119. Bölüm

61.Bölüm

Esmer Oruç
karanlikgece_01

Yazardan

Sessizlik, karanlığın içinden sızan huzursuz bir huzurdu. Dağ, geceye gömülmüş, nefesini tutmuş gibiydi. Tim siper almıştı. Komutan telsizden son bilgileri alıyor, herkes tetikteydi. Nefesler kısa, yürekler ağırdı.

 

Emre, tüfeğini kavradı. Elleri soğuktu ama yüreği sıcaktı. Bir gece önce annesini aramıştı. Kendi kelimelerinden ürkmüş gibi anlatmıştı rüyasını:

 

“Rüyamda seni gördüm anne… helallik verdin bana.”

Kadıncağız gülmüştü telefonda. “Yine mi hüzünlendin?” demişti.

Ama Emre susmuştu. İçindeki uğultuyu, boğazında takılı kalan o yumruyu susturamamıştı sabaha kadar. Bir şey olacakmış gibi… yüreği yanmıştı.

 

“Pozisyon alın,” diye fısıldadı yüzbaşı.

O an sessizlik delindi.

Gece, kurşunların sesiyle yırtıldı.

Çatışma başlamıştı.

 

Kurşunlar sağanak gibi yağıyordu. Emre, bir an bile düşünmeden arkadaşının üzerine atladı. Korumak… yaşatmak… bu, Emre’nin doğasında vardı. Ama kader, bazen en cesurların kalbine yazılırdı.

 

Bir ses…

Bir an…

Bir kurşun…

 

Ve dünya sustu. Öyle bir sustu ki… bir annenin yüreğiyle eş zamanlıydı bu sessizlik.

 

Emre sırtüstü düştü. Gözleri göğe çevrildi. Dudaklarında belirsiz ama huzurlu bir gülümseme…

Ve o son söz:

“Helal et anne...”

 

Yanına koşanlar vardı. Eller kanı bastırmaya çalışıyordu, ama zaman çoktan durmuştu. O, artık hiçbir acıyı duymuyordu. Gözleri açık kaldı. Göğe bakıyordu… belki de annesinin yüzüne.

 

Yaman dizlerinin üzerine çöktü. Siper değil, sanki toprağın ağırlığı çökmüştü üzerine. Kaskını çıkardı, Emre’nin gözlerini kapattı. Sesi titriyordu. Ama bir askerdi. Komutan gibi değil, ağabey gibi konuştu telsize:

 

“Şehit verdik…”

Yutkundu, yüreğini yutmuş gibi…

“Uzman Onbaşı Emre Kaya… çatışmada şehit düştü. Son nefesine kadar görev başındaydı.”

 

Ve aynı saniyede… çok uzak bir şehirde…

Zehra Hanım’ın elinden kaşık düştü.

Tarhana çorbası kaynıyordu hâlâ. Emre’nin en sevdiği…

Ama kadın bir anda durdu. Nefes almadı. Ocağın sıcağına rağmen içi üşüdü.

Çünkü bir anne, bazen söylenmeyen haberi, kalbinin derininden duyardı.

 

Kapı birazdan çalacaktı. Ama o, zaten anlamıştı.

 

Yamandan

Duman henüz dağılmamıştı. Telsizden yayılan metalik sesler çatışmanın izlerini sıyırıyordu havadan. Yaman, elleri kan içinde Emre’nin başucundaydı. Dizlerinin üzerine çökmüştü, nefesi sarsak, gözleri kan çanağıydı.

 

Emre’nin gözleri hâlâ açıktı. Göğe bakıyordu ama görmüyordu artık. Dudaklarında yarım kalmış bir dua gibi bir gülümseme vardı.

 

Yaman başını eğdi, alnını Emre’nin alnına yasladı. Gözlerini kapattı, sesi boğuk, çatlak, içinden geçercesine geldi:

 

“Şehit verdik...”

Yutkundu.

“Uzman Onbaşı Emre Kaya... çatışmada... şehit düştü.”

Son cümle boğazında düğümlendi.

“Helalliğini aldı... annesinden. Gözümün önünde gitti.”

 

Telsizin diğer ucundaki sessizlik, sadece sessizlik değildi. O an gökyüzü bile saygı duruşuna geçmiş gibiydi. Kuşlar susmuştu, rüzgar yönünü unutmuştu.

 

Yaman, Emre’nin künyesini çıkarıp ellerine aldı. Kendi künyesiyle birlikte avucuna sıkıştırdı. Elinde, iki canlık bir yük vardı artık. Sadece komutan değildi artık o. Yüreği paramparça olmuş bir kardeş gibiydi.

 

“Sana söz... Emre. Annenin gözleri yerde kalmayacak. Bu vatan sana minnet borçlu.”

 

Bu gün Fırat vurulmustu ağır yaralıydı emreyi kaybettik .

 

Yazardan

 

Sabah erkendi. Güneş henüz tam yükselmemişti ama Zehra her zamanki gibi ayaktaydı. Oğlunun ses kaydını açtı yine. Her sabah dinlemeden kahve içmezdi artık. "Anne, sesini özledim. Tarhana kokan ellerini... Kokunu özledim." Kendi sesiyle, en güzel duayla başlıyordu güne.

