Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
(Veda Hutbesi)
ŞİMDİKİ ZAMAN
Hiçbir hatası olmadığı halde üzüntüsünü bastırmak uğruna Meyra’yı suçlayınca geçeğini mi sanırdı. Ağır şeydi doğrusu hayallerini kurduğun kalbinin ısındığı insanın en yakın dostuna bakması. Beni bile allak bullak etmişti. Ama Meyra’nın suçu neydi? Meyra’ya içim acımıştı. Gözlerimi yazılardan çekip duvara odakladım. Babaannem ve arkadaşı ne tuhaf arkadaş ilişkisine sahipti. Normal de bir insan bana sert tepkiler ile yaklaşsa çok kırılır ve bırakırdım. Ama Meyra şimdiye kadar bırakmamıştı. Değişik bir bağı vardı onunda peki şimdi öyle olacak mıydı?
Merakla kaldığım yerden devam etmek için sayfayı çevirdim. Yeni bir başlık beni karşılamıştı.
GÜNLÜK
Buraya yazmayalı haftalar geçmişti. Sonun da elime geçen günlüğüme başımdan geçen olayların gerçekliğini anlatmamın zamanı gelmişti. Solgun tenim, iyileşmeye kabuk tutmuş kurşun yarası olan sol kolum ve gördüklerim yüzünden lal olmuş dilimin verdiği yorgunlukla yazıyorum.
Öyle bir ana gelirsin ki söylemek isteyeceğin sözler tükenir. Adım attıkça daha dibe battığını hissedersin. Üst üste gelen olumsuz olaylar, seni düşürüp isyan ettirmek için çabalar.
Hani yemek yerken lokmayı tam çiğnemediğin de, yemek borusunda takılıp seni rahatsız eder, ama su içtiğinde, bir oh çekersin. Rahat bir şekilde devam edersin tekrar yemeye, vazgeçmezsin. Ya tekrar takılır korkusuyla devam etmemezlik yapmazsın. İşte imtihan da zaten böyle bir şey değil mi?
Daralırsın öyle daralırsın ki. İçinde ki rahatsızlığını dile vurmak, yakıp kavurmak istersin. Seni isyana ve felakete götürdüğünün farkına sonra varırsın. Eğer ki yanlış yola saptığını fark ettiysen bu dünyada senden mutlu bir insan yoktur. Çünkü Allah sevdiği kuluna zor şeyler yaşatır. Onun dünyadan nefret etmesini sağlar. İşte en güzeli de bu değil mi?
Bardağın dolu kısmına odaklanmak. Zorlanırsın, çok kötü günler yaşarsın. Ama aklına Rabbin geldiği zaman o duruma sabredip mükâfatını kabul etmek için beklersin.
Allah dünyanın değersiz bir yer olduğunu insanlara göstermek için o kadar güzel bir şey inşa ettirmiş ki. Ama biz bunu fark edemiyoruz. O yapı bizim kıble olarak yöneldiğimiz, dört tarafı sadece taşlarla çevrili bir mabet. Elmasla mı çevrili? Altın? Zümrüt? Gümüş ya da bu maddelerin arasında değeri onlara göre düşük demir mi? Sadece toprak, boyuyla bile bir görkem oluşturmayacak dört tarafına taşlar dizilmiş bir yer. Rabbimin dünyaya biçtiği değeri görmek isteyen birisine, Kabe'yi göstermek yeterli kalacaktır.
Rabbim sana şükürler olsun beni imtihansız bırakmadığın için...
Zemheri çadırı terk ettikten sonra onun arkasından gitmek yerine, ona vakit verdim. Biraz rahatlaması lazımdı. Akşam eve gidip konuşsam daha iyi olur diye düşüncesiyle, elimde kalan son bitkilerle ilaç hazırladım. İlaç hazırlarken Zemheri'yle nasıl konuşmam gerektiğini düşündüm.
Arkadaşım beni tanıyordu, ama böyle bir olayda nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordum.
İlaçları kasabanın küçük muayenesine bırakıp ayrıldım. Yolda giderken Enes ve arkadaşlarını görünce yolumu değiştirmek gibi bir alternatifim olmadığından, devam ettim. Yanlarından sessizce geçtim. İçimde ona karşı bir şey hissetmiyordum. Anlamıyordum, neden beni sevsin ki? Sevmesi için bir şey mi yapmıştım? O sırada Üzeyir aklıma geldi. Onu neden sevdiğimi bulabilmiş miydim ki? Enes'i suçluyordum. Aff bilemiyorum. Rabbim bu nasıl bir bilinmezlik.
Kulübenin eşiğine gelip kalın ahşap kapıyı açtım. Zemheri yatsı namazını kılıyordu. İçeride ki sessizliğe ayak seslerim ve kıyafet hışırtıları doldurmuştu. Kıyafetlerimi çıkardıktan sonra abdest almak için küçük lavabosuna adımlarımı yönelttim. Burada sadece banyo yapabilmemiz için kare çukur oluşturmuşlardı. Eski stil köy banyolarına benziyordu. Tek eksiği tuvaletimizi yapacağımız yer burada değildi. Ondan meydanın oradaki toplu tuvalete ihtiyacımızı gideriyorduk. Hızlıca abdestimi alıp içeriye geçtim. Zemheri duasını bitirip ellerini yüzüne sürdü. Seccadesini toplamaya başlayınca.
"Ben de namaz kılmadım. Katlama." dedim. Bana taraf bile dönmeden, seccadeyi katlamadan ayağa kalktı. Benimle göz teması bile kurmaması iyice canımı sıkmıştı. Böyle bir olaydan dolayı en değer verdiğim arkadaşımı kaybetmek istemiyordum. Bunun tek yolu konuşmaktı. İnsanın aradaki kırgınlığı gidermesi için tek yolu konuşmaktı.
"Konuşalım mı?" dedim. Sessizce onun yatakta oturduğu yerin biraz uzağına oturup, gözlerimi ona diktim. Cevap vermeyince konuştum, "Benim bu konu hakkında hiçbir suçum yok. Benim zaten kimi sevdiğimi biliyorsun. Zem..." Sözümü tamamlamama izin vermeden o devam etti.
"Biliyorum. Allah şahit olsun ki aklıma senin hakkın da böyle bir şey gelmedi. Sadece kırgınım. Senin hiçbir suçun yok, biliyorum. Lakin böyle davranmamı durduramıyorum. Lütfen beni anla." dedi ve yatağın köşesine girip kıvrıldı. Bir tarafım arkadaşımın sözleri ile rahatlarken, diğer tarafım onun üzüntüsüyle dertleniyordu. Ne yapmam gerektiğini bilmediğim için en iyi hayat koçum olan Rabbim'e yönelme vakti gelmişti.
...
