Hepinize merhabaa. Umarım iyisinizdir ben son iki bölümdür mental çöküşteyim çünkü...
Bölümleri kitapadde de yüklemeye başladım haberiniz olsun. Bol yorum yapmayı unutmayın. Keyifli okumalar..
◇
Düşünceler, düşünceler ve düşünceler.. İnsan kafasının içini susturamadığı zaman başlardı kaybetmeye. Yavaş yavaş kendini bitirirdi bu yüzden. Üzüntüsü gibi öfkesini de içine atardı. Neyseler, keşkeler ve iyikiler. İlk ikisi başımıza gelenler sonuncusu ise bizim seçtiğimizdi bir yerde. Kardeşlerimiz gibi, aşk gibi...
Kendi ellerimle toprağa verdim lan, dedi içinden bir kez daha. Arka planda çalan şarkılar kafasını dağıtmak yerine kendini dağıtmasına sebep oluyordu. Serhat da gelsin o zaman, dedi. Bebeğini görsün. Bora 2 şehit oldu!
Aylarca tuzağı düzenleyenleri aramıştı. Bulduğunda ise tüm hıncını bir güzel çıkarmıştı komutan... Yiğit onun gülüşünü de göz yaşını da iyi bilirdi. Düştüğünde kaldıran değil, düşmesine engel olandı. Yani eskiden öyleydi, diye geçirdi içinden. Sahi hala öyle miydi? Sevgin kadar git dediğinde düşünmeden gitmişti, geri döner miydi? Tüm öfkesini sigarasından çıkarır gibi tablanın içinde söndürdü parmaklarının arasında ki sigarayı.
Çalan kapıyı duyunca dişlerini sıktı. Kimseyi istemediğini söylemişti. İzin mi kullanırdı, kaçmak mı kaçardı o adamı görmemek için.. “Gelme!” Boğazı ağrımıştı, kuruyan dudaklarını nemlendirmek için pencerenin önünde ki sürahiden bir bardak su doldurdu. Gıcırdayarak açılan kapıyı duyunca tüm hiddetiyle ardına döndü. Karşısında küçük bir kız çocuğu gibi duran kişiye baktı. Korkmuş muydu, yoksa üzgün müydü? Abisini ilk gördüğü gün ki gibi bakıyordu. Savunmasız, hüzünlü...
“Ben,” dedi kendini açıklama ihtiyacı hissedermiş gibi. “Yalnız kal diye eve gideyim dedim ama, gidemedim. Senden başkasına gidemedim,” dedi kendisi de şaşırmış gibi. Yere çivilenmiş gibi duran adımları koşarcasına hareketlendi Ulaş'ın. Çok geçmeden Efsun'un narin bedeni kollarının arasında kalmıştı, burnunu özlemle saçlarına daldırdı. İhtiyacı olan şey tam olarak buymuş gibi hissetti en derinlerinde. Herkes gitse bile o kalsın, dedi içinde ki ses. Her şey yerle bir olsa bile o hep ayakta kalsın. O düşerse Selim ölür... Selim'in tek zayıf noktası o..
“Kabus gördüm Füsun,” dedi annesine sığınan küçük bir çocuk gibi. Ellerimle toprağa verdim kardeşimi kanlı canlı ayakta gördüm.. Efsun ona sığındığını düşünse de tam tersiydi olan. Saçlarında gezinen parmakları hissedince gevşedi.
“Belki de en güzel rüyayı gördün sevgilim.”
Sevinmeliydi de değil mi? Kardeşi yaşıyordu. Serhat? O da çıkar gelir miydi bir yerlerden? Adlarını tek tek ezber ettiği kardeşleri gelir miydi yeniden? “Aslında bir kez de olsa konuşsanız-”
Ulaş geriye çekilirken gözlerinde ki kararlılık Efsun'un susmasına sebep oldu. “Abim de yıllar sonra çıktı geldi. Ben ondan kaçtım mı, kaçabildim mi? Sende kaçamayacaksın. Yiğit sana sarılmak için can atıyor hala, sende öyle. Bu akşam gidiyoruz ve konuşuyorsun.”
“Füsun,” dedi olmaz dercesine son hecesini uzatırken. Bu kez yeşiller hiç görmediği kadar ciddi baktı.
“Ben hazırlanayım. Beraber çıkarız.”
Başka bir şey söylemeden çıkıp giden kadına baktı. Konuşsana komutan, hani tek bakışıyla herkesi dize getiren komutan? Sus sende, dercesine kendini sıktı içinde ki sese. Efsun varken emir mi geçer? Geçmezdi. Yüzbaşı Karacalı bir tek ona esir olurdu.
Üzerini değiştirip anahtarlarını masanın üzerinden aldı. Kafasından geçen cümlelere kulaklarını kapattı. Sevgin kadar git dediğinde Yiğit hiç düşünmeden gitmişti. Kendisi de sevgisi kadar mı gidiyordu şimdi?
Bahçeye çıktığında derin bir nefes aldı. Buz gibi havaya rağmen giydiği kısa kollu bile terlemesine sebep oluyordu. Gökyüzünde ki bakışlarını revire çevirdi. Beyaz kabanı, siyah beresi ile gelerek Efsun birkaç saniyeliğine de olsa nefes aldırmıştı.
Birkaç dakika sonra avucunu saran elin sıcaklığıyla kendine geldi. “Gidelim.” Başını sallayıp arabaya doğru yürümeye başladığında adımları şaşırtıcı bir şekilde hızlı hızlı ilerliyordu. Konuş bakalım, dedi. Konuş devrem, susma artık..
