45. Bölüm

K5

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

OY VE YORUMLARINIZLA DESTEK OLURSANIZ SEVİNİRİM.

INSTAGRAM, TİKTOK VE YOUTUBE'DAN TAKİP ETMEK İSTERSENİZ; @MİSTYVİBE3

 

DAHA FAZLA KARAKTER TANITIMI VİDEOSU İÇİN INSTAGRAM VE TİKTOK;

@MİSTYVİBE3

 

“Ben her zaman seninle sınansam da yarattığın o tatlı alevde boğulmak istiyorum. Ruhumu ezbere bilen ruhunun eşsiz alevinde.” — Dante Corvo

Dante

Lucia... O zehirlenme anı hâlâ zihnimin derinliklerine kazınmış bir lanet gibi duruyordu. Aklımı yitirmeme ramak kalmıştı. Üç gün boyunca yoğun bakımda kaldı, gözlerini ancak iki gün önce açabildi. O süre boyunca beklemek... anlatması imkânsız bir cehennemin ortasında yanmak gibiydi. Saatler değil, adeta bir ömür geçiyordu başucunda.

Son iki gündür başucundan hiç ayrılmadım. Zamanın akışı, hastane duvarlarında sessizce eriyip giderken ben, onun nefes alışverişine tutunarak ayakta kaldım. Uyanmıştı. Gözlerini açtığında, karanlığın içinden bir ışık süzülür gibi olmuştu. Şimdi daha iyiydi. Ama ben... hâlâ enkazın altındaydım. İçimde, bir şeyler kırılmıştı — görünmeyen, sessiz bir çöküş gibi.

Yine de onu yaşarken görmek… göğsünün usulca inip kalktığını izlemek… Bu dünyada hâlâ savaşacak bir nedenim olduğunu fısıldıyordu kalbime. Dün gece Amy yanıma geldi. Sesi yumuşaktı ama kararlı: “Gidip biraz uyumalısın, Dante.” İtiraz ettim. Elbette. Onu bir saniye bile yalnız bırakmak düşüncesi, içimi ürpertti. Ama sonunda teslim oldum — çünkü ayakta kalmanın yolu, bazen geri çekilmekti.

Eve gitsem de uyuyamadım. Zihnim, olasılıkların dikenli yollarında dolanıp durdu. Ama en azından bir duş aldım. Su, üzerimde biriken kaygıyı söküp atmasa da, düşüncelerime biraz berraklık kattı. Sonra… olması gerekeni yaptım. Güvenlik açığıyla ilgili soruşturmaları başlattım. Bu bir başlangıçtı. Onu koruyamamıştım belki ama şimdi, onu yaralayan adamı yok etmek için her şeyi yapacaktım.

Sabaha karşı, şafağın gri solukluğunda, elimde her şey vardı. Tüm parçalar nihayet yerli yerine oturmuş, sessiz bir kesinlikle tablo tamamlanmıştı.

Eduardo’nun gönderdiği adamı yakaladım.

Şimdi karşımda oturuyordu. Soğukkanlı, sakin. Ama bu sadece bir maske. İyi eğitilmiş bir asker olduğu belliydi. Fakat ölüm... Ölümün soğuk nefesi herkesin iliklerine işlerdi. En cesurların bile.

Herkesi dışarı çıkardım. Odaya sessizlik çöktü. Geriye yalnızca Cortez ve Christian kaldı.

Sorularım vardı. Her biri içimde yankılanan birer yara gibiydi. Ama cevaplar... onlar artık önemsizdi. Çünkü ne söylerlerse söylesinler, hiçbir kelime Lucia’ya yapılanları silemezdi. Onun burada oluşu bile bir itiraftı. Sessiz, soğuk ve inkârı mümkün olmayan bir suçun bedeliydi. Onun burada oluşu, Lucia’ya yapılanların cezası olacaktı — yaşayan bir kefaret gibi.

Gözlerinin içine baktım. Masaya bir adım yaklaştım.

“Umbralardan biri misin?” dedim.

“Farklı bir birimde eğitim alıyoruz,” diye yanıtladı.

Başımı hafifçe eğdim. “Demek öyle.”

Ceketimi çıkardım, yanımdaki sandalyeye bıraktım. Soğukkanlılığımı koruyordum ama içimdeki fırtına her an taşmaya hazırdı.

Hayatta her şey bir sebep-sonuç ilişkisine dayanır. Nedenler, sonuçlara; etkiler, tepkilere dönüşür. Ama benim için tek bir istisna vardır: Eğer biri sevdiğim birine zarar verirse, mantık ya da vicdan susar. O zaman, bedel en ağır şekilde ödenir.

Adam dudaklarını kıpırdattı. “Beni korkutamazsın, Dante Corvo.”

Gülümsedim. O sahte cesareti görebiliyordum. Yavaşça ona doğru yürüdüm. Masanın önünde durdum, eğildim.

“Emin misin?” dedim fısıltıyla.

Bakışlarımdaki karanlığı gördüğü an gözleri irkildi. Boğazı kurudu, fark ettim. Yutkundu. “Eduardo’ya benziyorsun,” dedi.

Babamdan söz ediyordu. Dışarıdan bakıldığında, evet... ona benziyordum. Aynı kemik yapısı, aynı duruş. Zaman zaman, aynaya baktığımda onun siluetini kendi yüzümde yakalayabiliyordum.

Ama gözlerimiz... işte orada yollarımız ayrılıyordu.

Onun gözleri dipsiz bir kuyuydu — karanlıkla yoğrulmuş, içinde yankılanan hiçbir sesin geri dönmediği bir boşluk. Soğuk, hesapçı ve içe dönük bir şiddet taşırlardı. Benim gözlerimse... başka bir savaştan çıkmaydı. Onlar da karanlık görmüştü, ama içinde kalmamıştı. Işığa ulaşmak için çırpınan, acıyla bilenmiş ama hâlâ insana ait bir şey taşıyan gözlerdi.

Aynı çizgilerde doğup bambaşka izler bırakmış iki hayat.

“Belki,” dedim. Sonra dudaklarımda acı bir gülümsemeyle eğildim. “Ama onunla aramda büyük bir fark var. Ben intikam için asla beklemem.”

Doğruldum. Başımı çevirmeden elimi kaldırdım. Cortez yaklaştı. Elinde küçük bir bardak. İçinde Lucia’ya verilen zehirin aynısı. Adamın gözlerinde ilk kez bir kıpırdanma oldu. Ölümü kabullenmek kolay değildi. Hele onu gözlerinin içine bakarak beklemek...

Cortez bardağı dudaklarına dayadı. Adam kıpırdamadı.

“İç,” dedim sertçe.

Göz göze geldik. Bakışlarında bir kırılma oldu. Dudaklarını araladı ve bardağı tek yudumda boşalttı. Ağır adımlarla sandalyeme döndüm, ceketimi aldım. Cortez ve Christian kapıya yöneldiler. O sırada, boğuk bir sesle arkamdan seslendi.

“Cehennemin dibine git, Dante Corvo.”

Durakladım. Omzumu hafifçe ona çevirdim. Geriye döndüm ve gözlerinin içine baktım. Dudaklarımda bir gölge gibi beliren o soğuk ifadeyle konuştum.

“Ben zaten hep oradayım.”

Kapıyı açtım. Cortez ve Christian’la birlikte çıktık.

Arabaların önünde Cortez’e döndüm. “Bana ihtiyacın var mı?”

Başını iki yana salladı. “Hayır abi, sen Lucia’nın yanına git.”

Christian arkamdaydı. “Ben de seninle geleceğim,” dedi.

Başımı salladım. Herkes kendi aracına geçti.

Ben de... bu cehennemden çıkıp tatlı işkencemin yanına döndüm.

Lucia

Gözlerimi araladığımda, ilk hissettiğim şey ışıktı. Ardından yüzler belirdi. Amy ve Adrian, başucumdaydılar. Konuşmadan, sadece bakıyorlardı. Gözlerinde endişe ve bekleyiş vardı. Kendime gelene kadar kimse konuşmadı. Oysa içimdeki karmaşa, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu. En kötüsü de hâlâ toparlanamamıştım. Kaslarım yorgun, zihnim dağınıktı. Gerçekle hayal arasında bir yerde asılı gibiydim.