Sabah namazından sonra uyumamak için kendimi zor tutuyordum. Bu uyku da benim en büyük sınavımdı. Şeytan o kadar güzel, kulağıma ninni söylüyordu ki uyumamak için kendimi zor tutuyordum. Sabah namazından sonra uyumamanın o kadar bilimsel etkisi var ki. Güne pozitif başlamak. Depresyonun az olması... gibi bir sürü şey. Kısacası dinimizde olan her şeyin bilimselliğini araştırdığımızda, Rabbimizin bize ne kadar değer verdiğini işte o zaman anlaşılıyordu.
Kerahet vakti çıktığını gördüğümde biraz daha uykumu almak için yatağıma uzandım. Ama nedense şeytan gelip, o güzel ninnilerinden söylemiyordu. Ya hu sen ne fenasın!
...
Kadın erkek ayrı meydan da yaptığımız kahvaltıya geçmiştik. Burada yediğimiz yemekler çok çeşit olmamasına rağmen, önceden kaldığımız yurttaki yemek lezzetinin yanından bile geçmiyordu. Bu nasıl oluyordu? Burada kalan bir buçuk ay boyunca çözememiştim.
Zemheri ile ben elimizde ki tabakla oturduk. Bugün çay yerine su tercih edip onu da ahşap masaya koydum. Karışımıza dün çadıra gelip benimle konuşan kadın duruyordu.
Göz göze gelince gülümseyip, "Ee kızım cevabın ne olacak?" dedi.
Hayatımda bu kadar bir şeyi aceleci söyleyen bir kadın görmemiştim. Bu iki günde onu da gördüm, tam oldu. Zemheri'ye göz ucuyla baktığımda kendini zor tuttuğunu gördüm. Olayı fazla uzatmadan.
"Hayır teyzecim, birbirimiz için uygun olduğumuzu düşünmüyorum. Allah onu daha iyi ve anlaşabileceği birisiyle karşılaştırsın." dedim. Kadın morali bozulmuş bir şekilde kafasını salladı. "Amin." dedi ve yemeklerimize devam ettik.
Yemeklerimizi yedikten sonra bulaşık bölümüne kullandığımız malzemeleri bırakıp görevimizi yapmak için yollarımızı ayırmıştık.
Çadırda ilaç yapabileceğim hiçbir şey kalmadığı için acilen eksiklik giderilmesi lazımdı. Bundan dolayı kasabanın başkanlığını yapan adamın yanına gitmek için karargaha girdim. Onun odası üst tarafta olduğu için adımlarımı yönelttim.
Kapıda, masada görevli olan direnişçi askere onunla görüşmem gerektiğini izah ettim. O da içeri girdi. Sonra çıkarak, "Buyurun." beklediğim kelimeyi duyduğumda hemen adımlarımı odanın içerisine attım. Oda da yalnız değildik. Karşılıklı koltukların birinde Enes'in oturduğunu gördüğümde normalde hissetmediğim aşırı rahatsızlığı şimdi hissetmiştim.
"Buyur kızım." dedi başkan. Ben de ona tebessüm edip, ses tellerindeki titreşimin dudaklarımdan çıkmasına izin verdim.
"Buraya geldiğimden beri doğru düzgün ilaçlar yapamadım. Bana getirilen bitkiler yeterli değil."
"Tamam kızım sen söyle bizim oğlanlara, sen hangisini istiyorsan getirsinler." diye yanıtladı.
"Hayır, onlar bitki getiriyorlar. Yani söylediğim bitkilerin çoğusu çöp çıkıyor. Bundan dolayı ilaç toplamam için gitmeme izin verin." dedim. Sanki çok emrivaki konuşmuştum ama bunu düzeltecek bir alternatifim yoktu.
"Bu tehlikeli." dedi araya odada ki başka bir ses devreye girdi. Ama yüzümü hiç o tarafa çevirmedim.
Başkan da onaylarcasına, "Evet bu çok tehlikeli. Ortalık çok karışık. Siz ortalıktan kaybolduktan sonra bütün sağlıkçıları sınır dışı etmişler. Ormanlar didik didik aranıyor."
"Sağlıkçıların başına bir şey gelmiş mi peki?" endişeli çıkan ses tonumla. Adam üzgünce başını salladı.
"Bu bir savaş kızım. Bunlar çok büyük bir plan yapıyorlar. Planların da bizim asıl vatan dediğimiz yani senin geldiğin yer Salkım Vadisi var." dedi.
"Ne?" dedim şaşkınlıkla. "Bu nasıl olur?" diye yanıtladım.
"Çok tehlikeli, biz bile doğru düzgün çıkamıyoruz."
"Anlıyorum sizi zor durumda bırakmak istemiyorum. Lakin burada sizin için çabalıyorum. Bir sürü yaralı var ama gerekli ilaç yok. Salkım Vadisi’nin gönderdiği yardım paketlerde yakalanmış. Peki bu hastaların göz göre ölmesine göz mü yumacaksınız?" diye konuştum. O sırada Enes'in nedensiz tebessüm ettiği gözlerim görünce, hemen çektim.
"Haklısın kızım, sen anlatsan bizim oğlanlara onlar getirse." dedi cevabını verdiğim cümlenin sorusunu sormuştu.
"Verdim lakin yanlış bitki getiriyorlar." diye yanıtladım. Adam kafasını salladı.
"Elden bir şey gelmez. Enes ve grubu bugün ormana gidecek sende onlarla birlikte gidersin." dedi.
Grubun içinde Enes olduğundan gitmek istemesem de, buradaki insanlar için özel hayatıma set çekmem gerekirdi.
Odayı terk ettikten sonra muayene binasında çalışan Zemheri'nin yanına gidip her şeyi anlattım. O ise, "Meyra bu sabah içime bir sıkıntı çökmüştü, gitmesen olmaz mı?" dedi endişeli çıkan ses tonuyla.
"Senin için, o olaya sıkılmıştır." diye yanıtladım.
"Hayır bu başka, bunu bu sabah hissettim. Kimseye de söylemedim. Sadece hayırlısı olsun diye dua ettim. Hem orman çok karışık. Daha haftalar öncesinde Enes bile vuruldu." diye yanıtladı. Ağzımı açacak iken beni durdurup devam etti.
"Bak anlıyorum yardım etmek istiyorsun. Ama duyduklarıma göre bu aralar o kaldığımız kasaba ve çevresi çok kötüymüş. Müslümanların evlerini basmaya başlamışlar. Dağlar da bir sürü tuzak kurmuşlar. Ya sana bir şey olursa." dedi ağlamaklı ses tonuyla.
Onun beni teskinleyip cesaret vereceğine ben ona yapıyordum.
