30. Bölüm

29

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

OY VE YORUMLARINIZLA DESTEK OLURSANIZ SEVİNİRİM.

INSTAGRAM, TİKTOK VE YOUTUBE'DAN TAKİP ETMEK İSTERSENİZ; @MİSTYVİBE3

 

DAHA FAZLA KARAKTER TANITIMI VİDEOSU İÇİN INSTAGRAM VE TİKTOK;

@MİSTYVİBE3

 

“Herkesin kendi kişisel cehennemi vardır; sınandığı. Benimse bir sürü.” — Dante Corvo

Dante (Lucas)

Her gün, her saat bir başka akıl oyununun parçasıydı. Bazen farkında bile olmadan. Zihnimi zorlayan, direncimi kıran her oyun, beni daha derinlere çekiyordu. Onların söyledikleri, yaptıkları her şeyin bir anlamı vardı, başka bir boyutu vardı. Bir adım ötesinde, her zaman bir tuzak vardı. Fakat ben o tuzakların içindeyken, bir çıkış yolu bulmayı başarabileceğimi düşündüm. İşte bu, zihnimi hayatta tutan son ipti.

İlk başta, vücudumun ne kadar dayanacağını düşünmedim. Çünkü dayanmak için akıl, ruhun elinden alındığında neredeyse her şey imkansız hale geliyordu. Ancak bedenim, her acıya, her darbeye karşı şaşırtıcı bir direnç gösterdi. Fakat bu yalnızca dışsal bir güçtü. Ruhum her geçen gün daha da kırılıyordu. Sanki o anları yaşarken her adımımda yeni bir maskeye bürünüyor, her bakışımda daha fazla kayboluyor ya da direniyordum.

İçimdeki tek umut, bu akıl oyunlarını onlardan daha iyi oynamaktı. İçeri giren her yeni kişi, yeni bir maskeydi, yeni bir oyun demekti. En tehlikeli olanlarıysa, bana en az zarar vermek isteyenlerdi. Sadece şüpheye düşmemi, kafamın karışmasını istiyorlardı. Ama ben, onlardan bir adım önde olmaya çalıştım. Belki de benim en büyük başarım, tüm bunlar arasında zihnimin hala tam olarak kaybolmamasıydı.

Bu işkence tam üç ay sürdü. Ruhumun, zihnimin ve bedenimin her zerresi, akıl almaz oyunlarla sınandı. Duygusal bir uçurumun kenarında, fiziksel olarak harap haldeydim. Vücudum yaralarla doluydu. Ama başardım, oradan kaçtım.

O zaman dilimini, tıpkı bir satranç hamlesi gibi dikkatle planlamıştım. Adamlarla tek tek dövüştüm, her darbede bedenim daha da ağırlaştı. Ancak bir anlık gaflet, bıçağın karnıma saplanmasına sebep oldu. O bıçak yarası… Bu, beni sonunda gerçekten durdurabilecek bir yara gibi hissettirdi. Kesik derin bir yara olarak kaldı, fakat o anda acıya teslim olamazdım. Çünkü acı yalnızca geçici bir misafirdi; hedefim ise kalıcıydı: buradan kurtulmak.

Yere serdiğim adamlardan birinin telefonunu aldım. İzi sürülebilecek bir cihazdı, bunun farkındaydım, ama şimdilik işimi görürdü. Kontrol odasını bulana dek önüme çıkan her tehditle savaştım. Şans ilk kez yanımdaydı; düşündüğümden daha az engelle karşılaşmıştım. Yine de karnımdaki yara, her nefes alışımda beni durmaya zorluyordu. Zihnimdeki düşünceler bile bulanıklaşmışken, hızlı hareket etmeye çalıştım.

Kontrol odasına ulaştığımda, içeridekilere karşı acımasız olmak zorundaydım. Onları etkisiz hale getirdiğimde, kameraların açılarını ve adanın kritik noktalarını taramaya başladım. Fazla uzak olmayan bir depo alanı dikkatimi çekti. Gözlerden uzak, kontrol edilmeyen bu nokta, kaçış için tek umudumdu. Orada duran adamlardan birinin kapüşonlu montunu ve kimlik kartını aldım. Yavaş ama kararlı adımlarla odayı terk ettim.

Yaralı bedenim her adımda acıyla yankılanıyordu, fakat bu acıyı bastırmaya çalıştım. Kapüşonlu mont yüzümü yeterince gizliyordu. Üstelik kimlik kartı üzerimde olduğu için kimse bana dikkat etmiyordu. Onlar, çoktan peşine düştükleri kişiyi bulmaya odaklanmıştı: beni. Bu ironi, içimde acı bir gülümsemeyle yankılandı. Ama her adım bir umudu temsil ediyordu. Lucia’ya ulaşabileceğim düşüncesi, yürümemi sağlayan tek güçtü.

Depo alanına ulaştığımda, telefonu çıkardım. Sadece bir kod gönderecektim. Üç büyük ailenin, geçmişten gelen bağlarını bir arada tutan özel bir ağ. Kod, eski bir sözleşmenin anahtarıydı; güvene dayalı ilişkilerin simgesi, şimdi ise benim kurtuluşumun tek umudu. Parmaklarım titrese de kodu gönderdim.

Zemine çöküşüm, kaçınılmazdı. Bacaklarım beni daha fazla taşıyamadı. Nefesim düzensizleşmiş, göğsümde bir ağırlık belirmişti. Telefon parmaklarımın arasından kayıp düştü. Gözlerim kararıyordu. Sesler, yankılar halinde zihnimde dolaştı. O an bir ses, her şeyin bittiğini fısıldadı. Ve ardından gelen sessizlik…

Sonrasını hatırlamıyorum.

Sesler… İlk başta uzaktılar, karanlıkta yankılanan ince bir fısıltı gibi. Ama zamanla yakınlaştılar. Ayak sesleri derin karanlıkta yankılandığında, içimdeki korku büyüdü. Kollarım, bacaklarım, bedenimin her parçası bana ihanet etmiş gibiydi. Ne hareket edebiliyordum ne de direnebiliyordum. Sadece sesleri dinleyebiliyor, yaklaşan ayak seslerini duyabiliyordum.

Gözlerim, bu karanlık dünyanın içinden bir şeyler seçmeye çalışırken, dünya bulanıklaşıp kayboluyordu. Zihnim, adeta beni terk etmişti. İçimde bir boşluk, her şeyin ve hiçbir şeyin bir arada olduğu o tarifsiz his vardı. O an, bir elin soğuk dokunuşunu ensemde hissettim. Derin bir nefes almak istedim, ama sanki nefes almak bile bu karanlıkta imkânsızdı.

Zaman bir an için tamamen durdu. Sessizlik, ruhumun derinliklerinde yankılandı. Ama bu sessizliğin içinde, bir ışık gibi yükselen bir ses vardı. Adımı haykırıyordu: “Dante!”

Ses, karanlığın içinden bir fener gibi beni çağırıyordu. Gözlerimi açmaya çalıştım, ama üzerimdeki ağırlık buna izin vermiyordu. Tanıdık gelen bu sese cevap vermem gerektiğini biliyordum. Göz kapaklarımı zorla araladım, fakat dünya hâlâ karanlıktı. Her şey bulanık ve anlamsızdı.

Adım bir kez daha yankılandığında, gözlerimi açmak zorunda kaldım. Ağır bir yük gibi gelen göz kapaklarımı araladığımda, ilk gördüğüm şey iki kişi oldu: Cortez ve Christian. Cortez’in yüzü sert ama kararlıydı, gözlerinde yankılanan öfkeyi ve çaresizliği görebiliyordum. Christian ise bana doğru eğilmiş, nefes alışlarımı kontrol etmeye çalışıyordu. Gözlerindeki cesaret, o an bile bana bir güven hissi verdi.

“Dante,” dedi Christian, sesi endişe ve aynı zamanda umutla doluydu. “Seni buradan çıkaracağız.”

Cortez bir şeyler fısıldadı, kelimeleri anlamaya çalıştım.

“Dayan abi,” dedi Cortez, o keskin, güven dolu sesiyle. “Lütfen dayan.”

Dışarıdan patlama sesleri geliyordu. Birileri beni kaldırdı. Sonrası yine karanlık.

Gözlerimi tekrar açtığımda tanıdık bir yerdeydim. Bu... benim odam mıydı? Yoksa zihnim bana tekrar bir oyun mu oynuyordu?

“Abim uyandı!”

Birinin sesi beni çağırıyordu. Sonra ince, zarif bir kol boynuma dolandı. Boynumda hissettiğim sıcaklık... gözyaşlarıydı.

“Mia,” dedim kısık bir sesle.

Sonra tam karşımda duran Cortez ile göz göze geldim. Yüzünde endişeyle karışık bir rahatlama vardı.

“Bu kadar tembellik yetmedi mi, abi?” diye sordu.

İstemsizce gülümsedim. Ama kafamda bir bulanıklık vardı, her şey bulanık gibiydi. Hatırladıklarım bile.

“Neler oldu?”

Sesim bile bana yabancı geliyordu.

“Beni nasıl buldunuz?” diye fısıldadım, ama sesim bir gölge gibi zayıf ve kırılgandı.

Cortez, sert ama şefkat dolu bakışlarını üzerime çevirdi. Yüzündeki yorgun çizgiler, beni ararken geçen zamanın ağırlığını anlatıyordu. “Kod,” dedi, alçak bir sesle. “Gönderdiğin kod bizi sana getirdi.”

Duraksadı, bir anlık sessizlik odada yankılandı. “Kaçırıldığın yer, adeta bir labirent gibiydi. Terk edilmiş bir adadan seni buraya taşırken, yol boyunca her dakika senin nefes almanı sağlamak için savaştık.”

Sözleri, zihnimde parçaları bir araya getirdi. Kod... göndermiştim. O an her şeyin sonu gibi hissetmişken gönderdiğim mesaj, beni kurtarmıştı. Fakat hâlâ açıklanamayan bir boşluk vardı. O kadar uzun süredir adadaydım ki tarihin farkında değildim.

“Tarih?” diye sordum, sesim zar zor duyulacak bir fısıltıya dönmüştü.

Cortez derin bir nefes aldı, sanki söylemek üzere olduğu şey onu da yaralıyordu. “Seni adadan getireli tam üç ay oldu,” dedi sonunda. “Üç aydır komadaydın. Vücudun o kadar ağır yaralıydı ki, doktorlar seni iyileştirmek için bu durumda tutmaya karar verdiler.”

Sözleri bir hançer gibi içime saplandı. Üç ay… Ondan öncesi de vardı. Oysa zamana dair hiçbir his, hiçbir iz yoktu bende. Sanki gözlerimi kapatmış ve sadece bir an sonra açmış gibi hissediyordum. Oysa dünya benim için durmuşken, onlar her şey için savaşıyordu.

“Dün…” Cortez bir an durdu, sesi daha yumuşadı. “Dün ilaçları kestiler. Vücudunun kendiliğinden uyanmasını beklemeye başladılar. İşte buradasın. Geri döndün.”

Cortez’in sesi umut doluydu, ama bu umut, benim içimde yankılanmıyordu. Üç ay hatta tam olarak dokuz ay boyunca bedenim savaşırken, ruhum hâlâ o karanlıkta bir yerlerde kaybolmuştu.

O anlatırken Mia’nın o masmavi gözlerini üzerimde hissettim. Yüzü yorgundu, gözlerinin altı çöküktü, kenarları kırmızıydı. Zayıflamıştı; benim için endişelenirken kendi sağlığını unutmuştu belli ki.

Elimi uzattım ve yanağını okşadım. “İyi olacağım,” dedim fısıldayarak.

Başını salladı ama burnunu çekerek yeniden ağlamaya başladı. Cortez, ona sarıldı ve kulağına birkaç kelime fısıldadı.

“Ben sonra gelirim, abi,” dedi Mia yavaşça.

“Tamam prenses,” dedim güçsüz bir gülümsemeyle.

Cortez yanıma oturduğunda yüzünde ciddiyet vardı.

“Bu kez seni kaybettiğimizi sandım,” dedi boğuk bir sesle.

“Ben her zaman kurtulmanın bir yolunu bulurum,” dedi. “Sizi de kurtarırım. Korkma Cortez. Ben hep yanınızda olacağım.”

Eskiden söylediğim cümlenin aynısını söylerken, onun buruk gülümsemesini gördüm. “Sadece gafil avlandım,” diye ekledim.

Cortez’in kaşları çatıldı. “Sen gafil avlanmazsın, abi. Sen gördüğüm en iyi avcısın. Zekisin. Bu kez ne oldu?”

Lucia. Onun etkisiydi. Adı bile zihnimde yankılanırken kalbim sıkışıyordu. O bana mutluluğun ne demek olduğunu öğretmişti. Onunla geçirdiğim o kısa ama parlak anılar, hayatımın en karanlık köşelerini bile aydınlatmaya yetmişti. Şimdi, Lucia’nın bensiz acı çektiğini bilmek, o ışığın söndüğünü hissetmek gibiydi.

Yutkundum. Ağzımdan çıkan her kelime bir mücadeleydi. “O nasıl?”

Cortez’in bakışları donuklaştı. Gözlerini benden kaçırması, duyacaklarımın hoşuma gitmeyeceğinin bir işaretiydi. Yatakta doğrulmaya çalıştım ama aniden başıma keskin bir ağrı saplandı. Cortez hemen yanıma geldi.

“Ne yapıyorsun? Sakin ol,” dedi.

“Söyle, Cortez. O iyi mi?”

Cortez, ağır bir nefes aldı ve yüzünde gördüğüm o acı dolu ifade kalbime hançer gibi saplandı.

“Marino, Lucia’nın yaralandığını söyledi.”

İçimdeki panik, bedenimdeki acıyı unutturacak kadar büyüktü.

“Ne? Nasıl?”

“Babamın seni adadan çıkarma sebebi bu olmalı. Esther, babamın planını uygulamış. Lucia’ya üç günlük bir hapis cezası verilmiş. Uygunsuz bir şekilde. Esther bir şekilde bu duruma kılıf uydurmuş.”

Sözleri içimde bir fırtına kopardı. “Ne demek ‘uygunsuz bir şekilde’?”

Cortez’in sesi daha da alçaldı. “Daha fazlasını öğreneceğim. Tek bildiğim, Carlo ve Adrian Amato ile adamları durumu kontrol altına alana kadar, Lucia fiziksel işkence görmüş. Onu kurtarmışlar ama başına aldığı darbe kötüymüş. Beyin sarsıntısı geçirdiğini öğrendim.”

Bedenim istemsizce gerildi. “Tüm bunlar olurken bizimkiler ne yapıyormuş?”

“Onlar, Amatoların liderliğinde Lucia’yı kurtarmaya çalışıyormuş. Ama hapishanenin başında Esther’in babası Astor vardı. Onun korkunç askerlerini biliyorsun. Durum daha fazla dikkat çekmesin diye her şey sessizce halledilmiş.”

“Esther ve Astor şimdi nerede?”

“Esther kaçmış. Astor ise ölmüş. Esther büyük ihtimalle babamın yanındadır, abi.”

Derin bir nefes aldım. Her hücrem Lucia’ya gitmek için bağırıyordu. “Eşyalarımı toplasınlar. En kısa sürede akademiye gitmem gerekiyor.”

“Bu mümkün değil,” dedi Cortez sertçe. “Gerekirse seni tekrar uyuturum.”

Cortez’in yakasına yapıştım. Elimden gelen tek şey buydu. Ama o, geri adım atmadı. Tam tersine, elimi yakaladı ve beni yeniden yatağa bastırdı. O kadar zayıftım, öyle güçten düşmüştüm ki karşı koyamadım.

“Ölüyordun, abi. Beni anladın mı? İyileşmeden gitmeyi istersen dene ve neler olacağını gör.”

Ayağa kalktı ve yüzüme sert bir bakış attı. “Zaten o yarayla bir adım bile atamazsın.”

“Lucia’yı görmem lazım,” dedim dişlerimin arasından.

“Tamam,” dedi sonunda. “Sana söz veriyorum, iyileş, seni kendi ellerimle ona götüreceğim. O zamana kadar her gün bilgi alacağım. Gerekirse görüntü, video... Ne gerekiyorsa elde ederim. Ama önce iyileşmen gerek.”

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. “Bugün öğren,” diye tekrarladım. “Bir de onu görmem lazım. Bir şekilde.”

Cortez, başını salladı ve odadan çıkarken bir kez daha bana döndü. “Christian ve diğerlerine haber vereceğim.”

Başımı hafifçe salladım ama zihnim, Cortez’in söylediklerinin ötesindeydi. Lucia... O benim tatlı işkencemdi. Ona ne olduğunu öğrenmeden huzur bulmam mümkün değildi.

Lucia

3 ay önce

Tüyleri unutmuştum. Onlar artık zihnimin arkasında kalmış, önemsiz bir ayrıntıya dönüşmüştü. Geçen üç ay boyunca daha iyi ve daha mutlu olduğumu söyleyebilirdim. Ama aşk öyle bir şeydi ki geçmiyor, yaralar bir türlü kapanmıyordu. Zaman bir şekilde akıyor, ancak acıyı alıp götürmüyordu.

O gece, Chloe’nin önerdiği bir kitabı okuyordum. Sayfalar arasında gezinirken bir cümleye rastladım: “Ay çok güzel.” Japonların sevdiklerini söylemekte utandıklarında bu ifadeyi kullandıklarına dair bir rivayet vardı. İçim titredi. Pencereden dışarı baktığımda gördüğüm manzara nefesimi kesti. Ay bu gece çok güzeldi. Ama bu güzellik, kalbimdeki özlemi ve Dante’ye olan aşkımı daha da yakıcı hale getirdi.

Onu hala deli gibi seviyordum. Aşk bitmiyor, özlemim dinmiyordu.

Elimde olmadan gözlerimden yaşlar süzüldü. Yatağa uzandım, gözlerimi kapattım. Kalbimde derin bir yara vardı, bir türlü kapanmayan, sürekli kanayan bir yara. O gece acım öylesine büyümüştü ki boğulacak gibi hissettim. Daha ne kadar dayanabileceğimi düşündüm, ama cevabı bilmiyordum. Onu düşünerek uyuyakalmışım.

Rüyamda kendimi aynalarla dolu bir odada buldum. Loş bir ışık odayı aydınlatıyordu. Kapana kısılmış gibiydim. Ne yöne baksam gördüğüm tek şey Dante’ydi. Yüzlerce, binlerce Dante. Hepsi bana ellerini uzatıyor, hüzünlü gözlerle bakıyordu.

Bir aynaya yaklaşıp elimi uzattım. Soğuk cam yüzeye dokununca ürperdim. Aynaların arasında bir çıkış aradım ama Dante’nin yansımalarından kaçmak mümkün değildi. Her yerde o vardı.

Sonunda yere çöktüm. O anda tiz bir çığlık kulağımı deldi. Bu ses nereden geliyordu? Etrafıma baktım ama kaynağı bulamadım. Çığlık bir haykırışa dönüştü, sonra daha da yükseldi. Anladım ki bu ses dışarıdan değil, içimden, kalbimden geliyordu.

Bir anda kucağıma siyah bir tüy düştü. Yerden aldığım tüy, ellerimde bir bıçağa dönüştü. Siyah kanaryamdı, bıçağımdı bu. Hiç düşünmeden bıçağı kalbime götürdüm. Dante’nin yansımaları aynaların ardında panik içinde hareketlendi. Yumrukları cam yüzeylere çarparken, gözlerindeki acı yerini korkuya bırakmıştı.

“Elveda, Dante,” diye fısıldadım.

Tam o anda bir ayna parçalandı. Cam kırıklarının ardında Dante yok oldu. Ardından, odanın karanlığından siyah bir jaguar çıktı. Simsiyah, parlak tüyleri loş ışıkta pürüzsüz bir şekilde parlıyordu. Yumuşak adımlarla, zarifçe yanıma yaklaştı. Sessizdi. Gerçekten sessiz. O kadar ki, avlarının jaguarın geldiğini duymaması boşuna değildi. Bu yaratık, güç, zarafet ve korkusuzluğun cisimleşmiş haliydi.

Jaguar önüme durduğunda korkmadım. O kadar güzeldi ki gözlerim kamaştı. Başını yavaşça elime vurduğunda bıçak elimden düştü. Sonra başını kaldırdı ve göz göze geldik.

Okyanus mavisi gözler... Beni mahvetti.

Elimi uzattım. Tereddüt bile etmeden başını kucağıma koydu ve onu okşamama izin verdi. Güçlü ama yumuşacık gövdesi, yanımda hissettiğim o koruyucu varlık... İlk defa kendimi güvende hissettim.

Güven. Lucas. Yani Dante.

Jaguar aniden kucağımdan kalktı ve başını göğsüme dayadı. Kalbimde, canımı yakan bir ok vardı. Bu okun hareketlendiğini hissettim. Önce derinlere battığını sandım, ama yanılmıştım. Ok kalbimden yavaşça çıkıyordu. Şaşkınlıkla jaguarı izledim. Kalbim kanasa da ok artık yoktu.

Jaguar, pençesini göğsümdeki yırtığın üzerine koydu. Bir an, biri kalbime dikiş atıyormuş gibi hissettim. Kanama durdu. Sonra, tekrar kucağıma yattı. Okyanus mavisi gözlerine bakarken her şeyi unuttum. Ve ilk defa, kalbimdeki yükün biraz hafiflediğini hissettim.

Uyandığımda saat altıyı geçmişti. Elim istemsizce kalbime gitti. Kalbim, göğüs kafesimi kırıp çıkacakmış gibi atıyordu. Tüm vücudum alev almış gibi yanarken derin bir nefes aldım, yataktan kalkıp soğuk bir duş aldım. Her zamankinden daha hızlı hazırlandım. Henüz erkendi, ama beklemek istemiyordum. Chloe’ye gitmeye karar verdim.

Danışmanlar binasına vardığımda yolumu restorana çevirdim. Kahve ve kruvasan alıp asansöre doğru ilerledim. Tam o sırada Pedro’yla karşılaştım.

“Günaydın, Lucia,” dedi.

“Günaydın, Pedro. Nasılsın?” diye sordum, yüzüme yalandan bir gülümseme yerleştirerek.

“İyiyim. Ya sen?”

“Ben de iyiyim.” Yalan. Bunun farkındaydı.

“Gözlerin öyle demiyor,” dedi, beklemediğim bir kararlılıkla çenemi tutup başımı kaldırırken. Uzun zamandır bana böyle dokunmamıştı.

Saatin erken olduğunu söyleyip beni restorana götürdü. Sadece başımı salladım ve onun peşinden gittim. Kahvaltı sipariş ettik ve beklerken konuşmaya başladı. Günlük konular, ek dersler... Kafamı dağıtmaya çalışıyordu ve işe yarıyor gibiydi. Ama kalbimdeki yara... Dün gece yeniden açılmış, kanamaya başlamıştı. İçimden gelen acı durmuyordu.

Yemek geldiğinde birkaç lokma aldım, ama boğazımdan geçmedi. Göğsümde tarifsiz bir sancı vardı. İlk kez o an aklımdan bir düşünceyi geçirmemeye çalışmadım: Dante iyi miydi? Yoksa yaralanmış mıydı? Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımı ıslattığında ağladığımı fark ettim. Pedro da. Elini uzatıp yaşları silerken hüzünlü bakışlarla beni inceliyordu. Sonra sandalyesini yanıma çekti ve başımı omzuna yatırdı.

“İstediğin kadar ağla,” dedi yumuşak bir sesle. “Bazı günler en kötüsüdür. Acıdan boğulursun ve o acı hiç durmaz.”

Beni en iyi tanıyan insanlardan biriydi. İlk kez geri çekilmeyi düşünemedim. Omzunda ağladım, sessizce, uzun süre. Saçlarımı okşayarak sakinleşmemi bekledi.

“Aşk da acı da geçmiyor, Pedro,” dedim, gözlerimden süzülen son yaşlarla. “Ona deliler gibi aşığım. Onu görmezden gelmeye, duygularımı bastırmaya çalıştım. Ama yapamıyorum.”

Yüzüme dokundu, bakışlarında tarif edemediğim bir acı vardı. “Bir ateşi körükleyerek söndüremezsin, Lucia. Kendine biraz zaman tanı,” dedi.

Başımı kaldırdığımda, “Sen böyle mi yaptın?” diye sordum.

İlk kez onun acısını yüzünde gördüm. “Kalbin neredeyse o kişiye aitsindir, kanaryam,” dedi kısık bir sesle. “Ben yapamadım. Ama sen dene.”

Bir eli yanağımda kalmışken bakışları değişti. O an gözlerinde sadece hüzün değil, bir şey daha gördüm: aşk.

“Gözlerim bir tek seni arıyor, farkında değilsin. Sensiz yok oluyorum, üşüyorum, ama yanımda yoksun. Güzel kanaryam... Neden benim değilsin?”

“Yapma, Pedro,” dedim. Ayağa kalktım. Ona da acı veremezdim. Ama beni takip etti. Merdivenlerin oraya geldiğimizde bir adım önümde durdu.

“Onu bu kadar mı seviyorsun?” diye sordu.

“Kendimden bile çok,” dedim. “Kalbim sadece ona ait, Pedro. Üzgünüm.”

Elimi tutup kendine çekti. Bana fazlasıyla yaklaştığında, yüzümü diğer tarafa çevirdim. Ondan uzaklaşırken, arkamızdan gelen o sesi duyduk.

“Burada ne oluyor?”

Esther’di. Zamanlama berbattı.

Ben bir şey söyleyemeden, Pedro konuştu. “Sadece Lucia ile konuşuyordum,” dedi.

“Hayır,” diye kestirip attı Esther. “Öpüşüyordunuz.”

“Öpüşmedik Esther.” Pedro konuşmak istese de onu susturdu. Ne diyeceğimi bilemeden ona baktım. Her şey daha kötüye gidiyordu.

“Disiplinsizlik,” diye tısladı. Bana yaklaşıp gözlerimin içine baktı. “Bu yaptığın büyük bir suç, Lucia. Bir eğitmeni öpmek, öyle mi? Cezan da buna uygun olacak.”

“Hayır, ben—”

“Sözümü kesme,” dedi Esther. “Konuşmana izin vermedim.”

Pedro araya girdi, “Esther, saçmalıyorsun,” diyerek kolundan tuttu. Ama o hızla kendini kurtardı.

“Bunun bedeli ağır olacak,” dedi Esther ve öfkeyle yanımızdan ayrıldı. Pedro’nun bakışları bana döndü.

“Halledeceğim,” dedi kararlılıkla, onun peşinden gitmeden önce.

Ben ise Chloe’nin yanına gittim. Her şeyi anlattım. O da Carlo’ya.

Berbattı. Durum sandığımdan da kötüydü. Bir saat sonra, askerler beni almak için kapıya geldiklerinde ellerindeki kağıtta üç günlük hapis cezası yazılıydı. Chloe, durmadan ağlıyor; Carlo ise onu güçlükle sakinleştirmeye çalışıyordu. Ne olduğunu bile anlayamadan, adımlarımı zorla sürükleyerek götürürlerken aklıma bulduğum o siyah tüyler geldi. Ne zaman birini bulsam, sanki hayatımda yeni bir cehennem kapısı açılıyordu.

Beni adanın en uzak köşesine, insana yalnızlığı iliklerine kadar hissettiren tenha bir noktaya götürdüler. Issızlık içindeki hapishane, cehennemin ağzı gibi görünüyordu. İçeri girdiğimde yüzünde soğuk ve kibirli bir ifade olan adam karşıma çıktı, adının Astor olduğunu söyledi. Gözleri, sanki ruhumu parçalayacak kadar karanlıktı. Onun Esther’i andıran yüz hatları, kalbimde bir korku fırtınası kopardı.

İki gün… Hatırladığım tek şey işkencelerdi. Fiziksel ve duygusal. Tüm benliğimi tüketen, ne zaman biteceğini bilmediğim acılarla boğuşuyordum. “Cehennemlerinden biri benim elinden çıkacak,” demişti Astor. Bunu yapmaya kararlıydı.

Saat başı tekrarlanan işkencelerin ritmini zamanla öğrendim, çünkü her anını kendi sesiyle hatırlatıyordu. Ama artık zaman bir şey ifade etmiyordu. Bedenimde açılan yaralar bir yana, ruhumda bıraktığı derin izlerin hiçbir zaman iyileşmeyeceğini biliyordum. Kabuk bağlamayacak yaralar…

Hayatın ince ipliklerinin bizi nereye ve kime bağlayacağını asla bilemezdik. Ama en karanlık kabuslarımda bile kendimi bu kadar çaresiz hissetmeyi hayal etmemiştim. Kaderim, nefesimi kesecek kadar sıkı bir yumak gibi etrafımı sarıyordu. İçimdeki tüm ışık, karanlığın ağır örtüsü altında kayboldu. Siyahın en derin tonu kalbime yerleşti.

Kimse beni kurtarmayacaktı. Bunu biliyordum. Zaman ilerledikçe umut, yerini yavaşça umutsuzluğa ve derin bir boşluğa bıraktı. Acı, ruhumu kemirirken üzerime çullanan olumsuz duygular arasında savruluyordum. Benden bir şey kalmayana dek, tükenene kadar…

İkinci günün akşamında, dışarıdan gelen sesler giderek yükselmeye başladı. Önce hafif, ardından giderek şiddetlenen patlamalar ve bağırışlar… Kaosun ortasında ne olduğunu anlamaya çalışıyordum, ama zihnim bulanıktı. Bir anda başıma inen şiddetli bir darbe her şeyi susturdu.

Gözlerimi açtığımda, upuzun çayırlık bir alanda uzanıyordum. Etrafımı papatyalar çevrelemişti. Güneş gökyüzünde parlıyor, rüzgar saçlarımı hafifçe okşuyordu. Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Ama bir şey, ruhumun derinliklerinde hâlâ mücadele ediyordu.

Birinin dizinde yatıyordum. Sıcaklık, huzur ve tanıdık bir koku etrafımı sardı. Gözlerimi araladığımda, bana sevgiyle bakan o güzel ela gözleri gördüm. Annemin gözleri…

“Lucia’m,” dedi yumuşak bir sesle.

“Anneciğim…” Nefesim kesilmişti. Ona doğru uzandım, sarıldım. Bir anda bedenim sarsılmaya başladı. Hıçkırıklar, tutamadığım gözyaşlarıyla birleşti.

“Biriciğim, ne olur ağlama,” dedi şefkatle.

“Anne? Korkuyorum,” dedim, sesim bir fısıltı gibi çıkmıştı.

“Korkma, ben buradayım.”

“İyi ki buradasın,” dedim ve kendimi daha sıkı ona yasladım.

“Lucia?” dedi bir an. Beni hafifçe geri itti, yüzüme baktı. O an gözlerinde, derin bir acıyla karşılaştım.

“Yaraların geçecek, biriciğim.”

Olanları hatırladığımda, sanki bedenim yeniden o işkencelerin ağırlığını hissetti. Bir anda vücudumda, kafamda ve en çok da kalbimde bir sızı yükseldi. Annem, elini tam kalbimin üzerine koydu. En çok acıyan yerimi hep benden daha iyi bilirdi.

“Geçecek, Lucia’m,” dedi ve ben şiddetle hıçkırmaya başladım.

“Ağla bebeğim,” dedi yumuşakça. “Gözyaşları arkasından gelecek mutluluklar için yolu temizler. Ağla… Tüm kirli düşünceler, duygular, acılar aksın ve gitsin.”

Beni kendine çekti ve başımı göğsüne yasladı. Onun kalp atışlarını duyarak ağlamaya devam ettim. Tüm şiddetiyle akan gözyaşlarım, zamanla sakinleşti.

“Anne, tüm bunlar… burası gerçek mi?” diye fısıldadım. “Artık ayrılmayacağız, değil mi?”

“Bebeğim, ben hep yanındayım,” dedi ama yüzüne düşen gölgeyi görmüştüm. “Ama biz aynı dünyaya ait değiliz. Senin daha yaşayacak güzel zamanların var.”

“Hayır!” dedim, sesi yükselen bir çığlık gibi. “İstemiyorum, anneciğim. Ne olur, beni de götür. Sensiz çok yalnızım.”

“Hayır, biriciğim. Chloe ve Carlo var,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle.

Elini yeniden kalbime koydu. “O da burada, seninle.”

“Dante mi?” dedim, gözlerim irileşerek.

Annem sadece gülümsedi. O an, kalbimden bir ateş yükseldi. Ani bir dürtüyle başımı kaldırdım ve ona baktım.

“Kalbi güzel insanların karşısına hep iyiler çıkar,” dedi nazikçe. “Ne kadar yaralı olduğunu, acı çektiğini tam burada hissediyorum.” Parmağı kalbimin üzerindeydi. “Aynı acıları ben de seninle hissediyorum. Ama bunlar bir sınav, Lucia’m. Sen bunları geçeceksin. Sandığından çok daha güçlüsün.”

Sert bir rüzgar esti.

“Seni yok edemeyecekler. Bir daha asla acı çekmeyeceğini söyleyemem ama güzel günlerin olacak. Hayat önünde uzanıyor, Lucia. Benim kızım gerçek bir savaşçıdır. Ve şu an zamanı değil… Yaşamalısın.”

Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımı yakıyordu. İçimdeki hangi acı daha büyüktü? Hangi kaybım daha derindi?

“İyileşeceksin, Lucia’m,” dedi annem. Elini kalbime bastırdı.

Aniden keskin bir acı tüm vücuduma yayıldı, elektrik akımı gibi. Şaşkınlıkla gözlerimi anneme diktim. “Anne?” dedim titrek bir sesle.

Bir kez daha kalbime bastırdı. Aynı keskin akım, bir dalga gibi tüm bedenimi sardı. Ama bu kez çevremiz değişmeye başlamıştı. Çayırlık alan kayboluyor, görüntüler birbirine karışıyordu.

Sıkıca ona sarıldım. “Beni bırakma…” diye fısıldadım.

“Lucia, hiçbir şeyden korkma. Özellikle seni böyle yıkabileceklerini sananlardan korkma. Sen onlardan güçlüsün. Bunu sen de anlayacaksın, bebeğim. Dinle beni!”

Etrafımızda güçlü bir rüzgâr yükseldi. Hava kararıyor, bir girdap bizi içine çekiyordu. Annemi zar zor duyuyordum.

“Ondan uzak dur!” diye bağırdı.

“Kimden?” dedim ama rüzgâr sesini alıp götürmüştü.

Bir kez daha kalbimde o elektrik akımını hissettim. Gözlerimi kapattım. Annemin sesi kaybolurken, başka sesler yükselmeye başladı.

Boğuk, yabancı sesler… Ama bir tanesi diğerlerinden ayrılıyordu.

“Onu kurtarın, doktor! Yoksa yapabileceklerimi kimse tahmin bile edemez!”

Chloe’nin sesi… Haykırıyordu. Ama tam olarak neler olduğunu anlayamıyordum.

Karanlık… Sonsuz bir karanlık etrafımı sardı. Gözlerimi açamıyordum. Üşüyordum.

Işıkları kim kapatmıştı?

Bu… Ölüm müydü?

Bölüm : 26.09.2024 16:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...