 

İçeriye sabunlu su kokusu yayıldı. Çamaşırları asarken bir ara durdu, gökyüzüne baktı. “Emre hava nasıldır orada?” dedi kendi kendine. Belki çoktan uyanmıştı, belki uyanamamıştı bile. O an içi cız etti, anlam veremedi. Anne yüreği boşuna ürpermezdi.

 

Mutfakta tarhanayı karıştırırken gözleri doldu yine. “Emre gelince yapayım, sıcağı sıcağına yesin,” demişti dün. Ama bugün yapmaya başladı işte. Belki de sırf özlemden. Ya da fark etmeden bir veda hazırlığındaydı kalbi.

 

Tezgâhın ucunda duran bir kutu vardı. İçinde beyaz tül bir mendil, bir çift nişan yüzüğü broşürü, ve Emre’nin el yazısıyla yazılmış minicik bir not:

 

“Anne, yakında yüzünü güldüreceğim. Bir ev kuracağız. Evin kokusu senin tarhanan gibi olacak…”

 

İçini çekti kadın. Mendili alıp yüzüne sürdü. "İnşallah oğlum," dedi. "İnşallah."

 

Sonra dış kapıdan bir ses geldi. Kapıya doğru ilerledi kadın karşı komşusu gelmişti belki bir tabak istemeye gelmişti, belki zeytin dalı gibi bir muhabbet uzanacaktı eşiğe. Ama o an... içi karardı.

Gözlerinde bir yanma…

Kalbinde adını koyamadığı bir daralma…

Anne yüreği işte, bazen zamanın önüne geçer.

 

Adımlarını yavaşça sürükledi kapıya doğru. Elini kapı koluna uzattığında dizleri titredi. Açmak istemedi belki. Ama açtı. Çünkü kaderin kapısı daima çalınmazdan önce aralıktır zaten.

 

Kapının ardında iki adam. Biri üniformalı bir yüzbaşı, diğeri sosyal hizmet uzmanı. Omuzlarında yalnızca bir görev değil, bir annenin kalbini sökecek bir cümle vardı.

 

Yüzbaşı konuştu.

Ama sesi titriyordu.

Aslında her kelime kırılıyordu dudağında, dökülmeden parçalanıyordu.

 

“Zehra Hanım…”

Durdu, yutkundu.

“...Oğlunuz, Uzman Onbaşı Emre Kaya… bu sabah sınır ötesi operasyonda çıkan çatışmada… şehit oldu.”

 

O an zaman durdu. Ses durdu. Dünya, bir annenin kalbine çarptı ve sustu.

Zehra'nın dizlerinin bağı çözüldü. Ama bağırmadı. Ağlamadı. Sadece çöktü.

Sanki ayakta durmak artık yaşamaya direnmekti de o vazgeçmişti.

Gözyaşı değil, sessizlik aktı yanaklarından.

 

Bir anne vardı orada, ama kalbi başka bir yerdeydi artık. Oğlunun son baktığı gökyüzünde. Son söylediği "helal et"te. Son kokladığı hayalde…

 

Yüzbaşı, yavaşça cebinden bir şey çıkardı.

Küçük, bayrağa sarılı bir kutu.

İçinde bir künye… ve o gün giydiği üniformadan bir parça.

 

Kadının parmakları uzandı ama dokunamadı. Sadece havayı kavradı. Çünkü dokunsa, bırakmak istemeyecekti.

 

Sonra gözleri mutfağa kaydı. Tencerede tarhana fokurdamaya devam ediyordu.

O kadar sıradan, o kadar ağır bir ses…

Bir annenin içini delen çorba kokusu…

 

Ve o an, kendi kendine fısıldadı:

“İçemeden gitti… bir tabak daha nasip olmadı…”

Sonra…

Dua gibi bir cümle döküldü dudaklarından.

 

“Benim kuzum üşürdü… şimdi toprağın altı soğuk olur…”

 

Ve işte o an...

Yazar kalemini bıraktı.

Çünkü bazı cümleler yazılmaz.

Yalnızca yaşanır.

Ve bazı acılar… yalnızca susarak anlaşılır.

 

Asena'dan

 

Ama ben...

 

Gözlerimi Fırat’tan ayıramıyordum. Zaman durmuştu sanki. Kalabalığın, doktorların, hemşirelerin, Yaman’ın sesi arka planda uğuldayan bir rüzgâr gibi silinip gitmişti. Sadece onun kanla kaplı yüzü vardı gözümün önünde. Çocukken dizini kanattığında bile panikleyen ben, şimdi abimi öyle görünce nasıl ayakta durabildim, bilmiyorum.

 

Ayaklarım beni taşımadı, yere çökmedim ama içim çöktü.

 

“Fırat... abim...”

 

Sedyeye doğru birkaç adım attım. Biri beni durdurmaya çalıştı, belki Yaman’dı, belki bir hemşire. Dinlemedim. Elimi uzattım, ama dokunmaya korktum. Çünkü ya teni soğumuşsa? Ya gözlerini sonsuza dek kapattıysa?