◇
Arabanın içinde sadece nefes alışverişlerimiz duyulacak derecede derin bir sessizlik vardı. Biner binmez ısınan araba kızarmış ellerimi ısıtmaya yetmişti. Gergin olan çenesine bakılırsa aklından geçenleri okumak pek de zor değildi. Bunu da başaracaktı. Tüm ciddiyetiyle arabayı kullanmaya devam etti. Kafasındam geçenleri tahmin etmek zor değildi. Daha önce hiç gelmediğimiz bir evin önüne geldiğimizde durdu.
“Burada olduğunu biliyor musun?”
“Bu evi sonradan almıştı, evlendiği zaman burada oturmak istiyordu. Oradan aklıma geldi.”
Yiğit evlilik hayalleri kurarken şehit olmuştu. Yüzlerce, binlerce belki de daha fazla böyle şehit olan askerler vardı. Havanın soğukluğu ile birleşen düşünceler ürpermeme sebep oldu. Yanıma gelir gelmez elimi tutması dudaklarıma ufak bir gülümseme yayılmasına sebep oldu. Annesinden güç alan bir çocuk gibiydi. Zili çalmak yerine tokmağı iki kez sertçe vurdu.
“Alacaklı mısın nesin lan?” diye seslenen bir ses duyduğumda bu kez gülüşüm büyüdü.
“Üç olacak,” dedi Selim.
Aniden açılan kapı ile Yiğit karşımızda kaldı. “Olmasın!” Anında böyle bir tepki vermesini merak ettim. “Üç olursa gidersin,” dedi fısıldar gibi. Aralarında ki bir anlaşma şekliydi anlaşılan.
Saniyelik benim üzerimde dolanan bakışları yeniden Selim'e çevrildi. Kilitlenmiş gibi bakıyordu.
“Sevgilimle bakışman bittiyse soğuktan donmadan içeriye girelim mi?”
İkisinin bakışları da bana döndü. Yiğit afallamış bir halde geri çekilirken Selim içeriye girmem için işaret etti. Elimi bırakmadan peşimden geldiğinde salona doğru ilerledim. Selim'in evine benziyordu, zevkleri de birbirine benziyordu.
“Ne içersiniz?”
Zahmet etmene gerek yok, demem fırsat vermeden mutfak olduğunu düşündüğüm kapının önünde durdu.
“Filtre kahve var, büyük bir bardağa hazırlarım. Efsun, sen ne içersin? Üşüdüm demiştin, sıcak çikolata yapabilirim istersen.”
Dudaklarımda sıcak bir gülümsemeyle ev sahibi Yiğit'e baktım. “Peki madem.”
“Geveze,” diye mırıldandı Selim. Yiğit de aynı dakikalarda gözden kayboldu. İnceleyen bakışlarına bakılırsa Selim de eve ilk defa geliyordu.
“Evlendiğinde burada yaşamak istiyor demiştin. Sevdiği biri mi vardı?”
Bakışları mutfakta sabitlendi. Başını salladı. “Zeynep, çocukluk arkadaşı.”
Başka bir şey açıklamadı. Belki de Yiğit'in anlatacağını düşünmüştü. Bir süre sonra Yiğit elinde kupalarla geldiğinde Ulaş ortada ki sehpayı önüme çekti. “Sıcaktır, elin yanmasın. Koy bunun üzerine.”
Ben kupayı avuçlarıma alırken Yiğit bir hışımla sehpanın üzerinde ki danteli çekti. Diğer eliyle Selim'e uzattığı bardak dökülme tehlikesiyle karşı karşıya gelirken Selim ters bir bakış attı. “Annem örmüş bunları, üzerine bir şey dökülür falan.”
Eşyalara dantel seren Yiğit mi? Kıkırtıma engel olamadım. Yiğit çekingen çekingen Selim'e bakarken benimki son derece ciddiydi.
“İlişkiniz çok eğlenceli,” dedim itiraf eder gibi. Yiğit de kendi kupasını alıp karşımıza otururken alayla güldü.
“Tabi sana koçari kimin yari? Bize aslan kesilen koçari.”
O an arkada çalan şarkıyı fark ettim. O kadar kısık seste çalıyordu ki. Yiğit'in şu an söylediği şarkının devamı çalıyordu.
“Anlat o zaman. Nasıl bir aslandan bahsediyoruz?”
Başlarda olduğunun aksine bakışlarını Selimden kaçırıyordu. Bakarsa yaşadığı her şey film şeridi gibi gözlerinin önünden geçecekti. Kupasını masanın üzerine bıraktı. Duruşu dikleşti.
“Harbiyeye ilk başladığımız zamanlarda bana büyüklük taslayan çocuklara abim yok dediğimde yanımda dimdik durup artık var, diyen bir aslan. Hastalandığımda ilçeden merkeze inip ilaç getiren sabaha kadar başımda bekleyen bir aslan. Çocukluk aşkım Zeynep'e iki kelime cümle kuramazken bizim asker sana sevdalanmış diyen Aslan. Karnıma saplanan demir yüzünden her yer kan olmuşken elimi tutan -”
“Sakın,” dedi Selim elini havaya kaldırırken. Yeterli dercesine bir işaret yaptı. Yiğit anında sustu.