“Hayatım lanetli.” Bu düşünce, içimde yankılanan bir hakikat gibi canımı yakıyordu. Bunca şeyden sonra hâlâ burada, nefes alıyor olmak bile garipti. Belki de hâlâ bitmemiş bir hikâyenin içindeydim.

Amy sonunda sessizliği bozdu. “Canım, nasılsın?” dedi. Sesi yumuşaktı ama içinde gizleyemediği bir titrek ton vardı.

Zorlukla, “Halsiz hissediyorum,” dedim. Boğazım kuruydu, sesim neredeyse çıkmıyordu.

Elimi tuttu. Avucumu okşarken gözleri daha da endişelendi. “Geçecek, canım…” dedi.

Adrian eğildi, alnıma küçük bir öpücük bıraktı. “Bizi çok korkuttun, Lucia,” dedi.

İki gün... Sadece silik görüntüler hatırlıyordum. Amy’nin gözyaşları, Adrian’ın endişeli bakışları. Dante ve Carlo’nun hep yanımda oldukları anlar… Christian’la Don Benito’nun sessiz ziyaretleri. Konuştuklarını duymuştum ama hiçbir kelimeyi tam olarak anlayamamıştım. Hepsi sadece bir uğultu gibi kafamda dolaşıyordu.

Dante’yi düşündüm. Gözlerim Amy’ye çevrildi.

“Dante nerede?”

“İşleri…”

Cümlesini tamamlayamadan kapı çaldı. Başımı çevirdim. Christian ve Dante kapı eşiğindeydi. Gözlerim hemen Dante’yi buldu. İçimde bir şey sıkıştı. Göz göze geldiğimizde, her şey yeterince açık hale gelmişti. Bana doğru yürüdü. Yorgundu. Gözlerinin altı mor, yüzü gergindi. Beni kollarına aldığında, o tanıdık sıcaklıkla içimdeki duvarlar biraz daha çözüldü. Korkmuştu, bunu ilk kez bu kadar net hissediyordum.

Dudaklarını nazikçe dudaklarıma dokundurdu. İçimdeki her şey bir anlığına durdu. O, kalbimi en derinden etkileyen tek kişiydi.

“Nasılsın, tatlı işkencem?” diye sordu. Sesi sakindi ama altında derin bir duygu vardı.

“Biraz halsizim,” dedim dürüstçe.

Bileğimi tuttu, nabzımı hissetti. Bu sadece bir kontrol değildi. Bu, bir sahiplenmeydi. Kalbimin atışını hissetmek değil… ona ait olduğumu defalarca kanıtlamaktı belki de. Dudakları alnıma dokunduğunda içimde bir şey çözüldü. Sessizce, görünmeden… ama tamamen.

“Düne göre daha iyisin.”

Ardından Amy’ye döndü, yüzünde ona özgü o kararlı ifadeyle.

“Bu gece yanında ben kalacağım Amy. Sen gidip biraz dinlen.”

Adrian araya girdi, sesi itiraz eder gibi.

“Sen iyi görünmüyorsun. Bu gece hepiniz dinlenin, ben Lucia ile—”

“Hayır.”

Dante’nin sesi, keskin, net ve tartışmaya kapalı bir tonla odayı doldurdu. Kısa bir an için Adrian’a baktım. Dante’nin ne kadar kararlı olduğunu o da fark etmişti. Uzatmadı. Bu gece yanında kimseyi istemiyordu. Sadece beni.

“Yanında ben kalacağım,” dedi bana dönerken. Gözleriyle bir yemin verdi sanki. Sözcüklerin arkasında daha fazlası vardı. Beni kimseye bırakmayacağını fısıldayan bir vaat.

Adrian sonunda geri çekildi. Benden çok Dante’yi izliyordu artık.

“Eşyalarını al, Amy. Eve gidelim.”

Sonra yanıma gelip elimi tuttu. Yumuşak ama güçlü bir dokunuştu.

“İhtiyacın olursa, beni ya da Carlo’yu ara güzelim.”

“Olur Adrian. Carlo’ya selam söyle. Beni merak etmesin.”

Gülümsedi. Ardından Amy ile vedalaştık ve ikisi birlikte odadan çıktı. Christian geride kaldı, elleri yatağın ayak ucuna yaslanmıştı. Aura’sı tıpkı Dante gibi… güçlü, net ve kırılmaz. Gözleriyle beni süzdü, özellikle gözlerime uzun uzun baktı. Ama o bakışlarda bir tek şey vardı: Hüzün.

“Gerçekten dünden daha iyi görünüyorsun, S,” dedi.

Ona gülümsedim. Bu şekilde hitap etmesi bana tanıdık, belki de güvenli geliyordu.

“Sen de can sıkıcı davranmadığın zamanlar iyi bir arkadaş gibi görünüyorsun.”

Dante gülümsedi, ikisi arasında kısa ama yoğun bir bakış alışverişi oldu. Sözcüklere gerek yoktu, birbirlerini anlayan adamlardı onlar. Ardından Christian yeniden bana döndü.

“Ailem de senin için çok endişelendi. Eğer kendini biraz daha iyi hissedersen, yarın seni ziyarete gelebilirler.”

“Elbette Christian.”

“Benden istediğin bir şey var mı?”

“Hayır, teşekkür ederim.”

Başını salladı. Son bir kez Dante’ye baktı.

“Dante, bir şeye ihtiyacınız olursa…”

“Ararım. Bu arada Lucia için istediğim koruma ne zaman gelecek?”

“Sabah burada olacak. Ben seçtim.”

“Bizimkilerden mi?”

“Evet. Adı Fabio. İki yıldır ileri düzey eğitimdeydi.”

“Tamam.”

Christian bana döndü. “Yarın görüşürüz.”

“Görüşürüz Christian. Herkese selam söyle.”

“Olur, S.”

Gülümseyerek dışarı çıktı. O gidince Dante ceketini çıkardı, hareketleri her zamanki gibi zarif ve kararlıydı. Kumaşı sessizce katladı, dolaba astı ve sonra bana döndü. Odaya yayılan sessizlikle birlikte içimde tanımlayamadığım bir kıpırtı oluştu. Bu akşamda farklı bir şey vardı. Belki de eksik kalan her şeyin içinde filizlenen sessiz bir başlangıçtı bu. Tamamlanmamış ne varsa, hepsi sanki bu geceyle birlikte yeniden şekilleniyordu.

“Zaten bir korumam var,” dedim, sesim yumuşak ama kararlıydı.

“Istvan’ın tek başına yeterli olmadığını gördüm,” dedi, yüzündeki ifade ciddiydi. Koruma içgüdüsü, onun damarlarında dolaşan bir içgüdüydü, bazen sevgiyle birlikte zarar da verebilecek kadar yoğun.

“Hayatımla ilgili, hatta direkt beni ilgilendiren konularla ilgili kararları tek başına veremezsin, Dante.”

Gülümsedi. O gülümseme… her şeyi açık ediyordu. Ne zaman inatçı ya da asi bir yanımı göstersem, sanki içindeki aşk daha da büyüyordu. Bana kızmak yerine hoşuna gidiyordu.

“Bana gülme…”

Geri kalan kelimeler dudaklarıma gömüldü. Söyleyemedim çünkü o anda dudakları benimkilerin yerini çoktan almıştı. Öpücüğüyle tüm sistemim alt üst oldu. Başım dönmeye başladı. Beni yakıyordu. Onun varlığı, teni, kokusu… her şeyi fazlaydı.

Kollarımı boynuna doladığım anda öpücük derinleşti. Zaman sanki olduğu yerde dondu. Bu, sadece bir yakınlık değildi; ruhlarımızın olduğu kadar bedenlerimizin de birbirini tanıdığı, tanımaktan öte bildiği bir andı. Onunla her temas, içimde yıllardır eksik duran bir parçanın yerini bulması gibiydi — tamamlayıcı, doğal ve kaçınılmaz.