 

“Hayır... hayır, bu olamaz!” diye fısıldadım, ama sesim sanki acil servisin duvarlarında yankılandı.

 

Yaman bana doğru yaklaştı. Gözleri doluydu. Savaşta bile titremeyen o elleri şimdi ne yapacağını bilemez haldeydi. Koluma dokundu, sesi çatallaşmıştı:

 

“Asena... o yaşayacak. Söz veriyorum, yaşatacağız onu. Dayanıyor hâlâ.”

 

O söz… “Yaşatacağız.” Sanki bir tutam nefes gibiydi boğazımdaki düğüme. Ama gözümün önünde gördüğüm şey, kalbime başka bir gerçek fısıldıyordu.

 

Sedyeyi hızla ameliyathaneye doğru sürdüler. Onu götürürlerken ben hâlâ arkasından bakıyordum. Gözlerimi kırpmadan. Göz kapaklarım yanıyordu ama o anı kaçırmaktan korkuyordum. Belki de onu son görüşümdü…

 

Kapı kapanmadan önce bir şey oldu. Fırat, göz kapaklarını hafifçe araladı. Belki bir refleks, belki son bir çaba… ama bana baktı. Eminim. O bakış bir ömür yetecek kadar derindi. Dudakları kıpırdadı. Sesi çıkmadı ama ben anladım.

 

“Asena...”

 

Yığıldım. Tüm direncim, tüm duvarlarım yıkıldı. Gözyaşlarım, içime akmadı bu sefer. Herkesin önünde, çaresizce ağladım. Yaman yanımdaydı. Elini omzuma koydu, ama teselli edemedi. Çünkü bazen teselli, sadece bir kelimeden ibarettir. Ve bazı acılar o kelimeye sığmaz.

 

Birkaç saniye sonra Yaman fısıldadı:

 

“Benim yüzümden. Onu ben sürükledim bu göreve. Keşke ben vurulsaydım…”

 

Başımı ona çevirdim. Yüzünde gerçek bir pişmanlık vardı. Ama onu suçlayacak hâlim yoktu. O da abimi seviyordu, kendi kardeşi gibi.

 

“Sadece... lütfen yaşasın,” dedim. “Gerisi önemli değil. Nefes alsın, bir şey demesin, yürüyemesin… ama yaşasın.”

 

O an, dünyada başka hiçbir şeyin önemi yoktu.

 

Fırat’ın gözleri bir daha açılsın yeterdi.

 

Zaman yavaşladı sanki. Bir ses duyuyordum sadece, içimde bir yerden yankılanan. Çocukluğumdan gelen bir hatıra sesi. Fırat’ın kahkahası. Yaz akşamlarında sokakta oynadığımız günler… elimden tutup beni kurtardığı o gün. Bir köpeğin havlamasından korkmuştum da nasıl sarılmıştı bana. “Ben buradayım,” demişti. Şimdi de oradaydı ama… ellerim ulaşamıyordu ona.

 

Duvardaki saat çalışmaya devam ediyordu ama benim için durmuştu. Herkes hareket ediyordu ama ben sanki başka bir boyuttaydım. Gözümde tek bir sahne vardı: Fırat’ın alnından süzülen bir damla kan, ağır ağır yere düşerken çıkardığı sessiz çığlık.

 

Bir doktor arkamızdan koşarak geldi, “Acil kan gerekiyor!” dedi. O an kendime geldim. Yaman’a baktım. “Benim kanım tutar mı?” dedim. Sesim titriyordu. Yaman bir an sustu, sonra gözlerinde bir ışık belirdi.

 

“Hemen bakalım,” dedi.

 

Beni hızla kan bankasına götürdüler. Koluma iğne takılırken içimden sadece dua geçiyordu. “Allah’ım, canımdan alsan da ona ver… Ne olur, abimi alma benden.”

 

Yaman’dan

 

Asena’dan bir parça kan alınırken onun titreyen ellerine baktım. Ne kadar güçlüydü… Ama bir o kadar da kırık. Ona söyleyemedim ama içimden geçirdim: Eğer Fırat’ı kaybedersek, seni de kaybederim Asena.

 

Bekleme odasına döndüm. Telefonum çaldı. Birliğe ulaşmam gerekiyordu ama parmaklarım basamıyordu tuşlara. Sanki ellerim değil de vicdanım donmuştu.

 

Doktor çıktı sonunda. Gözlüklerini çıkarıp gözlerini ovuşturdu. Kalbim boğazıma çıktı. Her adımı bin yıl sürdü. Yanımıza geldiğinde Asena bir adım attı ama ben kolundan tuttum. Hazır değildi, ya da belki hiçbirimiz hazır değildik.

 

“Nabzı düzeldi… Durumu çok kritik, ama müdahaleye cevap veriyor,” dedi doktor.

 

O an... ağladım. İçimden değil, gerçekten ağladım. Savaşta yıllarca bastırdığım her duygu o anda çözüldü. Asena, ellerini yüzüne kapadı, yere çöktü ve sadece “Şükür,” dedi. Sessiz, yorgun, ama yürekten bir teşekkürdü bu

 

 

Bölüm : 18.05.2025 23:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...