"Hem sen dememiştim. Biz burada ki insanlar için geldik. Ne olursa yaparız. Yeter ki bu zulüm bitsin, diyen sen değil miydin? Benden başka ilaç yapmak için bitkileri çok iyi tanıyan kimse yok. Burada ki insanlara yardım etmeliyiz." diye yanıtladım.
Gözyaşlarının yanaklarına düşmesine izin vermeden, hemen sildi. Bana cesur gözlerle bakıp olumlu anlamda başını salladı.
...
Çantamı hazırlarken içinde iki tane mektup gördüm. Birisini Üzeyir bana ormanda verirken, diğer mavi zarfta olan mektup çantamdan çıkmıştı. Bu iki mektubu defalarca okumuştum. Anladığım kadarıyla mavi zarfta ki mektubu Üzeyir çok önceden koymuştu. Çünkü mektubunda 'Hiç mektup yazmadım. Nasıl yazılır bilmiyorum. Söze nasıl başlamam gerektiğini ise hiç bilmiyorum.' yazmıştı. Ama ne zaman olduğunu bilmiyorum. Belki de çukurda onun yüzünden akşama kadar kaldığımız için çantama sıkıştırmış olabilirdi. Çünkü ben o günden sonra bu çantayı kullanmamıştım. Diğer mektubu verirken ilk defa yazdım, tarzında cümleler söylememişti. Belki okuduğumu biliyordu ya da bilmiyordu.
İçimde ki duygusallığı bir kenara bırakıp, mektupları günlüğümün içerisine koydum. Sağlam olan çantamı alıp içine günlüğümü, bıçağımı, gazete parçalarını, kendi elimle yazdığım şifalı bitki kitabımı...koyduktan sonra çıtçıtlıyarak kapattım. Yatsı ezanından sonra çıkacağımız için çantama fener koymayı unuttuğum için onu da bir çırpıda yerleştirdim. O karanlıkta bitkileri bulmam zor olacaktı. Ama başka bir alternatifte yoktu.
...
Yatsı namazımı kıldıktan sonra Rabbimden yardım isteyip, arkadaşımdan helalleşip direniş grubuyla birlikte mağaranın kapısından sonra tünelden çıkıp ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladık.
Herkes çok temkinli bir şekilde ilerliyordu. Kurulmuş tuzakları temizlemek, yer belli etmek olduğu için kafalarını karıştırmak amacıyla farklı yerlerde ki tuzakları etkisiz hale getiriyorlardı. Ben de, ışık tuttuğum yerlerden görebildiğim kadar bakınıyordum. İlerde çiçek açmış, Itır Bitkisini görünce adımlarımı yönelteceğim sırada Enes, "Dur yaklaşma. Bir kontrol edelim." dedi temkinli bir şekilde yaklaştı.
Dizlerini kırıp dikkatlice baktı.
"Kapan tuzağı var."
Başımı eğip eliyle gösterdiği ipi gördüm. Enes demeseydi şu an herkesi tehlikeye sokabilirdim.
Enes, pantolonunun yanından bıçağını alıp oradan bir ip kesti. Çalıların arasına gizlenmiş kalın ipi yavaşça tutup yukarı doğru kaldırdı. Yerden gizlenmiş demir bir kapan çıkmıştı. Gördüğüm şeyin şaşkınlığı bitmeden başka bir şey eklenmişti.
Enes temkinli bir şekilde ipi bıraktıktan sonra, yan ağaçtan hızlı çalan çan sesleri ve başında yanan beyaz ışık bizim konumumuzu belli etmek için kurulan ikinci bir tuzaktı.
"Çabuk ayrılmamız lazım, Osman ve Halil siz Meyra ile birlikte tuzaksız olan yerlerden kasabaya gidin. Biz onların dikkatini dağıtacağız."
Enes'in sesiyle içimizde oluşan adrenalin duygusu en yükseklere çıkmış bizi selamlıyordu. Önümde bana yol gösteren iki adamın peşinden ilerlemeye başlamıştım ki, Enes'in sesiyle durduk.
"Meyra...inşallah Allah yollarımızı tekrar birleştirir." dedi ve koşarak ayrıldı. Bana bakan iki adamın yanın da söylediği utanç verici bir duyguyla koşmaya başladık.
Temkinli ve hızlı bir şekilde önümde ilerleyen iki adamı izini kaybetmeden takip ediyordum. Ormanın bu tarafında nem az olduğu için şükür ki yerler kaygan değildi. Önümde ki iki adamın yönlendirmesiyle ilerleyen ben, ateş sesiyle ağaçların arasına sığınmıştım.
Sadece tek bildiğim. Halil denilen adamın hareketsiz bir şekilde yerde yatması, kolumda hissettiğim acı bir sızı ve Osman'ın sesi, "Keskin nişancı var!"
Dedem hep şöyle derdi:
"Kızım gavur çok pistir. Ama bir o kadar da korkak. Sen onların karşısında ne kadar cesaretli olduğunu gösterirsen onlar o kadar tırsar." dedi. Sonra aklıma Hristiyan tarafında ki komutanların, hücum sırasında askerler geri dönüp kaçmasın diye beynin işlevini yavaşlattığı içecek olan likör verdiklerini okumuştum. Bunu resmen kendileri söylüyorlardı.
Biz tekbirlerle savaşırken onlar ise içkilerine sarılıp savaşıyordu. Aramızda ki bir fark da buydu.
Sol kolumda oluşan sızıyla elimi, koluma götürüp sürdüm. Acı bir sızıyla, tekrar elimi çektim. Yaralanmıştım, kolumu az da olsa oynata bildiğime göre kurşun sıyırmıştı. Ateş sesleri ile kafamı biraz daha ağaca sakladım.
Yerde yatan Halil'e çevirdim gözlerimi, "Halil! Halil!" diye bağırdım. Ama ondan hiçbir tepki göremedim.
"Osman, Halil.. Halil tepki vermiyor." diye bağırdım.
O ise çalıların arasından, yerde yatan silah arkadaşına gözlerini çevirdi ve uzunca baktı. Çalıların oraya iki üç kurşun gelse de Osman'ı kurşunlar es geçiyordu.
"Ben ateş ederken, Halil'i kendine doğru çek. Tamam mı?" diye bağırdı. Ben ise ona, bu durum da olumsuz bir cevap vermeyeceğime göre ondan komut bekledim.
Zifiri karanlığa ateş eden Osman'ın desteğiyle, sürüne sürüne Halil'in yanına gittim. Hızlıca kollarından çekip sürüte sürüte saklandığım ağacın oraya getirdim.