“Sevgin kadar git dedin tüm kapıları kapattın yüzüme. Şimdi yanıma kadar gelmişsin başka ne isterim ki? İstersen bundan sonra hep susarım,” dedi Yiğit neşeyle.
“Susma lan,” dedi Selim hiç düşünmeden. Elinde ki kupayı sertçe masanın üzerine bıraktı. “Bundan sonra hiç susma.” Bu cevap vermekten çok uyarıydı. Bundan sonra susarsan karşında beni bulursun, diyordu. Yiğit hem şaşırmış hem mutlu olmuştu. Direkt kendisine yöneltilen cümleden hoşnut olmuştu.
“Susmam, devrem.”
Bu kelimeyi defalarca kez duymuştum ancak şimdi ki kadar içime işlememişti. Devrem, dediği adamla içimin gittiği adam aynıydı... İkimizin arasında kalan küçük boşlukta elimi öyle sıkı tutuyordu ki sanki konuşacak tüm gücü buradan alıyordu. Hep söylediğim gibiydi gözleri, siyahın en koyu hali...
O siyahlarda bulmadın mı kendini?
Yiğit kısa bir süreliğine yanımızdan ayrıldığında Selim elimi bıraktı. Balkona yöneldiğinde Yiğit koşar adımlarla yanımıza geri döndü. Selim Yiğit'in geldiğini görünce bana döndü. Yiğit de bunu fark etmiş olacak ki; “Korkma, bir şey yok. Çık iç sigaranı. Sen gelinceye kadar albümlere bakarız bizde.” Başımı olumlu anlamda salladığımda konuşmadan balkona çıktı. Yiğit biraz boşluk bırakarak yanıma oturduğunda albümü kucağıma bıraktı. Aç bakalım, der gibiydi.
İlk sayfayı açtığımda karşıma çıkan bebek görüş alanıma girdi. Alnına değen minik saç telleri, kısılan gözleri..
“Selim.”
Nereden anladın dercesine yüzüme baktı. Bebeklik resmini ilk kez görmüştüm ama oldukça anlaşılırdı. Öyleydi sanırım. “1 yaşında mı neymiş burada bizimki, Şirin teyzenin albümünden almıştım resmi.”
Parmaklarım resimde ki bebeği okşadı. Gözleri şimdi bu kadar kısılmıyordu, kaşları daha çatık duruyordu. “8 aylık.”
İkimizin bakışları da sesin geldiği yöne çevrildiğinde Selim beklemeden yanınıza geldi. Zaman kaybetmek istememiş gibiydi. Diğer sayfalara geçtikçe artık ikisinin resimleri karşımıza çıkmaya başladı. Bir resim vardı ki bunun kim olduğunu seçmek diğerlerinden daha zordu. Hemen altında başında mavi bere olan bebeğe baktım. O Selimdi. “Babamın arkadaşı Osman amca vardı o zamanlar. Onun beresi.” Yiğit, devresinin askerlik iç güdülerinin o zamandan geldiğini belirten bir şeyler anlatıyordu.
“Benimde bir resmim vardı bunun gibi,” dedim sayfa da ki dört resimden birine odaklanırken. Kameraya kocaman gülümseyen bir çocuktu bu. Yiğit Aydın.
“Saçların daha yeni uzamaya başladığı için daha kısa, yeni çıkmaya başlayan dişlerinin alt ikisi anca görünüyor. Gözlerin kısık olsa da yeşil oldukları belli. Üzerinde beyaz bir kısa kollu var ama boya kalemleri ile rengarenk hale getirmişsin. Ayrıca annenin rujunu kendi dudaklarına sürmüşsün.”
Tek nefeste bütün resmi özet geçerken cebinde ki cüzdanını çıkardı. İşte bu resim, der gibi küçük resmi avucumun içine bıraktı. Bu babamın bizim için yaptığı albümde ki bir resimdi. Yaramazlık yaptığım bir anda çekilmiş bir resimdi. Babamla aralarının iyi olduğunu biliyordum ancak bu kısmından haberim yoktu.
“Alp albümü Oğuz'a gösteriyordu. O resmi alamadım yokluğu belli olur diye. Bende cüzdanıma sığacak hale getirdim.” Yarı aşık yarı hayran bakışlarım sevdiğim adama döndü. Yaka kartımda ki resimlerimi de alıp saklıyordu.
“Aşk sadece vatanım, birisi değil diyen üsteğmene bakın hele.”
Bakışmamız bu cümle ile son buldu. Selim anın büyüsünü bozan arkadaşına bir şeyler mırıldarken albümü kapatıp bıraktım. “Artık Yüzbaşı. Ayrıca, evet. Aşk hala birisi değil. Birisi; nefes almak, soluklanmak, vatanını bir çift gözde bulmak. Benlik.”
Sen aşk değilsin Füsun, insanların kirlettiği aşk bu olamaz. Sen beyaz kalan tarafımsın, vatanımsın...
Yiğit olmayan ilişkisine atıfta bulunurken kapı çaldı. İkisini yalnız bırakmak için kapıyı açmaya gittim. Kısa bir süre sonra karşımda Telaşlı ve heyecanlı bir Bade, kızım gördüm diyorum, diyerek kendini açıklamaya çalışan bir Ercüment vardı. Neden geldikleri belliydi. Bade durum ne, der gibi baktığında başımla içeriyi işaret ettim. Ercüment'i önden itekleyerek içeri girdi. Giderken kolumdan tutup beni sürüklemeyi de ihmal etmedi.
İlk adımını attığında ayakları olduğu yere çivilendi. Ercüment rahat bir ifadeyle geçip kendini koltuğa bıraktı. Bundan sonrasını siz halledin der gibiydi. Yiğit şaşkın bakışlarla kendisini izleyen kıza bakarken gözleri dolmuş gibiydi. Hepsinin yeri çok ayrı ama Ulaş ve Yiğit abi daha ayrı. Üzerime titrerlerdi abim gibi, demişti Bade.
“Abisinin küçüğü?”
Bade'nin yanağına bir damla yaş süzüldü. Ercüment hem gidip onun yanında olmak istiyordu hem bırakayım bu yüzleşme olsun, düşüncesindeydi. Bade artık dayanamayarak adımlarını hızlandırdı. Yiğit çoktan ayağa kalkmış onu bekliyordu. “Küçük değilim artık bir kere. Mezun oldum da geldim.” Bade hem burnunu çekip hem kendinden ödün vermemeye çalışıyordu.
“Ercü ile neden geldiğini sorgulamıyorum. Abilerinle aranı iyi tuttuğunu görmek güzel.”
“Abini s-”
Ercüment'in anında verdiği tepkiye ikisi de güldü. Bade göz yaşlarını silmekle meşgulken Yiğit Ercüment'in attığı yastığı havada yakaladı. Durumdan haberi vardı, anlaşılan arkadaşı ile uğraşmayı seviyordu.
Görev dışında üçü de aynıydı.
“Kaya bile Rümeysa'yı tekrar takibe almışken bizim ilişki seni çok şaşırtmamalı.”
Yiğit bu kez sahiden şaşırmıştı. Ercüment gururlu bir ifadeyle başını salladı. Tabii, sen bunları bilmiyorsun, der gibi attığı bakışa kıkırdadım. Timin enerjisini seviyordum. “Timde ki herkes mi aşkı bulur, gerçi komutanları bulmuş ki onlar bulmasın.”
İmam neyse cemaat de oydu tabii.
“Yavuz ve Berker hala bekar,” dedi Bade. Onlar biraz daha küçük olanlardı. Hepsi koyu bir sohbete dalmışken kolona yaslanmış bir halde onları izleyen Selim'in yanına gittim. Kızgındı, kırgındı ama kardeşinin boynuna sarılmamak için zor duruyordu, biliyordum.
“Ulaş abi, sen niye konuşmuyorsun?”
Sessizliği sonunda Bade'nin dikkatini çekmişti. Dudaklarında ki gülümseme kalbimi hızlandıran cinstendi. “Bu sefer ben susayım dedim. Geldi senin abi,” derken vurguladığı düşünceyi Yiğit anlamıştı. Gelmişti, yıllar sonra...
Bade ayağa kalkıp karşımıza geldi. “Anlaşılan bitirim ikili hala barışmamış. Ama artık suskunluk olmasın, konuşacak o kadar şey var hem,” derken bahsettiği konular dedikodulardı. “Ama hala en büyük abim sensin, Yiğitle yaşları yakın iki çocuk gibisiniz o senden büyük olmasına rağmen sana ayak uyduruyor yaramazlık yapıyorsunuz derdin.”
“Benimki abilik değil, büyüklük, destek olmak belki. Her yanlışı affeden, bize kızgın olsa da koruyup kollayan sen değil misin? Abilikse abilik, kardeşlikse kardeşlik.”
Selim Yiğit'in söylediklerini duymazlıktan geldi. Öyle olsa abimden gitmezdin, dedi kendince. Herkes bir şeylerle meşgul olduğunda sevgilime sarıldım. Yorulmuştum, dinlenmeye ihtiyacım vardı.
“Herkese sussan bile bana susma olur mu? Çünkü o hisle yaşanmıyor.”
Bir süre de olsa tecrübe etmiştim o duyguyu. O susarsa dünya susardı. Geceler sabah olmazdı misal, güneş batmak bilmezdi. Her yer onun gibi kokardı, her yerde yüzü belirirdi.. Keşke bu duyguyu hiç bilmeseydim istedim, ancak biliyordum. Bir süre de olsa bu duygu ile yaşamıştım. Söz verircesine sarılması bütün ağırlığımı ona vermemi sağladı. Senim dünyan bu kadar, dedim kendime.
“Diyorum ki, bir araya toplansak.”
Bade duymamızı ister gibi vurguladığı cümlesi bitince lütfen dercesine gözlerini kırptı.
“Gelmem.”
“Gelmez.”
Selim'in gelmem, demesine karşılık aynı anda cevap veren Ercüment ve Yiğit birbirine baktı. Son derece eminlerdi. Yiğit yeni gelenleri tanımıyordu, bu toplanma düşüncesi hem onlar için hem de yaşadıklarını anlatması içindi belki. Ayakta yorulduğumu hissedince eski yerime oturdum. Çok geçmeden Selim de yanıma kuruldu. Ortamda ki ani sessizliği bölen telefonuna baktım. Annesi arıyordu. Rahat bir ifadeyle telefonu açıp sesi dışarıya verdi.
“Ulaş,” dedi Şirin teyze nefes nefese. “Sevim ile konuştum bugün. Duyduklarım doğru mu?”
Annesinin adı geçince Yiğit boşluğa daldı. Ben ölmedim anne, mi demişti acısıyla günden güne eriyen kadına? O anı hayal etmek bile istemedim. Acısı tahminimize çok büyük gelirdi çünkü...
“Benim kınalı kuzum ölmemiş Şirin, diyebildi kapattı telefonu.”
Kim bilir kaç annenin kınalı kuzusu vardı...
Yiğit'in elleri bu kez yumruk şeklini aldı, dizlerine vururken acı hissetmiyor gibiydi. Gerçekleri söyledikten sonra ailesi ile konuşmamıştı, o gücü kendinde bulamadığından. Ne diyeyim şimdi ben bu kadına, der gibi baktı Selim. Yiğit'e kızgındı, belki de kırgınlıktan oluşan bir kızgınlıktı bu.
“Doğruymuş anne.”
Başka bir şey söylemeden telefonu kapattı. Doğruymuş. Serhat da gelse bir yerlerden, dedi içimde ki ses yine. Yiğit geldikten sonra her gün bunu düşünür olmuştum. Düşüncelerime ara veren şey Ercüment'in, Yiğit'e sesini yükseltmesi oldu. “Niye geldin lan?”
Yanlış duymamıştım, soruyu soran Selimdi. Kafasında ki sesler susmuyormuş ve bundan nefret ediyormuş gibiydi. Ayağa kalktı. Yiğit tam karşısında kalıyordu.
“Seni kollarımda can verdi diye bilirken tedaviyi reddedip sakat dizimle o hainlerin peşine düşmeyi düşünürken yoktun, şimdi neden geldin?”
Her bir kelimesi Yiğit'in yüzüne tokat gibi çarpıyordu. Bu konuşmanın bir gün olacağı belliydi. İkisi de daha fazla susamazdı. Sonunda Selim dayanamayarak patlamıştı.
“Komutanım, bu dizler beni taşır. Taşımak zorunda, diye komutana yalvardı koca adam,” diye söylendi Ercüment. Bu kısmı ilk kez duyuyordum. Selim o adamları bulmak için tedaviyi bile reddetmişti.
O tedaviye gelmeseydi, yine de bulur muydu seni?
“Ben senin mezarınla dertleşirken neredeydin?”
“Neredeyse hepsini duydum.”
Yiğit kendi mezarımı ziyarete gidip Selim'in anlattıklarını dinlemişti... Gözlerini Selim'e dikti. Önce gözleri konuşsun ister gibi.
“Kabul, gelemedim. Ancak verdiğim sözü tuttum. Ben seni hep dinledim devrem. Aşık oldum dediğinde de, beni öldü bilecek, bu acıyı ona nasıl yükleyeceğim diye ağladığında da dinledim seni.”
Selim'i omuzlarından geriye itti. “Bana bir daha gülmen için, kardeşim, devrem, demen için her şeyi yapmaya hazırım. Ercüment, diğerleri hepsi affeder. Peki sen?”
Ercüment cevap vermedi. Cevabı çoktan belliydi, küs değilim ki, derdi. Onların derdi birbirleriyle ilgiliydi... Bade çocuk gibi Ercüment'in yanına saklanıp abilerini izliyordu. Bense ne düşünmem gerektiğini bilmeden konuşmalarını dinliyordum. Cevap vermedi. Affederim, demedi. Onun yerine birkaç saniyeliğine gözlerime baktı. “Ercü, Efsun'u ve Bade'yi eve bırak,” deyip dışarıya çıktı. Peşinden gideceğim sırada Ercüment'in seslenmesi durdurdu. Kafası dalgındı, nereye giderdi?
Ercüment aldığı emirle ayaklandı. Bade'nin elinden tutup kapıya ilerlerken bana da başıyla hadi, diyerek kapıya ilerledi. “Teşekkür ederim yenge, ne şekilde olursa olsun bana kardeşimi getirdiğin için.”
Arkama tekrar dönmeden bende dışarıya çıktım. Benim yapabileceğim bu kadardı. Gerisi Selim'in kararıydı. Arabaya bindiğimizde Bade sorular sorarken ben konuşmayan taraf olarak kalmayı tercih ettim.
“Allah kahretsin!”
Ercüment ani bir paniğe kapılıp telefonuna sarıldı. Hızlıca bir numarayı tuşladı. “Hızır, hemen herkese haber ver. Yiğit'in evinin olduğu bölge de dolanan birileri var. Belli acemi herifler, ulu orta yerde bekliyorlar. Deşifre olduğu için bir baskın yapmış olabilirler. Tedbirli olalım.”
Arabayı hızlandırdı. Bizi bırakıp işe dönmek istiyordu. Bade mümkünmüş gibi en geriye baktı. İçinden dualar mırıldanıyordu. Tekrar abisine bir şey olmasın diye bildiği bütün duaları içinden etti. Ercüment, Selim'i aradı. Telefon sonuna kadar çalsa da açılmadı. Bade'yi de bizim eve bıraktığında dikkatli olmamızı tembihleyip işe geri döndü. Bade'nin ürkek bakışlarına karşı duramadım. Koluna girip içeriye sürükledim. Ecem gittikten sonra sessizleşen ev şimdi daha bir sessizdi. Salonda Eylül ve İpek birkaç dosya inceliyordu.
Sessizliği bozmaktan korkar gibi odama ilerledim. Bade ise benim aksime geldiğini belli edercesine çantasını fırlatıp salona koştu. Yorgunluk ve korku tüm bedenimi esir almışken konuşacak gücü kendimde bulamadım. Selim eve gelmemizi söylemişti, kendisi ne durumdaydı?
Üzerimi değiştirip saçlarımı topladım. Telefonumu da alıp yatağa girdim, yorganı üzerime çektim. Herhangi bir bildirim yoktu. Selim'i arayıp aramamak arasında kaldım. Daha Yiğit'in şokunu atlatamamışken yedikleri baskın işi daha da zorlaştırmıştı. Kapım çalındığında duruşumu bozmadan gel, diye seslendim. İpek kapıdan başını uzattı. Uygun olduğumu görünce yanıma geldi.
“Kızlar salonda,” dediğinde Eylül'ün de bizde olduğunu hatırladım. Muhtemelen Bade olan biten her şeyi anlatıyordu. “Belli konuşmak istemiyorsun. Zorlamayacağım, ama sen nasılsın? En azından buna cevap ver. Ulaş mı üzdü seni?”
Dudaklarımda tembel bir gülümseme belirdi. Cevabından emin olduğum bir soruydu. “O beni hiç üzmez ki.” Sevdiğim adamı eleştirebileceğim tek bir konu bile yoktu ki elimde. Yalan söyleyemezdim her anlamda mükemmel bir adamdı. “Yiğit meselesinden sonra içine kapandı. Yiğit şehit olduğunda bile bu kadar değildi sanki.”
İpek ellerimi avucunun arasına aldı. Gözleri anne şefkatiyle benimkileri buldu. “Sen Ulaş döndükten sonra ne hissettin? Canından can kaybettin ve sonrasında geri döndü.” Boğazıma bir yumru oturdu. O duygunun tarifi yoktu. Sevdiğim adamın şehit törenine bile katılmıştım. Sesim kısılana kadar ağladığımı, uykusuz gecelerimi, Selim'in kokusu var diye yatak odasından günlerce çıkmadığımı, gözlerimden artık yaş akmadığı için acıdığını... Hiç unutmamıştım ki.
“Kabus gibiydi. Ben ona hak veriyorum ama beni de kendinden uzaklaştırıyor. Yaramı görme, demek istiyor sanki. Ben onun o yarasını da görmek istiyorum, merhem olabilir miyim bilmiyorum ama en azından yanındayım, demek istiyorum.”
Üstte ki elini elime vurdu yavaş bir tempoyla. Zaman ver, dedi. Ulaş zaten sen olmadan nefes alamaz. Elbet yuvasına dönecek. Operasyon dönüşü yine dizlerimde yatmaya gelir miydi?
İpek bir süre daha yanımda kaldıktan sonra yalnız kalmam için dışarıya çıktı. Sırtımı yatak başlığına yaslarken yan tarafta ki telefonum titredi. Çabucak elime aldım. Bilinmeyen bir numaraydı. Attığı resmi merakıma yenik düşerek açtım.
Birkaç saat önce oturduğumuz bahçede çekilmiş bir resimdi. Biraz daha inceleyince Yiğit'in evi olduğunu anladım. Selim siyahlar içindeydi. Bir eliyle alnını sıvazlarken diğer eliyle dizine koyduğu kupayı oynuyordu.
Bizimki burada. Aklın kalmasın.
Resmi bilmem kaç kez tekrar tekrar inceledim. Yüzü görünmese de çatılan kaşlarını görebiliyordum. Üstten ekranıma düşen En sevdiğin kuman. Yazısını görünce gülümsedim. Artık bu duruma alışmamız gerekiyordu sanırım. Seninki demek yerine bizimki demişti mesajda da. Daha fazla dayanamayıp Selim'i aramaya karar verdiğimde o benden önce davrandı. Saniyesinde cevapladım.
“Mesaj attığım zaman kapıya çıkar mısın?”
“Çıkarım.”
Anında konuşmaya başlaması yüzünden soru soramadım. “Bana yine bir şeyler söyler misin, operasyondayken yaptığımız gibi,” dedi ricada bulunan sesi.
“Seni seviyorum. Sana bütün sınırları aşacak kadar çok aşığım komutan.”
Aklıma ilk gelen buydu. Ona seni seviyorum derken kendimi iki yaşında bir çocuk gibi hissediyordum. Aramızda ki boy ve cüsse farkı dışında onun sahiplenme şekli de buna sebep oluyordu.
“Başıma gelen en güzel şeysin,” dedikten sonra telefonu kapattı. Mesaj attığımda çık dediğine göre yolda olmalıydı. Öncesinde çıksam neden bu soğukta çıktın diye kızardı ama nefes almaya ihtiyacım vardı. Pek de kalın olmayan montumu üzerime geçirip dışarıya çıktım. Çıkmadan kızlara Selim'in geleceğini söylediğimde verdikleri cevabı bile duymadan kendimi kapının önünde buldum. Soğuk anında yüzüme vurdu. Burnum kızarmaya başlamıştır, diye geçirdim içimden.
Beş, on dakika sonra araba kapının önünde durdu. Tahmin ettiğim gibi beklemeden aşağıya indi. “Mesaj attığımda in demiştim, neden erken indin ki? Üşümüşsün, gel arabaya geçelim.” Onun elleri benimkinin aksine sıcaktı. Ellerimi avucunun arasına hapsedip beni arabaya bindirdi. Bütün ısıtıcıları açtığına emin olduktan sonra montumun fermuarını daha da yukarıya çekti.
“Selim dur, boğulacağım şimdi.”
Fermuarımla kavga etmeyi bırakıp geri çekildi. Bir yandan da elleriyle boynum ve montum arasında kalan saçları çıkarıyordu. “Allah korusun,” dedi net bir ses tonuyla. Biraz daha benimle bebek gibi ilgilenirse şurada eriyecektim. Ellerini tutup geri çektim.
