163. Bölüm
Yalives Doğan / Resmen Aşık / 74. Kazanılmayan Savaş

74. Kazanılmayan Savaş

Yalives Doğan
kambersizyazar

Hoşgeldiniz. Beğeni butonuna tıklayarak başlayalım olur mu 😍

Sabah yayınlayacaktım ama uzun bir müddet site açılmadı. Şimdi fırsat bulup siteye girdim düzelmiş. O yüzden geçte olsa yayınlayayım dedim.

Yorumlarınızı da bekliyorum. Bölüm size emanet.

__________
Final 2.

Salih ne yaptığını farketti. Ölmek istemiyordu. Geride kalanları bırakmak istemiyordu. Ayağını tüm gücüyle frene basması arabanın hızını zamanında durdurmaya yetmemişti. Uçurumdan aşağıya düşerken bütün düşünceleri sevdiği kadının hayaliyle doldu. "Gitme baba! Salih evlenince senin evine tamamiyle taşınıyorum. Hemde nikahlı karın olarak. Babacığım şakın beni bırakma. Salih, beni çok sev olur mu? Ben seni çok seviyorum."

Gövdesi hızla aşağı çekilirken, kulakları uğuldamaya başladı. "Salih, ben kendimi bildim bileli Salih Saraç diyorum. Birgün sende Esila Altun yerine Esila Saraç diyeceksin." Rüzgâr, yüzüne sert bir tokat gibi çarpıyordu. Zamanın bir anlığına yavaşladığını hissetti. Gözleri kapanırken, geçmişin gölgeleri zihninde canlandı. "Sen kaybolursan bende kaybolurum."

Esila'nın gülüşü, onu sevdiğini ilk fark ettiği an, birlikte geçirdikleri mutlu zamanlar... Ama sonra her şey karardı. Esila'nın bedeni, kanlı elleri... Sıcak, yapışkan bir his parmaklarına yayılmıştı. "Ben yapmadım... Yapmadım!" diye içinden haykırdı ama gerçeklik inatçıydı. Ne kadar inkâr etse de, Esila artık yoktu.

Araba, havada savrulurken kayalara çarpıp taklalar atmaya başladı. Camlar patladı, metal gövde büküldü, parçaları sağa sola saçıldı. Karanlık içinde çırpınıyordu. Kafasının içinde yankılanan sesler birbiriyle yarışıyordu.
"Kurtulmalısın... Salih, kaç buradan! Bana gel ben seni korurum. Hep korudum. Beni gelinlik ile göreceksin. İyileşeceksin iyileşeceğiz. Söz verdin." diye fısıldayan bir ses, onu hayata geri çekmeye çalışıyordu.

Son bir çarpışma sesi, sonra bir sessizlik... Sessizlik o kadar derindi ki, sanki bütün dünya bir anlığına nefesini tutmuştu. Araba, uçurumun dibine çarptığında, metal iskeleti bir anda ezildi. Salih yüzü sağa sola çarparak öne düştü.

Gökyüzü verilen sözleri geri aldı. Kırmızı ve turuncunun dans ettiği cehennemî bir ışıkla aydınlandı. Birkaç kuş panikle havalandı. Rüzgâr, çarpmanın öfkesiyle kavruluyordu. Aracın enkazı, taş yığınları arasında dururken etrafa toz bulutu kapladı.

Uçurumun tepesinde, esen rüzgârın içinde bir ses yankılandı. Kadın sesi...
"Salih, beni sev olur mu? Ben seni kendimi bildim bileli sevdim." Salih acıyla gözlerini kıstı. Dünya baş aşağıydı. Göz kapaklarını aralamaya çalıştı ama biri ağırlık koymuş gibiydi. Metalin acı kokusu ciğerlerine doldu. Kan... Yanmış lastik... Toz bulutu...

Araba ters dönmüştü. Camlar patlamış, ön panel göğsüne saplanmıştı. Kendi nefesini duyabiliyordu ama zorlukla. Göğsü inip kalktıkça acı daha da büyüyordu. Parmaklarını kıpırdatmaya çalıştı. Sağ elini hissetmiyordu. Sol elini kaldırdı, alnına dokundu. Islak... Kan... Bilinç bulanıktı ama anılar netti. Esila nasıl da kendinden emin söylemişti. "Oh be artık kimse beni senden ayıramaz. Feriştahı gelse bırakmam. Karın olacağım." dediği an, Esila'nın son sarılışı, küçük kızının "Baba eve gelince oyun oynayalım." diye söylenmesi.

İçinde bir yerlerde hayatta kalmaya dair zayıf bir umut parlıyordu. Esila'yı yanıltmamak için yaşaması gerekti. Yardım gelecek miydi? Gözlerini kırpıştırdı. Siren sesi yoktu. Burada, bu halde olduğunu kimse bilmiyordu. Nefes alması da an be an zorlaşıyordu. Telefonu aradı, ama göğsüne saplanan metalle hareket edemiyordu.

Gözleri tavana, artık zemindi oraya kaydı. Aynada kendine baktı. Yüzü kan içindeydi, soluk alışı yavaştı. İçinde bir şey koptuğunda anladı... Buradan çıkamayacaktı. Ağlamaya başladı. Vazgeçmek istemiyordu. Hiç bu kadar yaşamak istememişti.

Ağzından derin, boğuk bir nefes döküldü. Birkaç saniyeliğine acı bile hissedilmez oldu. Göz kapakları ağırlaştı. Bir çift el belirdi zihninde, saçlarını karıştıran, yanaklarını okşayan... Dudaklarına minicik, her zaman olduğu gibi kısa bir öpücük hissetti. "Sen kaybolma Salih. Sen kaybolursan bende kaybolurum." Sonra, her şey sonsuz bir sessizliğe karıştı.

Kapkaranlık gökyüzü, sabahın aydınlığı olmayacak gibi hüzne büründü.

Saat 06.45

On iki saat geçmişti. Salih'in sesini duymayalı tam on iki saat. Ne bir mesaj, ne bir arama, ne de “Ben iyiyim” diyecek ufacık bir işaret… Zaman, Esila'nın zihninde saatler önce durmuştu. Kalbi o anki panikle çarpmayı bırakmış, sadece sızlıyordu. Polise gitmişlerdi ama yirmi dört saat beklemeleri gerekiyordu.

Telefonu elinden düşürmeden Salih'i sürekli arıyor, sonra bir daha arıyordu.
Açmıyordu. Çalmıyordu bile.
Esila, oturduğu koltukta bir çocuğun köşeye sindiği gibi büzülmüştü. Varlığı odanın karanlığında küçülmüş, sesi içinden boğulmuştu. Elleri titriyordu ama o hâlâ çılgınca telefonun ekranına bakıyordu.

Murat usulca yanına gelip koltuğun kenarına ilişti. Onun güçlü görünmeye çalışan ama içten içe yıkılmış hâlini izledi bir süre. Sonra parmaklarıyla Esila’nın saçlarını usulca okşadı.
Sesini yumuşattı, ama içindeki tedirginlik sesiyle çatıştı. “Polise haber verdik… Ben biraz önce bizzat gittim. Artık onlar da arıyor.” yalan söylemek zorundaydı. Polise gitmişti ama şu anda aranma yoktu. Tehlikeli bir durum görünmediğini söylemişlerdi.

Esila cevap vermedi. Gözlerini kısıp boşluğa baktı. Bir süre sonra, neredeyse fısıltıyla. “Ya başına bir şey geldiyse?”
Murat hemen yanına daha da yaklaştı.
“Esila öyle düşünme. Belki tedirgin oldu, biraz kafasını toparlamak istedi. Hani bazen olur ya insanlar uzaklaşmak isterler...” Ama bunu söylerken kendisi bile inanmamıştı. Bu düşünce, en başından beri imkânsızdı. Salih gitmezdi.
Salih kaybolmazdı. Salih söz vermişti.
“Geri gelecek,” dedi Murat yutkunarak. “Eminim, tamam mı? Geri gelecek.”

Esila gözlerini Murat’a çevirdi.
İlk defa gerçekten görebiliyordu onun gözlerini. Dolu doluydu. Kaygı ve korumayla. “Kalbim acıyor abi...”
Sesindeki kırılganlık, yıllardır içlerine birikmiş tüm çatışmaların ötesine geçti.
Esila kolay kolay ‘abi’ demezdi.
Neredeyse hiç demezdi. Ama şimdi canı o kadar çok yanıyordu ki, başka kelime bulamıyordu. Murat’ın boğazı düğümlendi. Ne yapacağını bilmeden baktı ona. Küçükken düşüp dizini kanattığında bile böyle ağlamamıştı.
Ama bu yara, bu başka bir şeydi.

Esila duramadı. Ayağa kalkmak istedi gücü yoktu. Küçük salon dar geliyordu artık. Hava eksikti, zaman fazlaydı.
“İkbal anneden haber var mı?”
Sesi titredi. “Yok canım.” dedi Melek yumuşakça. Salona yeni girmişti, elinde bir bardak su vardı ama getirdiği şeyin yetersiz olduğunu biliyordu. “On beş dakika önce konuştum. Yağmur uyuyormuş. İkbal Hanım da bekliyor. Kim önce haber alırsa sana söyleyecek. Tamam mı? Kendini korkutma artık, lütfen.”

Esila derin bir nefes aldı ama nefesi bitmeden soluğu kesildi. Bir anlık sessizlik oldu. Sonra usulca koltuğa geri oturdu. Dizlerini göğsüne çekti, başını yavaşça yastığa yasladı.
Boğazı düğümlüydü, ama konuşmaya ihtiyacı vardı. “Abi…” Bu kez sesi daha cansızdı. Neredeyse nefesiyle aynı tondaydı.

Murat yüzünü ona döndü. Gözleri sadece “Efendim?” diyordu. Söylemeden anlayan bir dildeydi o an. “Ben nefes alırken ciğerlerim yanıyor…” Elini göğsüne bastırdı. “Benim ciğerlerim neden yanıyor? Başımın arkası da çok ağrıyor. Sanki, sanki biri arkadan kafama bastırıyor gibi...” Murat, içinde büyüyen o derin koruma içgüdüsüyle, tereddütsüz sardı onu. Sanki yeryüzündeki son kırılgan şeymiş gibi… İncecik bir cammış da parmaklarıyla tutuyormuş gibi.

Esila, o sarılışın sıcaklığını hissedince daha fazla dayanamadı. Direndiği tüm gözyaşları boğazından taşıp ağzına, oradan hıçkırıklarına karıştı.
“Canım yanıyor abi! O kadar çok yanıyor ki… Sanki ben de yok oluyorum onunla… Onu kaybetmeye dayanamam, ben dayanamam…” Murat’ın gözleri doldu.
Kollarını daha da sıktı, başını onun saçlarına yasladı. “Buradayım… Seninleyim. Söz veriyorum, elimden ne gelirse yapacağım. Onu bulacağız. Her yeri arayacağız. Hiçbir yere gitmeyeceğim, hep senin yanındayım. Tamam mı?”