Eğik olan vücudumu kaldırmayıp, elimi tepkisiz yatan Halil'in boynuna doğru götürdüm. Hiçbir nabız belirtisi almamanın üzüntüsüyle, ellerimin titremesine engel olamayarak nabzını daha çok hissetmek için iki parmak yerine, boynunun yan tarafını sıkıca kavrayıp gözlerimi kapadım. Ellerim de bir şey hissetmek için sabırla bekledim. Ama yoktu, vakit kaybetmeden kalp masajı yapmak için eğdiğim vücudumu dikleştirdiğim anda ağacın kavuğunun yanında bir kurşun hızlıca geçmişti.
Ağaca daha saklanarak tekrar kalktım ve hiç durmadan kalp masajı yapmaya başladım. Sonra tekrar nabzını dinledim. Ama bir tepki yine yoktu. Osman'ın sesiyle ona doğru döndüm.
"Durumu nasıl?"
Akan gözyaşlarıma hakim olamıyordum. Bağırarak ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. İçimden gelen o volkan patlamasıyla ormanın zifiri karanlığına, kalpleri simsiyah kesilmiş olan insanlara, kalbimi teskin edecek şu ayeti kerimeyi söyledim.
"الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُ مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْه رَاجِعونَ"
{Onlar, bir musibetle karşılaştıkları zaman, 'Bizler, Allah için varız ve muhakkak O'na döneceğiz.' derler.} (Bakara;156)"
İçime bir ferahlık geldi. Tekrar sessizce içime bağırdım.
" إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ"
{Bizler, Allah için varız ve muhakkak O'na döneceğiz.}
Osman koşarak yanıma geldi. Gelirken yerden Halil'in silahını almayı unutmamıştı. Yerde dünya ile bağlantısını kesip çoktan uzaklaşan arkadaşına üzgünce baktı.
"Allah'ım sen şehadet makamına kabul et." diye dua edince ben de, gittikçe yakınlaşan kurşun seslerine inat sessizce "Amin." dedim.
"Yaklaşıyorlar, buradan hemen ayrılmalıyız." dedi ormanın zifirisine bakarak. Ben ise, "Tamam, peki Halil?" diye sordum. O ise eliyle şakaklarını ovup:
"La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. {Kuvvet ve güç sadece büyük ve yüce olan Allah'ın yardımı ile olur.}" derin bir çekti ve ağzından zor da olsa şu sözleri söyledi. "Onu burada bırakmak zorundayız."
Eliyle Halil'in elini tuttu, dostça sıktı. Bırakmak istemediği o kadar belliydi ki.
"Affet beni, sana bir mezar bile yapamadığın için affet."
Halil’e bir mezar bile yapamamak o kadar üzücü bir durumdu ki. Duyduğum bazı şeyleri kafamdan silmek istesem de içten içe yankılanıyordu. O da şuydu; şehit olan bazı insanların bedenlerini bile rahat bırakmadıklarıydı.
Ağaçlardan dolayı, aydan gelen beyaz ışınlar üzerimizde silik bir aydınlık oluşturuyordu.
Osman koluyla gözünü silip ciddi haline büründü, "Burada ki girişe gitmemiz çok tehlikeli. Belki giderken yakalanırız ya da kasabanın yeri ortaya çıkar. Ondan dolayı ilerde köy var, oraya gidelim. Şimdi sen önden eğilerek kırmızı yapraklı ağacın oraya geç." dedi ben de başımı salladım.
Eğilerek kırmızı ağacın oraya geçtim. Sonra ise Osman yanıma geldi. O bana işaret etti ben de ilerledim. Sonra o benim yanıma geldi. Böyle yaparak hem beni hem de kendini koruyordu. Bir süre sonra o zaten benim önüme geçti. Hızlı ve bir o kadar tedbirli adımlarla yürüyorduk.
Ormanın içinden bir ses gelse hemen yere çöküp bir iki dakika etrafı kolaçan ettikten sonra tekrar yolumuza devam ediyorduk.
Ormanın derinlerine ilerledikçe ağaçların sık olması gökyüzünü kapatıyordu. Dikkat çekmemek için ışık bile yakamıyorduk. Hatta bir ara az kalsın tuzağın içine düşecektim neyse ki Osman beni kolumdan tutup çekmişti.
Güneşin doğmasıyla ormandan çıkmıştık. Buradan bakınca ilerde bacası olan evler görünüyordu. Aslında daha hızlı gelirdik lakin temkinli ilerlediğimiz için biraz geç kalmıştık.
Ormandan çıktıktan sonra eğile eğile yürümeye başladık. Hatta o da olmadı ayçiçeği tarlasının içine girdik. Etrafta sarı ton hakim olduğu için siyah giyinen yani beni karşıdan bakan birisi görmesi an meselesi olabilirdi.
"Bu köyde Müslüman ağırlıklı insanlar kalıyor. Burayı arada sırada kontrol ederler ama biz yine de elden tedbiri bırakmayalım." dedi. Ben de sessizliğimi bozmayıp devam ettim.
Ayçiçek tarlasının sonuna gelmiştik ama çıkmamıştık. Tarla bazı evlerin bitişiğinde bitiyordu. Lakin etrafta hiçbir insan sesi duyulmuyordu ve etrafta burnumun hiç duymadığı keskin iğrenç bir koku hakimdi.
"Sen burada dur, ben etrafı kolaçan edeyim." deyince hemen onun sözünü kesip, "Hayır, bir tuhaflık olduğu kesin birlikte gidelim." diye yanıtladım.
Osman endişeli ve sinirli gözlerle etrafa bakmaya başladı. Ondan bir şeyler sezince, "Aklından ne geçiyor?" diye sordum. Elindeki silahı daha kuvvetli tutarak:
"İnşallah aklımdan geçenler beni yanıltır." dedi. Sinirli sesinin altında, gizlenen üzgün hisler sezdim.
Ortaya serdiği tavrı beni de tedirgin etmişti. Ama bismillah deyip evin arkasına geçip duvarına yasladık.
Osman duvarın bir ucunda ben de Osman'ın her ihtimale karşı verdiği el tabancasıyla, duvarın diğer ucuna doğru ilerledim. Başımı usulca eğerek etrafa baktım. Gördüğüm şeyin şokuyla kalakaldım. Bunları göreceğime bu gözlerim ama olsaydı diye içten geçirdim. Elimi ağzıma götürüp akan gözyaşlarıma engel olamayarak kendimi bıraktım. Yanıma gelen Osman'ın kısık sesiyle ona kulak verdim.
"Meyra sakın bakma. Başını sakın yerden kaldırma! Yaşayan var mı diye kontrol etmemiz lazım." dedi yatıştırıcı ses tonuyla, ama benim gördüğüm manzara aklıma çoktan yer edinmişti.
Ahırın kapısına çivilerle sabitledikleri adamın yüzünü nasıl unutabilirdim. Bir de alay edercesine gülümsemesi için yanaklarının iki tarafını da yukarı doğru çivilemişlerdi.