Monitörden yükselen tiz ses, odadaki sessizliği bir anda parçaladı. Dante hafifçe geri çekildi, ama yüzünde hâlâ sadece bize ait olan o gülümseme vardı — sessizce her şeyi anlatan, kısa ama derin bir anın izini taşıyan bir gülümseme.

Kapı açıldı ve bir hemşire içeri girdi. Suratında görev bilinciyle karışık bir utanç belirdi.

“İyi misiniz, Bayan Lucia?” diye sordu dikkatlice.

“Evet,” dedim, nefesimi kontrol etmeye çalışarak.

Dante tehlikeli ama bir o kadar çekici bir gülümsemeyle ayağa kalktı.

“Benim hatam, dikkat edeceğim.”

Hemşire Dante’ye kısa bir bakış attı, sonra mahcup bir şekilde kafasını eğdi.

“Lütfen efendim, hastamızı heyecanlandıracak bir şey yapmayın. Henüz toparlanma aşamasında ve bu süreçte dikkatli olmalıyız.”

“Elbette. Kusura bakmayın,” dedi Dante, sesindeki sıcaklıkla birlikte hâlâ gözlerini benden ayırmıyordu.

Hemşire, bir ihtiyacım olursa butona basmamı söyledi ve ardından dışarı çıktı.

Dante sandalyeyi yatağa çekti, usulca oturdu. Hayranlığını gizlemeyen o bakışların ardına biraz önceki konuşmanın gölgesi düştü. Gözlerindeki kararlılık yumuşamamıştı.

“Senin hayatın ve zarar görebileceğin durumlar dışında, her şeyin kararını beraber veririz, S. Ama bu iki konuda beni dinleyeceksin.”

“Dante… bana seçme hakkı tanımıyorsun.”

Bakışlarından belli belirsiz bir ifade geçti. “Ya da evime geleceksin.” Gözlerini kırpmadan bana baktı. “Aslında sana karar vermen için bir seçenek sunmuş oldum.”

“Dante… her şeyi kendi isteklerine uygun kılman… gerçekten şaşırtıcı.”

Yüzü bir anda ciddileşti. O tanıdık sertlik ifadesine yerleştiğinde, kalbimde ince ama keskin bir sızı hissettim. Bir şey, içimde bıçak gibi kıpırdadı.

“Seni kaybediyordum, bebeğim,” dedi. Sesi alçak ama sarsıcıydı. “Bu, her şeyi değiştiriyor.”

Bir anlığına içimdeki bütün itirazlar sustu. Bu sözlerin arkasında gizlenen korkuyu anlıyordum. Ona hak veriyordum. O an için onu anlamaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.

“Üzgün değilim. Koruman yarın işe başlayacak ve Istvan’la birlikte bir an bile peşinden ayrılmayacak.”

“Peki, Dante.”

Bakışlarını kaçırdı. Bu onun için nadirdi. Sonra gözlerini yeniden bana çevirdi ve o bakış... tanıdık bir yangını uyandırdı içimde. “Aslında evime gelmeni isterdim.”

Gözlerinde fırtınalar dolaşıyordu. Bir kıyıya vurmak üzere olan dalgalar gibi… göz göze geldiğimizde içimdeki her şey o bakışlarda eriyordu.

“Nasılsa bir gün olacak S. Acele etmemize gerek yok.”

“Kendinden fazlasıyla eminsin.”

“İkimizden de eminim.”

Daha fazla konuşmadık. Konular, henüz yüreğimizin taşıyabileceğinden ağırdı. Dante bir süre telefonuyla ilgilenirken ben yavaşça uzandım. Akşam yemeğim geldiğinde birkaç lokma alabildim. O da yanımda oturup bir şeyler atıştırdı. İlacımı içtikten sonra uykunun beni nasıl ele geçirdiğini hatırlamıyorum. Göz kapaklarım kendi ağırlıklarına yenik düştü.

Gecenin ortasında gözlerimi araladığımda, ilk fark ettiğim şey onun sıcaklığıydı. Dante, yanımdaydı. Bir eli kalçamda, yüzü bana dönük halde uzanıyordu. Uykusu derin değildi, bunu biliyordum. Daima tetikte, daima bir adım önde… ama o anki yüz ifadesi bambaşkaydı.

Sakin. Huzurlu. Nefes alışları düzenli. Dudaklarının kıvrımı hafifçe yukarıdaydı. Uykusunda bile yakışıklıydı ve bu, içimi hem hüzünle hem de bir başka türde tutkuyla doldurdu. Kalbim ağırlaştı. Bir yanda onun kaygıları, diğer yanda benim ona olan bağımlılığım. Ben… düşsem de, kaçmaya kalksam da onun çekiminden asla kurtulamayacaktım.

Karmakarışık duygular içinde kıvranırken, dayanamadım.

Yavaşça eğildim. Dudaklarımı dudaklarına götürdüm. Hafif, temkinli, ama sevgiyle karışık bir öpücüktü. Sanki bir anda nefesini tuttu. Uyanıp uyanmadığını anlayamadım. O sırada dudaklarından tek bir kelime fısıldandı. O kadar sessiz bir fısıltıydı ki, doğru duyduğumdan emin olamadım.

“Hayalbaz…”

Vücudum dondu. Sesindeki kırılganlıkla yüzündeki keskinlik tezat oluşturuyordu. Sonraki cümlesi dudaklarından dökülmeden önce yüzünü buruşturdu. Bir şey, içinde çırpınıyordu. Sonra...

“Onu ellerimden asla alamayacaksın.”

Kelimeler bıçak gibi kesti havayı. Gözlerim büyüdü. Kalbim düzensiz atmaya başladı. Birden sıçrayarak uyandı. Gözleri hemen beni buldu. Uyanık olduğumu fark ettiğinde panik birkaç saniyeliğine yüzüne yerleşti, sonra ustalıkla bastırdı.

“İyi misin, bebeğim?”

Sesindeki endişe boğazımda düğümlendi. Yanaklarına dokundum. Baş parmağımla göz altına iz bırakan yorgunluğu silmek ister gibi gezindim.

“Ben iyiyim ama sen… kötü bir rüya görüyordun.”

Gözleri kısacık bir an için bulutlandı. Ardından sakinliğini yeniden takındı.

“Sen hayatıma girdiğinden beri kabuslarım azaldı,” dedi, beni ikna etmeye çalışan bir tonla.

Ama biliyordum. Bu gece farklıydı. Uykusu huzurlu değil, kırıktı. Işığa uzandım. Odayı loş bir beyazlık sardı. Gözlerinin derinliklerine bakmak istedim. Ne sakladığını görmek için.

“Uyurken bir şeyler fısıldadın.”

İşte o an… Gözlerindeki huzursuzluk gözle görünür hâle geldi. Bakışlarında panik parladı. Yatağın içinde doğruldu. Vücudunun gerginliği, fırtınayı önceden haber veriyordu. Karanlık bir tarafı uyanmıştı sanki.

Sesi ani ve kesindi. “Ne?”

“Hayalbaz kim?”

Gözlerini benden kaçırmadan cevapladı.

“Düşmanım.”

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. Cevap vermeyeceğini, sessizliğe sığınacağını biliyordum. Sorulardan çok, yanıtlardan kaçıyordu.

“Gerisini söylemeyeceksin, sanırım.”

Bir an çenesindeki kaslar gerildi. Ardından, beklemediğim bir sakinlikle konuşmaya devam etti. “Ortak düşmanımız… Ona taktığım isim bu. Rüyamda… zehirlendiğin anı tekrar yaşadım. Sanırım bu nedenle onun adını söyledim.”

Bu kadarı bile yeterliydi. İçini gösterdiği her an, buzdan bir kaleyi eritiyor gibiydim.

“Kalbini bana açtığın zamanlar beni çok mutlu ediyorsun, Dante Corvo.”

Bakışları birden koyulaştı. Göz bebekleri genişledi.

“Senin de yalnızca var olman bile beni mutlu ediyor… tatlı işkencem.”

Sözlerindeki alçak ton ve o iki kelime... Göğsümün ortasında ısınan bir şey büyüdü. Dizlerimin üzerine doğruldum, yüzüm onun yüzüne çok yakındı artık. Dudaklarının biraz ötesinde durdum. Nefesimiz karışıyordu.

“Artık korkma, Dante. Senin acı çekmen… kalbimin sancımasına neden oluyor.”

Gözlerini kapadı. Sessizlik dolu birkaç saniyenin ardından yeniden açtığında bambaşka bir Dante vardı karşımda. Tutkulu. Karanlık. Ve kayıtsızca arzulu.

Beni kucağına çekti. Gözleri yalnızca dudaklarımdaydı. Göz göze geldiğimizde kelimeleri kalbime kazındı:

“Seninle sınanmak canımı yakıyor, S. Bir gün her taşı doğru noktaya yerleştirdiğimde… ve onun karşısına dikildiğimde, her şey son bulacak.”

Dudaklarıma minik bir öpücük kondurdu. Zarifti. Ölçülüydü. Ama bu, fırtına öncesi sessizliğe benziyordu. “Benim olacaksın. Her şeyim. Ama ne var biliyor musun?”

Sesi kısılıyordu. Duyguları sesini boğuyordu. Bu, bana dayanamayan Dante’ydi. Bir eli saçlarımda gezindi. Diğeri sırtımdan belime kaydı. Beni kendine biraz daha çekti. Göğsüne yaslandım. Kalp atışlarını duydum. Tüm gerçekliğiyle beni sarmalayan bir duvar gibiydi.

“Ben her zaman seninle sınansam da… yarattığın o tatlı alevde boğulmak istiyorum. Ruhumu ezbere bilen ruhunun eşsiz alevinde. Bu asla değişmeyecek… tatlı işkencem.”

Son kelimeleri uzattı. “Tatlı işkencem” derken sesi daha derin, daha içten ve daha dokunaklıydı. O kelimeleri sanki dilinin ucunda değil, kalbinin en dibinden koparıp fısıldadı. Başımı yatırdı, boynuma eğildi. Öpüşü hafifti, ama dokunduğu her hücre yanıyordu. Tenimde iz bırakan bir yakarış gibiydi.

Sonra burnunu boynuma gömdü, kokumu içine çekti. Gözlerini kapadı.

“Bağımlılık gibi kokuyorsun, bebeğim.”

Fısıltısı dudaklarımda gezindi. Nefesim kesildi. Yüzümü yüzüne yaklaştırdı. Aramızdaki mesafe buhar oldu.

“Benim bağımlılığım.”

O söz... Beni darmadağın etti. Gözlerinin girdabında kaybolurken gözlerimi kapadım. Dudaklarımı uzattım. Bekletmedi. Öpücüğü bencildi. Sahiplenici. Geri dönülmezdi.

Tutuşu bir anda sertleşti. Gırtlağından çıkan o erkeksi, boğuk ses... içimdeki bütün duyguları harekete geçirdi. Tüm duyularımı susturdu.

Tek düşünebildiğim oydu. Dokunuşu. Öpüşü. Vücudumdaki elleri. Ve o söz:

“Yarattığın o tatlı alevde… boğulmak istiyorum.”

Dudaklarına adını fısıldadım. O an durdu. Nefesi kesildi. Bakışları değişti.

İşte... en karanlık hâliyle karşımdaydı. Öyle bir bakışla bana bakıyordu ki, nefesim hem korkuyla hem heyecanla tutuldu. Onda henüz tanımadığım bir şey vardı. Dizginlediği bir canavar gibi. Ama sonra… beni nazikçe kucağından indirdi.

“Beni nasıl etkilediğini bilmiyorsun, S.”

Ayağa kalktı. Usulca beni yatırdı, yorganı üzerime çekti. Parmakları saçlarımda bir süre gezindi. Gözlerinde yanmaya hazır bir ateşle bana baktı.

“Şimdilik kendimi tutuyorum.”

Ben, yanımda duran bu adamın ne kadar derin, ne kadar tehlikeli ve ne kadar çaresizce benim olduğuna bir kez daha şahit oldum. Dante... benim sınavımdı. Bir şekilde değil.
Her şekilde.

Alnıma kondurduğu öpücükle içimde bir kıvılcım çaktı. Anın sıcaklığıyla ne hissettiğimi ayırt edemez hale gelmiştim; karışık, yoğun, yakıcı... Beni bıraktığı an, gerçek yüzünü gösterdi. Kabul etmek zor olsa da hayal kırıklığıydı bu. Derin, sarsıcı ve tanıdık.

Ona her seferinde kendimi bırakmam yanlıştı. Biliyordum. Önce güveni inşa etmem gerekiyordu, ama o benim ilk aşkımdı. Kalbimin tek sahibi, içime düğüm atan adamdı.
Ve ben ona asla karşı koyamıyordum. Aslında karşı koymak da istemiyordum.

Dokunuşları kalbimde yangınlar çıkarırken, şimdi içimde yalnızca reddedilmenin keskin acısı vardı. Gözlerimde yakaladığı o şey onu öfkelendirmişti. Kızdı. Onun yanında kendimi saklayamıyordum; maskem düşmüştü, tüm gerçekliğimle oradaydım.

“Seni koruyorum, bebeğim.”

Kulağıma eğildi. Nefesi boynumda bir yangın gibi dolanırken, sözleri içimi delip geçti:

“Beni kendine hapsediyorsun, S. Buna gönüllüyüm. Ama beni zorlama… Yoksa durmam. Duramam, tatlı işkencem.”

Ardından doğruldu. Gözleri bir anlığına yumuşadı, ama içinde hâlâ fırtına vardı.

“Uyu, bebeğim.”

Karşımdaki koltuğa geçip oturduğunda, son kez ona baktım. Göğsümde bastırdığım hislerle gözlerimi kapadım. Uyku beni ele geçirene kadar, içimdeki fırtınayla savaştım.

Dante

Sabaha kadar gözlerimi kapatamadım. Zihnimde, Lucia’nın teni, dokunuşları ve titrek nefesi yankılanıyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, gözlerini araladığında usulca yanına sokuldum. Parmaklarım saçlarının arasında sessizce gezindi.

“Günaydın, tatlı işkencem,” diye fısıldadım.

Gözlerinde acının yankısı vardı ama gülümsemesi, hâlâ hayattaydı.

“Günaydın, Dante.”

“Nasılsın?”

“Daha iyiyim. Ya sen?”

“Sen iyiysen, ben de iyiyim.”

Sözlerimdeki kırılgan dürüstlüğü anlamıştı. Tam doğrulmak üzereyken kapı açıldı. Sessizce içeri giren bir hemşire, ölçümlerini yaptı ve birkaç soru sordu. Ardından sessizlik yeniden odamızı sardı. Kahvaltısı geldiğinde Lucia bir şeyler yedi, ben kahvemi yudumladım. Gözlerinin arkasında fırtına vardı, ama açılmasını sabırla bekledim. Bu fırtına, kendi zamanında kopmalıydı.

Kahvaltısını bitirdiğinde masayı yana çektim ve yanına oturdum. Dönüp gözlerimin içine baktı. “Birkaç gündür iyi değildim,” dedi. “Ama artık bu soruyu içimde tutamıyorum.”

Derin bir nefes aldı. Bekledim.

“Beni zehirleyen…” Duraksadı. “Esther miydi?”

Gözlerimi kaçırmadım.

“İşin içinde o da var.”

“O zaman o bahsettiğin düşmanla birlikte mi hareket etti?”

“Evet.”

“Neden anlatmıyorsun?”

Kelimeler boğazımda düğümlendi.

“Çünkü ondan bahsedersem, hikâyenin geri kalanını da anlatmam gerekir. Oyunun taşlarını yerinden oynatmadan önce, kontrolü elime almalıyım. Aksi halde, denge dağılır ve biz… kaybederiz.”

Gözleri kısıldı, içinde yanan öfkeyi saklamıyordu.

“Oyunun dışında bırakılmaktan hoşlanmıyorum.”

“Biliyorum, gerçekten üzgünüm.”

“Hayır. Daha çok başına buyruk ve otoriter bir adamsın. Üzgün olduğuna inanmıyorum, Dante Corvo.”

“Yanılıyorsun.”

Sustu. Ama öfkesi durulmamıştı.

“Aramızda bu kadar sır varken, senden gözü kapalı güvenmemi istemen… fazla.”

Haklıydı. Yalnız Eduardo’yu tanımıyordu. Onun zehrini, karanlığını, şeytani stratejilerini...

“Sırlar açığa çıkacak, Lucia. O güne kadar sabretmeni istiyorum.”

Gözlerinde bir parıltı belirdi; inançla öfkenin arasında bir yerdeydi.

“Düşmanımız kim olursa olsun… birlikte yok edebiliriz. Dahası, bu benim hayatım. Daha önce de söyledim; bana en azından bir seçim hakkı tanımalısın.”

Gözlerimi kapattım, kelimelerimi ölçtüm.

“Yapmaya çalıştığım tek şey…”

Tam o anda kapı çaldı. İçeri Carlo, Amy ve Adrian girdi. Sözlerim havada asılı kaldı; konuşmamız yarım kalmıştı. Belki de biraz olsun soluklanmamız gerekiyordu. Hepsi yanımıza yaklaştı. Carlo, yüzündeki iyileşme izlerini görünce rahatladı. Adrian ve Amy de öyleydi. Sanki üzerimize çöken tüm ağırlık biraz hafiflemişti.

Bir süre sonra ikinci kez kapı çaldı. Bu kez Costelli ailesi, Cortez ve Mia birlikte içeri girdi. Mia ile Mirabelle, Lucia’ya sarılırken, Santo ona gülümsedi. Julia ve Armando, yani Christian’ın anne ve babası, Lucia’nın yanına oturdu. Sessizliğin saygıyla örülü olduğu bir sohbet geçti aralarında.

Derken Don Benito yanımıza yaklaştı. Lucia’nın elini nazikçe tuttu; gözleri onun yüzünde geziniyordu. O bakışlarda yılların deneyimi, hatta saklı bir özlem vardı.

“Daha iyi görünüyorsun, sevgili kızım.”

“Evet, dünden beri kendimi daha iyi hissediyorum.”

“Sevindim.”

Yanına oturdu, dikkatle süzdü onu. Tüm Costelliler gibi, Lucia’ya baktığında geçmişte saklı her duygu açığa çıkıyordu.

Christian’la göz göze geldik. Ne düşündüğümü biliyordu. Geçmişte kalan acılar, gözlerimizin kıyısında hüzün dolu izler bırakmıştı. Ama şimdi… artık umut vardı.
Don Benito’nun bakışlarındaki o kırılgan derinliğin adı da buydu.

Umut… En karmaşık, en kırılgan duygu belki de. Acının tam ortasında tutunacak incecik bir dal, mutluluğun içinde sessiz bir minnettarlık. Yaraları saran, geçmişin karanlık gölgelerini nazikçe aydınlatan tek ışık. Bazen, yürümeye devam etmek için insanın elinde kalan son güç, atılması gereken o ilk adımın ardındaki tek gerçek sebep oydu.

Don Benito’nun bakışları bir an Christian’a kaydı. Ardından başını çevirip Carlo’ya döndü. Ses tonu değişmişti; sakinliğin altında kaynayan bir ağırlık vardı.

“Adamın yakalandığını biliyorsun, değil mi?”

“Evet,” dedi Carlo, sesi boğuk ve kontrollüydü.

Carlo gergindi. Nedeni açıktı. Adamı ben yakalamış, intikamı da ben almıştım. Bakışları beni buldu. Carlo’nun disiplini, içindeki kırılgan öfkeyi bastırmaya yetmiyordu.

“Dante halletmek istediği için yanında olamadım,” dedi nihayet. “Ama her şeyi biliyorum.”

Lucia’nın sesi yankılandı, tiz ama dikkatli bir tonla: “Hangi adam?”

Gözleri beni değil, Don Benito’yu bulmuştu.

“Seni zehirlemeye teşebbüs eden adam,” dedi Don Benito. Sesi tok, her şeyi bilen bir liderin sesi gibiydi. “Sorun çözüldü.” Arkasından gelen sözleri, dikkatle seçilmişti: “Gerçek düşmanımız... ve Esther dışındaki tüm problemler ortadan kaldırıldı.”

Kısa bir anlığına Lucia’yla göz göze geldiler. Don Benito’nun gözlerinde belirsiz bir parıltı belirdi—sanki geçmişin silik bir hatırası gözlerinin önünden geçip gitmişti.
O an, Lucia’daki inatçı kıvılcım ve sarsılmaz duruş, kelimelere dökülmeyen ama tanıdık bir şeyin yankısı gibiydi… mirasla taşınan bir şeyin.

“Adım adım ilerleyeceğiz, güzel kızım.”

Lucia’nın orman yeşili gözleri beni buldu. İçindeki sorular, öfke, hayal kırıklığı… hepsi oradaydı ve hepsi bana aitti.

“Ben de size yardım edeceğim.”

Sesi netti. Kararını vermişti.

“Henüz bu işe dahil olamazsın, Lucia.”

Christian’ın sesi, buz gibi duvara çarpan bir rüzgâr gibiydi. Göz göze geldiklerinde ikisinin de içinde aynı ateş yanıyordu.

“Zamanı geldiğinde yanımızda durabilirsin,” dedi Christian. “Ne önce, ne de sonra.”

Lucia başını bir anlık öfkeyle geriye attı.

“Buna sizin karar vermenizden sıkıldım, Christian.”

“Bu inatçı tavra gerek yok,” diye devam etti Christian, sabrını zorlayarak. “Seni düşündüğümüzü biliyorsun. Ayrıca, şu an hedef sensin. Ne yapmamızı isterdin? Seni ateşin içine atmamızı mı?”

Lucia dudaklarını gergin bir şekilde ısırdı. Öfkesi dudaklarının kıyısına kadar taşmıştı ama geri adım atmıyordu.

“Bilmem, Costelli,” dedi buz gibi bir tonda. “Belki de sadece basit bir açıklama bekliyorumdur. Henüz neden sustuğunuzu anlayabilmiş değilim.”

Sonra gözleri yeniden bana döndü. İçindeki susturulmamış öfke, doğrudan bana yönelmişti.

Her haliyle beni mahvediyordu.

Fakat bu konuşmanın daha fazla uzaması… onu da beni de yıpratacaktı. Ceketimi aldım. Koltuğun üzerinden geçerken yanına yürüdüm. Elimle çenesini kaldırdım, alnına bir öpücük kondurdum.

“Akşam geleceğim, S.”

Alt dudağını ısırdı. İçimdeki dürtü, o dudağı onun yerine benim ısırmam gerektiğini fısıldadı. Onu öpmek, onu susturmak, her şeyi unutturmak istedim. Ama yapmadım. Arkamı döndüm ve odadan çıktım.

Koridorda ilerlerken, arkamdan Carlo’nun sesi geldi: “Dante.”

Durup ona baktım. Yanında Christian vardı.

“Lucia haksız değil,” dedi Carlo. “Ona ne zaman anlatacaksın?”

Bakışlarım gerildi.

“Ne kadar uğraştığımı biliyorsun. Planın bazı aşamalarını da. Şu an olmaz, Carlo.”

“Karşındaki Eduardo,” dedi soğuk bir ciddiyetle. “Onunla oyun oynayamazsın. Oyunu değiştiremezsin.”

Gözlerimi ona diktim.

“Ben onunla oyun oynamıyorum. Oyunu bozuyorum. Dengeleri altüst ediyorum ve onu, kendi oyunuma çekiyorum. İstediğim kadar hızlı gitmese de… acele edemem.”

Carlo bir adım yaklaştı, sesi keskinleşti.

“Bu gidişle ya planda bir aksama olacak ya da Lucia’yla ilgili ciddi bir sorun çıkacak. Farkında mısın?”

Derin bir nefes aldım. Cevap vermedim. Bu yanıtı hak etse bile, şu an susmam gerekiyordu.

“Akşam yanında ben kalacağım.”

Geri çekilmedi.

“Dante, cidden canımı sıkıyorsun.”

Christian, Carlo’nun yanına geldi.

“Sakin olalım beyler.”

Carlo, ikimize de öfkeyle baktı. Sonra arkasını döndü ve hiçbir şey demeden gitti.

Christian’la yalnız kaldığımızda, konuşmasını bekledim. Ama konuşmadı. Gözlerimin içinde, sınırda olduğumu görüyordu. Uyarı yapmadı. Belki de artık gerek duymuyordu.

Saatine baktı.

“Koruma akşam burada olacak. Bizimkiler Lucia’yı sabah ziyaret etmek istiyor, o yüzden planı değiştirdim.”

“Tamam. İşlerimi halledip geleceğim.”

“Sen gelene kadar bazı adamlarımı burada bırakıyorum. Endişelenme.”

Başımı salladım.

“Cortez bir saat içinde yanımda olsun.”

“Söylerim.”

Christian odaya geçerken, ben çıkışa doğru yürüdüm. Adımlarım yankı yapıyordu. Oysa benim içimde yankılanan tek şey... Lucia'nın sesi, bakışı ve hâlâ anlatmadığım gerçeklerdi.

Kapıdan adımımı attığım anda havadaki değişimi hissettim. Tenime ince bir soğukluk değdi—sinsi, sessiz bir karanlık gibi. Hava, açıklayamadığım bir ağırlık taşıyordu; metalik ve keskin… Tehlike ortada yoktu belki, ama asıl ölümcül olan zaten her zaman görünmeyendi.

Etrafa göz gezdirdim. Otopark sessizdi—fazla sessiz. Costelliler’in adamları sağ tarafta, benimkiler soldaydı. Tüm kritik noktalar, milimetrik bir titizlikle korunuyordu. Ama yine de… bir şey yerli yerinde değildi. Gözle seçemediğim, ama içgüdülerimin bağırarak işaret ettiği bir terslik vardı.

Arabaya doğru yürümeye başladım. Adımlarım sakin görünüyordu ama zihnim alarmdaydı. Tam o sırada, üç araç peş peşe otoparka girdi. Huzursuz edici bir gerilim omurgamda titredi—bir ritim bozukluğu gibi, müziğe karışan yanlış bir nota.

Araçlardan biri önümde durdu. İçimde, tanımlayamadığım bir his kıpırdadı. Ben ve Costelliler’in adamları refleksle pozisyon aldık; birkaç saniye içinde araçlar kuşatılmıştı.

Sonra… onu gördüm. Vito Corvo. Amcam. Babamın tek kardeşi. Onun gölgesi… onun kuklası. Aynı kan, aynı karanlık. Aracından indi. Yüzünde asla eksik olmayan alaycı gülümsemesiyle bana yaklaştı. “Sevgili yeğenim, nasılsın?”

“Sorunun cevabını umursamadığını ikimiz de biliyoruz,” dedim sertçe. “Ne istiyorsun?”

“Lucia...” dedi, sesi sinir bozucu bir naziklik taşıyordu. “Zehirlenmiş. Ziyaret etmek ve tanışmak istedim.”

Önce dudaklarımda alaycı bir kıvrım belirdi, ardından ifadem buz gibi keskinleşti. “Onu görmene izin vereceğimi düşünmen... gerçekten komik, Vito.”

Aynı zehirli gülümsemeyle karşılık verdi. “Senden izin alacağımı düşünmen de öyle.”

Bir adım geriye çekilecekti ki, önüne geçip onu durdurdum.

“Hastaneye adımını atarsan… hiç tereddüt etmem, seni hiç düşünmeden yok ederim.” Sesim pürüzsüzdü. Duygusuz, soğuk. “Zaten buraya Lucia için gelmediğini biliyorum. Eduardo, oyun bitmeden onun yanına yaklaşmana asla izin vermez.”

Yüzündeki o alaycı sırıtış biraz silindi, ama tamamen kaybolmadı.

“Pekâlâ,” dedi, sesi hâlâ küstah.

“Şimdi bir kez daha deneyelim... Burada ne işin var?”

“Bu kaliteli aile zamanlarını ne kadar özlediğimi tahmin bile edemezsin.”

“Lafı dolandırma,” dedim, sesim bıçak gibi keskinleşti. “Sadece soruma cevap ver.”

Gözlerini kısarak bana baktı. “Eduardo, neler yaptığının farkında.”

“Ona geri adım atmayacağımı söyledim. Harekete geçeceğimi de.”

“Bunu biliyoruz. Ama ben bunun için gelmedim.”

Bekledim. Onun yalan söyleyip söylemediğini çözmeye çalışıyordum.

“Seninle bir anlaşma yapmak istiyorum.”

Sözleri havada asılı kaldı. Sorgulayan bakışlarımı üzerinden çekmedim. Vito’nun her cümlesi potansiyel bir yalandı; çıkarları dışında hiçbir şeyi umursamazdı. Eduardo’nun emirleri olmadan hareket etmezdi. Ama bu sefer… bir şey farklıydı.

“Lucia hakkında,” dedi.

Bir an duraksadı. Bakışlarındaki tereddüt silik ama fark edilir düzeydeydi. Hemen toparladı.

“Burada konuşmak iyi bir fikir değil.”

“Seninle konuşacağımdan bu kadar emin olman enteresan,” dedim.

“Seni tanıyorum, Dante. Her adımın hesaplıdır. Karar vermeden önce duymadığın ses bırakmazsın. Bana güvenmesen de, huzursuz zihnin beni takip edecek.”

Bunun doğru olmasına tahammül edemiyordum. Corvo kanıydı bu—benden ve babamdan gelen, içinde zehirli bir bilinç taşıyan bir miras. Beynim, hesaplamalar, olasılıklar ve analitik çözümlerle dolup taşardı; her zaman her şeyi ince eleyip sık dokurdu.

Vito’nun burada olması bir tesadüf değildi. Bir planın parçasıydı. Ya Eduardo’nun oyunundaki yeni taş ya da kendi açgözlü hamlesini yapmaya hazırlanan bir figürandı. Her halükârda gölgede kalmasına izin veremezdim.

Zihnim hızla olasılıkları inceledi. Nerede konuşmam gerektiğini hemen biliyordum. Koruma altında olan, sadece bize ait, stratejik bir arazi. Adamlarımız oradaydı. Hiçbir dış müdahaleye izin verilmeyecek kadar kontrol altındaydı.

“Beni takip et.”

Gülümsemesi genişledi. “Elbette, Dante.”

Adamlarıma başımla işaret verdim. Bölgedeki bazı adamlar burada kalacaktı. Geri kalanı araçlara geçti. Arabaya oturdum. Elimi telefona attım ve Christian’a kısa bir mesaj yolladım:

“Kod Gri.”

Bu kod, durumun henüz tanımlanamayacak kadar belirsiz ama tehlikeli olduğunu ifade ederdi.

Yanıt neredeyse anında geldi: “Konum?”

“Tivoli.”

Telefonu yerine bıraktım. Motoru çalıştırırken, yanımdaki araçta oturan Vito’ya gözlerim takıldı. Gülümsüyordu—ama o gülüşte huzur değil, sadece hesap vardı.
Yola çıktım. Arkamdan, adamlarımla birlikte, Vito Corvo sessizce takip ediyordu.

Yaklaşık kırk beş dakika sonra Tivoli’ye ulaştık. Arazinin girişinden geçerken villa kapısında durdum. Adamlar hızlıca kontrolleri yaptı, bölgeye giren her şey tarandı. Her zamanki gibi kusursuzdular.

Evin önünde Vito’yu bekledim. O ve yanındaki üç adam, baştan ayağa silahlı tim tarafından çevrildi. Dinleme cihazı ve böcek taramasından geçirildiler. Temizlerdi.

Başımla işaret ettim. Eve girdik. Onu doğrudan toplantı odasına yönlendirdim. Kapıyı kapatmadan önce adamlara baktım: “Hiç kimse bizi rahatsız etmeyecek.”

Masaya oturduğumda soğuk ses tonum odada yankılandı:

“Dinliyorum.”

Vito hiç acele etmedi. Bu her zamanki stratejisiydi: Oyunu uzat, zihinleri yor.

“Bir hafta önce Rusya’daydım,” dedi.

“Biliyorum,” diye yanıtladım.

“Eduardo ile ortak bir iş için oradaydım. Anlaşma yapıldı. İş bitti. Ama...” Gözleri donuktu. “Aracı olan kişi beni huzursuz etti.”

“Kim?”

“Polonya mafyasının lideri. Marek Nowak.”

Adı dudaklarından dökülürken gözlerim kısıldı. Marek, Avrupa’nın en tehlikeli liderlerinden biriydi. Kardeşini öldürüp, onun tahtına oturmuştu. Aile onun için sadece güç devrinin bir aracından ibaretti: Soğuk, hesaplı, duygusuz ve tamamen öngörülemez.

Vito devam etti. “Eduardo’yu aradım. Neden Marek’i seçtiğini sordum. ‘Önemi yok,’ dedi. Ama biliyorsun, onun ağzından dökülen ‘önemsiz’ kelimesi genelde en büyük sırrını taşır. Bu sırada fark ettim ki... bir süredir takip ediliyorum.”

“Eduardo’dan şüphelenmeye başladın.”

“Onun kadar planlı bir adam, Marek’i sadece bir araç yapmaz.”

“Eduardo’nun ilkeleri yok. Neden onunla çalışmasın ki?”

Sesi alçaldı, fısıltı gibi: “Bilmiyorsun değil mi? Marek, Santiago ölmeden önce onun en sadık askeriydi.”

Bu cümle soğuk bir darbe gibi indi. Bilmiyordum. Bu bilgide saklanmıştı benden.

“Elindeki bilgilere erişemezdin, çünkü Eduardo bazı dosyaları doğrudan senden gizledi,” dedi Vito. “Kendini suçlama.”

Bir süre sustuk. Gözlerim yüzünde dolaşırken, içimde biriken o tanıdık baskıyı tutamadım. Ayağa kalktım, sessizce yanına yaklaştım. Arkasına geçip durdum. Hiç hareket etmedi. Elimi boğazına götürdüm. Parmaklarım şah damarına değdiğinde, hayatı elimdeydi.

“Sana son kez soruyorum. Burada ne işin var?”

“Çünkü sevgili kardeşim... beni oyundan çekmek üzere.”

“Neden?”

Rus aksanlı kelimeler dudaklarından döküldü. “Tüm bağlantılarımı Eduardo’dan habersiz, kendi adıma kurdum. Rusya’daki önemli ticaret noktaları artık bana ait.”

Nabzı hızlanmamıştı. Kalbi bile sakin atıyordu. Ama ben onun kanını taşıyordum. Bu sessizlik... en büyük tehlikeydi.

Bir adım geri çekildim. Tek hareketle onu kendime çevirdim. Silahımı alnına doğrulttum. Parmaklarım tetiğe hazırdı. O an gülümsedi. Soğuk, karanlık bir çöküş gibiydi o gülümseme.

“Beni plana dahil et, Dante. Gizlenen her bilgiyi sana getiririm.”

Alayla güldüm. Gözlerim silahın hedefinden ayrılmadı. “Buna inanacak kadar aptal olduğumu mu düşünüyorsun, Vito?”

Bu bir pazarlık değil, savaşa davetti. Ve ben her savaşa çağrıya cevap verirdim.

Silah elimdeydi. Soğuk metal avucuma gömülmüş, nabzımın her atışında uyarı veren bir ritimle titriyordu. Gözlerim Vito’nunkilerle kilitlenmişti. En ufak bir tereddütte tetiği çekecek kadar kararlıydım. Ama o... hiçbir şey söylemedi. Sadece bakışlarını üzerime sabitlemiş, içindeki karanlıkla hareketsiz duruyordu.

“Babandan daha zekisin,” dedi alçak, yorgun ama tedirgin bir sesle. “Bana güvenmediğini biliyorum. Silahı indirmeni bile beklemiyorum, sadece sözlerimi…”

Başımı hafifçe salladım ve sözünü kestim. “Gardımı indirmem. Özellikle düşmanlarım karşısında. Ama hâlâ sorumu tam anlamıyla yanıtlamadın.”

“Eduardo artık kontrolünü kaybediyor. Güç onu zehirliyor. Bu değişmeli.”

Sertçe soludum. “Hayır. Aklındaki bu değil. Gerçek niyetini söyle.”

Bir anlık sessizlik. Sonra itiraf gibi gelen kelimeler döküldü dudaklarından: “Eğer her şey açığa çıkarsa, Don Benito Costelli ölüm emrimi verir.”

İleri doğru bir adım attı, silahıma uzandı ama hareketini anında kestim. Silahın namlusu alnında bir gölge gibi duruyordu. Damarlarında Corvo kanı akıyor olabilir, ama ben kan bağına güvenecek kadar aptal değildim.

“Bak, tek istediğim Rusya’da kalmak. Bağlantılarım, işlerim… Hepsi orada. Bu intikam oyunu ya da adına ne diyorsan, umurumda değil. Eduardo beni de uçurumun kenarına çekiyor. Ben sadece özerklik istiyorum. Beni bu karmaşadan çıkar, sana tüm bilgileri getiririm.”

“Tüm bilgilere erişmediğimi nereden biliyorsun?” Sözlerim, odada ağır bir sis gibi asılı kaldı. O ise bu sisi soluyarak cevap aradı.

Ağır ve sakin bir tonda konuştu. “Henüz erişmediklerin var. Eduardo’nun sakladığı bağlantılar, yaptığı gizli işler... Ve ne zaman istersen, sana destek veririm.”

“Kimseye ihtiyacım yok Vito.”

Bir an durdu. Başını eğdi. Sonra gözlerime baktı. “Hiç beklemediğin bir anda yardımım dokunabilir. Bunu bir Corvo yemini olarak al.”

Sözleri boğazımda bir taş gibi kaldı. Corvo ailesinde bir söz, sadece sesli düşünce değil, bir ilke anlamı taşırdı. Eduardo çiğnemeden önce o sözlere değer verilirdi.

“Yeminini bağla Vito. Sonra kararımı veririm.”

Vito sessizce ayağa kalktı. Hareketlerinde tek bir tereddüt yoktu. Bakışları üzerimdeydi — sabit, sarsılmaz. Gözlerinde ne korku vardı, ne de öfke. Sadece keskin bir kararlılık. Sessizlik, odanın dört bir yanına gerilmiş bir tel gibi titriyordu.

Cebinden bıçağını çıkardı. Metalin yüzeyi, odadaki loş ışıkta karanlığa çalan bir parıltıyla göz kırptı. Onun ne yapacağını düşündüğümü sanıyordum. Tam da o an, beni yanıltmayı seçti.

Hiçbir şey söylemeden, bıçağın ucunu sol avucunun ortasına bastırdı. Derisi önce direndi, sonra usulca yırtıldı. Ama o, sıradan bir iz peşinde değildi. Her hareketinde bir amaç, bir yemin vardı. Kesikler dikkatle birbirini izledi, şekil yavaşça ortaya çıktı: iç içe geçmiş iki hilal ve aralarına saplanmış kısa bir hançer.

Corvo ailesinin unutulmuş işareti.

Bu sembol yalnızca tek bir şey ifade ederdi — mutlak sadakat. Geri dönüşü olmayan bir bağlılık.

Kan, elinden ağır ağır süzüldü, yere damladı, tahta zemine sessiz bir ant gibi işlendi. Ama o durmadı. Sembol tamamlandığında, eli tamamen kana bulanmıştı. Kendi kanıyla mühürlediği bir aidiyetin sessiz ilanıydı bu.

Sonra, ceketinin iç cebinden küçük bir nesne çıkardı. Eskimiş, ağır bir kurşun parçası. Üzerinde, zamanın bile silemediği Roma rakamları vardı: IX.

Kurşun Dokuz.

Corvo soyundan gelenlerin yalnızca bir kez kullandığı mühür. Ya ihaneti ya da sadakati ebediyen mühürleyen nadir bir işaret.

Ve o bu gece, kime ait olduğunu kanla yazdı.

Kurşunu masanın üzerine koydu. “Babamızın da, Eduardo’nun da dokunmadığı tek şey bu. Kurşun hâlâ burada. Yemin hâlâ bozulmadı.”

Sözlerinin ardından sol elini yumruk yaptı. Kan parmaklarının arasından damladı ve o yumruğunu, kararlı bir biçimde kurşunun üstüne bastırdı. Metal, kanla kaplandı. Sonra gözlerinin içine bakarak konuştu:

“Corvo kanımın, bu kurşunun ve kaybettiklerimizin adına yemin ederim. Bu ihanetse, sonunda ben de ölürüm. Değilse, senin yanında sonuna kadar savaşırım.”

O anın ağırlığı odadaki havayı yerle bir etti. Sadece fiziksel bir hareket değil, zihinsel bir bağlılıktı bu. Bu, geçmişin, sadakatin ve kanın üzerine yapılan bir yemindi. Eduardo bu görüntüyü görseydi, Vito’yu kendi elleriyle öldürürdü. Bir süre sessizce masaya baktım. Kurşunu aldım. Avucumda çevirdim. Zihnimde ihtimaller dolaşırken tek bir cümle çıktı ağzımdan:

“Beni pişman etme. Aksi takdirde, bu kurşunu senin için kullanırım.”

Sözlerim elimdeki kurşun kadar ağırdı. Vito'nun yüzüne yorgun bir gülümseme yayıldı. Bu sefer içinde kurnazlık yoktu. Sadece ömrü boyunca üzerine giydiği rollerden, maskelerden arınma isteği… Bir Corvo’nun sırtındaki yükü kendi elleriyle atma arzusu.

Ceketinin iç cebinden telefonunu çıkardı. Parmakları ekranda sessizce hareket ederken ben onu gözlerimle tartıyordum. Onu ilk tanıdığım günle şimdiki hali arasında ne kadar uçurum olduğunu görüyordum. Gözlerini ekrandan kaldırdı.

“Tüm bağlantılar mailinde. Eğer benimle anlaşırsan, ulaşamadığın her bilgiyi yollayacağım. Eduardo’nun dahi sakladıkları.”

Silahımı indirdim. Ama göz teması asla bozulmadı. Aramızdaki o kırılgan güven, sadece bir nefes kadar sürüyordu. Masanın çekmecesinden bir mendil çıkarıp uzattım.

“Düşüneceğim, Vito.”

Bileğine mendili sardı. Kan hâlâ akıyordu ama umurunda değildi. Kapıya doğru yürüdü. Sessizce. Gölgesi duvarlardan sarkarken, son bir kez ona seslendim.

“Hâlâ Eduardo’nun adamı olmadığını nereden bileceğim?”

Bu defa gözlerinde alay değil, hayal kırıklığı vardı. Dudağının kenarı alaycı bir kıvrımla gerildi.

“Ben onun tek kardeşiyim Dante. Sence hâlâ onun için çalışıyor olsaydım, beni öldürmeye kalkar mıydı? Ya da şöyle sorayım; beni öldürmeye çalışırken sence hâlâ onun için çalışır mıyım?”

Elini kapı koluna koydu. Açmadı. Kaldı öylece. Yutkundu. Ardından kelimeler döküldü:

“Ne Lucia... ne de intikam umurumda. Evet, ona yardım ettim. Çünkü o zaman çıkarlarımız örtüşüyordu. Ama artık etmiyorum.”

Bakışlarıma karşılık verdi. Gözlerinde ne pişmanlık ne de savunma vardı. Sadece yorgun bir açıklık. “Seninle de bir çıkarım yok. Ama… vereceğin karar, hayatta kalıp kalamayacağımı belirleyecek.” Bir an duraksadı. İç çekti. “Costelli ve Sargazzolar senin yanında. Eğer onlara elimdeki bilgileri ulaştırırsam… işlerimi kurarım. Bir hayatım olur. Belki huzur bile bulurum. Bu kararı almak... sandığın kadar zor olmadı.”

Sözlerini tamamladığında odada yankılanan tek şey sessizliğimdi. Bana daha fazla cümle kurmamam gerektiğini anladığında kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Geride yalnızca hafifçe kapanan kapının yankısı kaldı.

Kurşunu hâlâ avucumun içinde tutuyordum. Kanla bulanmış, küçücük bir metal parçasıydı belki... ama o an elimde tuttuğum şey sadece bir kurşun değil, kaderin ağırlığıydı. Belki de bir belki de tarihin seyrini değiştirecek tek taştı.

Başımı kaldırdığımda, Cortez ve Christian kapının eşiğinde belirdiler. Cortez’in yüzünde, duvar gibi sertleşmiş çizgiler vardı. Sesi, içindeki fırtınayı saklayamayacak kadar gergindi. “Neler oldu?”

Derin bir nefes aldım. Sanki ciğerlerimden yalnızca hava değil, önceki hayatımın külleri çıkıyordu. “Her şeyi anlatacağım.”

Dakikalar boyunca sustular. Ben anlattım. Kelimeler ağzımdan değil, içimde yanan enkazın arasından çıkıyordu sanki.

Sonunda Christian kollarını kavuşturdu, bakışları beni değil, içimdeki karanlığı yokluyordu.

“Peki, ne yapacaksın abi?”

Cortez’e döndüm. Sesim... buz kadar soğuk, kurşun kadar ağırdı.

“Bir savaş çıkaracağım.”

Cortez’in gözleri büyüdü. Şaşkınlığı, çocuksu bir korkuya dönüştü. Ama Christian... Sadece gülümsedi. Çünkü o zaten biliyordu.

Ben yalnızca bir Corvo değildim. Ben bir oyunbazdım.

Eduardo Corvo beni sadece kazanmam için değil, oynamam için yetiştirmişti.
Satranç tahtasında taşları nasıl dizeceğimi değil— o tahtayı nasıl kuracağımı öğretmişti. Ama her ustanın unuttuğu bir şey vardır: Bir gün kendi öğrencisiyle yüzleşmek zorunda kalır.

Biz aynı karanlığa aittik. Aynı kandık. Ama aramızdaki fark netti: O karanlığı yaratıyordu. Ben ise karanlığın içinde yaşıyor ve onu ellerimle bitirecek gücü taşıyordum.

Ve bir şeyi unutmuştu: Beni Lucia ile tehdit etmemeliydi. Bu, onun son hatası olacaktı.
Beni onunla tehdit etmeyecekti. Bu, yaptığı son yanlış olacaktı.

Her oyunun bir sırrı vardı: Bazen tek bir hamle... tüm tahtayı altüst eder.
Bazen ilahi bir hamle tüm taşların yerini değiştirir. Ve o hamle geldiğinde, hiçbir strateji, hiçbir tehdit, hiçbir soyadı sizi kurtaramazdı.

Vito Corvo ellerimdeydi. Belki hâlâ kırılgandı. Belki hâlâ tehlikeliydi. Ama doğru oynarsam... Oyunu yeniden kuracak taşları bana o verecekti.

O an kendime ait bir sessizlikte yemin ettim.

Bu sefer kazanan, Eduardo’nun yazdığı senaryo değil... Benim kurduğum oyun olacaktı.

“Artık bu bir oyun değil. Kazanmak umurumda değil. Şimdi, onun unuttuğunu sandığı her yara için hesap sorma zamanı.”

 

Bölüm : 17.09.2024 14:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...