Esila başını kaldırdı.
Gözleri kıpkırmızı, burnu sızlıyordu.
“Ya öyleyse? Ya başına gerçekten bir şey geldiyse? Bu his var içimde. Sanki biri ruhuma dokunmuş gibi. Korkuyorum abi… Çok korkuyorum…” Murat, gözlerine bakarak, kelimeleri yavaşça söyledi. “İçindeki his sana acı veriyor, biliyorum. Ama bu his seni yanıltabilir. Lütfen ona teslim olma. Biz daha Salih’i kaybetmedik. Şimdi bizim güçlü olmamız gerekiyor. Onun için. Senin için. Herkes için.” Melek, koltuğun arkasına geçti. Sessizce elini Esila'nın omzuna koydu. “Sabret Esila… Ben de buradayım. Seni yalnız bırakmayacağım. Hiçbir zaman.”

Esila başını hafifçe salladı ama kelime kuramadı. Yalnızca ağladı.
Hıçkıra hıçkıra, içinden sökerek, yakarak… Bir daha asla gülmeyecekmiş gibi… Ve o ağlayışın içinde, evde bir sessizlik oldu. Salih’in yokluğu, sadece Esila’nın değil, herkesin ciğerini yakıyordu.
Ama kimse, Esila kadar ağlayamıyordu.
Çünkü bu acı, onun canının ta içine düşmüştü.

“Ne yapalım biliyor musun? Sen uyu, ben en küçük haberde seni kaldıracağım,” dedi Melek, sesi yumuşak ama kararlıydı. Çözüm üretmeye çalışıyordu, en azından Esila'nın bu bekleyişin ağırlığı altında birazcık da olsa nefes almasını sağlamak istiyordu. O anda bile onun gözlerinin içine bakınca içinde bir yerlerin ne kadar kırıldığını görebiliyordu. Esila'nın durumu hiç iyi değildi. Gözlerinin feri sönmüş, omuzları düşmüş, nefesi kırık döküktü. Sakin kalmaya çalışırken bile içten içe acı çektiği öyle belliydi ki Melek’in kalbine diken gibi batıyordu bu hâl.

Tam o sırada zil çaldı. Esila'nın vücudu refleksle doğrulmak istedi ama yerinden tam kalkamadan başı dönünce tekrar oturdu. Soluk soluğaydı. “Geldi… Salih geldi.” dedi, sesi titrek bir umuda sarılmış gibiydi. O anlık heyecanın göğsünde yarattığı çırpınışla ciğerleri sanki nefessiz kalmıştı.

Murat hızlıca kapıya yürüyüp açtı. Gelen Hakan’dı. Üzerindeki kalın monttan, dışarının soğuk olduğu belliydi. Yüzündeki yorgun ifade, onun da saatlerdir bu meseleyle uğraştığının kanıtıydı. Hakan içeri girer girmez Melek’e başıyla selam verip hemen Esila’nın yanına çömeldi. Sıradan bir arkadaş gibi değil, aynı acıyı yaşayan biri gibi. Sanki onu gözünün içine bakarak toparlamaya çalışıyordu. “Biliyorum hiç iyi değilsin. Korkuyorsun.” dedi yavaşça. “Ama nefes al, Esila… Lütfen. Geri döndüğünde seni böyle görmesin. Kendini toparlaman lazım."

Esila başını iki yana salladı, dudakları titredi, boğazı düğüm düğüm oldu. “Hakan…” dedi zorla, sesi bir fısıltıdan ibaretti. “Nefesimi biri kesiyor… Göğsümün üstünde biri oturuyor gibi. Canım da yanıyor. Her yerim… İçim…”
Sözleri tamamlanamadı, çünkü gözyaşları bir kez daha kontrolsüzce boşaldı. Hıçkırıkları kendini zor tuttuğu bir dağın sonunda patlayan bir çığ gibi geldi. Göz altları morarmıştı. Ağlamaktan şişmiş göz kapakları daha da düşmüş, sesi duman gibi dağılmıştı. Ayağa kalkacak bile hali kalmamıştı. Yüzü, kalp kırıklığının yaşayan bir tablosuydu.

Murat oturduğu yerden doğrulup yanı başına geldi. Esila’nın arkasından sırtına destek oldu. “Biz buradayız,” dedi, sesi bu defa çok netti. “Yalnız değilsin. Salih bizim içinde çok önemli. Onu bulacağız. Söz veriyorum sana. Sana bunu yaşatan her şeyle tek tek hesaplaşacağım.”
Esila başını yavaşça Murat’ın omzuna yasladı. Onun kardeşçe kokusunu içine çekti. Titriyordu. “Ben öyle korkuyorum ki... Hiç böyle korkmamıştım. Salih bana hep güvende hissettirirdi. Ama şimdi yok. Onu düşünmeden duramıyorum. Bir şey olduysa… Ya başına kötü bir şey geldiyse?”

Hakan yerinden kalktı, kısa bir süre odada bir ileri bir geri yürüdü. Sonra durup dizlerinin üzerine tekrar çöktü, bu kez Esila’nın göz hizasında. “Bak Esila… Kötü düşünmek çok kolay. Ama güçlü durmak zor. Ve şu anda senin güçlü olman gerekiyor. Sadece onun için değil, kendin için de. Bu acı geçici. Onu bulacağız. Nerede olursa olsun, ne yaşanmış olursa olsun, onu almadan dönmeyeceğiz. Sana bu konuda yemin ediyorum.”

Esila gözlerini kapadı. Ağlamak istiyordu ama gözyaşı da kalmamış gibiydi. “Sanki biri içimden bir şeyi söküp aldı.” dedi. “Benim içimde çok değerli bir şey vardı… O şimdi yok. Nereye gitti, bilmiyorum. Ama boşum. Çok boşum, Hakan.”
Melek de dayanamayıp yanlarına geldi, dizlerini yere koyarak Esila’nın diğer yanına çöktü. Elini tuttu, sımsıkı. “Ona kavuşacaksın. Kalbinin en kıymetli yerini sana geri getireceğiz. Ama önce senin de yaşaman lazım. Lütfen, biraz nefes al. Biraz başını yastığa koy. Bu bekleyişin her dakikası acı ama senin dirayetli kalman gerek. Ayakta durman gerek.”

Esila klozete yaslanmış, boğazından kopup gelen seslerle öğürüyordu. İçinde kalan ne varsa, belki de sadece midesindeki değil, ruhundaki tüm zehir de o an çıkmak istiyordu bedeninden. Öğürmelerin her biri bir feryat gibiydi. Melek, onun saçlarını avuçlarının arasına almış, yavaşça geriye ittiriyor, bir yandan da gözlerini kaçırmaya çalışarak yanında bekliyordu. Midesi bulanıyordu, başı dönüyordu, ama şu an Esila’nın yaşadığı acının yanında kendi fiziksel rahatsızlığına yer yoktu. Şimdi hamileliğin verdiği o bulantıların, ilgi istemenin zamanı değildi. Melek çok güçlü bir kadındı çokta merhametliydi.

Esila’nın bedeni titriyordu. Kusmaktan değil sadece… Korkudan. Kaybetme ihtimalinin o soğuk pençesinden… Melek, onun öğürmesi bittiğinde sırtını usulca sıvazladı. “Tamam… Geçti. Hepsi çıktı canım. Hepsi çıktı…” dedi ama bu cümleyi ne Esila’ya ne kendine inandıracak bir tonda söyleyebildi. Sadece susmak daha az acı veriyordu.

Esila elleriyle klozete tutunup biraz bekledi, ardından başını kaldırdı. Gözleri boş bakıyordu. Hemen ardından yavaşça kalktı, lavaboya gidip ağzını yıkadı. Aynadaki yüzüne bir saniyeliğine bakabildi. Sanki tanımadığı biri vardı orada. Gözleri şişmiş, dudakları uçuklamış, yanakları solmuştu. Zayıflamıştı. Ve o eski, çocuksu enerjiden eser kalmamıştı. Yutkundu. Bir şey söylemeden lavabodan çıkarken Murat kapıda bekliyordu.

Esila’nın koluna girdi. Dokunuşu o kadar hafifti ki, sanki onun incinmişliğini parmak uçlarında hissediyordu. Esila o kadar yorgun, o kadar tükenmişti ki, üflesen yere düşecek gibiydi. Murat onu sessizce salona kadar götürdü, koltuğa oturtup üzerine bir battaniye örttü. Oturduğu yerde yavaş yavaş başını yasladı. Gözleri açıktı ama hiçbir yere bakmıyordu.

O sırada Melek de yavaşça yanlarına geldi, elinde bir bardak su. Esila’ya uzattı ama Esila bardağı bile tutacak halde değildi. Murat araya girip bardağı alıp onun dudaklarına dayadı, birkaç yudum içmesini sağladı.

Melek kendini o an inanılmaz güçsüz hissetti. Kalbi sıkışıyordu. Bir yanda içindeki canı, öte yanda gözünün önünde acıdan eriyen bir kadın… Bir kadın ki, bir adamın yokluğunda darmadağın olmuştu. Salih’in gidişi sadece bir kayboluş değildi; bir parçalanıştı. Ve bu parçalanışı izlemek, Melek’in içinde ikinci bir yara açıyordu.

Murat, Melek’in ne kadar yıprandığını fark etti. Yüzü bembeyazdı. Gözleri kıpkırmızıydı ama ağlamıyordu, çünkü ağlamaya bile fırsat yoktu. Hakan’a küçük bir baş işaretiyle Esila’nın yanında kalmasını işaret etti, sonra Melek’in kolundan nazikçe tutarak onu odanın dışına çıkardı. Koridordaki hafif sarı ışık, ikisinin de gölgelerini duvara vuruyordu.
“Ne oldu Murat?” dedi Melek, fısıltı gibi bir sesle. Ama içinde feryat vardı.

Murat bir an durdu, eşine baktı. Gözlerinin içine… Güçlü durmaya çalışıyordu ama onun da içi yanıyordu. “Güzel karım, yüzün kireç gibi… Hamilesin. Ve sen bu kadar yük taşıyamazsın. Fazla yoruluyorsun Melek'im. Lütfen seni Serpil ablaya bıraktırayım. Birkaç gün dinlen.”

Melek, gözyaşlarını tutamadı. Kocasının göğsüne başını yaslayıp çocuk gibi ağladı. İçindeki ağrı, sadece fiziksel değildi. “Salih gelsin… İki gün yataktan çıkmam, söz veriyorum. Ama şimdi git deme bana. Ne olur… Şimdi değil. Esila çok kötü durumda. Parçalanıyor Murat. Ve ben… Ben de korkuyorum artık.”
Murat, Melek’in sırtını yavaşça sıvazladı. Ona sarılırken, aynı anda hem ona hem bebeğine siper olmak istiyordu. “Korkmakta haklısın,” dedi, sesi titrekti. “Ben de korkuyorum. Ama güçlü olmamız lazım. Çünkü Salih için, Esila için, senin içindeki can için… Şimdi herkesin birbirine ihtiyacı var.” Melek başını Murat’ın göğsüne daha çok bastırdı. “İçimdeki canı sevemedim bile doğru düzgün. Her şey üst üste geldi. Gece gündüz dua ediyorum. Ama ya… Ya kötü bir haber gelirse Murat? Esila dayanabilir mi? Ya dayanamazsa?”

Murat yüzünü eşinin saçlarına gömdü. “Kötü haber gelmeyecek.” Melek bir süre ağladı. Sessizce, kırıkça. Sonra birden toparlandı. Gözlerini sildi, başını kaldırdı. “Benim gitmeye niyetim yok. Gözüm arkada kalır. Esila’nın yanından ayrılmam. O bizim gibi değil çok narin. Belki farkında değilsin ama bana ihtiyacı var. Ama olur da ben bayılırsam, beni ilk sen yakalarsın, söz mü?”

Murat hafifçe güldü, gözlerinin içi hâlâ doluydu ama o gülümsemeyle biraz umut sızdı aralarına. “İlk ve son ben yakalayacağım seni. Hem seni, hem o içindeki minik yumurcağı…” Melek derin bir nefes aldı. “O zaman bana biraz zaman tanı. Azıcık güçleneyim. Sonra ne gerekiyorsa yaparım. Ama şimdi… Şimdi biraz dayan. Birlikte dayanalım.”
Murat başını salladı. “Birlikte.” dedi sadece. Kelime kısa ama içi sonsuzdu.

İçeriye girince Esila hala bıraktıkları gibi duruyordu. Murat derin bir nefes aldı. “Bak, sen uyumayı dene. Melek yanında olacak. Hakan da ben de dışarıdayız. Bir yerden de biz arayalım. Bir haber gelir gelmez sana haber vereceğiz.” Esila istemsizce başını salladı. Sonra usulca yastığa başını koydu. Hıçkırıklar arada vücudunu sarsmaya devam etse de gözlerini kapadı. Düşmekten korkan bir çocuğun gözlerini kapaması gibiydi… Belki rüyada Salih’i görürdü, belki birkaç dakikalığına bile olsa kalbindeki o boşluk dolarmış gibi olurdu…

Saat 09.56

Esila, koltuğun üzerinde dizlerini karnına çekmiş, bir battaniyeye sarılmış haldeydi. Neredeyse bir saattir sürekli yön değiştiriyor, gözlerini kapasa da uyuyamıyordu. Bedeninin yorgunluğu göz kapaklarını aşağı çekse de zihni susmak bilmiyor, her saniye biraz daha korku ve çaresizlikle doluyordu. Kalp atışları hızla çarpıyor, boğazı düğümleniyordu. Melek de o sırada birkaç dakikalığına gözlerini kapatmıştı. O on beş dakikalık uykuya ne denebilirdi bilmiyordu. Rüya görmemişti, huzur duymamıştı, sadece gözleri kapalıydı. Yorgundu. Çok yorgundu. Ama asıl yoran şey vücut değil, zihninin döndürdüğü binlerce düşünceydi.

Salih… Bu kadar seven, bu kadar hayal kuran, umut dolu bir kadını bırakıp buhar gibi uçar mıydı? Asla... Bir gölge gibi sessizce çekilip gider miydi? İmkansız... Eğer başına kötü bir şey geldiyse, bu onun tercihi değildi, Melek bunu biliyordu. Salih sevdiklerini böyle ortada bırakmazdı. Yağmur’a sarılmadan, İkbal Hanım’a son bir defa “anne” demeden, Esila’yla göz göze gelmeden gitmezdi.

Göz kapakları ağır ağır aralandı. Oturduğu yerde başını çevirdiğinde Esila’nın da gözlerinin açık olduğunu gördü. Aralarındaki sessizlik yankılanır gibiydi. “Ben biraz dinlendim.” dedi Esila, sesi yorgun ama kararlıydı. “Melek biz de bir yerlerden arayalım mı?”

Melek, refleksle hayır demek istedi. Gidip dolaşmak, tekrar umutla yola çıkmak, tekrar hayal kırıklığıyla dönmek... Kaldıramayacak gibi hissediyordu. Ama Esila'nın bakışlarında bitmiş ama vazgeçmeyen ışığı görünce, yorgun gözlerini tekrar kapatarak sadece, “Tamam,” dedi.

Hemen toparlandılar. Üzerlerine bir şeyler geçirdiler, Melek ceketini almayı unuttuğu halde dönüp almadı. Soğuk umrunda bile değildi artık. Arabaya geçtiklerinde, hava hâlâ griydi. Ne güneş vardı, ne yağmur. Öylece asılı kalmış gibiydi gökyüzü. Trafik beklediklerinden daha akıcıydı. İnsanlar işe gidiyor, normal hayatlarına devam ediyordu. Onlar için zaman ilerliyordu, ama Melek ve Esila’nın zamanı donmuş gibiydi. Arabada radyoyu açmadılar, konuşmadılar, sadece birbirlerine eşlik ettiler. Arabanın içinde her şey susmuştu, sadece yoldaki motor sesleri ve lastiklerin asfalta değen uğultusu vardı.

Mezarlık… Yine oraya gidiyorlardı. En son izi oradaydı. Melek, Salih’in neden oradan sonra dönmediğini bir türlü çözememişti. Sessizce dua etmeye başladı içinde. Bir şey bulunsun istiyordu. İyi bir haber değilse bile bir iz, bir yön, bir cevap… Yoksa Esila kafayı yiyecekti. Hiç iyi görünmüyordu.

Karayoluna ulaşmak üzereyken saatteki ilerlemeye inat trafik ağırlaşmaya başladı. Önce hafif bir yavaşlama, ardından dur-kalklarla ilerleyen sinir bozucu bir yoğunluk… Melek, direksiyona eğilip ileriye doğru baktı.
“Sanırım bir şeyler var.” dedi kendi kendine.

Üç kere istop eden araba her defasında yeniden çalıştırıldı. Normal çalışan araba mezar yoluna gitmek istemiyor gibi kendini durduruyordu. Sonunda, ötede beliren mavi-beyaz şeritleri, reflektör yelekleri ve ellerindeki tabelaları fark ettiler. Polis barikatları... Esila frene yumuşakça bastı. Arabayı olabildiğince yavaşlattı. “Sanırım kontrol noktası olmuş burası,” dedi ama sesi biraz çatallaşmıştı.

Melek başını siperliğe dayadı. Kalbi sıkışıyordu. Dün bu yoldan geçtiklerinde hiçbir şey yoktu. O zaman her şey daha normaldi. Şimdi ise yolun ortasında polisler vardı ve yüksek sesle bağırıyorlardı. Yol ikiye ayrılıyordu. Biri mezarlığa, diğeri iki farklı ilçeye gidiyordu. Polisler sadece ilçeye gidecek araçlara izin veriyor, mezarlık yolunu kapatmışlardı.

“Mezarlığa geçiş yok.” diye bağırdı bir polis megafonla. “Devam eden yol ilçeye gidiyor, mezarlık yönü trafiğe kapalı!”
Esila, hızla camı indirdi. “Neden mezarlığa geçiş yok? Bir sorun mu var?”
Polis cevap vermedi, sadece elini savurarak “İleri devam edin.” dedi.

Melek’in içi buz kesti. Böyle zamanlarda sessizlik, cevapsızlık, en çok korkutan şeydi. Esila direksiyona yapıştı.
“Bir şey oldu Melek.” dedi fısıltı gibi. “Orada bir şey var. Bize söylemiyorlar ama bir şey var.” Melek gözlerini kapadı. Yutkundu. İçinde bir yumru, boğazını kavrayan, nefes aldırmayan bir yumru büyüyordu. Belki bir ceset… Belki biri bulunmuştu. Belki Salih… Ama bir şey kesindi. Artık her şey değişmek üzereydi.

Esila ön cama eğildi, gözlerini kıstı. "Bebek nasıl?" diye sordu. Sesindeki boğukluk, kafasını başka bir yere çevirmek istediğini belli ediyordu. Melek gözlerini yoldan ayırmadan cevap verdi.
"Bebeğimin iyi olduğuna eminim. İçimde bir yer öyle söylüyor." Cümle, havada asılı kaldı. Belki de umut gibi, belki de korku gibi. Belirsizdi.

Tam o anda öndeki altıncı araçtan biri camını sonuna kadar indirip dışarı doğru bağırdı. Adam, polis barikatına yönelmişti. "Ya sabah sabah ne hale geldi burası polis bey? İki dakikalık yolu yirmi beş dakikadır geçemedik!" Adamın sesi kalın ve gergindi. Öfkesi yolun kendisinden değil, trafiğe olan nefretinden almıştı.

Genç bir polis, bariyerin yanından ona doğru dönüp omuz silkti. "Sanırım intihar vakası..." Yanındaki tecrübeli olan, genç polise sertçe göz ucuyla baktı. Sanki 'sus' dercesine. Ardından araçlara göz gezdirip ciddiyetle konuştu. "Önüne bak kardeşim. Bir arabalık mesafe açılmış. Kontağı çalıştır, ilerle."

Adam öfkesini içten dışa taşırmıştı artık. Direksiyona bir yumruk attı.
"S*çtığımın bir iti yüzünden düştüğümüz hale bak! Sabah sabah gideceğimiz yere geç kaldık. Kendini boğazdan atsaydı. Trafiğin içine etti." Vicdansız bir cümleydi. Hiçbir araba bu lafın sahibine cevap vermedi. Onlara da öfkesini kusmasın diye.

Esila'nın çenesi sıkıldı, gözleri alev gibi parladı. Kendi penceresini sonuna kadar açtı, sesi tok ve netti. "Ağzını topla. Herkes senin pis miden gibi geniş değil. Ölen bir insana rahmet dileyeceğine küfür ediyorsun. Ne biliyorsun intihar olduğunu? Belki kaçırıldı, belki düştü, belki sevdiklerine bir şey söyleyemeden kayboldu. Vicdansız. O insanın da bir ailesi var." Adam arkasına dönüp camdan yarım bir kahkaha attı.

"Ne diyon abla ya? Sabah sabah kafayı mı sıyırdın?"

Melek’in sabrı kalmamıştı. Esila'nın sözleriyle eş zamanlı olarak pencereyi indirmişti. Sesi yankı yaptı. "Arkadaşım kibar söyledi. Ben anlatayım ne dediğini, o lağım kokan ağzını, b*k sürülmüş fikrini, herkesin yanında rahatlıkla gösterdiğin domuz g*tünü bize anlatma. Görgüsüzlüğünü trafikte değil çöplükte yaşa."

Adam bir an durdu. Arabasından inmeye çalıştı. Ama daha ayağını yere basamadan Melek çoktan kapıyı sertçe açıp dışarı çıkmıştı. Duran trafikte herkes Melek'e bakıyordu. Yüzünde öfke vardı ama öyle sıradan bir öfke değil içinde saatlerdir birikmiş, çaresizlikle beslenmiş, Salih’in kaybının karanlığında şekillenmiş bir öfke vardı. "Ulan ben senin yedi ceddine senin pisliğini anlatıp selam söylerim! Ne vicdansız insanlar olduk biz." dedi. Birkaç araba Melek'in dediklerini destekledi ama korkudan direkt adama söyleyemedi.

Sesi, sabah trafiğinde yankılandı. Bütün araçlardaki insanlar dönüp ona baktı. Kimisi camını indirip olan biteni izliyordu. Kimisi başını siper etmişti, ama herkes duyuyordu. Adam geriye çekildi, kendini arabasına zor attı. "Polis bey ne diyor bu kadın ya? Bu ne biçim konuşma? Utanmasa beni dövecek."

"Niye utanayım senin gibi birini dövdüğüm için ödül alırım. Anlayacağın dili konuştum. Bak nasıl da kavradın." Polis derin bir nefes aldı, usulca başını iki yana salladı. "Hanım abla, sen geç. Merak etme. Bu kadar lafın üstüne utanır da artık konuşmaz. Herkes yoluna baksın." Melek son kez adama gözlerini dikti. Öyle bir bakıştı ki ne içinde hakaret vardı ne kin... Sadece büyük bir yorgunluk. İnsanlığa duyulan hayal kırıklığı. Sessizce arabasına bindi. Kapıyı yavaşça çekti. Esila hiç konuşmadı. Onun da gözleri dolmuştu. Normalde ikisi de böyle bir olayı saatlerce konuşur, gülerek anlatırlardı. Ama şimdi... Dudaklarında gülümseme yoktu. Sanki dünya bozulmuştu ve herkes kendi içinde bir şeyleri kaybediyordu.

11.05

Yol ağzına geldiklerinde, hava aniden ağırlaştı. Esila, alışkanlıkla direksiyonu mezarlık yönüne kırdı. Gözleri farkında olmadan oraya çekilmiş gibiydi. O yolun tenhalığı, karanlık sabah saatlerinin serinliğinde daha da kasvetli görünüyordu. Etrafta şeritler vardı ama bir tane polis bile yoktu. Trafiğin sıfırlandığı bu yolda biraz ilerledikten sonra yol kenarına dizilmiş acil durum araçları sessiz bir çığlık gibi sıralanmıştı. Beş polis arabası, bir itfaiye ve bir çekici. Hepsi bir şeyin etrafında kümelenmişti. İnsanlar koşuşturmuyordu ama sanki her biri bir gerilimin içinde, kendi görevlerine gömülmüş haldeydi. Sessizliğin içinde yankılanan tek ses, çekicinin zincirinin gerginleştiğinde çıkardığı metalik sürtünmeydi.

Çekici, uçurumun kenarına yaklaşmış bir noktadan yavaş yavaş bir şeyleri yukarı çekiyordu. Görünmüyordu ama Esila'nın kalbi o görünmeyen şeye doğru sıkışıyordu. İçine oturan tuhaf ağırlık, zamanla değil anlamla ilgiliydi. Her şey olması gerekenden daha yavaş ilerliyor, zaman ise bir suç mahalli gibi titizlikle çevrelenmiş gibiydi.

Polis, elini kaldırıp geçmeleri için işaret ettiğinde Esila başıyla zar zor onay verdi. Gözlerini bir an yol kenarındaki acil durum arabalarından ayıramadı. O işaret, sanki normal bir geçiş izni değil de, geri dönülmez bir kararın onayıydı. Melek’in nefesi sıklaşmıştı, ellerini dizlerinde birleştirip sessizce dışarı bakıyordu. Gözleri ifadesizdi ama dudakları ince bir çizgi gibi birbirine kenetlenmişti. Sanki dudaklarının arasından bir kelime çıkacak olsa, bir şey kopacaktı.

Polis arabasını geçerken çekici, şimdi kancasına taktığı aracı zar zor yukarı çekiyordu. Demir, çamur ve benzin kokusu havada ağır bir şekilde asılı kalmıştı. Zincir gerginleştiğinde çıkan ses, her iki kadını da irkiltti. Esila yavaşça gaza bastı. Buradan bir an önce gitmek istiyordu. Fakat araba birden titredi, homurdandı ve motor tamamen sustu. Araç küçük bir sarsıntı ile durdu. Sessizlik birkaç saniye sürdü. Melek, arabanın suskunluğuna anlam verememişti, ama Esila eliyle direksiyona hafifçe vurup sinirle homurdandı. "Yine ne oldu buna? Bugün bu araba çarpılmış gibi davranıyor. Kaçıncı duruşu." Melek ona baktı ama tek kelime etmedi. Çünkü içinden geçen şey arabayla ilgili değil, daha büyük bir sessizliğin kapıya dayandığıydı.

Tam o sırada pencere tıklatıldı. Genç bir polis yüzü pencereye yaklaştı, kaşları çatılıydı. “Burası yasak, nasıl girdiniz?” diye sordu. Esila panikle başını eğdi. “Salih’i almaya gelmiştim.” dedi sesi zor duyulur halde. Melek kemerini gevşetip başını Esila’nın önünden uzattı. Gözleri polise dikti, sesi yumuşak ama ölçülüydü. “Arkadaşımın nişanlısı olur kendisi.” dedi. Kısa, öz ama açıklayıcıydı.

Polis kafasını iki yana salladı. “Bugün buraya araba girmedi. Yasak. Siz nasıl polis barikatını aştınız, onu anlamadım.”
Barikat... Gerçekten vardı. Ama kimse onları durdurmamıştı. Belki de o anlık bir boşluk, belki de onların o yolda olmaları bir tesadüf değil, yazgının ta kendisiydi.

Esila bir şeyler daha söylemeye hazırlanırken, gözleri camdan dışarıya kaydı. O an, zamanı yararak geçen bir şimşek gibi içinden bir şey kopmuştu. Ellerini yavaşça direksiyon üzerinden indirdi. Kolları düşerken, yüzünden bütün kan çekildi. Melek, Esila’daki ani donukluğu fark etti ve onun baktığı yöne döndü. İşte o an... O an zaman durdu. Melek’in gözleri, çekicinin zincirinden yükselen bir hakikate kilitlendi. Hurdaya dönmüş, kıvrılmış, ezilmiş bir araba yükseliyordu. Ön camı tamamen kırılmış, kapılar kıvrılmıştı. Renk bile seçilemiyordu, metal, toz, çamur ve kana bulanmış gibiydi.

Melek, bir anda kapıyı açıp dışarı çıktı. Elini ağzına kapatmıştı, soluğu düzensizdi. Birkaç adım koştu ama dizleri tutmadı, olduğu yerde durup geriye döndü. Esila’ya baktı, ama onu tanıyamadı. Arabanın içinde, hala koltukta oturan genç kadının gözleri açık, ama içi tamamen boşalmıştı.
Esila, nefes alıyordu evet, ama içinde hayat yoktu. Sanki mezarlık onun içine inmişti. Gözleri sadece o hurda arabaya takılmıştı. Dudakları titremiyor, gözleri yaşla dolmuyor, çünkü bu ağlamanın ötesindeydi. Bu bir çöküştü. Ruhunun üzerine bin yıllık bir yalnızlık inmiş gibiydi. Yaşadığı halde artık yaşamıyordu. O anda, o yolda, o koltukta genç bir kadın değil, geçmişi kırılmış bir hayat oturuyordu.

Melek, birkaç adım geri gitti. Gözleri hâlâ Esila'dan ayrılmıyordu. Genç kadının yüzüne öyle bir donukluk oturmuştu ki sanki yirmi dakikalık bir hayata bin yıllık yas sığmıştı. Göz kapakları kıpırdamıyor, dudakları titremiyor, elleri kıpır kıpır etmiyordu. Dışarıdan biri onu görse, uyuyan bir kadına benzetirdi ama Melek onun içindeki uyanışın neye karşı olduğunu görmüştü. O, bir ölüye bakıyordu.

Polis, durumun ciddiyetini ilk anlayan kişi oldu. Elini telsizine götürdü, ama konuşmadı. Sadece başını çevirip çekiciye bir bakış attı. Zincir, son gerginliğini yaşıyor, araba yavaş yavaş tamamen yukarı çıkıyordu. Hurdaya dönmüş gövde, toprağın karanlığından sıyrılıp güneşin altına çıktıkça her şey daha görünür, daha dahşetli oluyordu. Arabanın ön camı yoktu, direksiyon içeriden dışarı çıkmıştı. Kapılar, sanki ellerle yırtılmış gibiydi. İç koltuklar görünüyordu. Ve koltukların biri ön yolcu tarafı boştu. Ama sürücü koltuğu… Hâlâ içinde biri vardı. Baş yana düşmüş, vücudu gövdeye sıkışmıştı. Uzaklıktan anlaşılmıyordu kim olduğu. Sadece arabanın yer yer rengini görebiliyorlardı. Salih'in arabası gibi griydi ve aynı modeldi.

Sirenleri çalan ambulansın kapısı bir anda açıldı. İçinden inen sağlık görevlisi koşar adım çekiciye yöneldi. Elindeki çanta yere çarptığında fermuarı açıldı ama kimse aldırış etmedi. İkinci görevli onu izleyerek indi. Sessizlik içinde telaş vardı. Herkes bir şey yapıyordu ama hiç kimse bir ses çıkarmıyordu.

Her şey daha da yavaşladı. Esila'nın dudakları aralandı. Nefes almıyor ama boğuluyor gibiydi. Gözleri hareket etmiyor ama ruhu göz bebeklerinden dışarı akıyordu. Elini direksiyondan çekmedi, ama kavramıyordu da. Melek yaklaştı, kapıyı açmaya çalıştı ama Esila'nın bacakları sanki zemine mıhlanmıştı. “Esila?” dedi kısık sesle. “Canım bak, ben buradayım…” Melek deli gibi ağlamak istiyordu.

Melek yutkundu. Başını içeri uzattı, Esila’nın donmuş gözlerine baktı. Bir an kendini tutamayarak onun ellerine sarıldı. “Lütfen, bana bir şey söyle. Böyle durma. Ne olur bir şey söyle!” O sırada çekici tamamen durmuştu. Araba, zemine ulaşmıştı. Görevliler yanaşırken biri, metalin içine sıkışmış bedene doğru yöneldi. Melek, arka plandaki o harekete istemsizce döndü. Göz göze geldiler. Genç görevli, ne yapılacağını bilmiyor gibiydi. Ambulans görevlisi başını iki yana sallayıp dizlerinin üzerine çöktü. Elleriyle başını tuttu, sonra telsizine eğildi. Fısıltıyla yankılanan tek kelime, mezarlığın taşlarını çatlatacak kadar etkiliydi. “Ölmüş.”

Melek, geri çekildi. Esila’nın kapısını daha fazla tutamadı. Genç kadının vücudu yavaşça dışarıya devrildi. Yere düşmedi ama düşmüş gibiydi. Melek onu tuttu, ama Esila hiç direnmedi. Kolu Melek’in kolunun üstüne düştü. Melek, elleriyle onun yüzünü tuttu. Esila'nın bakışları hâlâ oradaydı, sanki gözleri o arabanın içindeydi. Göz kapaklarını kırpmıyordu.

O an Melek bir şey fark etti. Esila ağlamıyordu. Hayır, bir damla bile gözyaşı yoktu. Çünkü bazı acılar gözyaşıyla dışarı atılamayacak kadar derindi. Bazı acılar, insanın içinde durmadan yankılanır ve sessizlikle büyür. Bir polis yanlarına yaklaştı, eğilip Melek’in omzuna dokundu. “Onu ambulansa alabiliriz. Ama istemiyorsa zorlamayız. Şok geçirdiği açık…"

Melek başını çevirmedi, sadece kucağındaki Esila’ya baktı. “Burası… burası onun için artık başka bir yer,” dedi. “Beni de duymuyor. Kimseyi duymuyor artık.” Gökyüzü, bulutsuzdu. Ama ortalık karanlıktı. Sanki gölgeler, sessizce yere inmişti. Mezarlığın karşısındaki uçurum kenarı hâlâ kalabalıktı ama zaman durmuştu. Herkes işini yapıyordu ama kimse orada değildi.
“Eve gideceğim. Bugün eve gitmek istiyorum. Yatağımdan çıkmak büyük bir hataydı.” dedi Esila, kendi kendine konuşuyormuş gibi. Gözleri hâlâ bir noktaya sabit, sesi kararlı ama yıkık dökük bir evin içinden gelen uğultu gibiydi. Arabaya bindi, titreyen elleriyle kartı tekrar yerine yerleştirdi. Anahtarı çevirdi, motor boğuk bir ses çıkardı ama çalışmadı. Yüzü buruştu. Dişlerini sıktı. “Çalış lanet olası... Buraya geçene kadar çalış... Beni buradan götür.” dedi hiddetle, ama sonra öfkeyle arabadan fırladı. Derin bir nefes aldı, gözleri etrafa dolandı. Sadece o taraf hariç. Arabanın çekildiği, Salih’in olduğu, gerçeklerin durduğu o tarafa bakmadı.
“Dümdüz gideyim,” dedi. “Mutlaka bir araba bulurum. Mutlaka biri durur. Ben duracak birini bulurum. Durdururum…”

“Esila!” Melek’in sesi, fırtınanın ortasında sığınılacak tek barınak gibiydi. Koşuyordu. Gözyaşları göz pınarlarına sığmamış, yanaklarına akarken, nefesi yarım yarım çıkıyordu. Esila’ya yetişti. Onun yüzünü ellerinin arasına aldı, okşadı. “Canım... Lütfen...”
Esila bir an başını eğdi. Melek’in ellerine karşılık vermedi ama o ellerin sıcaklığını, geçmişini, Salih’le paylaştığı hayalleri hatırlattığını biliyor gibiydi. Gözlerini yere dikti, sonra başını kaldırıp Melek’in gözlerine baktı. “Melek.” dedi yavaşça, “Hadi buradan gidelim. Bugün Salih’i bulmayı düşünmüyorum. Nasılsa evine gelecek. O bana gelir. Ben onu çok seviyorum biliyorsun. Gideyim buradan... Gideyim ki geldiğinde beni burada görmesin. Üzülmesin...”

“Esila!” Melek’in elleri titriyordu, sesinin tonu yıkılan bir duvarın ardından gelen ilk çığlıktı. “Ne olur böyle konuşma, ne olur...” Esila, ona bakarak başını hafifçe salladı. “Yarın hiçbir şey demeyeceğim. Söz veriyorum, hiçbir şey demeyeceğim. Sadece… Salih’e kızma olur mu? Kimse ona kızmasın. O benim canım... Biz evleneceğiz biliyor musun?” Eliyle havaya bir daire çizdi, ardından parmaklarını birleştirerek sus işareti yaptı. “Şşş… Ömrüm boyunca onu sevdim. Şşş… şşş…” Sesi bebek susturur gibi çıkıyordu. Kendini susturuyordu belki, acısını değil.

“Esila, yalvarıyorum yapma…” dedi Melek, gözyaşlarını artık tutamıyordu. Sesi çatallanıyordu. Kırık bir aynadan yansıyan görüntü gibiydi, her kelimesi bir başka parçasını batırıyordu kalbine.
“Melek, lütfen!” diye haykırdı Esila aniden. “Araba istop etti diye insan ağlar mı?” Kahkahaya benzer ama içi acıyla dolu bir sesle güldü. Sonra aniden sustu. Arabadan indi, yürümeye başladı. Bir sağa, bir sola sonra koşmaya başladı. “Bak bana arabayı arkamda bırakıp başka araba arıyorum. Çıldırmamış biri böyle yapar mı? Lanet olası yaşlarını akıtma artık! Aldığım gelinliği keşke Salih’e de gösterseydim. Görse ne mutlu olurdu. Ama görmedi! Batıl inançlara inanmasaydım keşke. Gelinliği görürse kötü bir şey olurmuş. Kötü bir şey olmasın diye göstermedim.”

“Esila!” diye ardından koştu Melek.

“Ne var?” diye bağırdı Esila, birden durup arkasına döndü. “Ne, ne, ne! Esila demekten yorulmayacak mısın? Ben bile kendimi duymaktan yoruldum. Sen hâlâ adımı bağıra bağıra söylüyorsun! Salih bana bir kere bile... Bir kere bile ‘ömür boyu seni seveceğim’ demedi. Biliyor musun bunu? Bilerek demedi. O sözü bilerek vermedi.” Sesindeki kırıklık gittikçe yükseldi. “Ama ben onu her şekilde kabul ettim. Eksik haliyle, kırık haliyle, bana gelmeyen haliyle bile...”

Bir anda Melek’i itti. Melek bir adım geriye sendeledi. Esila, gözyaşlarına aldırmadan Melek’in yakasına yapıştı. Elleriyle sıkıca tuttu. “Adımın bu kadar anılmasından hoşlanmıyorum. Neden adımı anarken ağlıyorsun? Ha? Neden?” Gözleri kan çanağı gibiydi. Ardından dudağını dişledi. Ve ısırdı. Kan aktı. Ama umursamadı. Melek, çaresizce kollarını kaldırdı. “Yapma...” diyebildi sadece. Nefesi titriyordu. “Ne olur kendine gel...”

“Ben bugün Salih’i görmek istemiyorum,” dedi Esila, Melek’i serbest bırakarak. “İstiyorsan sen burada kal. Onu burada bekle. Belki gelir. Ama ben gitmek istiyorum. Ben yarın Salih’i görürüm. O yanıma geldiğinde neden gittin diye hesap sormayacağım. Söz veriyorum. Çünkü o hep gider... Ama sonra ben onu bulurum. Benden gidemez. Salih benden gidemez.” Son cümlesini çığlık atarak söylemişti.
Gökyüzüne baktı Esila. Bulutlar beyazdı ama gözyaşları onları griye boyamıştı. “Ben bugün onunla vedalaştım.” dedi, sanki kendi içindeki gerçeği kabul ediyordu. “Ama o bilmiyor. Benimle vedalaştığını bile bilmiyor. Gitmeden önce dönüp bakmadı bile. Ama ben, ben her gün arkasından baktım.”

Ayaklarının altındaki toprak çatlak gibiydi. Esila'nın sesi, o çatlağın içinden çıkan bir sızıydı. “Ben bu kadar büyük sevmemeliydim. Bu kadarına kalbim hazır değildi. Onun kokusunu ezberledim ben Melek... Ben Salih'in gülüşünü ezberledim. Nefesini bile ayırt edebilirim. Şimdi ne kaldı bana? Elbisesiz bir düğün. Gelinsiz bir masal. Damatsız bir dünya. Sesini duymadan geçen bir ömür…” Melek hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dizlerinin üstüne çökmüş gibi.
Esila yavaşça geri çekildi. Melek’e son bir kez baktı. “Ben gidiyorum. Yol uzun değil... Kalbimin kırıldığı yere kadar gideceğim."

Sırada bekleyen başka bir ambulans, yol kenarındaki araçları birer hayalet gibi ardında bırakarak hızla yanlarından geçti. Siren sesi kulak zarlarını delerken, Esila'nın buz tutmuş vücudu taş kesilmiş gibi hareketsizdi. Gözleri açık, nefesi kesik kesikti ama bedenine hükmedemiyordu. Zihni, o hurdaya dönmüş arabaya kilitlenmişti. O an, dünyanın geri kalanı sessizleşmişti onun için. Ambulans, kaza mahalline vardığında kapısının gürültüyle açıldığını duydu. Ardından sedyenin hızlıca yere indirilme sesi geldi. Hızlı, kararlı ama umutsuz adımlar yaklaştı. O hareketlerin her biri, içinde bir şeyleri paramparça ediyordu.

Isırdığı alt dudağından sızan incecik bir kan damlası çenesine kadar süzülüp orada asılı kaldı. Kıpırdamadı. Gözleriyle bile kıpırdamadı. Umutsuzca bekliyordu… Belki bir ses, belki bir kelime, belki bir hayır… Arkasına dönmeye cesareti yoktu. Dönüp bakarsa her şeyin gerçek olduğunu göreceğini biliyordu. O yüzden gözlerini sabitlediği yerde kaskatı kaldı. Umut, kulaklarında bir fısıltıya dönüşmüştü ama bir türlü anlamını çözemiyordu.

Derken, orta yaşlarında, geniş çehreli, yüzünde yer etmiş kalıcı bir tebessüm olan bir polis memuru yaklaştı. Elinde telsizi vardı, içinden sürekli bir ses geliyor, direktifler yağıyordu ama adam, acelenin ve telaşın içinde sakince ilerliyordu. Melek ve Esila’yı fark edince, gözlerini bir an kaza mahallinden ayırıp onlara döndü. “Hanımlar, burası durulacak yer değil. Lütfen arabanızı kenara çekin. Ambulans birazdan geçecek.” dedi. Kemeri göğsüne baskı yapmış gibiydi, eliyle çekip gevşetmeye çalıştı ama sinirli değildi. Sadece işini yapmaya çalışıyordu. Melek, gözkapaklarının ardına biriken yaşlarla başını kaldırdı. Gözleri sel gibi akmıştı ama hala direniyordu. Esila’ya baktı, sonra polise dönerek konuştu. “Arabamız bozuldu. Bir de... Şey...” Eli titredi, parmaklarıyla hurdaya dönmüş aracı işaret etti. Kelimeler boğazına düğümlenmişti. “Şey… O arabayı tanıyor olabiliriz.”

Polis bir an duraksadı. Telsizi kemerine taktı. Gözlerini kaza alanına kaydırdı. Ciddiyetle, “Arabanın içindeki kişi kimdi?” dedi. Ellerini beline koymuş, gözlerini kızlardan ayırmadan bekliyordu. Melek yanıt vermeden önce Esila araya girdi. Sesi, bir anda çıkan ani bir nefes gibiydi. “Kimse!” dedi. O kelime, biraz fazla sert çıkmıştı. Sonra kendini toparlamaya çalıştı. “Kimseyiz biz. Yani, sadece… Ben evleneceğim. O yüzden buradayız. Yetişmemiz gereken bir yer var. Böyle arabadan çok var... Bu model bu renkten…” Gözlerini kıstı, başını dik tuttu. Konuşurken bile dudağını ısırmaya devam ediyordu. Çenesi titriyordu ama sesi titremesin diye kendini kasmıştı.

Polis onları şöyle bir süzdü. Gözlerinde bir sorgulama vardı ama aynı zamanda yorgunluk da. Bu karmaşada, yol kenarında sinir krizi geçiren genç kadınlarla uğraşacak gücü yoktu. Eliyle "arabaya geçin" işareti yaparak yanlarından uzaklaştı. Gözü yine telsizine takılmıştı. Melek hemen Esila'nın yanına geldi. Esila'nın yanakları bembeyaz, gözleri boşluğa çakılmıştı. Melek onu kolundan tuttu, sımsıkı sarıldı. "Ben ne yapacağımı bilmiyorum." dedi Melek, gözleri artık ağlamaktan yanıyordu. "Bu bir kabus gibi. Uyanmamız gerekiyor ama uyanamıyoruz. Her şey çok gerçek.” Hızla Murat'a mesaj atıp buraya gelmesini söyledi. Esila'yı zapt edemeyeceğini biliyordu.

Esila başını yere eğdi. Yutkundu. O sırada arkasında ambulans görevlilerinin birinin diğerine "Ölü örtüsü getirsene." dediğini duydu. Bir an kalbi durdu sandı. Gözleri büyüdü ama dönüp bakmadı. Melek, onun omzunu tuttu. Sarsılmasın diye sıkıca. “Bak bana. Lütfen Esila, bak bana.” Esila sonunda başını kaldırdı. Gözleri kan çanağı gibiydi ama içinde hâlâ bir umut kalmış gibiydi. Melek'in gözlerine bakarken kelimeler döküldü ağzından. "Ben hiç iyi değilim. Kayboluyorum." Titriyordu. "Salih beni bırakmaz. Eski karısının istemeden ona yaptığını, o isteyerek bana yapmaz." Boşta kalan ellerini Melek'e sarıp başını omzuna yasladı.

Melek, onun o küçük cümlesindeki büyük inanca hayretle baktı. Bir kadının çaresizlikle değil, umutla tutunduğu bir yalandı bu belki de. Ama sarılışı gerçekti. Omzundaki ağırlık, sadece bir bedenin değil, bir kayboluşun adımlarıydı.
"En iyisi Salih'i tekrar aramak." dedi Esila, Melek’in tepkisini bile beklemeden arabasının yanına koştu. Ayakkabısının topuğu ıslak zeminde kayar gibi oldu ama dengesini buldu. Kapıyı telaşla açtı, çantasının içinde hiç kapanmamış gibi duran fermuarı araladı, elleri telaşlı bir hafızanın sayfaları gibi karıştırdı her şeyi. Telefonu bulduğunda, onun soğuk yüzeyi avuçlarının arasında bir can simidi gibiydi.

Kulağına götürdü, hemen ilk aranan kişiye bastı. "Salih!!!" Başını ilk kez hurdaya dönmüş araca çevirdi. Şimdi gözleri, orada olup da görmek istemediği her ayrıntıyı seçebilecek kadar açıktı. Sağlık ekiplerinin gölgeleri, arabanın arkasında belli belirsiz kıpırdanıyordu. O an içindeki korku, yüzeye çıkmak için kalbini tırmalamaya başladı. "Aç şu telefonu! Yemin ederim, tek kelime etmeyeceğim!" diye fısıldadı, belki de dua etti.

Telefon sessizdi. Saatlerdir olduğu gibi. Ama bu sefer sessizlik daha uğursuzdu. Elinde tuttuğu telefon, bir anda ağırlık kazanmış gibi parmaklarından kaydı. Düşen telefonu almak için yere eğildiğinde, dizlerinin bağı bir an için çözüldü. Gözlerinin önünde dünya dönmeyi bıraktı. Tam parmakları telefona değmişti ki... Telefon çaldı.
Ses yankılandı. Hayattaki her ses sustu. Her şey bir anlığına o melodiye kulak kesildi. "Arıyor..." dedi, boğazında düğümlenen bir sevinçle. "Arıyor! Biliyordum, beni bırakmayacağını."

Ayağa kalktı, bir çocuğun sevinciyle, gözlerinde umutla ama elleri hâlâ titriyordu. Melek'e bakmadan seslendi, gözleri uzaklara kilitliydi. "Bak arıyor işte, Melek! Geri döndü." Ama bir şey tuhaftı. Arama açıldığında karşı taraf sessiz kaldı. Sadece birkaç saniye. Sonra aniden kapandı. Beklememişti bunu. “Şebeke gitmiştir.” diye mırıldandı kendine, bir bahaneye sığınmak kolaydı şimdi.

Hemen tekrar bastı arama tuşuna. Telefonun melodisi yine çalmaya başladı. Ama bu kez ses çok yakından geliyordu.
Çok çok yakından. Sanki... Nefesi daraldı. Kulakları uğulduyordu. Her çalan nota, kalbine saplanan bir bıçak gibi derinleşiyordu. Titreyerek başını kaldırdı, sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Adımları yavaşladı, çünkü içinde bir şey gitmemesini söylüyordu. Kalbi geri çekmeye çalışıyordu onu, ama aklı bir cevap arıyordu. Simsiyah bir yolculuktu hiç bitmeyecek gibi. Boğuluyor ama çırpınmıyordu.

Rüzgâr çığlık atmak ister gibi esmeye başladı. Telefonun sesi, bir adamın çığlığına dönüşüyordu sanki zihninde. Yavaşça ilerledi. Kulağında hâlâ Salih’in sesi varmış gibi, kalbinde hâlâ onun gülüşü. Derken... Kıvrılan bir ambulans köşesinden bir adam çekildi. Bir gölge gibi. Ve o an...

Bir el gördü. O elleri bin kere öpmüş, bin kere tutmaya kıyamamıştı. Şimdi o el, yere uzanmıştı. Sanki dünyayla vedalaşmış gibi. Üzeri aceleyle, gelişigüzel örtülmüştü. Cenaze örtüsünün ucu, elin parmaklarını tam örtmemişti. Solgun, morarmış, kanlı bir el...

İçinden bir çığlık yükseldi ama ağzından çıkmadı. Göz bebekleri büyüdü, dünyaya yeniden doğmuş gibi bir sessizlik çöktü üzerine. Yavaşça adım attı. Adım adım yaklaştı. Her adımda içindeki umut çatırdadı. Dizleri kendini taşıyamadı artık.

Melek arkasından koştu ama yetişemedi. Esila'nın dizleri kırıldı ve o ellerin yanına düşer gibi yere çöktü. Elini uzattı, ama dokunamadı. Tutmaya kıyamadığı eli, şimdi titreyen parmaklarının ucundaydı. Esila kan görmeyi sevmezdi. Melek de görmüştü ilk ve çok korkup o anı unutmuştu. Gözyaşları sessizce döküldü, çenesine doğru aktı. Dudaklarından dökülen ilk cümle öyle sessizdi ki, sadece kalbi duydu. "Seni yaşatmak için geç kaldım."

Hıçkırıkları başlamadan önce, sessizlik bir daha vücut buldu. Melek yanına geldi, o da çöktü elini Esila'nın titreyen omzuna koydu ama Esila kıpırdamadı. O an, hayat durdu. Ve dünya, biraz daha karardı. Biraz daha yalnızlaştı. "Hayır!" dedi korkarak, sesi yankılandı boşluğa. Bir haykırış değil, bir çöküştü bu. Gökyüzü bile bu haykırışa sessiz kaldı. Kalabalığın içinde polislerden biri yanına sokulup onu ayağa kaldırmak istedi. Hafifçe koluna dokundu ama Esila’nın dizlerinin bağı çözülmüştü sanki, yerle bir olmuştu. O dokunuş, onu gerçekliğe çekmek isteyen bir yardım eli değil, sanki içine doğru daha çok çöktüğü bir anıydı.

Elini, sevdiği adamın üstüne serilen ince örtünün üstünde gezdirirken boğazındaki düğümle yutkundu. Gözleri örtünün çizgilerini ezberlemek ister gibi geziniyordu. Teniyle hissediyordu altındaki soğukluğu, sonsuz bir sessizliği. Göz kapakları titredi ama gözyaşları akmak için izin istemiyordu artık, akıyordu, çağlayan gibi.

"Hayır..." diye fısıldadı bir kez daha, bu sefer kendi içine doğru, kendi ruhunun duvarlarına çarparak. "Allah’ım bu bir rüya olsun... Bu nasıl bir kabus? Ben ne yaptıysam ne günah işlediysem bu rüyadan kalkamıyorum..." Dizlerinin üstüne çökmüş, kalbini sağ eliyle bastırmıştı. Kalbi, yerinden çıkacak gibi çarpıyor, ritmini kaybediyordu. Sol eli ise halen Salih’in üstündeydi. Soğuk, titreşimsiz, hareketsiz…

Gözlerini Melek’e çevirdi. O an ona tutunmak istedi, bir parça umut bulmak… Ama Melek de paramparçaydı. Yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış, elleri titriyordu. Dudağında hiç sesi çıkmayan bir dua vardı sanki. Melek, delirmiş gibi ağlıyordu. Ve o ağlayış, Esila’nın son yeşeren umutlarını, yaprak yaprak koparıp yere düşürüyordu.

Esila aniden önüne döndü, Salih’in bedenini tuttuğu gibi sarsmaya başladı. Sanki içindeki fırtına artık taşacak bir yer bulmuştu. "Kalk!" dedi. Önce sertçe, sonra daha yumuşak, daha yalvarırcasına. Sonra birden sarsmayı bıraktı. Kollarını açtı ve onun bedenine sarıldı. Başını göğsüne yasladı. Kanlı gömleğin soğuk kumaşı yanaklarına değdi. Dudakları titreyerek fısıldadı.
"Salih... Yanımda duracağını söylemiştin. Ne oldu sözlerine? N'oldu sana bir şey olursa ben yaşayamam' diyen adama? Yeter kalk artık, ne olur kalk artık... Ben dayanamıyorum, anlıyor musun? Her nefesimde eksiliyorum."

Sesini kıstı, artık yalnızca o duysun istiyordu. "Çok çaresizim… Ölen seninle birlikte benim bedenim farkında mısın? Kalbim durmuş gibi, ama atıyor… Belki de sırf seni son bir kez daha sevmek için…" Titreyen parmaklarıyla cansız elini tuttu. Buz gibiydi. Öyle bir soğuktu ki, içini çektiği nefesle bile ısıtamıyordu. O dokunuş, sonbaharın ortasında kurumuş bir yaprağa dokunmak gibiydi. Kırılgan ve geri dönülmez.
Ellerinden daha sıcak olan rüzgar, inadına gerçekleri Esila’nın yüzüne çarpmak ister gibi incecik örtüyü usulca kaldırdı. Milim milim sanki zaman yavaşladı.

Salih’in gözleri, yeşil, çimen rengi gözleri sonuna kadar açık, buğulu, donuktu. Yaşarken bakmaya doyamadığı o gözler şimdi boşluğa kilitlenmişti. Dudaklarının rengi çoktan gitmiş, neredeyse beyaza dönmüştü. Yüzü yer yer kesikler ve kan ile kaplıydı. Kan, sadece bedenine değil, sanki Esila’nın ruhuna da bulaşmıştı.

Titreyen elleriyle gözlerine dokundu. Bir damla gözyaşı Salih’in yanaklarına düştü. O an bir şey hissettiğini hayal etmek istedi, bir kıpırtı, bir nefes ama boşunaydı. "Uyandır beni bu kabustan…" dedi, sesi çatallıydı. "Kalk canım… Yakma benim canımı…" Sesini duymadı. Salih onu ilk kez duymuyordu.

Güçlükle, usulca ellerini bıraktı. O elleri… Bir daha asla tutamayacağını bilerek… Hiç bırakmam dediği elleri… Şimdi sessizce serbest bırakılmıştı. Çaresizliği bir kıyıya sürüklenmiş, yalnız kalmış bir çocuk gibiydi. Dizlerinin üzerinde yavaşça eğildi. Polisler itiraz etti, ama duymadı. Yavaşça, kendinden geçer gibi bedenin yanına uzandı. Beyaz gömleğe kan bulaşmıştı ama o, en temiz yerini bulup başını oraya yasladı. Başını sevdiği adamın kalbinin sustuğu yere koydu.

Vücudundaki yaralar derindi. Her biri anlatılmak istenen ama yarım kalmış cümleler gibiydi. Göğsü parçalanmıştı, kan her yeri sarmıştı. Yavaşça başını kaldırıp alnına bir öpücük kondurdu. Belki de bu, hayatı boyunca attığı en anlamlı öpücüktü. Sadece bedene değil, kemiğe, kana, ruha, hatta zamana işlemiş bir soğuk vardı. Esila başını sevdiği adamın göğsüne yasladığında, hissettiği ilk şey, o dayanılmaz, sonsuz, iç burkan buzdu. Öylesine derindi ki, nefesini bile çalıyor, dudaklarının kenarını morartıyordu.

Kaburgaları kırıktı sanki… Fiziksel bir darbe değil bu, içinden geçen yas dalgasıydı onu ezen. Her dokunuşunda elleri bir başka çukura denk geliyordu. Salih’in göğsü ezilmişti… Omuz başları çatlamış gibiydi… Yüzü ise, o kadar yaraya rağmen onun gözünde hâlâ aynıydı… Tanıdığı, ezbere bildiği o güzel yüz… Sadece rengi gitmişti. Canı gitmişti. Ruhu gitmişti.

Esila, kollarını daha da sıkı sardı. Bütün bedeniyle Salih’e kapandı. “Sakın…” dedi fısıltı gibi. “Sakın beni çekme, Melek. Sakın!” Ellerini alıp avuçlarına bastırdı. Öptü. Üfledi. Nefesini verdi. Belki nefesiyle dönerdi… Isınırsa belki yaşardı. Belki bir kıpırtı olurdu… Belki tekrar açardı gözlerini… Bir “Ah” sesi duyardı… Ama yoktu…
Yoktu…
Sadece buz gibi, donmuş parmaklar…

Ayaklarına eğildi… Onlara da üfledi. Sanki çocukmuş gibi, üşüyormuş gibi… Isıtmaya çalışıyordu. O sırada dudaklarını dizlerine bastırdı. “Ne olur,” diye fısıldadı. “Ne olur… Üşüme… Döneceksen şimdi dön… Gidiyorsan beni de götür… Ne olur Salih…” Sesi kırılmıştı. Her kelimesi bir cam parçasıydı, Melek’in kalbinde birer birer saplanan.

Melek artık dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlamaktan konuşamıyordu ama yine de denedi. “Esila…” dedi titreyen sesiyle. “Ne olur kalk…” Ama Esila’nın kulakları sağır olmuştu. Kalbi konuşulan hiçbir kelimeyi anlamıyordu. Sadece Salih’i hissediyordu. Bütün bedenini üflüyor bazen duyulmayan bir şeyler konuşuyordu. Salih’in artık orada olmadığını… Sıcaklığının yokluğunu…
Nefesinin bir daha asla göğsünü kaldırmayacağını… “Beni bırakmazdı,” diye inledi. Sesindeki acı, bir çığlık gibi yankılandı

Esila başını Salih’in göğsüne yasladı. Kanlar içindeki beyaz gömleği alnına yapıştı. O ana dek asla dinmeyeceğine inandığı gözyaşları yine aktı. Sessizdi… Sadece yüzünden süzülen yaşlar, kanla karışıp Salih’in göğsünde kayboluyordu.
“Ben seni yaşatmak isterken… Sen öldün mü gerçekten?” dedi. Dudakları titriyordu. “Hayır… Hayır…” Başını sallıyordu şimdi. “Belki sadece uyuyorsun… Belki biraz yorgunsun… Ben seni beklerim… Hep bekledim yine beklerim…” Birden sustu.

Kalktı. Dizlerinin üstünde sürünerek onun yüzüne eğildi. Yeşil gözleri… Çimen gibi, yaz gibi, hayat gibi gözleri… Sonuna kadar açık ve cam gibi donuktu. Parlak değil, buğuluydu. Düşman bir kış gibi bakıyordu. Sevgi yoktu artık orada.
O gözleri iki parmağıyla yavaşça kapattı. Elleri titriyordu. Gözlerini kapatırken kendi gözlerinden yaşlar boşaldı.
“Uyuyorsun gibi yapalım… Tamam mı?” diye fısıldadı. “Birazdan uyanacaksın, tamam mı?” Nefesini bir süre tuttu vermek istemedi. "Bu kocaman bir rüya, tamam mı?"

Parmaklarıyla son kez yüzüne dokundu.
Kendini onun yanına yatırdı.
Polislerin sesleri artık arka plandaydı.
Melek’in ağlayışı bir rüzgar gibi geçiyordu.
Dünya durmuştu.
Zaman durmuştu.

Sadece iki insan vardı o an orada.
Biri çoktan gitmişti.
Diğeri hâlâ peşinden sürükleniyordu.

Ve Esila başını göğsüne yaslayıp, bir çocuk gibi fısıldadı. “Ölmedin, değil mi? Sadece biraz geç kaldın… Ben de seninle gelirim, olur mu?” Melek’in yutkunuşu, boğazına diken gibi oturdu. Sanki ciğerlerine saplanan görünmez bir bıçak vardı da her nefeste daha da derine ilerliyordu. Esila'nın önünde diz çökse de ona ulaşamıyordu. Sesiyle, dokunuşuyla, gözyaşlarıyla... Hiçbiri ona erişemiyordu artık. Esila’nın elleri soğuk bedene kenetlenmişti. Parmakları bembeyaz kesilmişti, tırnaklarının altı toprağı kazımaktan kararmıştı. Ama o farkında bile değildi.

Melek yavaşça uzandı. Titreyen bir cesaretle Esila’nın omzuna tekrar dokundu. "Gel… Ne olur. Burada böyle kalamazsın…" Sesi bir anne gibi şefkatli, bir arkadaş gibi çaresizdi. Esila’nın dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. Bir an başını kaldırdı. Gözleri, karanlık bir kuyunun dibinden bakar gibiydi. Işık yoktu. Umut yoktu. Hayat yoktu.
"Sen gidemezsin…" diye mırıldandı. Bu defa Melek’e değil, sevdiği adama. Sanki ölüyü ikna etmeye çalışıyordu. Sanki sadece o sözle kalbi yeniden atacak, gözleri açılacaktı. "Sen beni böyle bırakamazsın... Sen hep benim yanımdaydın… O karanlık günlerde bile... Sen vardın. Gitmeyecektin. Söz vermiştin. Söz verdin bana!" Bir anda sesi yükseldi. Gözyaşları yanağından değil, kelimelerinin arasından akıyordu artık.

Melek artık gözyaşlarına engel olamıyordu. Avuçlarıyla yüzünü kapattı. Esila’nın sesindeki kırılganlık, ona hayatta duyduğu en ağır şey gibi gelmişti. İnsan ölmeden önce bu kadar kırılır mıydı? Esila hafifçe doğruldu. Adamın alnına küçük bir öpücük kondurdu. Parmaklarıyla saçlarını geriye taradı. Sonra başını tekrar onun göğsüne yasladı. Kalp sesi yoktu. Ama o, varmış gibi davrandı. "Ben sensiz yapamam. Anlıyor musun?" dedi, gözlerini kapatırken. "Ben seninle birlikte nefes almayı öğrendim. Şimdi sensiz nasıl soluk alacağım bilmiyorum. Kalbim sadece senin için atıyordu. Şimdi niye atsın ki?"

Gözleri kapalıyken fısıldamaya devam etti. Her cümle bir dua, her kelime bir veda gibiydi. Ama içinden bir şey, hâlâ onun dönmesini umuyordu. Gerçekle delilik arasındaki çizgi, bu fısıltıların arasında siliniyordu. "Seninle beraber ölürüm. Korkmam. Üşümem. Acı çekmem bile. Senin olduğun her yer bana cennetti. O zaman cehenneme birlikte yürürüz." Melek artık nefes bile alamıyordu. İleri atıldı, Esila’yı sarsmadan, incitmeden, sadece onun varlığını hissettirmek için kollarını omzuna doladı. "Lütfen... Lütfen bunu yapma kendine..."

Ama Esila cevap vermedi. Yalnızca gözlerini açmadan, yanaklarından sessizce yaşlar süzülerek, sevdiği adamın adını fısıldadı tekrar tekrar. Dünya durmuştu. Zaman, nefes almayı unutmuş gibiydi.

Güneş bile utanmıştı, doğmaya cesaret edemiyordu. Rüzgar bile Esila'nın yasına saygı duyar gibi durmuştu. Bu bir ölüm değildi sadece. Bu, bir sevdanın gömülüşüydü. Ve Esila...
Kendi mezarını, o adamın göğsünde kazıyordu. Her fısıltısıyla biraz daha gömülüyordu. Her sessiz gözyaşıyla biraz daha toprağın altına iniyordu.

Melek titreyerek yutkundu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Kelimeler boğazına takılmış, yüreği göğsüne sığmaz olmuştu. Esila'nın hâlini izledikçe içindeki çaresizlik büyüyordu. Bu hâl bir yas değil, bir ölüm provasıydı. Esila'nın yüzü, bir enkaz gibi çökmüştü. Gözleri yıkıntıdan başka bir şey göstermiyordu. Yanaklarındaki kurumuş yaşlar, acının sessiz tanığıydı. "Esila..." diye fısıldadı Melek. Sesi rüzgarda kaybolan bir yaprak gibi zayıf ve ürkekti. "Bunu yapma. Burada, onunla birlikte ölü gibi kalma. Ne olur..."

Esila başını ağır ağır kaldırdı. Salih'in göğsünden ayrılması, sanki bir parçasının orada kalması gibiydi. Gözleri Melek'e döndüğünde, içlerinde binlerce yırtık vardı. Gözyaşları çoktan kurumuş, geriye sadece boşluk kalmıştı. Sanki ağlamaktan yorulmuştu artık gözleri bile ağlayamıyordu. Dudakları çatlamıştı, sesi ise fısıltıdan da düşüktü. "Onsuz nasıl yaşarım?" dedi, bir çocuğun kaybolmuş sesiyle. Öylesine masum, öylesine çıplaktı ki bu cümle, Melek'in yüreğine keskin bir sızı indi.

Melek'in gözleri doldu. İçinden binlerce cevap geçiyordu ama hiçbiri bu acıya merhem olamazdı. Salih gitmişti. Sonsuza dek. Onu geri getiremezdi. Ve Esila'nın kalbi, onunla birlikte toprağa gömülmüştü sanki. Ama yine de, yine de bir şeyler söylemeliydi. Çünkü sessizlik, Esila'yı daha da içine çekiyordu. "Sen yaşamak zorundasın," dedi Melek, diz çökerek Esila'nın elini tuttu. Küçük, titrek parmaklar üşümüş, taşlaşmış gibiydi. "Bunu yapamazsın. O gitmek istemedi. Bu senin suçun değil. Ama sen de gidersen... O zaman gerçekten kaybederiz. Salih seni severdi. O yaşamanı isterdi."

Esila gözlerini kaçırmadı bu kez. Bakışları Melek’in gözlerinde asılı kaldı bir an. Ardından başı tekrar eğildi. Gözleri, Salih’in donuk yüzüne yöneldi. Elini onun saçlarına götürdü, parmaklarını aralarında gezdirdi. Artık orada olmayan sıcaklığa, artık dönmeyecek olan hayata dokunur gibiydi. "Beni severdi..." diye fısıldadı. Sesi, toprağın altından geliyormuş gibi boğuktu. "Öyle çok severdi ki... Ben ona yetmezdim bile. Ben her zaman eksiktim ama o... O hep tamdı. Güçlüydü. Yanımdaydı. Beni tutardı..."

Sözleri, bir veda mektubu gibiydi. Her kelime, Salih'e son kez anlatılan bir anı, bir itiraf, bir pişmanlık gibiydi. Parmakları, Salih’in ellerine uzandı. Buz gibiydi. Soğuk, Esila’nın kemiklerine işlemişti. Melek’in eli hâlâ canlıydı, hâlâ sıcaktı ama Esila’nın ruhu, sadece onun sıcaklığını özlüyordu. O ellerin, bir zamanlar onu nasıl sardığını hatırlıyordu. Güvende hissettiren o dokunuş şimdi ölüm kadar yabancıydı.

Gözleri tekrar Melek'e döndü. Dudakları titredi. "Şimdi kim tutacak beni, Melek?" dedi. "Beni kim kurtaracak?" Melek, gözyaşlarını silmeden Esila’nın avuçlarını tuttu. Onu bırakmak istemiyordu. Esila'nın karanlığına sarkıtılmış bir ip gibi olmak istiyordu. Onu çekip çıkarmak, nefes aldırmak...
"Ben. Ben buradayım," dedi. Sesi kararlı ama kırıktı. Esila titredi. Bir an başını çevirdi, Melek’in gözlerine baktı. O an gözlerinde küçücük bir ışık arandı ama bulamadı. Karanlıktı. Sonsuzdu. Sessizdi. Ardından dudaklarından son cümlesi döküldü. "Ama sen o değilsin."

Bu söz, Melek'in kalbine bıçak gibi saplandı ama yine de Esila'nın elini bırakmadı. “Haklısın.” dedi kısık, neredeyse nefesle karışmış bir sesle. “Ben Salih değilim. Onun gibi olamam. Ama sen hâlâ buradasın. Ve ben seni bırakmayacağım. Sen yaşamak zorundasın, Esila."

Esila derin bir nefes aldı. Ya da almaya çalıştı. Boğazı düğüm düğümdü. Gırtlağında bir taş büyüyor gibiydi, her sözcüğü boğuyordu. Ellerini Salih’in ellerinden zorla çekti. Sanki tenine yapışmıştı. Ayrılmak bir cinayet gibiydi. Ama Melek’in avuçları sıcaktı. Gerçekti. Yaşamdı. Ama Esila yaşamak istemiyordu. Yaşamak, her saniyesinde Salih’in yokluğunu fark etmek demekti. Ve bu fark ediş, bin parçaya ayrılmak gibiydi.

Yavaşça başını tekrar Salih’in göğsüne koydu. Ölü gövdeden hâlâ bir sıcaklık bulur muyum diye değil sadece son kez o alışık olduğu ritmi duymak için. Kalbinin attığı yer ama orası şimdi sessizdi. Göğsü iniş çıkışsızdı. Gözlerini kapattı. Son bir kez... Son bir kez daha, nefesini içine çekti. Ama kokusu yoktu artık. Ten kokusu, nefes kokusu, o kendine özgü sıcaklık... yok olmuştu. Çünkü ölüler kokmazdı.

Ve o an, Esila'nın içindeki son umut da öldü. Salih ile olan konuşmaları beyninde yankılandı. Kulakları çınladı sanki, zaman bir anda geriye aktı. Bir anda geçmişe düştü. O günü.
İkisi, gecenin en karanlık saatinde konuşmuşlardı. Uykuya direnircesine...
"Bana olan aşkın sana mezar olmasın."
Salih’in sesi kulaklarında yankılandı.
"Sana olan aşkım bana mezar olursa onu da kabul ederim." demişti Esila. Ama kabul edemiyordu.

Esila'nın gözbebekleri büyüdü. Nefesi daraldı. Bu sözün ağırlığı, geçmişte bir romantik yemin gibi gelse de şimdi...
Şimdi gerçekti. Gerçek ve ağır bir lanet gibi çökmüştü üzerine. Kalbini tuttu. Sanki biri yumrukluyordu içerden. Sanki biri göğsünün içinde bir kapıyı zorluyordu. Nasıl kabul edecekti?
Kendisi ölseydi, razıydı. Gerçekten razıydı. Çünkü onun yaşaması, onun nefes alması, Esila için yeterliydi.
Ama şimdi o gitmişti. Ve onun yokluğu, gökyüzünü karartmıştı. Yaz kalmamıştı, bahar silinmişti. Kış bile artık kış gibi değildi. Zaman anlamını kaybetmişti.

Esila iç çekti.
"Canımmm..." dedi usulca, Salih’in kulağına. "Bizi bırakırken canın çok yandı mı?" Yutkundu. Ciğerleri daraldı. Boğazındaki yumru büyüdü.
Gözünden akan yaşlar artık sessiz değildi. Bulanıklaştırdığı dünya, Melek’in silueti dışında her şeyi silmişti. “Ben senden bir an bile geçmezken,” dedi içli içli, “Sen benden ne çabuk geçtin?”
Hıçkırıklarını yutmaya çalıştı ama başaramadı. Koluyla gözyaşlarını silmeye çalıştı ama her siliniş, daha fazlasını getirdi. Sonra artık yapamadı. Artık bastıramadı. Avazı çıktığı kadar inledi. Polisler, doktorlar sakinleştirmeye çalıştı ama faydasızdı. Melek de ne yapacağını şaşırmıştı.

"Bırakın beni..." diye çığlık atıp kırılmış göğüs kafesinin üstünde gözlerini yumdu. Başını o soğuk göğüse yasladı.
Sıkıca sarıldı. Yine de sıcaklık bulamadı. Ama alışkanlık, kalbin her zaman en acı veren kısmıydı. Salih’in gövdesine sarılmak içgüdüseldi. Canlı mıydı, ölü müydü... Umrunda değildi artık.
"O kadar çalıştığım halde," dedi yorgun bir gülümsemeyle, "Kazanamadığım tek sınav sensin, Salih Saraç!" Söylediği her kelimeyle birlikte vücudu daha da gevşedi. "Kaybettim..." Yavaşça, iç geçiren bir tonda söyledi. "Bütün sorulara yanlış cevaplar verip, tek doğru olan seni kaybettim. Benim alın yazım olmadığını çok acı öğrettin."

Ve o an, bedenini daha fazla taşıyamadı.
Bir anlık sessizlik. Ve karanlık.
Bayıldı. Bu acı uyanık kalmasını bile engelliyordu. Sevdiği adamın huzur veren ama artık cansız olan kollarında, yavaşça bilincini kaybetti.
Göğsünün üstünde yatarken, gözkapakları düşerken, son bir kez onun adını fısıldadı. "Salih... Beni bırakma."

________________

Bu hikaye 8 yıl önce yazıldı. Ve o zaman bile en başından Salih'in sonu belliydi. Karakter ona göre yazılmıştı. Son bölüm kaldı onu da hızlıca toparlayıp fazla bekletmeden yayınlayacağım. Sizi üzdüysem kusura bakmayın. Kendinize iyi bakın.

Bölüm : 22.06.2025 22:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık / 74. Kazanılmayan Savaş
Yalives Doğan
Resmen Aşık

113.08k Okunma

9.9k Oy

0 Takip
127
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. Dalgacı KıvırcıkÖnyazı46. Tek Kıvılcım Bin Tutku47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz oğlunuzla ilgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş
Hikayeyi Paylaş
Loading...