İşte şimdi savaşın ne kadar iğrenç bir şey olduğunu görmüştüm. İşte bir insanın ne kadar vahşileşebileceğini o gün anlamıştım.
Derin derin nefes alarak ilerlemeye başladım. Köy resmen sessizce ölüme terk edilmişti. İlerledikçe daha kötü oluyordum. Etrafta ki keskin koku midemi tetikliyordu.
Osman hızlı bir teknikle evin içerisine doğru girdi. Ben de onunla girdim. Girdiği kapıdan ben de peşine girecektim lakin önüme geçti.
"Burada bir şey yok çıkalım." dedi sinirle, vücudu kapıyı kapatsa da içerideki vahşete bir kez daha şahit olmuştum. Uyurken öldürülmüş bir aile yatıyordu. Aklıma sadece şu soru geldi. Bu kadar vahşileşecekleri kadar biz onlara ne yapmıştık?
Köyün meydanına gittiğimizde kendimi tutamayıp midemden yükselen sıvıyı boşaltmak için yandıktan sonra kömür olan at arabasının yanına çöküp kusmaya başladım.
Ölmüş olan insanların gözlerinde ki umutsuzluğu görünce tekrar kustum. Hamile olan bir kadının karnının yarılıp bebeğinin çıkarıldığını görünce tekrar kustum. Yarı çıplak genç kızların hallerini görünce tekrar kustum. Yüzü gözü kan içinde kalmış erkeklerin yüzünü görünce tekrar kustum. Ben burada bu vahşiliği yapan insanlara kustum. Ne gerek var savaşa diyen bizden olan insanların yüzüne kustum.
Kendimi biraz toparladıktan sonra Osman'ın bana uzattığı matarayla ağzımı çalkalayıp yere boşalttım. Osman üzgünce, "Çıkalım buradan bir tane yaşayan bırakmamışlar. İleride demir yolu var. Oradan belki birinci çıkış noktasına gidebiliriz." diye yanıtladı.
“Buradaki insanları bu şekilde mi bırakacağız?”
“Başka çaremiz yok. Acele etmeliyiz.”
Bana cevap verirken başını topraktan kaldıramamıştı.
Silahını kavradığı gibi hızlı adımlarla buradan çıktı. Onun bu kadar soğukkanlı davranması dikkatimi çektiği için ona soruyu sordum.
"Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorsun?"
"Aynı şeyler benim başıma da geldi de ondan." dediğinde sustum.
Ben evimde gerile gerile yatarken, din kardeşlerim bu gibi acıları yaşıyordu, onlardan kötü bir haber geldiği zaman biraz üzülüp sonra hayatımıza devam ediyorduk. Ya da onların nasıl davranması gerektiğini çerez yerken tartışıyor küstahça yorumlarda bulunuyorduk. Yazık bize gerçekten çok yazık!
"Savaş bile yokken nasıl böyle bir şey yapabiliyorlar? Yani yapmasınlar yine de..."
Yoldan gözünü ayırmadan cevap veren Osman’ı pür dikkat dinliyordum.
"Savaş patlak vermek üzere de ondan."
"Nasıl?"
"Burada ki Müslümanları yavaş yavaş silmeye başladılar. Ordu için ise asker ve mühimmat toplamaya başladılar."
Gördüğüm manzara karşısında silmek bu mu diye isyan bayrağını çekmiştim. Ne kadar Müslüman kalmıştı da yavaş yavaş siliyorlardı!
"Onu duymuştum. Lakin demek istediğim şey tüm dünyanın gözü önünde nasıl böyle rahat davranıyorlar?"
"Tüm dünya mı?" dedi gülerek sonra devam etti. "Dünyayı, onların ellerine teslim eden kim bir düşün." dedi ve yürümeye devam etti. Söylediği cümleden çıkarılacak o kadar mesaj vardı ki, ondan dolayı kendimden utanarak susmayı tercih ettim.
...
Çantamızda güç toplamak için aldığımız yiyecekleri yedik, Osman ileride nöbet tutarken ben de namazımı kıldım. Sonra ise o namazını kıldı. Ve yola devam ettik.
Üzerime öyle bir yorgunluk çökmüştü ki günlerce uyusam sanki geçmeyecekti. Dayanamıyordum. Zalimin bu kadar güçlü olmasına tahammül edemiyordum. O sırada daha önce okuduğum bir Hadis-i Şerif kulaklarımı çınlattı.
Rasulullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu. "Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zâlime zifiri karanlık olacaktır." (Müslim, Birr 56)
Zalimin elbet sonu kötü olacaktı. Ama içim zalimin sonunu hem bu dünyada hem de öteki dünyada görmek istiyordu.
Bir süre Osman ileride ben onun iki adım gerisinde yürürken onun komutu ile kendimizi korumaya almak için Osman önden, ben ise ona sırtımı dönmüş bir şekilde etrafa baka baka gitmeye başladık. Arkamda bıraktığım uzak köyün dumanlarına gözüm gitse de kendimi toparlayıp etrafa odaklandım. Osman'ın durmasıyla sırtım onun sırtına çarptığı için irkilerek arkamı döndüm.
"Eğil!"
Kısık çıkan sesle eğildim. Onun baktığı yere baktığım da demir yolunun üzerinde durmuş bir tren gördüm. İçinde birileri olabilir diye durduğumuzu anlamıştım. Birkaç dakika bekledik ama bir hareketlilik görememiştik.
"Neden bekliyoruz? Galiba kimse yok."
"Pusuya yatmış olabilirler." dedi ben de ona, "Neden demir yolunda pusuya yatsınlar yani yolun ortası ne de olsa?"
Tren yolundan gözlerini ayırmadan tetikte bekleyerek, "Çünkü biz burada onlarla çok çatıştık. Ondan dolayı pusu kurmuş olabilirler." dedi.
Bazen onu çok sıktığımı düşünüyordum ama durduk yere yapmıyordum. Sadece merak...
Yarım saat kadar daha bekledik. Sabrım yavaş yavaş tükense de Osman daha iyi bildiği için sesimi çıkarmadan bekledim. Sonunda duyduğum sesle çömeldiğim yerden vücudumu eğerek doğruldum. Ayaklarım çömeldiğim için uyuşukluk hissi vermeye başlamıştı.
"İlerleyelim ama yavaş!"
Onu arkasından eğilerek takip etmeye başladım. Arada arkamı dönüp kolaçan etmeyi unutmuyordum. Trene on adım kala durduk. Osman yerden koca bir taş alıp kapalı olan vagonlara fırlattı. Ben neden böyle bir şey yaptı diye düşünmeye kalmadan içeriden zayıf çıkan sesler gelmeye başladı.
"Yardım edin! Yardım edin!"
O anki dikkatimiz dağılınca hızlıca oraya koştuk vagonların kapaklarını sürgüden çıkarıp açtık. İçeride yığınca insan vardı ama bunlarda sadece on tanesi güçsüzce kendini dışarıya attı. İçeriden gelen kokuyla Osman ve ben geri çekildik. Hızlıca başörtümü önüme siper ettim. İnsanlar etrafa bakarak sadece, "Kaçın kurtarın canınızı!" bağırmaya başladı. Trenin içinden çıkan bazıları kaçarken bazıları trene bakarak ağlamaya başladılar. İçeriye bakacaktım ki Osman beni durdurdu.
"Bakma, açlıktan ölmüşler." dedi.
Bunlar nasıl insanlardı? İçimde o kadar büyük bir öfke oluşmuştu ki intikam duygum daha çok harmanlanmaya başladı.
"Çok tuhaf neden treni burada bıraksınlar?"
Osman cümlesini bitirmeden nereden geldiğini anlamadığım ateş sesleri, çalılığa koşan insanları avlamaya başlamıştı.
Trenin hemen arka vagonunda yerimizi aldık. Elimde hazır tuttuğum silahın emniyetini kaldırıp sıkıca tuttum. Çok önceden babam bana silah kullanmayı öğrettiği için içimden ona ayrı bir teşekkür ettim. İleride gizlenmiş mısır tarlasında, taramalı ile ateş ettiklerini gördüm. Ama ya gerçekten bunlar iyi bir gözcü değildi ya da bilerek bizi tuzağa düşürmüşlerdi.
"Mısır tarlasından geliyor."
Diğer vagona siper almış Osman'a bağırdım. Arada sırada oraya ateş etsem de onları bir el tabancasıyla indirecek kadar tecrübeli değildim. Osman'da elinde olan tüfekle ateş ediyordu. Etrafta barut ve keskin insan ölü kokusu vardı. Sese kulak verdiğimde koca araziyi kurşun ve insan çığlıkları doldurmuştu.
"Baş edemeyeceğiz. Arka tarafa doğru ilerleyelim."
Osman'ın dediklerine kulak verip bizimle birlikte saklanan birkaç kişiyle trenin arkasına saklandığımız yerden ilerlemeye başladık. Lakin çalılıklardan üniformalı askerler çıkınca silahlarımızı birbirimize doğrulttuk. İçimden şehadet getirmeye başlamıştım. Bu artık benim için alışkanlık olmuştu.
"Hiçbir yere kaçamazsınız bırakın silahlarınızı." dedi içlerinden birisi, lakin yanımızda duran üç kişiden ikisi kaçma teşebbüsünde bulunca kafalarına sıkıp onları öldürdüler.
Kafataslarından sıçrayan kan özgürce toprakla harmanlanırken, elbette yapılanların bedeli olacağını zalime fısıldadılar.
Sinirden dolan gözlerimi ona diktim. Sonra Osman'a baktım. O benden daha tecrübeli olduğu için bir komut bekliyordum.
"Silahınızı indirin güzel bayan." dedi aynı ses. Senin o dilini kesmek isterdim lakin vahşi değilim. Allah'ım medet!
Osman ani bir hareketle ateş etmeye başlayınca ben de kurşunların kime gittiğini bilemeyerek ateş ettim. Ta ki Osman'ın benim önüme geçip siper oluncaya dek. Üzerime yığılan Osman'ı tuttum. Ama nafile beraber yere düştük. Hızlıca elimdeki silahımı bırakıp göğsünde ve bacaklarında açılan kurşun deliklerine baktım. Elimle bir kaçına bastırsam da Osman çoktan ağzından kanlar bırakmaya başlamıştı.
"Hayır Osman hayır. Lütfen Allah'ım lütfen." Gözyaşlarıma engel olamayarak ağlamaya başladım. Başıma geleceklere değil, önümde daha fazla insanın can çekişine şahit olmamak istediğim için ağladım.
"Eş..he.."
Osman'ın şehadet getirmesine bile fırsat vermeden kafasına sıkınca, onun kanı yüzüme gelmişti. Şaşkınlık içerisinde girdiğim şokla çığlık atmaya başladım. Ben kendimden geçmiş bir şekilde ağlayıp bağırırken kulaklarımda sadece gülme ve alay sesleri dolduruyordu. Böyle davranmak istemezdim. Uzaktan anlatıldığı gibi yorumlamak, ben olsam şöyle yapardım, demek isterdim. Ama hiçbir şey başa gelmediği sürece anlaşılmadığını tekrardan anladım.
Ellerim dizlerimi döverken içimdeki acıyı adeta tarif ediyordu. Bir tarafım güçlü ol derken diğer tarafım gördüğüm şeylerin son noktası olan Osman’da patlamıştı. Kendimi toparlamalıydım. Ya burada ölmeliydim. Ya da ölmeliydim. Yoksa ölüm kadar temiz olmayan şeyler başıma gelebilirdi.
Ani bir hareketle yana bıraktığım silahla Osman'ın kafasına sıkan adama, hızlıca tuttum. Adam gülmeyi kesip gözlerini iyice açarak bana baktı. Dişlerimi sinirden sıkarken gözyaşlarım sinirden akıyordu. Gözlerimi kırpmadan adama bakıyordum. Tetiğe tam basacaktım ki boynumda hissettiğim acıyla kendimi zifiri karanlığa bıraktım.
...
Yüzüme değen ıslaklıkla ve nefes almakta zorlandığımdan hızlıca gözlerimi açıp derin derin nefes almaya çalıştım. Ama kendime gelemeyerek öksürmeye başladım. Nerede olduğumu anlamak için etrafıma göz gezdirirken bilmediğim bir yerde olduğumu anladım.
Betondan yapıldığı belli olan, penceresi olmayan bir odada olduğumu anladım. Yere yatırıldığım için hızlıca kendimi toparlayıp sırtımı duvara yasladım. Göz kareme, sarı dişleri olan kırklı yaşlarında gözüken, tanımadığım bir varlık bana bakarak gülüyordu.
"Fena değilsin. Eğer istediğimiz cevapları verirsen seni ödüllendiririm." diyince yüzüne hızlıca tükürdüm. O ise gülümsemesini silip, eliyle yüzünde ki tükürüklerimi sildi. Sonra tekrar bana bakarak gülümsedi ve hızlı bir hareketle yüzüme tokadı yapıştırdı. Yere düşen yüzümü eliyle kavrayıp ona bakmamı sağladı.
"Nerede saklanıyorsunuz?" diye bağırarak sordu. Ben ise ellerim yardımıyla ondan ağzımı çektim. Ve ona, "Bu bir oyun ve iyi saklanan kazanır." diye yanıtladım. Bu sefer yaralı sardığım kolumu hızlıca tutup sıkmaya başlayınca çığlık atmamak için dişlerimi sıktım. Burnumdan derin derin nefes almaya başladım.
Merhametsizlere aciz tarafını göstermek yasaklanmalıydı. Bedenim acı çekmeyi kendine yasaklamalıydı.
"Demek benimle oyun oynamak istiyorsun iyi o zaman ben de seninle oynayacağım." dedi ve tuttuğu kolumu çekiştirerek beni ayağa kaldırıp peşinden sürüklenmeye başladı.
Kapıdan çıktığımızda önceki çıktığımız odaya nispet yerde ki kırmızı halı ve duvarda ki ahşaplar dikkatimi çekmişti. Etrafta bir sürü asker vardı. Beni bir kez daha kendine doğru çekince kolumun acısına dayanamayıp ona tekme attım. O ise sadece sendeledi, sonra bırakmadığı kolumu daha çok sıkarak kendine çekip yapıştırdı. Adamla bu kadar yakın olmak midemi alt üst ederken o durmadı:
"Oyunu daha da cazip kılıyorsun ha tatlım." dedi gülerek.
Ona olan yakınlığımdan tiksinerek ondan uzaklaşmak için çırpınmaya başladım. Beni çekiştirip merdivenlere yöneltince başıma kötü bir şey geleceğini anladığım için korkuluklara yapıştım. Sol kolumdan çekip canımı acıtsa da bırakmadım. Kolumu bırakıp başörtümü çekiştirmeye başlayınca saçım açılır korkusuyla bu sefer ellerim başıma gitmişti. Hızlıca beni kollarımdan tutarak sürte sürte katı çıkarttı. Ben tekrar aşağı inecektim ki beni başımdan kavrayıp durdurdu.
"Serap Hanım bize güzel bir oda hazırla!" dedi sinsice gülerek.
İlerlemeye başlayınca geriye kayan başörtüm daha fazla açılmasın diye ben de onunla ilerlemek zorunda kalmıştım. Beni birden ortaya atınca mor olan halıyla yüz yüze geldim. Başımı kaldırdığımda önümde uzun bir koridor ve her bir aralığında kapı vardı. Etrafıma dönüp baktığımda birkaç kızla göz göze geldim.
Üzerlerin de yarı çıplak kıyafet, saçları yapımlı ve yüzleri makyajlı. Lakin yüzlerinde belirgin morluklar makyaj kapatmaya yetmemişti. Işıltılı kıyafetleri mutsuzluklarını perdelememişti. Kızların birisini, asker alıp koridorun oraya götürmeye başladı.
İnsan yürürken bile ruhu can çekişir miydi? Çekişirdi işte ben o kızda onu gördüm. Attığı her adımda sanki başından aşağı çaresizlik akıyordu. Bir odanın kapısını açıp ikisi birlikte girdiler. Ve acizlik bir kabuğa çekildi.
Başımdan kaynar sular dökülmüştü. Duyduğum o bağırış ve inleme sesleriyle daha da derine batmak istedim. Yok olmak istedim. İnsan başına bir şey geldiği zaman, karşıdakinin acısını işte o zaman anlarmış. Ben şimdi anlamıştım. O odalardan birine girmektense ölmeyi yeğlerdim.
Hızlı bir hareketle kalkıp merdivenlere doğru koşmaya başladım. Arkamdan bağıran adamı ve benim peşimden gelen adım seslerini es geçip merdivenlerden inmeye başladım. Ta ki karşı taraftan hızlıca merdivenlere çıkan Üzeyir'i görene kadar...
Gözlerim tekrar okyanuslara denk gelmişti. Ben onu öldü bilirken adam sapasağlam karşımdaydı. Bu duruma sevinsem mi yoksa onun bu bina da olduğu için sinirlensem mi bilemediğim için şaşkınlık içinde kalakalmıştım orada, ne o gözlerini çekiyordu, ne de ben ondan. Ettiğim tövbeler, bana eyvallah çekmiş gidiyordu.
Kollarımı tutup beni hızlıca gerisin geri yukarı çeken iki pislikle anın büyüsünden çıkıp, çırpınmaya başladım. Merdivenlerin başından Üzeyir'e ümitle baktığım da sakince ellerini ceplerine koyup merdivenlerden çıktığını görünce kalbim bir kez daha yerle bir oldu. Yanımdan geçip gitti. Canımı en çok acıtan, başıma burada geleceklere değil kalbimin verdiği hayal kırıklığına, ağlamaya başladım.
"Buradan çıkış yok!" dedi.
Karşımdaki insan sınıfına girmeyen nesne, Üzeyir'e asker selamı vererek rahat pozisyonu aldı.
"Hazır odanız."
Şen şakrak sesiyle kadına döndüm. Şu an burada ki adamları değil ilk onu öldürmek istedim.
"Siz ister misiniz?" dedi Üzeyir'e kur yapan kadın. Adam beni yaralı kolumdan tutarak koridora doğru sürüklemeye başlayınca, hıçkırıklarımın ardı arkası kesilmiyordu. Ağlamak istemiyordum ama olmuyordu!
"Dur asker. O kızı istiyorum." diye yanıtlayınca kolumdan tutan adam anice Üzeyir'e döndü. Ben de ona tiksinerek bakmaya başladım.
Ne yani bana o mu! Allah'ım Allah'ım lütfen!
Yazdığı mektupların satırları teker teker aklıma gelince daha çok ağlamaya başladım. Hiçbir zaman herkesin içinde acınacak şekilde ağlayacağımı düşünmemiştim. Ama işte bazı şeyler bizim elimizde olmayabiliyordu.
"Ama komutanım..."
Kolumu daha çok sıkan adamın sesi sinirli çıkmıştı. Üzeyir ise gayet sakin bir ses tonuyla, "Bana karşı mı gelmek istiyorsun?" dedi. Adam sinirle bana bakarak setçe kolumu bırakarak, Üzeyir'e asker selamı verdi ve merdivenlerden inmeye başladı.
"Hangi oda?" diye sorunca bu kez kendimi öldürmek istedim. Ben bu adamı neden sevmiştim?
"Sağdan dördüncü efendim." dedi ismi Müslüman olan Serap denen şirret kadın!
Bana doğru gelen Üzeyir'i görünce ayaklarımın feri kesilmişti. Ellerim ile bedenimi geriye doğru sürüklüyordum.
"Yemin ederim seni öldürürüm!"
Adımları kesilmeyen adama haykırdım.
O ise durmadı yanıma geldi. Ona vurmaya başladığım kollarımdan tutup beni koridorda yerlerde sürtmeye başladı. Çığlığım bütün binayı sarsıyordu. Ama bu çığlığım en çok kalbimden geliyordu. Bir kolumu bırakıp kapıyı açmak için uzanınca, ona doğru dönüp hızla yüzüne tokadı yapıştırdım. Yere düşen şapkasına aldırmadan saçından tutup çekmeye bir yandan da tekmeler savurmaya başladım.
"Bir dursana!" diye bağıran Üzeyir'e, "Geberteceğim seni!" diye haykırdım. Zar zor sırtımı göğsüne yaslayarak kollarımı çaprazlayıp, tuttu. Beni odanın içerisine doğru sürüklemeye başlayınca bacak arasına tekme atmak için çabalasam da kendini geri tuttuğu için tutturamıyordum. Beni hızlıca yatağa fırlatıp, kapıya doğru gitti. Ben de kendimi hemen toparlayıp kapıya doğru koştum. Elinde düşürdüğü şapkasını almış. Kapısı kapatılmış odanın girişinde, yüz yüze geldik.
Üstüm başım hengame de mahvolmuştu. Başörtüm ve feracem de yırtıklar vardı. Başörtüm geriye kaymıştı. Kurşun yarasından dolayı yaralanmış olan kolum, darbeler yiyen vücudum, yüzüme atılan tokat yerleri feci bir şekilde ağrısını hissettirmeye başlamıştı. Ağlamaktan kızarmış olan ve içimde ki duyguları; sinir, öfke ve tiksinti yansıtan gözlerle ona baktım.
Hüzünlü kalbimin üzerine bir set çektin. Çektiğin setin adını, hayal kırıklığı koydum.
ŞİMDİKİ ZAMAN
"Ooo kızım sesleniyoruz bir türlü duymuyorsun?"
Babamın sesiyle uzandığım yataktan hızlıca kalktım.
"Ne oldu sana?" diye sordu. Neden bahsettiğini anlamam çok uzun sürmemişti. Yanaklarımda kurumaya yüz tutmuş gözyaşlarım ve bir elimde ki peçeteyle babamı meraklandırmıştım.
"Günlüğü okuyordum." diye yanıtladım. O ise duruşunu bozmadan, "Daha bitmedi mi o?" diye sordu ben ağzımı açmadan babamın hemen yanında biten kardeşim, "Aman baba sanki ablamı bilmiyorsun. Yazıların içine girmeyi seviyor. Orada kadın ormana gittiğini yazıyor. Ablam ise, kendi kafasıyla ormana giriyor. Hatta bir ara odasına girdim. Günlüğe okumak yerine uzaklara dalmış düşünüyordu. Kız resmen kendi kendine betimle kurup içinde kayboluyor." dedi ve gülmeye başladı. Ben ise burnumu mendille silip ona gözlerimi devirdim.
"Bu olmamış baba!" dedi gülmeye başlayınca az önce ki şeye gülen babam, şimdi ciddileşmiş bir şekilde Eyşan'a bakınca gülmemek için zor tuttum kendimi. Eyşan ise durumu fark edince utanarak, "Neyse ben hazırlanmaya gideyim." dedi ve çıktı.
"Ne hazırlanması?" diye sordum. Babam ise:
"Alışveriş, bir de evde kız olacaksınız dolabı açtım hiçbir şey yok." dedi sitemkar ama altında yatan sevimli ses tonuyla.
"Biraz sonra gitsek." dudağımı büzerek, günlüğümü ona gösterdim. O ise dediğim dedik olduğum düdük olduğu için, "Sonra hadi." dedi ve odamı kapatarak gitti. Günlüğün son yerini okumak için tekrardan açıp okumaya başlamıştım ki babamın sesini duyduğum da kalkıp hazırlanmaya başlamak zorunda kaldım. Çünkü bana, "Gelirsem o günlüğü yırtarım. Çabuk!" demişti.
Hızlıca kalkıp, hemen feracemi giyip geniş siyah başörtümü örttüm. Masanın üzerinde şarjda olan telefonumu aldım. Ekranı açtığımda hiçbir bildirim gelmediğini gördüm.
Dün bana kamelyanın oraya gelmemi ve bana gerçekleri anlatacağını söyleyen Samuel'in yanına gitmemiştim. Bana helal olmayan birisiyle kuytu köşede buluşmayı geç, buluşmam bile doğru değildi.
O ise bana hiçbir bildirim göndermemişti. Belki de hiç oraya bile gitmemişti. Kafamı daha fazla meşgul etmesine izin vermeden merdivenlere yöneldim.
...
Koca bir alışverişten sonra evin yolunu tutmuştuk. Ben etrafı incelerken, Eyşan telefonuyla uğraşıyor babam ise birisiyle konuşuyordu. Fazla süren telefon konuşmasını merak edip, "Kiminle konuştun?" diye sordum. O ise bana bakıp bir şey hatırlamışçasına döndü.
"Hay aksi ya!" dedi.
Soru dolu gözlerle ona baktığımı gören babam, "Dünkü oğlan Samuel, cüzdanını bizim evde unutmuş. Şimdi de Mehmet aradı acil inşaata çağırdı." dedi. Ben yine anlamayan bir ifadeyle ona bakınca:
"Ya hû Mehmet amcan yok mu mühendis olan ondan bahsediyorum. Ben tayinimi buraya aldırınca o da aldırmıştı. Yeni bir proje varmış. Bana ihtiyacı varmış onun yanına hemen gitmem gerekiyordu." diye yanıtladı.
Babama 'Sen ne ara bunları yaptın?' sorusunu sormak, bir evladı olarak millet tarafından yüzüme tükürülmek olduğu için böyle bir soruyu sormayı es geçtim. Arabayı yolun köşesinde durdurunca babama tekrar döndü gözlerim.
"Sizi ben burada indireyim." dedi arabanın gözüne uzanarak siyah erkek cüzdanını eline aldı. İleride ki seyrek ağaçların olduğu yeri işaret ederek.
"Eyşan ve sen bu cüzdanı Samuel'e götürün. Oğlan bana o kadar yardım etti. Parasız kalmasın. Evi bak şu seyrek ağaçları geçince orada..." lafını bitirmeden.
"Hayır baba ya kaybolursak. Hem etrafta o kadar olay var." dedim itiraz ederek.
"Endişelenmeye gerek yok orman da bile devriye geziyorlar. Kaybolmazsınız gittim ben gördüm orayı, hadi beni konuşturma bekletmeyeyim Mehmed'i. Hadi Eyşan. Alooo!" dedi son cümlesinde bağırarak. Ben ise yüzümü asarak arabadan indim. Kulaklığı kulağından çıkarıp bana soru dolu işaretlerle bakan Eyşan'a elimde ki cüzdanı göstererek.
"Bunu sahibine teslim etmemiz gerekiyormuş." Bıkkınca çıkan sesimle cevap verdim. Babama Samuel'in kötü biri olduğu söylememenin hatasını şimdi çekiyordum.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |