
Fatihten;
Hastane kokusu… her seferinde aynı şey ihatırlatıyor insana: beklemek de bir yara. Kurşun geçer, sargılanır; beklemekse içe işler, çıkmaz bir iz bırakır. O sabah da… ne kadar alışkın olsam da, acilin soğuk ışıkları altında beklemek boğazıma bir yumru gibi oturdu.
Kapı açıldığında tanıdık bir yüz görmüştüm; ilk bakışta hatırlamamıştım ama gözleri… o gülüş. Bir an donup kaldım. O kız — kahve yüzünden karşılaştığımız o kız — şimdi hemşire önlüğüyle önümde duruyordu. O gün kavgayla ayrılmıştık; ben belki de biraz kaba davranmıştım, belki de sadece elim kaymıştı. Şimdi ona bakınca o anki hafif gurur, yerini tuhaf bir sızlamaya bıraktı.
“Sen…” dedim, sesim beklenenin aksine kısık kaldı.
“Evet,” diye yanıtladı kısa, sonra işine döndü; elleri profesyonelce, yüzünde küçücük bir şaşkınlık. Gözlerini benden kaçırması, bakışlarımızın içindeki suçlulukla karışık akışı daha çok yaktı beni.
Pansuman yaparken elleri titremiyordu; işini bilirdi. Benim içimdeyse bir ritim bozukluğu vardı, kalbim kendi bildiği savaşı veriyordu. O kahve… küçük bir anıydı belki, ama o anı şimdi çarpıcı bir gerçekliğe dönüştü: Nehir, sadece bir kavga arkadaşı değil, kiminin umuduna sarılan ellerin sahibiymiş.
Perdeyi çekip pansumanı bitirdikten sonra, kapıdan içeri küçük bir fırtına girdi: Taha. Küçük çocuğun sevinci odayı doldurdu. Nehir’in yüzündeki ifade değişti; sert hemşire maskelediği sıcaklığı bırakıp çocuk hâlâ sevdiği birinin yanındaki o yumuşak hâline büründü. Gamzeleri… gülüşü… bir an aklımdan hiç çıkmayacak bir kare bıraktı.
Küçük çocuğun ablasına sarılışı, ona güvenle yapışışı… beni bambaşka şeylere götürdü. Kendimi onun gözünde bir yabancı olarak değil, mahcup, eksik bir insan gibi hissettim. Kahvede çekingen bir itiş kakışla başlayan bizim hikâye, hastane ışıkları altında başka bir anlam kazandı.
Ardından Yasemin geldi. Gözleri şiş, yüzünde bir endişe… “Abim burdaymış,” dedi güçlükle. İçimden bir şey sıkıldı. Kardeşi korkusunu o kadar açık gösteriyordu ki, güç adımlarımla onu teselli etmeye çalıştım ama içimdeki titremeyi saklayamadım. Taburcu olurken bile beni hafif alaylı bir dille çekiştirdi; “Hastane nefretin ne zaman bitecek?” dedi. Gülümsedim ama o gülüşümde bile bir yorgunluk vardı.
Sonra geçmiş geldi, 20 yıl öncesinden bir kırık sahne gibi: Annemin mutfaktaki narin elleri, etli ekmeğin kokusu; ben küçücük, merak dolu bir çocuk; babamın erken döneceğine dair o masum umudum. Kapı çaldığında koşup açtım; ama dönenler asker amcalar, ellerinde bayrak. Annemin feryadı, sonra hastane… baygın bir ev; tabut yerine bir bayrak… O an anlamadım; anlamamıza izin verilmedi belki de. Sonra ağzımdan çıkan bir tek şey vardı: dayanmak. O gün çocukluğum da bitti. Babamın yokluğu, benim yükümlülüğe dönüşmüştü: annemi, kardeşimi korumak için sertleşmek.
O sertlik yıllarla zırha döndü. Evde, sokakta, cephede… “Öküz” diye dalga geçmeler, bana vurulmuş kahveler, küçücük kızın bana bakışı — hepsi birbirine karıştı. Benim için espriyle geçen bir lakap, başkaları için savaştığım bir yükün sadece kıyafetiydi. Havada asılı kalan kahve bu yüzden daha çok şey anlattı: Öfke, utanma, savunma refleksi.
Taha’nın ablasına sarılışı sırasında bir şey itiraf etti bana — kelimeler değil, duruşuydu: o da kırılganlığı tanıyordu. Nehir’in elleriyle bir çocuğu kucağına alışı, bana insanlığımı hatırlattı. Belki de ben, yıllar içinde unuttuğum o şeyi orada gördüm: korkuyu paylaşmanın, yükü küçültmenin gücünü.
Çıkarken Nehir bana bir şey söyledi, fısıltı gibi: “Abi….” Sözünü tamamlamadı. Geriye sadece bakışları kaldı. Gitmeden önce düşündüm; belki de kaybettiklerimiz, bizi biz yapan şeyleri açığa çıkarıyor. Ve bazen kaybetmek, gerçekten de en büyük kazanç olabiliyordu — çünkü kaybedince tutunmayı öğreniyordun.
O akşam, eve dönerken adımlarım ağırdı ama içimde tuhaf bir hafiflik vardı. Kendimi sahiden yalnız hissetmiyordum; omuzlarım hâlâ yük taşıyordu ama artık bilerek, farkında olarak. Belki de en büyüğü böyle: Yara kapandıkça, geride kalan iz seni daha iyi anlatıyor.
Taburcu olduktan sonra eve dönerken Yasemin’in bakışlarını fark ettim. Kardeşim mutlu görünüyordu ama gözlerinin derininde bir korku vardı. Sanki her an elimden kaybolacakmışım gibi bana sıkı sıkıya tutunuyordu. Onu teselli etmek için güçlü durmak zorundaydım. Oysa bedenim yorgundu, ruhum daha da yorgundu.
Nehir’in sesi araya girdiğinde, dudaklarımdan istemsiz bir gülüş çıktı. “Her zamanki gibi böbürleniyorsun,” dedi. Ona bakarken gözlerimi kısılmış buldum kendimi. O kelime hâlâ kulağımda çınlıyordu: Öküz. O gün kızmıştım belki ama şimdi düşündüğümde, bana en doğru yakıştırmayı o yapmıştı. Çünkü ben gerçekten de hislerimi saklamak için kabalık maskesini takıyordum.
Eve vardığımızda Yasemin’in rahatladığını sandım. Ama gece, kabuslar beni buldu. Yıllardır bitmeyen bir döngü… Babamın yüzü, bayrağa sarılı tabut, annemin feryadı. Yatağın içinde kıvranırken dudaklarım kendi kendine konuştu. İçimde susturamadığım o çocuğun çığlığı tekrar çıktı:
“Baba… gitme! Beni bırakma!”
Ter içinde uyandığımda gözlerim Nehir ve Yasemin’e takıldı. İkisi de başucumdaydı. Nehir’in gözlerinde korkuyla karışık bir merhamet vardı. Yasemin ellerimi tutmuş, sakinleştirmeye çalışıyordu. İçim parçalandı. Çünkü yıllardır kardeşime hep güçlü abiyi oynadım, şimdi ise en zayıf hâlimi görüyordu.
“Ben askerim,” dedim, sesim boğuk. “Bizim kabuslarımıza siz karışmayın.” Aslında o an istediğim şey, kimsenin içimdeki yangını görmemesiydi. Ama Nehir susturmadı beni. Sert bir sesle:
“Ne kadar güçlü olursan ol, insan yıkılır Fatih. Sen de insansın.”
Beni anlamasından korktum. Çünkü anladıkça duvarlarım çatlıyordu. Gözlerimi tavana diktim, yıllardır dile getirmediğim sözleri dilime geldi:
“Babamı göremedim. O gün çocukluğum da öldü. Kimseye yük olmamaya yemin ettim. Ama geceleri… geceleri yeniliyorum.”
Sessizlik çöktü. Yasemin ağlıyordu, Nehir’in boğazında düğümlenen sözlerini hissediyordum. Bir an ellerim titredi, içimdeki ağırlığı saklayamadım.
Sonra gözlerim Nehir’e kaydı. Bana hep “öküz” demişti. Belki haklıydı. Ama aslında bilmediği bir şey vardı: Ben ona kaba davrandıkça, kendimden sakladığım hisleri de gizlediğimi sanıyordum. Oysa onun yanında korkularım daha da büyüyordu.
Adını ilk kez o kadar yumuşak söyledim:
“Nehir.”
Bakışlarıyla irkildi. Cevap veremedi. Ben de fazlasını söyleyemedim. Ama bilmesini istedim: Onunla konuşurken içimde yıllardır unuttuğum bir his uyanıyordu.
O gece sustum. Çünkü bazen kelimeler yetmez. Ama içimden geçen tek şey şuydu:
Belki de artık savaşmam gereken düşmanlar, dışarıda değil, içimdeydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 114.61k Okunma |
12.1k Oy |
0 Takip |
95 Bölümlü Kitap |