“Dur be adam, iki dakika yüzünü görelim.”
Şaşırmış gibi dondu kaldı. Bende başta bir şaşırdım ama çabuk toparladım. Sesli düşünmüştüm bir yerde. Uzun zamandır görmediğim o çapkın gülümsemesi dudaklarına yayıldı. Bilmiş bir ifadeyle geri yaslandım. Sırtımı kapıya yasladım.
“Tam olarak şu gülümsemeyi en son ne zaman ve kime yaptın? Kimlere dünyada cenneti yaşattın?”
Kaşları havalandı. Çıkart içinde ki yiğidoyu, diyen iç sesim bile moralimi bozamadı. “Anlatsana o zaman?” Benim aksime başını koltuğunun baş kısmına yasladı. Bebek gibi bakıyordu... Neyi, dercesine attığım bakışı havada yakaladı. “Dünyada cennet nasıl bir yermiş?”
Yiğit duy bunları, en sevdiğim kumam.
Fazla mı aşka gelmiştik ne?
“Ben zaten seni denedim, benden başka birisini söyleseydin sonu pek iyi olmayabilirdi.”
“Şu yeşillere ayıp olur, benim bütün gülüşlerim de, varlığım da onlar. Karşımda bakışımdan bile incinecek gibi duran güzel kadın.”
Kalbimin de bir yere kadar dayanma gücü vardı komutan bey...
Ne kadar sürdü bilmiyorum ama bir süre sessiz kalıp öylece onu izledim. Bakışlarımla sonsuz kez seni seviyorum, dedim. O zaten ilk günden itibaren bunu yapıyordu.
“Sırık kuala?”
Ortamda ki romantizmi bölen soruma küçük bir kahkaha attı. En azından dalgın hali bir anlığına da olsa gitmişti.
“Bu ne demekti?”
Ellerimi önümde birleştirdim. Söylemem der gibi omzumu silktim. Bu da benden kalsındı. “Öylesine diyorsan öylesinedir Efsun.” Ben güçlü bir kadındım. Karşımda ki Yüzbaşıyı bebek sever gibi sevmeden durabilirdim. Arka koltuğa uzanıp bir şeyler aradığını gördüğümde merakla bekledim. Önce karton bardakları aldı, ardından bir termos.
“Şaka yapıyorsun?!”
Hangi ara çay, kahve hazırlayıp getirmişti? Benim bardağıma iki tane bardak koydu. Elim yanmasın diye. “Gevzek bir işe yaradı sonunda,” diye mırıldandı. Yiğit mi hazırlayıp göndermişti? Selim'in resmini çekip Yiğit'e attım. Kahveler için teşekkür ederiz. En sevdiğin kuman.
Selim muhtemelen aramızda ki sohbetten haberdardı ancak bir şey söylemedi. Arabanın ön gözünden çıkardığı kurabiyeleri sorgulama ihtiyacı hissetmedim. Tek ayak işinde kırk iş hallediyordu. Elmalı kurabiyeleri görünce dayanamadım.
“Kız çocuk olunca mı tatlı yiyorlardı, erkek olunca mı?”
Sorusuyla yediğim kurabiye boğazımda kaldı. Sıcak kahveden birkaç yudum aldım. Gayet sakin görünüyordu.
“Çocuk? Kurabiyeleri beni test etmek için mi getirdin?”
Başını iki yana salladı. Bilinç altım bana oyun oynuyor olamazdı. Öyle bir ihtimal yoktu. Şu an için. “Öyle iştahlı yedin ki gözümün önüne o hallerin geldi bir anda. Yoksa Asel annesinin yediği elmalı kurabiyeleri nereden bilsin?” Elimde ki bardağı sakince düzgün bir yere bıraktım. İçimden yükselen Ne! Çığlığını duymazlıktan geldim.
“Ne dedin sen az önce?”
“Kızımız annesinin yediği, babasının yaptığı elmalı kurabiyeleri nereden bilsin, dedim.”
“Bir isim söyledin,” dediğimde sessizleşti. Öylece bakarken cevap vermedi. Cebinde bir şeyler ararken arabadan indi. Çabucak peşinden dışarıya çıktım. Arabaya yaslanmış, sigarasını içiyordu. “Sesli mi söyledim ben onu?” Başımı salladım. Hala bir şey olmamış gibi davranıyordu. “Kurabiyeleri senin yaptığını Yiğit'e söylerim,” dediğimde bak sen, der gibi bir bakış attı.
“Yemek yaptığımı biliyor zaten. Az yalvarmaz yapayım diye.”
Sigarasından bir nefes daha alacağı sırada elini tutup engel oldum. Daha fazla kaçamazdı. Pes edercesine ellerini serbest bıraktı. Karşısına geçip heyecanla beklemeye başladım. Havanın soğukluğunu bahane edip yeniden arabaya bindirdi. “Tamam anlatacağım ama önce arabaya binelim, üşüme.” İtiraz etmeden peşinden gittim.
“Bu benim aklımdan geçen bir isimdi. Bir yerde duydum, sonrasında da hiç unutmadım. Konuşurken de ağzımdan kaçtı öyle.”
“Asel, Asel Karacalı.”
Sevmediğimi düşünür gibi bir hali vardı. Aksine ismi söyleyip güldüğümde onay verdiğimi görünce afalladı. “Yanlış hatırlamıyorsam bir de abi düşüncen vardı, babası?” Yüzüne tokat atmışım gibi bir şokla bakıyordu. Abi fikrini daha önceden söylemişti. Tabii ki bunu tahmin etmek imkansızdı, bizimki sadece bir hayaldi. “Onun ismi ilk günden itibaren belli. Sende istersen tabii, öncelik senin.” Eskiden olsa Yiğit koyacağını düşünürdüm ama şimdi bu ihtimal de sıfıra inmiş gibiydi. Ne kadar ısrar etsem de bir türlü söylemedi.
“Bu oyunu önce sen başlattın sonra konumuz birden çocuk oldu. Kızımıza isim verdik madem oğlumuz gücenmez mi?”
İkna ederim düşüncesiyle yanağına bir öpücük bıraktım. Ardından alnına bir tane daha. Yanlış hissetmemiştim, ateşi vardı. Annemin baktığı gibi alnını öperek baktığımda daha çok hissediliyordu. “Sen, beni bahane ederek mi arabanın içine kaçıyorsun? Üşüyen senmişsin, ateşin var!”
Ceketinin içine biraz daha sinerken hala yalanlama derdindeydi. Bir yandan eşyaları toplarken bir yandan onu izlemeye devam ettim. Her şey tamam olduğunda arabadan inip kapısını açtım. Elini tuttuğumda mecbur aşağıya indi. Gelmemek için diretse de eve gelmesine ikna ettim. Kızlar uyumuş muydu bilmiyorum ama çevre de kimse görünmüyordu. Direkt odama çıktım. Selim'e yatağa uzanmasını söyledikten sonra ilaç ve bez almak için mutfağa gittim. Bir tasa sirkeli su hazırladım, boşta kalan elime de birkaç ilaç alıp odaya çıktım. Dediğimi yapıp yatağa uzanmıştı. Ateşi olduğu için üzerini çıkarmasını söylediğimde üzerinde ki kazağı ısrar etmeden çıkartıp bana uzattı. O tekrar yatarken ben elimde ki kazağın kokusuna mest olmuştum. Bunu sonraya erteleyip kazağı çalışma masama bıraktım. Odaya zorla getirsem de halinden memnun görünüyordu.
Isınmaya başlayınca mayışmıştı. Bezi ıslatıp alnına koyduğumda irkildi. Gözleri baygın baygın bakmaya başladı. “Hasta sarhoşu gibisin, o iltifatlar da mı bu yüzdendi?” Boğazından cık, gibi bir ses çıkardı. “O aşk sarhoşluğundandı.” Gerçekten öyle olduğuna emin oldum. Dudaklarımda ince bir gülümsemeyle bezi ıslatıp birkaç defa alnına koydum. Artık iyice uyku moduna geçmişti.
Sessizleştiğinde anahtarını ve telefonunu alıp masaya bıraktım. Telefonunu alıp Badeyi aradım.
“Sabah Tuğrul amcaya sorabilir misin, Selim yarın gelmese en azından geç gelse olur mu diye?” Durumu kısa bir özet geçtiğimde halledeceğini söyleyip telefonu kapattı. Görev olmadığı sürece çok sorun olmazdı umarım. Füsun, diye sayıkladı. Bilinci kapanmıştı. Sen, benim eşim olsana. Kesik kesik nefesiyle söylediği sese şakasız ufak bir kahkaha atmıştım. Bu haldeyken bile evlilik düşünüyordu. Hem ateşine bakmak için hem bu bahaneyle öpmek için dudaklarımı alnına değdirdim. “En kısa zamanda, sevgilim.” Biraz kıpırdandı. Bez soğuk gelmiş olacak ki alnında ki elimi sımsıkı tuttu. Tamamen uyumadan ilacını içsin diye biraz da olsa başını kaldırıp ilacını verdim. Hemen ardından geri yattı. Sirkeli suyu değiştirmek için ayaklandım. Uyandığında yemesi için birkaç şey getirmeyi de aklımın bir köşesine not ettim.
“Bora,” dedi. Sesi diğerlerine göre daha net çıkmıştı. Bir elimde kapı kolu diğer elimde kase ve bezle kaldım. “Oğlumuz.” Boralar Timinin yeğeni, Yüzbaşı Ulaş Selim Karacalı'nın oğlu Bora Karacalı... Bir insanın zihninde belirebilecek en duygusal anılar belirdi zihnimde. Yanağıma düşen bir damla yaşı hissettiğimde vereceğim tepkiye şaşırdım. Asel ve Bora... İkisi de eksik olan parçamızmış gibi hissettirmişti. Selim'in ağzından bunları duymak daha farklı hissettirmişti. Sahi bunları uzun uzun düşünmüş müydü? Tamamen uyuduğunda koşar adımlarla mutfağa gittim. İşlerim bir an önce bitsin istiyordum. Bir an önce sevdiğim adama sarılıp uyumak için can atıyordum. Alacağım malzemeleri bir tepsiye yerleştirip odaya çıktım. Yastığımı koklarken uyumuştu. Tepsiyi boş bir yere bırakıp yanına kıvrıldım. Çok geçmeden kolları belime dolandı. Elleri hala sıcaktı ama tedavisine başlamıştık. Çok uzun sürmeden iyileşirdi. Zaman kavramını bir köşeye bırakıp gözlerimi kapattım. Başım göğsünde, ellerim kollarında dünyanın en huzurlu uykusuna daldım..
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
71.77k Okunma |
5.74k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |