süzülmeye yer arayan yaşı daha ne kadar tutabilirim bilmeden geri gönderdim. Arka arkaya derin nefesler aldım. Zemini yumruklarken diğer elimle de sıkıca künyemi tuttum.
"Selim?" Uyku sersemi olduğu belli olan sesin sahibi günlerdir başımda sabahlayan kadındı. Saat sabahın beşi olmasına rağmen daha birkaç dakika önce daldığı uykusundan uyanıp yanıma gelmeyi seçmişti. Koşar adımlarla yanıma gelip dizlerinin üzerine çöktüğünde uykusunu açmaya çalışıyordu bir yandan da. "Uyuyacağım demiştin, uyumamışsın."
Efsun artık uyusun diye uyuyacağımı söyleyip onu uyutmuştum. Zaten günlerdir uykusuzdu daha fazla yorgun düşmesine gönlüm razı değildi ama söz geçirmek imkansızken bu asla mümkün değildi. Zemini yumruklayan elimi avuçlarının arasına aldı. O da benim gibi oturup sırtını dolaba yasladı.
"Uyusaydın," dedim bir yanım deli gibi dinlen, derken diğer yanım gitme, diye yalvarıyordu. Sesimde yorgun bir istek vardı. Çenemden tutup yüzümü çevirdi. Uykusuz olduğunu belli eden göz altları, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleri...
"Uyuyacaksak uyurum. Sen uyumayacaksan bende burada seninle banyonun fayanslarını izlerim."
Farkında olmadan çok büyük bir sevap işlemişsin Karacalı. Ödül olarak da cennette ki meleklerden birisi sana yar diye gönderilmiş, başka açıklaması yok. Yanağım da hissettiğim sıcaklık göz yaşımdan kaynaklanıyordu. Eli yanağımdayken parmağı ile göz yaşımı sildi. Günlerdir aynı döngü yaşanıyordu. Ne zaman ağlasam göz yaşım daha yanağıma düşmeden yakalayan bir kadındı. Ben yemezsem yemek yemeyen, ben uyumazsam uyumayandı. Yemek kısmını hatırlayınca dün yediği birkaç lokmadan başka bir şey yemediği aklıma geldi.
Beni düşünüp yas falan da tutmayın. Eğlenin, devresine kavuştu diye siz de mutlu olun, yazmıştı kerata mektuba. Orada bile üzülmeyin işte, benim için de olsa üzülmeyin demişti. Başımı geri yaslayıp derin bir nefes aldım. Ayağa kalktığımda yerde ki kadına elimi uzattım. "Eğer gelmezsen kocanın elinden ilk kahvaltını yeme şansını kaçıracaksın." İki hafta. Tam iki hafta geçmişti o törenin ardından. Efsun benimle hatta benden daha çok üzülmüştü. Bundan sonra elbette her şeyi unutacak değildim ama en azından bunu ona yansıtmamaya çalışacaktım. Elimi hiç beklemeden tuttu. Kollarıma aldığımda beklemediği belliydi. Zaten uykuluydu, bu bahane olsa da yürütmemek için kollarımın arasına alıp mutfağa yürüdüm. Onu tezgahın bir köşesine oturtup ellerimi tezgaha yasladım. Ne yapacaksın, der gibi bakıyordu. Sahiden ne yapacaktım?
En son göreve gitmeden alışveriş yapmıştım birkaç gündür düzgün bir şeyler de yemediğimiz için evde hangi malzemeler kaldığını bile hatırlamıyordum. Efsun'un burnunu sıktığım da çocuk gibi gülümsedi.
"Şefin özel tarifi mi diyoruz demek isterdim ama canım aşırı derecede menemen çekti." Menemen. Ercüment'in bildiği tek yemek olduğu için zamanında az yememiştik. Malzemelerinin evde bulunma ihtimali de daha fazlaydı. "Yapabilirsen tabii." Becermemden değil kendimi iyi hissetmemden dolayı sorguluyordu. Yüzüne düşen saçları geri ittim.
"Sen ne istersin, dersin de olmaz derim?" Bileğinde ki tokayla dağılan saçlarını topladı. Uykusu iyice açılmış gibi duruyordu artık. "Sen ne dersen başım gözüm üstüne. Menemen yaparız, yoksa da önce malzemelerini buluruz sonra yine yaparız." Karşımda fizyoterapist, olgun bir kadından çok küçük bir kız çocuğu duruyordu sanki. Ellerini heyecanla birbirine vurdu. Günlerdir görmek istediği manzara buydu. Beni iyi görmek ve vakit geçirmek istiyordu. Yorganın altında ağladığını bilmediğimi düşünse de her detayını ayrı ayrı biliyordum. O orada oturmaya devam ederken dolabı açtım. Şanslıydı ki malzemeler vardı.
"Akşama ne istersin sevgilim?"
Ben Menemen için malzemeleri hazırlamaya başladığımda başını eğip yüzüme baktı. "İyi misin ve emin misin?" Bir göz yaşını daha geri gönderdim. Gülümseyip evet, cevabını verdiğimde biraz daha mutlu oldu. Yalandan düşünüyor gibi yaptı. "O zaman senin yaptığın bir tarif vardı. Onu mu yapsak? Ama bende yardım edeceğim akşam yemeğine. Tatlı yaparım, senin sevdiğinden." Manisa'ya özgü olan bir tatlı yapmıştı ilk zamanlarda. Tatlı sevmeyen ben ilk defa bir tatlıyı tepsiyle yemek istemiştim. Efsun'un bahsettiği yemek için evde malzeme yoktu. Menemenin malzemelerini tava da ayarlarken aklıma gelen ilk kişiyi aradım.
"Emredersiniz komutanım," dedi uykulu bir ses. Bu saatlerde Yiğit hala uyuduğu için ayılamamıştı. Bir yandan yemek yaptığım için telefonun sesini açıp Efsun'un yanına bıraktım.
"Sana atacağım malzeme listesine iyi bak. Onları en kısa sürede marketten al ve benim eve getir."
"İstek bir şeyler de ekleyebilir miyiz," diye sordu benimki. Başımı salladığımda telefonu o devraldı.
"Üşütmüşüm sanırım, ilaçlar da evde kaldı. Gelirken bizim eve de uğrasan kızların verdiği ilacı getirsen olur mu?"
"Hamile misiniz siz," sorusuyla bir an zaman durdu. Ocağın altını kısıp Efsun'a döndüm. O da şok ifadesiyle donakalmıştı. Üşütmekten kastı neydi ki Yiğit yanlış anlamıştı? Aklıma birkaç hafta öncesi geldi. Bu zamana kadar o denli ileriye gittiğimiz olmamıştı, olmuş muydu ki?
"Gevşek gevşek konuşma lan," diyerek konuyu kapatan ben oldum. "Duymadın mı kız üşüttüm dedi. Gelirken bitki çayı falan da al. Ve yalnızca malzemeleri getir," diyerek telefonu kapattım. Yiğit'in bu duyduklarını analiz edip uyanması en az iki saat daha sürerdi. Efsun hala az önce ki soruda takılı kalmış gibiydi. Ocakta ki menemenin yanmaması için altını kapattım.
"Füsun?" Ellerimi bacaklarının iki yanına koyup tezgaha yasladım. Ellerim iki yanında dururken tam karşısında yorgun ama şaşkın yüzünü inceledim.
"Ben hamileyim," dediğinde saçımdan başlayıp ayaklarıma kadar bir merminin ilerlediğini hissettim. Ancak bu mermi acıtmaktan çok mutlu ediyordu. Dumura uğramıştım. Yavaşça geri çekildim. "Desem, mutlu olmayacak mıydın?" Ve her şey o an son buldu. Sanırım daha fazla heyecanlanıp kalp krizinden gitmemi istememişti. Eski konumuma geri döndüm. Sevinmediğimi mi düşünmüştü?
"Andım olsun," dedim son derece emin bir sesle. "O haberi aldığım gün dağa, taşa, uçan kuşa bildireceğim dünyanın en güzel kadının çocuğunun babası olacağımı. Artık eş olmaktan öte baba olacağımı tüm Şırnak duyacak. Sence? Her seni gördüğümde dilediğim şeyin gerçek olduğunu duyunca mutlu olmaz mıyım?"
Bir süre sessiz kaldı. Tezgahtar inip yatak odasına gitti. Merakıma yenik düşüp peşinden gittim. Elinde kahverengi bir defterle yatağa oturmuş duruyordu. Konuşmadan yanına oturdum. Yatağın altında ki kutuyu da eğilip aldı. Belli ki daha açmamıştı. "Geçen gün beş dakika da olsa uyudun, şarj aletini ararken de çekmece de bu defteri buldum. Biraz merakıma yenik düştüm ve okudum." İlk sayfalardan bir sayfa açtı, okumam için bana çevirdi.
Baba.
Bugün eski arkadaşlarımdan biriyle karşılaştım. Ağzı kulaklarına varıyordu. Baba oluyorum lan, dedi laf arasında. Bu kadar mutluluk verici miydi bu olay? Garsona, yolda yanlışlıkla çarptığı adama ben baba oluyorum demişti. Ben? Kendimi onun yerine koydum bir anlığına. Ölüm bir nefes uzağımdayken ardımda çocuğum kalsın ister miydim? Henüz annesinin kim olduğunu bile bilmiyorum. Benden baba olmazdı. Sevmeyi bilmeyen adam o küçücük bedeni nasıl severdi? Koskoca bedenlerin karşısına dikilirim de ufacık bir beden karşısında lal olur dilim, ondan korkarım ya yetemezsem, ya yalnız bırakırsam diye.
Devamını da okuduktan sonra defteri kapattı. Askeriye de ki odamda kendi kendime yazdığım günlük tarzı bir defterdi bu. Bunu da Efsun ile tanışmadan kısa bir süre öncesinde yazmıştım. Bunun üzerine az önce ki olay yaşanınca bir anlığına yanlış düşünmüş olmalıydı. Kutuyu açmadığına iyice emin oldum. Önce elinde ki defteri alıp bir kenara bıraktım. Ardından kutuyu kucağıma aldım. Kapağını açtığımda içinden beraber Berke'ye alış veriş yaparken aldığım tulum çıktı. Bir anlığına gözleri parladı.
"Bunu kızımız da giyer oğlumuz da. Hem benim oğlum pembe de giyer, kızım mavi de giyer o nedir öyle? Rengin cinsiyeti mi olur ula?"
Tulumu bir kenara bırakıp bir çift patik çıkardım kutudan. Burada söz hakkı Şirin sultanındı. Annemi arayıp Efsun'un da duyması için telefonun sesini açtım. Kısa bir selamlaşma faslından sonra konuya girdim.
"Anne, geçen gün bir ceketten bahsetmiştin bitti mi o?"
Efsun meraklı gözlerle hem kutuyu inceliyor hem bizi dinliyordu.
"Gönderdiğin ceket modeli ipin rengi ile çok güzel oldu oğlum. Bir görsen minicik oldu. Oğlum diye demiyorum ama zevkli bir babası var uşağumun. Eskiden olsa kim uğraşacak ana, der geçerdin. Şimdi kendin bebek için bir ceket modeli bulup bana attın. Ben torunuma örmeyeyim de kim örsün?"
Annemle bir süre daha konuşup telefonu kapattım. Kutudan başka bir şey almaya yeltendiğimde Efsun elimi tutup engel oldu. Gözlerimle buluşan gözleri buğuluydu. Kısa bir an gözlerini gözlerimden çekip yanımızda ki bebek eşyalarına baktı. Defteri tekrar elime aldım. Onun okuttuğu ilk sayfaya inat sonlardan bir sayfa açtım.
Bugün Tuna'nın baba olacağını öğrendik. Efsun'un gözleri öyle bir parladı ki. Bir anlığına Tuna'nın yerinde olup bu haberi ben almak istedim. Korku mu? Zerresi kalmadı. Efsun'u gördüğüm ilk an aşık olduğum yetmez gibi bu anı da hayal ettim sanki. Aşık olduğum kadının bir gün hamile halini görmeyi, o haberi alan kişinin ben olduğunu, minicik bir bedenin kollarımın arasında baba dediğini düşündüm. Efsun da bana aşık olduğunu söyleyince her gün bunu düşündüm desem yalan olmaz. Gözüm daldı gitti hep, parkta gördüğü çocuklara bile gülerek bakan bir kadın ne harika bir anne olur diye düşündüm hep. Önce ona eş, sonra da bebeğimize baba olmak. Bunları yaşamadan şehadet istemiyorum...
Defterin üzerine iki damla göz yaşı düştü. Hayatımda bu defter gibi ondan öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılıyordu. İnternette tesadüfen gördüğüm bir bebek ceketini anneme attığımı, yeğenime alışveriş yaparken bizim için de sepete bir şeyler eklediğimi bilmiyordu. Kollarını boynuma doladı. "Ben özür dilerim," dedi titreyen sesi. Günlerdir çok ağladığından mı bilmem sesi re yorgun ve titrek çıkıyordu. "Hem vaktim yoktu hem başında ki gibi düşünüyorsundur diye okumadım devamını." Geri çekildiğinde yanaklarına ellerimi koydum.
"Şu nikahı, düğünü bir atlatalım inşallah. O haberi alacağımız günler de gelir güzelim," dediğimde şakayla koluma vurdu. Böyle bir şeyi istemediğimi düşünmek çılgınlıktı artık. Efsundan sonra ki hayatta bunu istememeye ihtimal dahi yoktu.
"Menemenin soğusun mu?" Bu konuyu sakin bir zamanda tekrar değerlendirmeliydik. Elimi tutup ayağa kalktı. Tekrar mutfağa geldiğimiz de ben masayı hazırlarken o da ekmekleri hazırlıyordu. Kapı çaldığında masayı Efsun'a bırakıp kapıya yöneldim.
"Madem akşam yemeğine sadece malzemeleri getir dedin, kahvaltıya kendimi getirdim. Aç aynı oynamaz," diyerek içeriye dalarcasına giren kişi devremden başkası değildi. Sabır sınamak diye bir tabir varsa kesinlikle onun için geçerliydi. Mutfağa gittiğinde peşinden gittim. Efsun masayı hazırlamayı tamamlamıştı.
"Yenge, senin istediğin ilaçları da getirdim." Arada bir tutan yengecilik damarı tutmuştu yine. Efsun ilaçları masanın bir köşesine bırakıp yerine oturduğunda Yiğit çoktan kendine bir sandalye çekmişti. Neşeli gibi görünse de içi kan ağlıyordu. Bende çok ilgilenemediğim için bazı işler ona kalmıştı. Hala uyuyor gibi olması da ondandı. Sessiz bir hava hakimken herkes kahvaltıya odaklanmıştı.
"Yumurta-"
Yiğit'in lafını yarıda bölen şey Efsun'un koşarak tuvalete gitmesi olmuştu. Yiğit öylece bana bakarken koşarak Efsun'un peşinden gittim. Tuvaletin kapısı kapalıydı. İçerden su sesinden başka ses gelmeyince kapıyı çaldım. İyi misin, diye seslensem de ses yoktu. Yiğit'in yakınlarda olmadığına emin olduktan sonra kapıyı açıp içeriye girdim. Soğuk suyla elini yüzünü yıkamış duruyordu.
"Güzelim iyi misin?" İyi olduğuna dair bir şeyler söyleyeceği sırada klozete koştu. Terden adeta boynuna yapışmış saçlarını topladım. Hastayım demişti, midesini bozmuş olmalıydı. Günlerdir bozulan düzeni de üzerine eklenince cabası olmuştu. Az da olsa kendine geldiğinde orayı temizleyip elini yüzünü yıkamak için lavaboya götürdüm. Bir elimle belini tutarken diğer elimle yüzüne soğuk su değdirip az da olsa nefes almasına yardımcı oldum. Kalçasını lavaboya dayayıp derin bir nefes aldı.
"Git sen," dedi az önce ki durumdan utanmış gibi. Onun açısından bakınca öyle görünebilirdi ancak benlik bir sorun yoktu. Hatta endişem daha da artmıştı.
"Yoksa sahiden-" diyerek hevesle soru sormaya yeltendiğimde Selim, diyen bakışları susturdu. "Daha iyi misin?" Başını olumlu anlamda salladı. Yüzü bembeyaz duruyordu. Bu hengamede o da payına düşen kısmı alarak nasiplenmişti. Yüzünü havluyla kuruladıktan sonra koluna girip salona götürdüm. Birkaç gündür yorgun, aç düşen bedeni iyice zayıf düşmüştü. Yiğit kahvaltısını ettikten sonra koltuğa kendini bırakır gibi oturdu.
"Anlamadım ki nedir sizde ki bu mesele," dediğinde gördüğünden emin olduktan sonra göz devirdim. Bir anlığına dünyalar benim olsa da öyle bir şeyin olmadığını Efsun net bir söylemişti. Sadece yorgun düşüp üşütmüştü. Yiğit'in getirdiği bitki çaylarından yapmak üzere mutfağa gitmeden önce Efsun'u koltuğa yatırıp ayaklarını uzattım. Yiğit peşimden mutfağa geldiğinde vakit kaybetmeden poşetten bulduklarımı hazırlamaya başladım. Masanın üzerinde ki meyvelerden ağzına atarken anne gibi başımda bekleyip beni izledi.
"Ha bizim komutana bak hele, aşk adamı olduğu yetmiyormuş gibi pervane olmuş ula pervane!" Alaylı ama memnun bir ifade vardı yüzünde. Bir bakıma haklıydı, beni ilk kez böyle görüyordu. Aşk bu değil miydi? Onun canı yansa benim bedenim alev alırdı, o of dese ben of derdim. Ona ne olursa misliyle karşılığı bana da olurdu. Yiğit'in halen varlığına adapte olamasam da artık olur olmadık yerde onu görüyor gibi olmuyordum. Sahiden kanlı canlı karşımda duruyordu. Çayı hazırlamamı dikkatle izledi, bir ara resmini de çekti. Zaten resim çekmeden duramayan adam artık daha da düşmüştü bu işin üstüne. Anı kalsın, diye diye her halimizi çekmişti. Çayı kupaya boşaltıp soğumadan içeriye götürdüm.
Efsun uzandığı koltukta uykuyla uykusuzluk arasında gidip geliyordu. Geldiğimi görünce dirseklerinden destek alıp yavaşça doğruldu. Yüzü hala bembeyazdı. Kupayı eline verdiğimde boşta kalan elimle ateşini ölçtüm. Çok yüksek olmasa da vardı. Üzerinde ki kıyafetler zaten ince sayılırdı ama ılık bir duşa ve daha ince kıyafetlere ihtiyaç vardı. Bizi izleyen Yiğit'e bir bakış attım. "Akşam için istediklerimi almaya git sen. Efsun da dinlensin biraz." Mesajı anlamış olacak ki uzatmadan gitti. Yiğit gider gitmez Efsun'un elinde ki kupayı alıp masanın üzerine bıraktım. Bacaklarını kendine doğru çekmişti. Üşüdüğünü belli etmese de ateşi vardı ve üşüyordu.
"Biraz ateşin de var. Üzerindekini çıkartalım, bende ıslak bez getireyim."
Üzerinde ki kazağı çıkardığında büstiyeri ile kaldı. Bu umrunda olmasa da üşüyordu. Bacaklarını biraz daha kendine çekti. Kazağını bir kenara bırakıp ısıtmaya çalışır gibi kollarını okşadım. Alnına bir öpücük bıraktığımda ateşi daha net kendini hissettirdi. O çayını içmeye devam ederken ben vakit kaybetmemek için mutfağa gidip bulduğum bir kaseye sirkeli su hazırladım. Annem en etkilisi bu derdi, öyle de olmalıydı. Çekmeceden bulduğum bezi de yanıma alıp salona geri döndüğümde Efsun başını koltuğa yaslamış uzakta bir noktayı izliyordu. Islattığım bezi alnına koyduğumda irkildi. Vücudu bir süre sonra bu soğukluğa alışmış olacak ki biraz da olsa gevşedi.
Bezin biraz kalmasını beklerken İpek'i aradım. Evde başka yapabileceğimiz bir şey olup olmadığını sorduğumda söylediği ilaçları Yiğit'e mesaj attım. Şimdilik yapabileceklerimiz bu kadardı. İpek gelmek istese de Efsun inatla iyi olduğunu söyleyip reddetmişti. Telefonu kapattıktan sonra bezi tekrar ıslattım. "Sen nasıl bir adamsın?" kızmaktan çok hayret eder gibi sormuştu. Bezi alnına bıraktıktan sonra tüm odağım yüzüne kaydı. "Ellerinle kardeşim dediğin adamı toprağa verdin birkaç hafta önce," dediğinde boğazımda ki yumru daha da yerleşti yerine. "Dimdik durdun. Ağlarken bile göz yaşını sakladın. Ben, birkaç saat önce seni yanlış bir şeyle suçladım ama hiç kızmadın bile. Hastayım diye bana bakıyorsun şimdi." Hastalık sarhoşluğu, derdi ablam. Bu da onun gibi bir şey olmalıydı. Bezi çektikten sonra bir süre koymamaya karar verdim. Onun yerine boynuna doğru bir noktayı öptüm.
"Aşığım çünkü," dedim hepsini tek bir açıklamaya sığdırırken. Küçük bir çocuk gibi gözlerini kırpıştırıp baktı. Yüzüne mutluluğunu belirten bir gülümseme yayıldı.
"Isındım sanki biraz önce," derken öpücüğe gönderme yapıyordu. Bir de bana kızardı, çapkın çapkın gülme diye. Karşımda bir efsun güzeli varken bu pek de mümkün değildi. Halimi anlamasına sevinmiştim.
"İyi gelir diyorsan öperek de iyileştirebilirim," dediğimde koluma yalandan vurdu. Az önce ki dalgınlığını üzerinden atmıştı en azından. Vücudu biraz daha gevşediğinde yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Yatmasa da başını koltuğa yasladı. Kendini koltuğa iyice yasladığında bana yer açmaya çalıştığını fark ettim. Sığabildiğim kadar boş alana oturup bedenini rahat edecek şekilde kendime doğru yasladım. Başı omzuma geliyordu. Hastalıktan iyice beyazlayan teninde gözlerinin yeşili daha can alıcı bir hale bürünmüştü.
"Hünerlerinizi görelim bakalım Yüzbaşım," dediğinde neyden bahsettiğini anlamadım. Bir sonra ki ilaç saatini beklediğimizden vakit geçirecek bir şeylere ihtiyacımız vardı. Bahsettiği hüner tam olarak neydi, bunu açıklamasına ihtiyacımız vardı. "Kuşlar söyledi ki şiir de yazıyormuşsun," dediğinde aklımda tek bir isim belirdi; Ercüment. Bu adamın söz konusu Bade olunca bir dur noktası yoktu. Bade istese hepimizi kapıya koyardı. Yine öyle bir anda benim sırlarımı da Efsun'a anlatmış olmalıydı. Nazlı nazlı başını koltuğa yaslayıp yüzümü daha rahat izlemeye başladı.
"Benim gibi öylesine bir yüzbaşıya şiirler yazdıran şey ne biliyor musun?"
Bir süre düşünür gibi yaptı. Ellerini çenesinin altına koyuşu, aklına bir şey gelmiş gibi elini birbirine vurup beni işaret etmesi her anı aklıma kazınan birkaç olaydan biriydi. "Boş zamanlarında sıkılıyorsundur?" Dalga geçmek için söylediği bastırmaya çalıştığı gülüşünden belliydi. Benden duymak istediği için şakaya vurmuştu.
Beni işaret eden elini tutup avuç içini öptüm.
"Aşk, doğrudan sen yani."
Yanakları bu kez ateşten değil utançtan pembeleşti. Soracağını bildiğimden şu an aklıma gelen şiirlerden birini tekrar ettim içimden. Tahmin ettiğim gibi, çok geçmeden bir tanesini okumam için ricada bulundu. Gözleri merakla ve heyecanla bakarken kendimi ilkokulda tüm sınıfın önünde şiir okuyan çocuklar gibi hissettim. Odaklanmaya çalışır gibi boğazımı temizleyip ciddi kalmaya çalıştım.
"Ezbere bilirim şu karşı ki dağları,
Adım adım arşınlarım her bir toprağını.
Dengesiz adamın biriyim,
Bilmem kaç ölçü eder sevda dedikleri.
Bir bakış mı, bir gülüş mü aşkın?
Bir sen sevgili, bir sen bende ki saklı olan."
Son cümleleri olması gerektiği gibi üzerine alınarak dinlediğinden daha çok sevmiş gibiydi. Ayaküstü yazılmış bir şiire göre deftere eklenmeye hakkı vardı. Başını omzuma koyduğunda bende başımı saçlarına yasladım. Yeni yeni uzamaya başlayan sakallarım ipek gibi yumuşacık olan saçlarıyla buluştu. Üşüyor mu diye kontrol etmek için kolumu uzatıp bedenine sardım. Az da olsa ateşi düşmüştü. Ya da bana sımsıkı sarıldığı için ısınmış gibi duruyordu. Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Özellikle son bir kaç haftadır buna fazlasıyla ihtiyacım vardı. Bana sığındığını düşünürken ona sığınan ben oldum. Bir ara elleri kolumu sıktığında başımı çekip ne yaptığına baktım.
"Gergin misin diye kontrol edeyim dedim de," diye bir açıklamada bulundu. Gergin olduğumu kol kaslarımdan anlamaya çalışması garip gelse de üstünde durmadım. Bir şeyler söylemeye çalıştığı belliydi. "Üniversiteden bir arkadaşım aradı, gerçi Berker'in olayından önce aramıştı aslında," dedi araya zaman girdiğini belirtmeye çalışır gibi. Söyleyeceği şeye tepki göstereceğimi biliyor olmalıydı ki sakin sakin beni ikna etmeye çalışır gibi konuşuyordu. "Bir grup arkadaşım buraya geliyormuş, senin geleceğin yok biz gelelim, vakit geçiririz, dediler."
Arkadaşları ile vakit geçirmesine herhangi bir tepkim olmazdı. Sadece hastalığı tamamen geçince görüşmesi en mantıklı olanıydı. Buna neden tepki göstereceğimi düşünmüş diye düşünürken yüzüme bakışından başka bir şeyler daha söyleyeceği belliydi.
"İsmen hangi arkadaşlar bunlar?" diye sorduğumda duyacağım cevabı bile bile bekledim.
"Derya, Nilüfer, Feyza," dediğinde ee bakışıma karşılık kalan kısmı bir çırpıda söyleyiverdi. "Volkan, Çınar ve Alper." Mantıken düşününce bir kişi dışarda kalıyordu. Erkekler buluşmaya gelmese de kızlar kendi aralarında buluşabiliyordu yani. "Ama çattın işte kaşlarını," dediğinde görebilecekmişim gibi yukarıya baktım. Kendiliğinden oluşan bir durumdu...
"Arkadaşlarınla tabii buluşabilirsin kızlarla olması tercihimdir ama diyelim bu üç iç güveysi de geldi. Kim bunlar?"
Bu soruyu bekliyormuş gibi gülümsedi. "Aralarında tek bekar olan Çınar. Diğerleri hep çift olarak geliyor. Hatta sen müsait olursan sen de gel ama belki bu olaylardan sonra çıkmak istemezsin diye söylemedim." Çınar, burnuma kötü kokular getiren bir isimdi. Diğer ilacını vermek için ayağa kalktığımda arkamdan dalgın dalgın baktı. İlacını verdiğimde izin vermediğimi düşünmüş gibi üzgündü.
"İlacını içmelisin ki, buluşmaya kadar iyileşebilesin. Sözlüm olmadan mı gideceğim onların yanına," dediğimde yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. İlacını bir çırpıda içip boynuma sarıldı. Onu mutlu etmek bu kadar kolaydı. Beraber gidebileceğimizi de söylediğine göre reddedecek bahanem kalmadığından en makul şekilde teklifini kabul ettim. İlacını içtikten sonra daha da rahatlayıp mayıştığında bedenini kollarımın arasına alıp yatak odasına götürdüm. Bedeni yumuşacık yatak ile buluştuğunda uykulu gözlerini kırpıştırdı. Seni seviyorum, diye mırıldanan sesi oldukça tiz çıksa da duymuştum. Üzerine ince bir şeyler ötmrttükten sonra saçlarını geriye atıp alnına bir öpücük bıraktım. Olduğu yerde kıvrılıp hiç nazlanmadan derin bir uykuya daldı. Ses yapmadan odadan çıkmaya çalışırken son bir bakış attım; aldığım nefese, aşkına esir olduğum kadına...
◇
Dip. Bir bataklık gibi bedenlerimizi içine çeken şey ondan başkası değildi. Bir insan kaç defa en dibe inerdi? Haftalardır içinde çırpınıp durduğumuz durumun bundan başka açıklaması yoktu. Selim'in elinde ki bereye baka baka ağladığını, Ercüment'in ne diyeceğim şimdi ailene, diye sitemlerini, timdekilerin ağlamamak için direnen kan çanağı olmuş gözlerini ölsem de unutmazdım. Yiğit ve Serhattan sonra Berker'in şehit töreni o günleri tekrar anımsatır gibi girmişti aramıza. Üzerinden tır geçmiş gibi hissetmek terimi tam olarak şu an içindi sanırım. Hastalıktan ve yorgunluktan bitap düşmüş bedenim birkaç saatlik uykuyla da olsa biraz daha dinlenmiş gibiydi. Gözlerimi uykumu açmak için kocaman açtığımda odaya vuran güneş ışıkları gözlerimi acıttı. Belimde bana sıkıca sarılan bir el günlerdir görmek istediğim manzaraydı. Selim sonunda ikna olup uyumuştu. Saate baktığımda henüz akşam yemeği için pek de geç değildi. Hareket ettiğim an uyanacağını bildiğimden olduğum yerde öylece kalakaldım. Düzenli tıraş olduğu için genelde sakalsız olsa da bugünlerde sakalları da biraz uzamaya başlamıştı. Alnına değen saçlarını parmak uçlarımla sevdim. Zaten yorgun olan bedenini bir de ben hasta olduğum için yormuştu ancak dolaylı yoldan da olsa uyutmayı başarmıştım. Uykusunda bile çatık olan kaşları bir anlığına yumuşadı. Dudakları bir şeye gülümser gibi yukarıya kıvrıldı. Saçlarıyla oynayan ellerim bir süre orada oyalandı.
Bebeğimiz, dediğinde birkaç saat öncesi zihnimde an be an belirdi. Uykusunda konuşmazdı. Yiğit şehit olduktan sonra çok üzgün olduğu dönemlerde bir defa denk gelmiştim buna. Sanırım ya çok mutlu ya da çok üzgün olduğu zamanlarda olan bir durumdu. Yersiz tribim için kendime kızdım. Selimden bahsediyoruz Efsun, adam seninle evlenebilmek için babanın karşısına dikildi ilk günden. Abini karşısına aldı. Bu adam mı baba olmak istemiyor? Sahiden hamile olsaydım diye düşündüm bir anlığına. Selim'in koşa koşa peşimden tuvalete gelip saçlarımı tutması, hamileyim, dediğimde gözlerinin içine kadar gülmesi.
"Füsun," dedi uykudan yeni uyandığını belli eden sesi. Dirseğimin üzerinde doğrulup görüş alanımı daha rahat bir hale getirdim. Yüzüne gecen yastık izi bile böylesine sevimli görünmemeliydi...
"Günlerdir uyu diye uğraşıyordum. Sonunda uyumuşsun," dedim mutlu olduğumu belirtirken. O da tamamen benden yana dönüp sadece gözlerime odaklandı. Tamamen karşı karşıya kalmış gibiydik.
"Ateşin düşmüş mü diye bakmaya gelmiştim. Seni izlerken uyuyakalmışım öyle." Bir yandan da elini alnıma götürüp ateşime baktı. Annem gibi iyi olduğumdan emin olmuş olacak ki konuşmasına sonra devam etti. "Neden uyuyamadığımı da anlamış oldum." Parmakları kolumu okşar gibi bedenimde gezinince içimde bir gıdıklanma dürtüsü oluştu. Ateşim olduğu için üzerimdekileri çıkardığımızı sonradan hazırlamıştım. "Kokun olmadan uyuyamıyormuşum," dediğinde nazlı bir gülümseme sundum karşımda ki adama. Daha iyi hissediyor muydu bilmem ama uyumuştu, bir şeyler yemişti. Bu kez onu yatakta bırakıp kalkan ben oldum. Ateşim düşünce daha iyi hissettiğimden midir bilinmez kahvaltıyı ben hazırlamak istemiştim. Selim duşa girince zamanı değerlendirip masayı hazırladım. Ocakta ki çayın altını kapattığımda güzel bir koku almış gibi ses çıkardı.
“Sabah kahve içen çiftlerden değiliz,” dedim. Çayını bile özel olarak alan bir adamdı. Kahvenin de yeri ayrıydı ama kahvaltı da çayın değişmez bir yeri vardı ikimizde de. “Çay işte,” dedi nasıl methedeceğini bulamamış gibi. Çayları da bardaklara doldurup yerime oturdum. Tabağına birkaç şey aldıktan sonra zeytin kasesine uzandı. Eli alıp almamak arasında kaldı. Almaya karar verdikten sonra birkaç zeytini tabağına döktü.
“Berker, çok severdi. Ev yapımı diye diye getirirdi her sene.” Zeytin ile sohbet eder gibi oynadı tabağında ki zeytinle. Berker maneviyata, ailesine çok düşkündü. Her şeyi el yapımı almaya çalışır, memleketten kutu kutu eşya getirirdi. Başka bir şey konuşmadan kahvaltısını etti, daha doğrusu bir şeyler yemiş gibi göstermeye çalışarak beni ikna etmeye çalıştı. Telefonu çalınca Tuğrul amcanın olduğunu anladığım kadarıyla birkaç dakika konuştu.
“Kalan işlerimi hallettim, hazır ortalık sakinken iki günümüz var Rize için,” dediğinde heyecananlandım. Sözden sonra ilk defa gidecektik ailelerin yanına. Elimi elinin üzerine koyup baş parmağım ile elini okşadım. Gözleri anlayışla gözlerimi buldu. Serhat ve Berker buradayken hele bir de kavuşmuşken nefes almak bile zor geliyordu. Yanımda ki adamın günlerdir boş boş duvara baktığını, uyuduğumu düşündüğü her an ağladığını görmüştüm. Memleketi ona hep iyi gelmişti, bu kez de aynısını umut ederek teklifini onayladım. Bizi buraya bağlayan mesleğimiz dışında pek bir şey olmadığından yolculuk kısmı hızlı gelişti. Annem hep çocuk olsun görürsünüz, derdi. Belki de o zamana kadar bu zamanların tadını çıkarmalıydık. İlaçlarımı aldığıma emin olduktan sonra eşyalarını hazırlamak için odasına gitti. Bulaşıkları makineye yerleştirip peşinden gittim. Ufak bir sırt çantasına her şeyi sığdırmış görünüyordu. O sırada evden getirdiğim birkaç parça kıyafete bakış attım. Bir süredir buradaydılar ama ailesiyle görüşmek için biraz daha şık duran bir şeyler giymeyi tercih ederdim. Ecem tarzı bir şeyler durumu kurtarabilirdi diye düşünürken iç sesime güldüm. Belki biraz fazla da kaçabilirdi.
“Oradan da alabiliriz,” dedi Selim. Her zaman ki gibi içimden geçenleri anlamış ve oldukça cazip bir teklifte bulunmuştu. Arkadaşlarım ile buluşmam konusunda sorun olup olmayacağını sorduğunda uygun bir tarihe buluşma ayarladığımızı söyledim. Önceliğim Rize'ydi. Birkaç temel eşya alıp Selim'in iş için kullandığı çantalara benzer bir çantaya doldurdum. Çantaları arabaya yerleştirmeye gittiğinde evde her şeyin kapalı olduğundan emin olup kapıyı kilitledim. Zaten bunu yapmamı beklermiş gibi direkt arabaya bindi. Evinin anahtarını çantama katmak bile seni seviyorum, demek değil miydi?
Deli mi dürttü ula, diyen Yiğit'e aldırmadan hiç vakit kaybetmeden tam şu an yola çıkmayı tercih etmiştik. Yolumuz uzun olsa da beraber yolculuk yapmak sevdiğimiz bir aktiviteydi. Selim konuşmayınca radyoyu açtım. Başımı koltuğa yaslayıp tüm odağımı ciddi bir şeyi izler gibi yolu izleyen Selim'e odakladım. Yandan bir bakış attı. “Babam araba tutmasın diye manzarayı izle derdi, bende manzaramı izlemeyi seçiyorum.” Öğrenmiştik bir şeyler. Onun kadar olmasa da dilim döndüğünce cevap veriyordum. Dizimin üzerinde ki elimi anı bir hareketle kavrayıp dudaklarına götürdü. Elime naif bir öpücük bırakırken dikkatini yoldan ayırmadı. Şehri çıkmaya başladığımız da radyoda ki şarkı yerini başka bir şarkıya bıraktı. Radyoda bile arka arkaya karadeniz şarkısı çıkması tesadüf değildi.
“Sen şimdi Uşak'lı mısın? Rizeli mi,” diye sorduğumda anında cevap veremedi. Bir süre düşünür gibi sessiz kaldı. Yeni kestiği sakallarının açıkta bıraktığı yanağında küçük bir jilet izi ile göz göze geldik.
“Bir çocuğa annen mi baban mı diye sormak gibi bir şey bu. Hayatımın belirli kısımlarında iki şehirde de yaşadım. Annem ve babam farklı memleketten.”
Benimkiler aynı şehirden olduğu için direkt Manisa etiketini almıştık doğar doğmaz. Selim için durum biraz daha zordu bu konularda. İkisini de birbirinden çok seviyordu bir nokta da.
“Ama birisi bi tık daha ağır basıyor evet. En azından annem yine tuttu baban gibi Rize damarın, derdi.”
Radyoda ki şarkıcı bizi duymuş gibi rizelim, şarkısıyla ortama dahil olunca Selim gülmesini tutamadı. Berker konusu dışında sadece benimleyken, ansızın olan şeylere gülüyordu. Onu güldürmek için biraz daha uğraştım.
“Bu durumda senin dünya güzeli,” dedim şarkıya ithafen. “Sensin,” diye tamamladı cümlemi anında. Karnımda hissettiğim kelebek hissi tüm bedenimi ele geçirirken yanaklarımın kızardığını hissettim. “Asıl ben aldım ula,” dediğim de bu kez sahiden bakışını bana çevirdi. Böyle bir çıkış yapmamı beklemiyordu sanırım, haklı olarak... “Karadeniz'in, Rize'nin en yakışıklı adamını, bebek gibi seven yüzbaşısını eş diye kabul ettim, gönlüme aldım,” dediğimde günlerdir hatta haftalardır hasret kaldığım bir kahkaha attı. Yol garip ama hızlı ilerlerken manzarayı izlemek sahiden işe yaramıştı. Birkaç saat sonra acıktığımız da yol üstünde bir şeyler atıştırmak için arabayı durdurdu. Küçük ama sıcak bir yere girdiğimiz de elimi tuttu. Dar alana atılmış birkaç masa da bizim gibi yolcu olduğu anlaşılan birkaç kişi yemek yiyordu. Beyaz saçlı, ihtiyar bir adam gülümseyerek yanımıza geldi.
“Evlat,” dedi gururla. Önceden tanıştıkları belliydi. “Yolculuk yine memleket anlaşılan,” dediğinde amcanın gülen gözleri beni buldu. Selim'in elini öpmesinin ardından bizi boş bir masaya oturtup yanımıza oturdu. Bana bir kez daha anlamlı bir bakış attığında Selim'e döndü. “Bu operasyonu da başarıyla tamamlamışsın.” İsminin Osman olduğunu öğrendiğim yaşlı adam çalışanlarına birkaç sipariş verdikten sonra sohbete devam etti. Kendini tanıtmadığı aklına gelmiş olacak ki anlatmaya başladı. Gözlüklerini çıkardığında boynunda ki ipte asılı kaldı. “Ulaş'ı yıllardır tanırım. Ne zaman memlekete gitse uğrar buraya. En son yıllar önce geldi diyebilirim. Gerçi ondan sonra bir kez daha geldi,” dediğinde kocaman gülümsedi. Sanırım olay burada başlıyordu. “Ben de emekli askerim. Ondan mıdır bilinmez aramızda bir bağ oluştu. Dert ortağım oldu. En son gelişinde de bir kadından bahsetti.” Selim anında göz hapsime girdi. Yüzünde mimik oynamıyordu. Üstelik tam şu an hapşırması dikkatimi daha çok çekti. “Görevimi kaybedecektim az kalsın, diye karaları bağlamıştı. Fizik tedavi alacaksın dediler, git bul doktorunu dediler. Düşünmeden açtım kapıyı girdim içeri,” dediğinde Osman amca o anı tekrar yaşarmış gibi harfi harfine aktarıyor gibiydi. Çalışanlardan biri gelip inatla Osman amcayı çağırınca anlatması yarıda kalmıştı. Siparişler de henüz gelmediğinden Selim merakıma dayanamayıp anlatmaya devam etti.
“Simsiyah saçları, beyaz teni, memleketi kıskandıracak yeşil de gözleri... Ya sende şehit oldun rüya görüyorsun ya da melekler dünyaya inmiş, dedi içimde yıllardır susan o ses. Osman amca ile de o dönem bunları konuşmuştuk. Yapman gereken çok basit evlat. Sevdaya düşmüşsün. Al elini kalbine, çık karşısına yiğitçe ver onun eline kalbini. Emir budur, demişti.” Elimi görebileceği şekilde kaldırıp yüzüğümü gösterdiğimde memnuniyetle gülümsedi. Operasyon sahiden başarıyla tamamlanmıştı. Yemeklerimiz geldiğinde Osman amca da birkaç kez masaya uğrayıp benimle tanışmaya yönelik sohbetler etti. Selim'i üniformalı ve sivil olarak görmek arasında çok farklar vardı. Karşımda ki samimi adam bunun en net örneğiydi. Göz yaşlarını da beresi ile beraber dolaba kaldırmıştı. Yemeklerimiz bittikten sonra fazla oyalanmadan mekandan çıktığımız da Selim sigarasını yaktı. Biraz daha nefes almak istiyor gibiydi. Yanımıza yaklaşan büyük bir köpeği gördüğümde birkaç adımda arkasına sığındım. Köpeği ön tarafta tutup sevdi. Köpek memnun bir şekilde ilerlediğinde yavaşça olduğum yerden çıktım.
“Bütün canlılarla bu kadar iyi anlaşmak zorunda mısın?”
“En azından baban bu huyumu seviyor,” dediğinde muzipçe güldü. Babamla hatta abimle arası iyiydi. Alp zaten uçan kuşla bile anlaşabilen bir tipti. Abim bile bir süre sonra tavla oynamak için damadı da getir, demeye başlamıştı. Koluna vurduğumda vurduğum yere baktı.
“Bunun ardına sığınıp bu iyi anlaşma işini ilerletme. Özellikle sana hayran hayran bakan kızlara karşı.”
“Vuracağını da vuracağın yeri de biliyordum, neden bir milim bile hareket etmedim?”
Sessizliğimi bilmiyorum, olarak algılaması işime geldi. Sigarasını söndürüp çöpe attı. Aramızda ki birkaç adımlık mesafeyi kapatırcasına birkaç adım attı. “Ki bunun eğitimini fazlası ile aldım. Ama aşığım, ayrıca üst olan da sensin dedim. Herkesi esir etsem de bir sana esir düşerim.” Parmaklarının tersi ile göz altımı okşadı. “Şu yeşillere bir ömür feda ederim.” Şu an bulunduğumuz yer hiç müsait değildi. Dudaklarımı yanağına bastırıp oradan öpmeyi seçtim.
“Bir an önce gidelim memlekete. Elinden tutacağım, cümle aleme göstereceğim Rize'nin en harika adamı benim kocam, diye.” Bir süre daha konuştuktan sonra arabaya bindiğimizde yüzümde ki gülümseme halen silinmemişti. Yine koltuğuma kurulup manzaramı izlemeye devam ettim. Saat geç olmaya başlasa da bu manzara ile saatlerce yol çekebilirdim. Ercüment arayıncaya kadar hakim olan sessizlik bozulduğunda termosa hazırladığı kahvemi aldım.
Selim ile konuştuktan sonra benim de orada olduğumu öğrenince benim de duymamı istediğini söyledi. “Efsun, duyuyor musunuz?” Ercüment'e ikimizin de duyduğunu söylediğimde duyabileceğimiz kadar sesli bir nefes alıp verdi. “Ben Bade'ye evlenme teklifi edeceğim. Son olaylardan sonra düşündüm, yarına çıkacağım bile belli değilken şu yola bir de biz girelim, dedim.” İçtiğim kahve boğazımda kalırken duyduğum haberle ufak bir öksürük krizi tuttu. Ercüment bir şey olmamış gibi konuşmaya devam ederken Selim arabayı yavaşlattı. Öksürük geçince iyi olduğuma emin olmuş olacak ki telefona döndü.
“Benden önce o nikah masasına oturan olursa o yoldan hiç çıkamaz bundan sonra Ercü.”
Gülmek istemek, şaşkınlık? Bütün duyguları aynı anda yaşayınca insan nasıl dışa vurması gerektiğini bilmiyordu. Arkadaşları ile bu konuda kavga mı ediyordu? “Yok be komutanım, en fazla evlilik teklifi işte. Sizin nikah gününe de az kaldı zaten. Sizi bir evlendirelim sonra devam edeceğiz biz,” dedi Ercüment suyuna gitmeye çalışırken. Bir süre daha konuştuktan sonra telefonu kapattı. Selim camı açınca gülmemi bastıramadan dışa yansıttım. Trip mi atıyordu o? “Gülme,” dedi ciddiyetini belli etmek ister gibi.
Arabayı durdurduğunda hızlıca inip peşinden yetiştim. Bagajda ki çantaları alırken hala ciddiydi. “Biri evlendi, diğeri baba oldu diğeri şu bu derken hepsi bizden önce evlendi.” Bal olsaymışsın be adam? Sahiden takılı kaldığı konu buydu. Çantaları aldığında elinden tutup gitmemesi için durdurdum.
“Senin evlilik teklifini hiçbiri geçemez bu bir. Artık Rize'ye geldiğimize göre tüm memleket duysun az önce söylediğim gibi en yakışıklı, bebeği gibi seven yüzbaşıyı nikah masasına oturtmama sayılı günler kaldı. Asıl ben seninle evleniyorum bu da iki.”
“Yirmi bir,” dedi hiç düşünmeden. “Nikah için son yirmi bir gün kaldı. Bu yirmi bir günde hiçbir kurşun bana isabet etmeyecek, hiçbir şey olumsuz gitmeyecek. Söz veriyorum,” dedi evde konuştuğumuz konuya ithafen. İsteme gününde ki olaydan sonra korktuğumu görünce beni ikna etmek için söz vermişti. Söz vermişse tutardı. Çantaları bir şekilde tek eline sığdırıp boşta kalan eliyle elimi tuttu. Kapıyı çaldığımız da evdekilerin geleceğimizden haberi olmadığı aklıma geldi. Tahta kapı yavaşça açılırken karşımızda ki Şirin teyze parlayan gözlerle bizi karşıladı.
“Uuiiy Kemal. Oğlumla kızım gelmiş. Bu saatte hangi rüzgar attı sizi? Kaçmış gibi çantaları omuzlayıp gelmişsiniz,” dedi şakaya vururken. Biz kapıda konuşurken Kemal amca kapıya gelip bizi karşıladı. Ciğerime dolan karadeniz havası, Şirin teyzenin oğlundan önce beni sarmalaması, Kemal amcanın usulca oğluna vatan sağ olsun, demesi... Bir kez daha gururla iyi ki, dedirtti. Selim içeriye girmeden önce annesinin kolları arasında sımsıkı sarıldı.
“Baktım herkes evlilik yoluna düşmüş, tuttum elinden getirdim memlekete. Kaçırdım belki ama o da razıydı.”
Bu adamın dilinin ayarı yoktu. Evlilik konusunu hızlandırmaya çalıştığını annesine de söyleyince yanaklarım kızardığında içeriye girmek için öne atıldım. “Gerçi bu sefer o beni kaçırmış gibi oldu, gelinine sor,” dediğinde muzip bir ifadeyle gülüp bana göz kırptı. İlla ki bir yerde denk düşerdik Karacalı... Şirin teyze kapıyı kapatıp koluma girerken beni kendine çekti.
“Gelinine sormuş. Ula hayırsızın oğlu, kızım o benim.”
Gelin-kayınvalide ittifakından nasibimi alıp bu kez ben gülümsedim. Gerçi Selim için hava hoştu. Hatta bu karşılığa daha çok sevinmişti. Babası ile salona giderken Şirin teyze de beni mutfağa çekti. Akşam yemeğine yetişmiştik. Geleceğimizi bilmemesine rağmen ikimizin de en sevdiği şeyler menü de vardı. Elinde ki tabakları salona götürürken seslendi;
“Kızım dolapta pepeçura var. Yemekten sonra yersin diye şimdi çıkarmadım ama istediğin zaman al. Kemal görmeden ayırdım birkaç tanesini.”
Selim'in evlilik konusunda nasıl bu kadar harika bir adam olduğu belli oluyordu. Ailesinden ne görüyorsa oydu. Yıllar geçse de anne ve babasının hala aşık hali, tatlı atışmaları gelecek hayattan bir fragman gibi gelmişti. Pepeçura ilk kez burada yiyip sevdiğim bir tatlıydı. Kemal amcadan saklayıp bir kenara koyduğu tatlıyı alıp salona gittiğimde herkes masaya oturmuş beni bekliyordu.
“Eline sağlık anne,” dediğimde herkes ağır çekimde kalmış gibi duraksadı. Kemal amca bıyık altından gülüp gözlüklerinin üstünden eşine bakarken Şirin teyze ilk kez anne diyen bir bebek görmüş gibi ışıldayan gözlerle bakıyordu. Yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. “Oyy annesi kurban olsun güzel kızıma. Afiyet olsun.” Yerime oturduğumda herkesin tabağına yemek almasını fırsat bilip kulağıma fısıldayan Selim oldu; “Nasıl böyle bir şeyi hak ettim bilmiyorum ama hayatıma bir melek dahil olduğuna göre cennetteymişiz demek ki. Aşığım sana, çok...”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
71.77k Okunma |
5.74k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |