160. Bölüm
Yalives Doğan / Resmen Aşık / 73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?

73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?

Yalives Doğan
kambersizyazar

Beğeni yaparak başlayalım olur mu?

40 ile 50 arası beğeni toplayalım lütfen.

Yorumlarınızı da bekliyorum.

Artık bölüm size emanet.

Finali 3'e böldüm. Final 1 sizlerle.

____________

Final 1

Tam bir buçuk hafta sonra, Melek’in içindeki minik canın varlığı doktor onayıyla kesinleşecekti. Tahlil de çıkmıştı ama kesin sonuç için beklemeleri gerekiyordu. Daha küçücük, henüz bir nokta kadardı ama Melek’in kalbinde kocaman bir yer kaplıyordu. Murat’ın heyecanı ise ona her şeyi unutturuyordu. Sabah uyandığında gözlerini açar açmaz karısının karnına eğiliyor, sanki orada minicik bir yüz varmış gibi fısıltıyla günaydın diyordu. Melek bu sahnelere alışamamıştı ama içten içe çok seviyordu. Seviliyordu, hem de çocuk gibi, hem de kadın gibi… Hem eş, hem arkadaş, hem de anne adayı gibi.

O gün öğle yemeğinde dışarı çıkmaya karar verdiler. Melek, dürüm hayaliyle oturduğu restoranda kendisine uzatılan bal-kaymaklı ekmeği görünce gözlerini kısmış, Murat’ın yüzüne anlam arar gibi bakmıştı. Murat, ekmeği bal ve kaymakla iyice sıvayıp öyle bir hızla Melek’in ağzına sokmuştu ki Melek’in nefes alacak vakti bile olmamıştı. Sonra sanki kendi becerdiği şeyi düzeltir gibi, önüne hazır beklettiği süt bardağını tutuşturdu eline. “Tıkanma diye.” dedi ciddi bir ifadeyle.

Melek bir an şaşkın şaşkın baktı, sonra gözleriyle güldü ama yine de homurdandı, “Allah aşkına Murat, sen doktor musun, ebe misin, kocam mısın belli değil! Ya ben bunu yemek istemiyorsam? İnsanın canı dürüm çekerken bal kaymak ne alaka ya!”
Murat hiç istifini bozmadı. “Bebeğin sağlığı için. Protein, enerji… Hem videolarda izledim, ilk üç ayda sağlıklı tatlı şeyler iyi gelirmiş. Hem sen tatlı yediğinde mutlu oluyorsun.”

'Tatlı yiyince değil, sen böyle davranınca mutlu oluyorum.' dedi Melek içinden, ama dışa sadece dudak büktü. Onu kırmak istemiyordu. Ne yapsa güzel yapıyordu Murat, sadece biraz fazla yapıyordu. Yemeklerini hızla yediler çünkü Murat'ın gireceği şirket toplantısına geç kalmak istemiyorlardı. Arabaya binerken Melek kemerini takmaya çalıştı ama Murat hemen elini uzattı. “Dur dur, ben takacağım. Sen eğilme, sıkma kendini.” Kemer takma işini bile üstlenmişti. Melek neredeyse kahkaha atacaktı. “Murat, doğuma sen gireceksin değil mi?”

“Elbette. Gerekirse doktoru da ben olacağım. Tıbbi geçmişime güveniyorum.” deyip burnunu havaya dikti. "Olmayan tıbbi geçmişin demek istedin."

"Bir şekilde doğumda olacağım." diye göz kırptı.

Şirkette asansörden çıkarken Melek biraz arkadan yürüyordu. “Yavaş, merdiven var!” dedi Murat. “Murat, düz zemindeyiz.” dedi Melek gülerek. "Hem sen zamanında asansörü yasaklayıp az merdiven kullandırmadın. Ne değişik biriydin."

"Eşeklik etmişim."

"Evet eşeklik etmiştin. Şimdi sakin ol. Dünyadaki tek hamile ben değilim. Ve yürümeyi ilk defa deneyimlemiyorum."

Ofis sessiz, herkes işine gömülmüştü ama Murat'ın gözü sürekli Melek'teydi. Sekreterinin yanına gidip birkaç dosya hakkında konuşurken bile göz ucuyla karısını süzüyor, çaktırmadan elini masasının altından uzatıp onun elini sıkıyordu. Melek, notlarına odaklanmaya çalışırken aniden masasına bırakılan bir muz ve çiğ badem paketiyle karşılaştı. Başını kaldırdı. Murat, sekreterini dinliyormuş gibi görünüyordu ama bir kaşını hafif kaldırmış, “ara öğün saati” mimikleriyle ona bakıyordu.

“Sen beni işten atmaya çalışıyorsun galiba. Bu gidişle rapor almadan evde oturmaya başlayacağım,” dedi Melek telefonla ona mesaj atıp alttan alta gülerek.

“Ne zaman istersen,” diye yazdı Murat. “Evde çalış, ben getiririm her şeyi. Toplantı, evrak, bilgisayar… Evde senin için ofis kurarım. Hatta personelin bile olur sana özel.”

“Murat sevme tarzınla öleceğim sakinleş lütfen.” diye yazıp telefonu çekmeceye koydu. Sessizce gülümsedi. Aşkını bazen sözle değil, sabırla, anlayışla ve sakince taşımayı tercih ediyordu.

Gün boyunca Murat birkaç defa daha "su içtin mi", "tuvalete gittin mi", "karnın mı ağrıyor" gibi sorularla Melek’in sabrını sınadı ama Melek hepsine tatlı tatlı cevap verdi. Çünkü seviyordu onu. Böyle sevildiği için de, bu kadar özel hissettiği için de minnettardı. Yavaş yavaş Murat da sakinleşecekti bunu çok iyi biliyordu.

Melek, telefondan telefona, nottan nota koşarken vakit nasıl geçmiş anlamamıştı. Günün son imzaları için elinde dosyalarla Fahri Bey’in odasına yöneldi. Kapıyı çaldıktan sonra içeri girdiğinde, Fahri Bey koltuğuna yayılmış bir yandan telefonla konuşuyor, diğer yandan masasındaki ajandayı karıştırıyordu. Gözleri Melek’i görünce parladı. Gülümsedi, eliyle “gel otur” işareti yaptı. Melek de sessizce odadaki koltuğa yerleşti. İki dakika içinde telefon görüşmesini kibarca sonlandıran Fahri Bey, gözlüğünü çıkardı, kenara bıraktı.

“Evlilik nasıl gidiyor bakalım? Bizim oğlan seni üzmüyor değil mi?” diye sordu, gözlerinin içi gülüyordu. Melek dudaklarını birbirine bastırarak hafifçe gülümsedi. “Yok Fahri baba, üzmüyor. Hatta bazen fazla bile iyi davranıyor.”

Fahri Bey kaşlarını kaldırdı, “Vay be, Oğlum beni yanıltmadı. Haylazdır ama sevdimi çok sever ve sayar. Çok sevindim.” Hacer kapıdan kahveleri getirince, odada tatlı bir sohbet havası yayıldı. Hacer kahveleri bırakırken Fahri Bey şaka yaptı. “Hacer, ne çok çekmiştir Murat'dan."

"Estağfurullah efendim."

"Yok yok... Size nefes aldırmazdı. Şirkete gelmeyince bütün işler bu kıza kalırdı. Şimdi memnun musun patronundan."

"Çok memnunum efendim. Her alanda şirket için çok şey yaptı." Melek kahvesinden bir yudum aldı, gülerek, “İlk geldiğim zamanlar çok heyecanlanıyordum. Yaramazlık sınırlarını çoktan aşan bir patronun peşinde maf olacağım sanarken şimdi benim eşim oldu. İyiki de oldu. Şimdi sizi kendi babam gibi görüyorum.” dedi.

“Zaten öyle gör. Senin o saygılı hâlin, halini bilmen… Evlenmeden önce de öyleydin. Ne iş aksatıyorsun, ne laubali oluyorsun. İnsan nasıl sevmesin seni?” dedi Fahri Bey, gözlüğünü burnuna doğru indirip içten bir bakış attı. Hacer dışarı çıkınca biraz iç çekti. “Ulviye anlamadı, anlamak da istemedi. Ama kadınlar arası meseleye ben karışmam, sonra bana da cephe alıyor. Ama bil ki ben senin her zaman arkandayım. Karım hep haksız.”

Melek, başını önüne eğip “Sağ olun Fahri baba,” dedi sessizce. İçinde minnetle karışık bir sıcaklık kabardı. Hamile olduğunu henüz söylememişti. Kalbinde bir sır gibi taşıyordu. Bebeğin kalp atışlarını ilk kez duymadan, kimseye bir şey demek istemiyordu. Ama içinden geçirdi, ne güzel bir dede olurdu, ne güzel severdi torununu...

Fahri Bey kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra, bakışlarını uzaklara dikti.
“Bu sene tatili Konya’da geçireceğim.” dedi, gözlüklerinin üzerinden Melek’e bakarak. “Dünür tutturdu, bizim köye gel diye. Hayvanlarla zaman geçir, bir kümesi süpür, inekle göz göze gel, bak nasıl stres kalmıyor, dedi. Ne yalan söyleyeyim, cezbetti beni.”

Melek’in gözleri parladı. “Gerçekten mi? Babam geçen hafta arayıp sizi davet edeceğini söylemişti ama 'Dünürüm belki kabul etmez' demişti sonra. Gerçekten gidiyor musunuz?”

“Gidiyorum vallahi kızım. Ablası da oradaymış, yemekler yapacakmış. Enişten de muhabbetli biriymiş Hayri öyle söyledi. Düşündüm, dedim ki Ulviye her yıl yurtdışında, ben de onun peşinde sürükleniyorum. Oradan oraya, rezidanslar, davetler... İçim şişti. Bu yıl dedim ki kendime ‘Fahri, yeter artık. Otuz yılın yorgunluğunu alacak bir tatil yap.’ Konya'nın temiz havaaı, bol oksijeni... içim şimdiden ferahladı.”

Melek hem gururlandı hem sevindi. “Halam size kendi yaptığı tarhana çorbası yapar. Konya'nın her yemeğini de bilir. Sıcacık, üstüne tereyağ döker, bayılırsınız. Eniştem de sabahları erkenden kalkar, kümesteki yumurtaları toplar. Sizi de götürür. Biz çocukken onunla giderdik hep.”

Fahri Bey güldü, “Aman kızım ben ne yumurtası toplayacağım? Ama bak seninle konuşurken bile huzur geldi. Murat gibi ukala bir çocuktan böyle içten, böyle şefkatli bir eş nasıl nasip oldu, hâlâ anlamam.” Melek kaşlarını kaldırdı, “Murat küçükken öyleymiş şimdi değil.”

Fahri Bey kahkahasını tutamadı. “Aman aman! Aferin sana böyle koru. Küçükken var ya, kimseye yardım etmez, oyuncaklarını paylaşmazdı. Dalga geçerek konuşur. Herkese tepeden bakardı. Öğretmeni bile ‘Bu çocuk çok burnu havada’ demişti. Ama bak şimdi... Aşk neymiş, öğrenmiş. Senin sayende oldu bunlar.”

Melek utangaçça gülümsedi. Kalbinde bir kıpırtı daha belirdi. Karnındaki minik canın duyduğu sevgi şimdiden büyümeye başlamıştı. “Değişti çok.” dedi. Bazen geceleri kalkıp Melek'in üzerini örtüyordu. Fahri Bey keyifle başını salladı. “Kadın adamı adam eder derler ya... Senin gibi biri adamı vezir de eder, huzur da verir. Ulviye de bir gün anlar, ben karışmıyorum ama sen sabret, kendini bozma.”

Melek’in gözleri doldu ama belli etmedi. İçindeki sır daha da kıymetli geldi o an.
Kahveler bitmişti ama sohbetin tadı damakta kalmıştı. Melek izin isteyip odadan çıkarken, Fahri Bey arkasından “Kendine dikkat et, kızım,” dedi. O an Melek'in içi titredi. Kalbinde büyüyen şey sadece bir bebek değil, bir aileydi artık.

Akşam olduğunda birlikte çıkarken Murat, elini Melek’in beline koydu. “Bugün seninle ve minik fasulyeyle güzel bir gün geçirdim. Ama eve gidince seni biraz daha şımartmak istiyorum.”

“Yani yemek de sen yapacaksın?”

“Evet. Sen ayaklarını uzat, ben bugünlük şefim.” Melek yolda başını onun omzuna yasladı. İçinden, “Bu adamla yaşlanmak ne güzel olacak” dedi. Belki de en güzel dua, sessiz yapılanlardı.

Ve o günün sonunda ikisi de yorgun ama kalbi taptaze, sevgiyle dolu bir uykuya daldılar. Melek’in içindeki minik mucize henüz kıpırdamıyordu ama sevgisi şimdiden evin içini doldurmuştu.

***

Esila kendince bir karar almış. Bu yoldan ne olursa olsun dönmek istemiyordu. Günlerdir içinde taşıdığı endişeyi daha fazla bastıramaya gücü yoktu. Üzgündü ve çok çaresizdi. Düğüne sadece iki gün kalmıştı ama içindeki o huzursuz his, her geçen saat büyüyordu. Belki her şey yolundaydı, belki Salih gerçekten iyiydi ama belki de değildi... Ve Esila artık belki'lerle yaşamak istemiyordu. Kararını verdi. Salih'in doktoruyla konuşacaktı. En azından elinden geleni yaptığını bilmek istiyordu. Kendi vicdanına karşı dürüst olmalıydı. Onu seviyor diye hastalığını görmemezlikten gelmek bir diğer adıyla vicdansızlık gibi gelmişti. Ona duyduğu aşk her şeyin öncesinde sevdiği adamın iyi olması ile gerçekleşirdi.

Sabahın erken saatlerinde dışarıda halletmesi gereken birkaç işini tamamladıktan sonra, uzun zamandır aklında olan adrese, Nöropsikiyatrist Yavuz Akat’ın muayenehanesine geldi. Şık ama sade döşenmiş, sakin bir binanın üçüncü katındaydı. Merdivenleri çıkarken yüreği ağzındaydı. Parmak uçlarında bastığı her adımda kalbi daha hızlı çarpıyordu. Sekretere ismini söylediğinde, beklediği gibi karşılık görmedi. Elindeki randevu defterine baktı, başını kaldırmadan "Bugün tüm seanslarımız dolu." dedi kadın. Haklıydı ama Esila için bu durum hak gözetmeyecek kadar acildi.

Pes edip dışarı çıkmadı. Sakin ama kararlı bir sesle konuşmaya başladı. "Biliyorum. Ama lütfen... Bu sadece on beş dakikalık bir rica. Ben Salih’in en yakınıyım. İki gün sonra evleneceğiz. Bu konuşma benim için bir ömür meselesi. Ne olur…" Sekreter ilk anda direnç gösterse de Esila’nın gözlerindeki korku ve mahcubiyet, bir şeyleri yumuşattı. Kadın başını hafifçe yana eğdi. "En fazla yarım saatlik bir boşluğumuz olabilir. Beklemek ister misiniz?" dedi. Esila teşekkür ederek oturdu. Elleriyle çantasını sıkıca kavradı, o an başka hiçbir şeyin önemi yoktu.

Randevulu iki hastasını almıştı. Şu anda üçüncü hastası doktorun yanındaydı. Yaklaşık bir saat sonra odadan orta yaşlı, düşünceli bir kadın çıktı. Doktor arkasından geldi, hastasına yeni bir randevu ayarlayıp onu nazikçe uğurladı. İki buçuk saattir burada sabırla bekliyordu. Ardından doktor göz ucuyla Esila’ya baktı. "Esila Hanım? Hemen görüşelim mi? Diğer randevum gelmeden." dedi nazik ama mesafeli bir sesle.

Esila yutkundu, çantasını koltuğa bıraktıktan sonra içeri girdi. Yavaş adımlarla sandalyeye oturdu. Ellerini titreyen dizlerinin üzerine koydu. Ne söyleyeceğini, nasıl başlayacağını bilmiyordu. Yavuz Akat’ın ciddi ama anlayışlı gözleri karşısında büsbütün zorlandı. "Buyurun, sizi dinliyorum."

"Ben..." Esila gözlerini yere kaçırdı. "Nasıl söylenir bilmiyorum. Ben Salih’le... İki gün sonra evleneceğim. Bu konuşma için geç mi bilmiyorum ama... Ama içimde bir şey var. Yani içime sinmiyor. Salih iyi gibi davranıyor. Ben de öyle yapıyorum. Ama bir terslik var gibi hissediyorum."

Yavuz Akat, yavaşça başını sallayarak dinledi. Not defterine bir şey yazmadan, tamamen ona odaklanarak. "Salih size ne dedi?" diye sordu sonunda, nötr bir tonla. "İyi olduğunu söyledi. Daha iyiye gideceğini… Hatta bir sürpriz hazırladığını bile söyledi. Şarkı söyleyecek bana... Bir kez mırıldandı." Kafası allak bullak oldu. Konuya dönmeliydi, öyle de yaptı. "Ben Salih'i kendimden daha iyi tanırım. Yani o iyiyim der ben ona inandığım için değil. Öyle olmasını istediğim için sessiz kalırım. Bazen çok uzaklara gidiyor. Sanki benimle değil. Sanki yanımda bile değilmiş gibi." Esila'nın sesi kısık ama içten geliyordu. Gözleri dolmuştu ama ağlamamak için direniyordu.

Yavuz Akat hafifçe öne eğildi, ses tonu çok daha dikkatliydi şimdi. "Esila Hanım… Anladığım kadarıyla çok endişelisiniz. Bu çok insani bir durum. Ama ne yazık ki... Ben bu konuda sizinle konuşamam." Esila başını kaldırdı, şaşkın bir ifadeyle. "Konuşamaz mısınız?" Ağlamaya çok yakındı.
"Salih benim hastam. Ve sizinle evlenecek olması, ne yazık ki bu durumu değiştirmiyor. Hastalarımın özel hayatı ve tedavi süreci benim için kutsaldır. Gizlilik ilkesi hem yasal bir sorumluluktur, hem de mesleki bir etik kuraldır. İstediğiniz kadar iyi niyetli olun... Size en ufak bir bilgi vermem mümkün değil."

Esila bu cevapla adeta sarsıldı. Yüzü düştü, gözleri boşluğa takıldı. "Ben... Sadece... Sadece onun yanında boş bir ruh ile durmak istemiyorum. Yardım etmek onu düştüğü kuyudan çıkarmak istiyorum." dedi sessizce. "Salih benden bir şey saklıyor gibi. Onu çok seviyorum. Sağlıklı bir hayatı olsun istiyorum."

Doktor gözlerini kısıp ona uzun uzun baktı. Sesi yumuşamıştı, ama hâlâ netti. "Endişenizi anlıyorum. Ama Salih’in size anlatmadığı şeyler varsa, bu onun sorumluluğudur. Bir ilişkide güven varsa, konuşmak zorundasınız. Ben sadece tedavi sürecinde eşlik ederim, ilişkilerin yönünü belirleyemem."

"Yani..." dedi Esila kırık bir sesle, "Yani ne olur ne biter, ben düğün gününe kadar bilmiyorum. Düğün için çok çabalıyor bu onun hastalığını tetikler mi?"

"Yani değişir. Ama benim fikrim, düğünün ertelenmesi lazım. Belki çok geç ama Salih için bir süre daha ertelenebilirse daha iyi olacak düşüncesindeyim. Ve kliniğe yatmalı." Esila hastaları ile çekilen fotoğraflara baktı. Kaçını iyileştirmişti acaba? Kaçı mutlu olabilmişti? Kaçı sağlıklı bir hayat sürüyordu? "Benim size söyleyebileceğim bir diğer şey, eğer çok kaygılıysanız, bunu Salih'le paylaşın. Çünkü doğru cevaplar benim değil, onun ağzından çıkanlardır." Onunla paylaşmak istediği her an Salih mutluluk rolü yapıyordu. Bu imkansızdı.

Esila susmuştu. O an bir şey daha sormanın faydasız olduğunu anlamıştı. Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra toparlandı, gözlerini sildi ve hafifçe başını eğdi. "Teşekkür ederim." dedi kısık sesle. "Rica ederim." Yavuz Akat’ın sesi bu kez daha içtendi. "Güzel günler diliyorum size. Lütfen kendinize dikkat edin." Esila kapıyı sessizce kapatıp çıktı. Merdivenleri yavaş yavaş indi. Cevap bulamamıştı, ama bazı şeyleri anlamıştı. Artık sıra Salih’in söylediklerinde ya da söyleyemediklerinde olacaktı. Ama ne olursa olsun, artık bu yükü sadece kendi içine saklamayacaktı.

Muayenehaneden çıktığında Esila’nın ayakları yere değil, sanki bomboşluğa basıyordu. Koridorun lambaları sarıydı, ama o ışığın içinden geçerken bile dünya siyah beyaz gibi görünüyordu gözüne. Merdivenleri saymadan indi. Her basamakta içinden bir parça daha eksiliyordu sanki. Aşağıya vardığında soluğu dışarıda aldı ama rüzgar da acımadı ona. İnce montunu kavrayarak omuzlarını kaldırdı, başını öne eğdi. Adımlarını nereye attığını bilmiyordu. Kendi gölgesinden başka eşlik eden kimse yoktu.

Gözlerini gökyüzüne kaldırmak istedi ama kaldıramadı. Boğazına oturan yumruyu itekleyip nefes almak bile zorlaşmıştı. Doktorun her kelimesi, özellikle de “Kliniğe yatmalı.” dediği an, beyninde tekrar tekrar çınlıyordu. Konuşsaydı? Anlatırdı. Susuyorsa bir sebebi var, değil mi?

Bir yandan bu düşünceler, bir yandan adımlarıyla birlikte içinde çarpan kalp, onu adım adım bir noktaya sürüklüyordu. Ama bu sürükleniş bilinçli değildi. Arabasını nereye park ettiğini çoktan unutmuştu. Belki sokağın sonundaydı, belki de arka köşedeydi. Belki de aslında arabasını değil, kendini arıyordu o an. Yitirdiği güvenini. Kaybettiği huzurunu.

Dört sokak, beş kaldırım geçti. Gözleri her siyah arabanın üstünde gezindi, ama hiçbiri onunki değildi. Sonunda kaldırımdan caddeye çıkınca, birden dizleri titredi. Durdu. Etrafına bakındı. Tanıdık gelmeyen tabelalar, gri duvarlar ve yabancı yüzler... Yüzü düşmeye başladı. Gözlerinin altı karardı.

Ve tam orada yolun ortasında dizlerinin üstüne çöktü. Kaldırım taşının kenarında değil, bir dükkanın gölgesinde değil… İnsanların gelip geçtiği, arabalara yakın, şehir seslerinin boğuklaştığı bir noktanın tam ortasında. Ellerini bacaklarına koydu, başını eğdi ve sonunda ağlamaya başladı.

İçinden taşanlar artık geri dönmeyecekti. Gözyaşları süzüldü yanaklarına, dudaklarına. Rimel kirpiklerinden sızdı, dizlerine damladı. O an orada arabasını kaybettiği için ağlamıyordu. Hayır. O sadece bir bahaneydi. Esila, Salih için ağlıyordu. Onun söyleyemedikleri, sakladıkları, her gecenin ardına gizlediği endişeler, kabuslar, acılar için... Ve en çok da onun çabası için ağlıyordu. Sevdiği adam çabalıyordu.

İnsanlar toplanmaya başladı. Yanından geçen birkaç kişi durdu, kafalarını eğip ne olduğuna baktı. Genç bir kadın dizlerinin üstüne çöküp nedenini sormak istedi ama tam o sırada, yaşlı bir kadın yaklaşıp elini Esila’nın omzuna koydu. "Evladım... Ne oldu sana?" dedi, sesi rüzgar gibi yumuşaktı. Esila başını kaldırmadı. Dudaklarını zar zor oynattı. "Arabamı bulamıyorum." Yalan gibiydi. Ama aynı zamanda gerçeğin en çıplak haliydi. Çünkü insan en çok başka bir şeyi bahane ederek ağlardı. Ve o an için arabasını arıyor olmak, tüm o kırgınlıkları bir yere yöneltmenin tek yolu gibi gelmişti ona.

Yaşlı kadın eğildi, onunla birlikte yere çöktü. "Tam olarak nereye koyduğunu hatırlamıyor musun? Yardım edelim birlikte." Ama Esila'nın kafası sallanmadı, gözleri de dönmedi. Orada biraz daha kalsaydı belki kusacak kadar ağlayacaktı. Ama insanlar çoğaldıkça, o bir anda utandı. Yüzünü kaldırmadan bile anlayabiliyordu, daha fazla kişi etrafında toplanıyordu. Bir çocuk "Ağlıyor mu bu abla?" diye fısıldadı. Bir başkası, "Polis mi çağırsak?" dedi. Kalabalık artıyordu.

Elleriyle gözlerini sildi. Dizlerine damlayan makyajın ıslak izine baktı. Burnunu çekti. Dudaklarını ısırarak sessiz bir çığlık attı içinde. Kendini toparladı, başını hafifçe kaldırdı. Kimseyle göz göze gelmeden ayağa kalktı. Elbisesinin tozunu silkelerken kimseye bir şey demedi. Yanından geçen insanların "İyi misiniz?" diyen cümleleri havada kaldı. Hepsini arkasında bıraktı.

Sokaktan köşeyi döndü, kafasını kaldırdı ve biraz ilerde kendi arabasını gördü. Üç sokak ötede bırakmıştı. Elini cebine attı, anahtarını çıkardı. Parmakları titreyerek kapıyı açtı. Direksiyonun başına oturduğunda gözleri aynaya takıldı. Göz altı şişmişti, gözleri kıpkırmızıydı. Dudakları soluktu. Kendine baktı ve mırıldandı. "Bu tam olarak sensin. Hiç ağlaman bitmeyecek değil mi Esila... Neden hâlâ savaşıyorsun?" Kendine bile cevap veremedi. Kontağı çevirdi.

Trafik farkında bile olmadan açıldı. Sürmeye başladı. Nereye gideceğini düşünmedi. Aslında düşündü de sadece tek bir adres vardı aklında, Salih’in evi.
Her ışıkta gözlerini kırpmadan yola baktı. Sinyal vermeden döndü köşeleri. Arabayı bir keresinde durdurdu, elini direksiyona koyup bir an boyunca ağlamaya devam etmek istedi ama yapmadı. Durmadı. Yoluna devam etti.
Bugün her şey için geç olduğunu biliyordu ama yine de oraya gidiyordu.

Çünkü bazı cevaplar sadece bir insanın gözlerine bakılarak öğrenilirdi. Ve artık onun kaçacak zamanı kalmamıştı.

Bir insan ne kadar sevilir, diye sorsalardı, insanlar türlü türlü cevaplar verirdi. Ama biri çıkıp Esila'yı gösterse “İşte, böylesine.” deseydi, hiç kimse itiraz edemezdi. Çünkü Esila, yalnızca severek değil, severken yok olarak seviyordu. Kendini hiçe sayarak, gölgesine kadar adanarak... Sanki sevgisi bir nehir gibi taşkın, bir orman gibi sonsuzdu. Ve belki de bu yüzden bazen boğuyordu. Kendini. Onu. Her şeyi.

Kendi sevgisinin büyüklüğü karşısında eziliyordu çoğu zaman. Kalbinin bu kadar dolu olması bir yandan bir nimet gibi görünüyordu ama diğer yandan lanet gibiydi. Çünkü o kadar çok seviyordu ki... Salih’in nefes alacak alanı kalmadığını düşünüyordu bazen. Onun suskunluklarını, geri çekilişlerini, uzak duruşlarını hep buna yoruyordu. Belki de üstüne fazla geldim. Belki de bunca sevgi ağır geldi ona...

O düşünceler içinde bastı frene. Aracı yavaşça misafir park yerine çekti. Aynadan son kez yüzüne baktı. Aynı yüz. Ama artık gözlerinde başka biri vardı. Yorgun, kaygılı, kırılmış. Ama hâlâ sevgiyle dolu. Anahtarı cebine koydu. Çantasını almayı bile unuttu. Asansöre binmedi. Her katı merdivenle tırmandı. Nefes nefese kalmak istiyordu. Bedeninin içindeki ağırlıkla beraber yorgunluğunu da dışa vurmak istercesine her basamakta içinden bir parça daha bıraktı. Sona geldiğinde kapının önünde durdu.

Yedek anahtar cebindeydi. Salih geçen hafta kendi elleriyle vermişti. “İstediğin zaman gel, kapım sana hep açık” demişti. Ama bu cümle şimdi uzakta kalan bir yaz gibi uzak, sıcak ve erişilemezdi. Cebinden anahtarı çıkardı. Baktı. Anahtarı kapıya takmadı. Onca hakkı olmasına rağmen kapıyı çaldı. Çünkü bazı kapılar sadece sesle, sabırla ve niyetle açılmalıydı. Bir süre sonra kapı aralandı. Salih’in yüzü göründü. Boş, yorgun ve sanki içi oyulmuş gibiydi. Gözleri sönük bakıyordu. O an zaman durdu. Esila'nın gözlerinin içi doldu. Salih’in göz kapakları biraz daha düştü sanki.

İki saniye. Beş saniye. On saniye...

Esila bir adım attı ve birden sarıldı. Sıkı. Tüm gücüyle. Boynuna değil, ruhuna sarılır gibi. “Özür dilerim.” dedi. Sesi nefes gibiydi. “Salih… Çok özür dilerim. Lütfen iyi ol. Lütfen bana eskisi gibi davran ama sadece iyi ol.” Sesi titredi. Kolları daha da sıkılaştı. Başını omzuna koydu. Salih’in kalp atışlarını dinledi. Dakikaların içindeki anları ezberliyordu.

“Esila…” dedi Salih. Bu tek kelimeyle onun sesi bir çınlama gibi yayıldı Esila’nın içinde. İçine bir hıçkırık düştü. Ağlamaya başladı. Salih’in kolları hafifçe omuzlarına uzandı. Onun gibi değil, ama onu kırmamak isteyen bir dokunuşla. Esila başını kaldırmadan, gözyaşlarıyla üstünü ıslatarak, sadece başını hayır anlamında salladı. “Hiçbir şey olmadı.” dedi. “Sadece seni düşündüm ve dayanamayıp geldim.” Salih kenara çekildi. Esila içeri girdi. Sessizdi ev. Yağmur ile anneannesi dışarı çıkmıştı belli ki. Ayakkabılarını çıkardı. Evin tanıdık kokusu boğazına düğüm oldu. Salih’in varlığı odaya yayılmıştı ama ruhu sanki başka yerdeydi.

Salonun ortasında bir an durdu. Sonra hiç düşünmeden koltuğa oturdu. Ayaklarını kendine doğru çekti. Küçük bir çocuk gibi. Dizlerini karnına bastırdı. Sanki içine saklanmak ister gibiydi. Elleriyle kollarını sardı. Sırtını koltuğun köşesine yasladı. Sessizliği yutuyordu.
Salih bir şey demeden karşısındaki koltuğa oturdu. Gözlerini kaçırmadı ama bakışında öyle derin bir yorgunluk vardı ki... Esila’nın nefesi yetmedi.

Sonunda konuştu. Yavaş. Sessiz. Kırarak. Daha çok kırılarak. “Erteleyelim…” dedi. Bir şeyin üstünü değil, içini örtmeye çalışır gibi. Burnundan uzun bir nefes verdi. Sesinde çatlaklar vardı. “Evlenmek yerine bir süre sadece kendimizi dinleyelim mi?” diye ekledi. Sanki “beni bırak” değil de “seni bulalım” der gibi söyledi. Salih’in yüzünde anlamı belirsiz bir ifade belirdi. Ne kızdı ne sevindi. Sadece başını eğdi. Düşünüyordu. Belki de çoktan düşünmüştü bunu.

Esila devam etti. “Ben seni çok seviyorum. Bunu anlatamıyorum bazen. Ya da öyle çok anlatıyorum ki seni sıkıyorum. Korkuyorum. Korkum senden değil, seni yitirmekten. Her şeyi senin yerine düşünüyorum, senin yerine susuyorum, senin yerine bile ağlıyorum bazen...” Gözyaşı yine süzüldü. Elini dizine bastırdı. “Sen iyi olmazsan… Ben neyle mutlu olacağım Salih? Gelinlik mi? Fotoğraf mı? İkram listesi mi? Düğün pastası mı? Hangisi seni iyileştirir? Hangisi Yağmur’u güldürür?”

Salih gözlerini kaçırdı. Esila sustu. Birkaç saniye sessizlik oldu. Sadece kalplerin atışı vardı. Ve dışarıdan gelen bir kuş sesi, hayatın hâlâ devam ettiğine dair küçük bir kanıt gibi. Sonra Salih, yavaşça ayağa kalktı. Esila’nın içine kapanmış bedenine, dizlerine çektiği ayaklarına, göğsünde çarpan o kocaman kalbine baktı. Usulca yaklaştı. Sanki gürültü çıkarırsa kırılacak bir şeyler varmış gibi… Kırıkların üzerine basmak istemeyen bir adamın temkinli adımlarıyla yürüdü.

Yanına geldi. Yavaşça kolunu omzuna attı. Esila önce kıpırdamadı. Bedeninin her bir hücresinde onun dokunuşunu hissediyordu. Sonra başını ona doğru çevirdi. Salih, başını onun saçlarına yasladı. Kokusunu içine çekti. Sanki sonmuş gibi. Sanki o anda zaman durmuş da dünya sadece onların etrafında dönüyormuş gibi. Sadece fısıldadı. “Esila düğünü bence ertelemeyelim. Bir şey mi oldu? Düğüne iki gün var…”

Sesi yorgundu ama içinde hâlâ umut vardı. Hâlâ onunla yürüyeceği bir yol olduğunu biliyordu. Ama Esila gözlerini kapattı. Sanki o cümleyle birlikte içinden bir fırtına geçmişti. Başını onun göğsüne yasladı, göz kapaklarını sıkıca kapattı. İçindeki boğulmuş sesi dışarı çıkarırken dudakları titredi. “İsterse bir saat kalsın düğüne. Biz yine de düğünü erteleyelim.”

Salih irkildi. Bir an nefesi kesilir gibi oldu. Kalbi Esila’nın saçlarının hemen arkasında atıyordu ama o an dondu sanki. Bedenini çekmedi, kızmadı da. Ama anlamaya çalıştı. Çünkü bu cümle, bir karardan öte bir vedanın gölgesini taşıyordu. Derin, sessiz bir veda gibi… Ama veda değildi. Aslında bu kurtarmaktı. Sevdiği adamı hayata döndürmekti. “İyi de Esila.” dedi. Sesi biraz yükseldi ama hâlâ kırılgandı. “Ölürüm de seninle o gün evlenmekten vazgeçmem demiştin…”

Esila daha sıkı sarıldı. Onun göğsünden gelen kalp atışlarını daha net duymak ister gibi… Belki o sesi içine çekerse, korkuları biraz dağılır sanmıştı. Ama dağılmadı. Daha da çoğaldı. “Salih...” dedi, dudaklarını zorlayarak. “Sorun seninle yaşamak istemem değil... Sorun seni daha fazla yaşatmak istemem.” Durdu. Sanki kelimeleri bitmiyordu da, sadece ruhu yetişemiyordu. “Seninle yaşlanmak istemem, çünkü bu konuda inat edersem belki de yaşayamayacağız. Ben… Ben seni yaşatmak istiyorum Salih. Gözlerimin önünde bir şeyler kayıyor gibi. Her geçen gün biraz daha eksiliyorsun. Buna izin veremem. Kendim için seni görmemezlikten gelemem.”

Salih nefesini tuttu. Başını hafifçe geri çekti. Esila’nın gözlerinin içine baktı. Gözyaşları kirpiklerinin köşesinde birikmişti. Titriyordu. Ama güçlü durmaya çalışıyordu. Yine de her şeyi anlatan gözler vardı karşısında.

“O söz… Hani ‘ölürüm de seninle o gün evlenmekten vazgeçmem’ demiştim ya…” dedi Esila. Gülümsedi acıyla. “Ben ölürsem diye söyledim onu. Ölen ben olursam, bir günlüğüne bile olsa senin karın olmak isterim demekti. Ama, ama ölecek kişi değişirse… O kişi sen olursan. Fikir de değişir Salih. Çünkü ben sensiz yaşamaya razı değilim. Ama sensiz kalmaya da hazır değilim.” Bir süre sessizlik oldu. Sadece kalplerin konuştuğu, gözlerin birbirine sarıldığı bir sessizlik.

Salih başını eğdi. Elini Esila’nın ellerinin üzerine koydu. “Tedavi mi? Zaten tedavi oluyorum. İlaçlarımı aksatmadan içmeye çalışıyorum.” diye fısıldadı. Esila gözlerini kaçırdı. “Her şeyi tam yapsakta bazen yetmez. Ben seninle her şeye varım.” Cümleler yumuşak söylemişti ama ağırlığı tonlarcaydı. “Daha kapsamlı bir tedavi gerekiyormuş. Bugüne kadar uygulananlar sadece semptomları baskılamış. Ama artık bu kadar baskı yetmiyor. Yıkılmaya başladığını görüyorum.”

Salih yutkundu. Bu gerçeği o da hissediyordu ama dile dökülmesi başka bir şeydi. Kendi ağzından değil de Esila’nın ağzından duyunca, o sevgiyle dolu ama çaresizlikle kırılmış sesinden çıkınca… Başka bir yere saplandı bu cümle. “Yatış gerekiyormuş.” dedi Esila. “Orada kalmalıymışsın. Biliyorum, korkuyorsun. Biliyorum, Yağmur’dan ayrı kalmak düşüncesi seni mahvediyor. Ama… Yağmur seni tamamen kaybederse ne olacak? Ben? Beni ne yapacağız? Sen gelene kadar ailenin yanında yaşarım. Yağmur, kızım. İkbal annen de, annem olur.”

Salih gözlerini kapattı. Derin bir iç çekti. İçinde kırılmış binlerce parçanın sesi yankılandı. Ama Esila sustu. Onu ağlatacak, zorlayacak hiçbir şey söylemedi. Sadece bekledi. Sessizliğiyle bekledi. Bazen sessizlik en büyük destekti. “Ben sana yük oldum.” dedi Salih bir süre sonra. “Düğün hediyesi olarak şarkı yerine acı verdim sana.”

Esila başını salladı. “Hayır. Sen bana varlık verdin. Kendi acını gizledin, gülümsedin. Ama şimdi iyileşmek zorundayız. Biz. Sen değil sadece. Biz. Çünkü ben seninle bir ömür istiyorum. Ve bu ömrü yarım başlamak istemiyorum.” Salih’in gözleri doldu. Bazen evlenmek değil, iyileşmeye razı olmakla başlamalıydı. “Peki.” dedi sessizce. “Erteleyelim. Ama sadece tarihi. Klinikten çıktığımız gibi de evlenelim. Hala benimle evlenmek istersen.”

"Ben kendimi bildim bileli seninle evlenmek istiyorum. Birkaç ay vız gelir."
Esila gülümsedi. Gözyaşlarını sildi. Sanki ruhuna yeniden bir nefes verilmişti. Koltukta biraz kayarak Salih’in kucağına yaslandı. O da başını onun başına dayadı.
Dakikalar geçti. Hiç konuşmadılar.

Düğünü erteleme işi Esila’nın sandığı kadar kolay olmamıştı. İnsanın iki dudağı arasında kurduğu cümleyle “erteleyelim” dediği bir şeyin, pratikte bu kadar çok ipi olduğunu görmek şaşırtmıştı onu. Davetliler, mekan, organizasyon, fotoğrafçı, müzik grubu, çiçekler, otel rezervasyonları, hediye listeleri... Hepsi tek tek düğün tarihine mühürlü gibiydi. Tarih değiştiğinde hepsi birer birer bozulmuştu.

Ama bir şekilde… Bir şekilde her şeyi rayına oturtmayı başarmıştı. Bir buçuk hafta geçmişti. Hâlâ bazı aralıklarla telefonlar geliyordu. Sorular soruluyordu. Neden ertelendiği, tarih ne zaman olacağı, önemli bir problem mi yaşandığı… Cevap vermek istemediği sorular hep aynı seslerle geliyordu. Ama artık önemli değildi. İnsan kalbinin merkezine bir karar yerleştirince, dış sesler yankılanıp silinip gidiyordu. O merkez artık netti, Salih iyileşmeden hiçbir şey başlamayacaktı.

En büyük destekçisi Melek olmuştu. Herkes ertelenmesine karşı çıkarken, en başta “ama her şey hazırdı” cümlesiyle konuşanlar olmuşken, yalnızca Melek sessizce elini tutmuştu. Hatta pek çok iptali Esila'nın yerine halletmişti. Kimi zaman organizasyon firmasıyla konuşmuş, kimi zaman düğün için şehir dışından veya yurtdışından gelen insanlara durumu yumuşatmış, hatta Salih'in yakın çevresine bile açıklayıcı mesajları o yazmıştı. Hamileydi yorulmaması gerekiyordu ama Melek dostları için her zaman kendini öne atardı. Hamile olduğu da kesinleşmişti. Böyle zamanlarda Esila, Melek’in sadece bir dost değil, hayatın kıyısından tutan biri olduğunu bir kez daha anlamıştı.

Şimdi, öğle arasında sıcak bir bahar gününde, minik bir kahve dükkanında oturmuşlardı. Küçük, taş duvarlı bir mekandı burası. Camdan içeriye hafifçe güneş vuruyordu. İki kadın, eski günlerdeki gibi bir masanın etrafına yayılmış fıstıklı baklavalarla ve bol sütlü kahvelerle kendilerine keyif yapıyorlardı. Hafif bir müzik fonda çalıyor, dışarıdan gelen kuş sesleriyle karışıyordu. Melek bir dilim baklavayı çatalıyla ikiye böldü, ardından baktı Esila’ya. “Nasıl gidiyor?” dedi, yavaşça. Sesi şefkatliydi ama içinde endişe de gizliydi. Bir dostun, diğerinin gözlerinden düşen şeyi yakalamaya çalıştığı bir andı bu. “İyi…” dedi Esila, başını hafifçe eğerek. “Salih iyi oldukça ben de olacağım. Üç gün sonra kliniğe yatınca bir ayağım hep orada olacak gibi hissediyorum. Bugün bitiyor öğle oldu bile. Yarın işe gelmeyecek. Ertesi günün sabahı dokuz gibi klinikte olacağız. Ama siz de her hafta gelin olur mu? Yalnızlık çekmesin. Alışması zor olacak.”

Melek gözlerini devirdi ama tebessüm ederek. “Saçmalama tabii ki geleceğiz. Haftada bir değil, her gün gelmeyi düşünüyoruz. Yağmur’a da uğrarız. Ona oyuncak, sana da moral getiririz..” Ardından kahvesinden bir yudum aldı. Köpüğü bıyık gibi dudağında kalınca gülüşerek sildi. Sonra gözlerini kısıp merakla eğildi. “Bu arada… Murat ne yaptı biliyor musun?” Esila kaşlarını kaldırdı. “Yok, bilmiyorum. Ne yaptı gene?”

Melek gülümseyip başını hafifçe eğdi. Gülmesini bastıramıyordu. “Bir yat almış. Daha görmek nasip olmadı. Tersane de işi bitince görücüye çıkacak.”
Esila kahvesini bırakıp gözlerini açtı. “Ciddi misin? Ne yapacak yatta? Denizci mi oldu? Murat deniz de hiç sevmez. O daha çok kış adamı. Kayak, snowboard, kar motosikleti sever. Evlendi hobileri değişiyor.” Melek kahkaha attı. “Daha komiği var. Adını ‘Bebek’ koymuş!”

Esila kıkırdadı. “Peki ‘bebek’ diye karnındakine mi hitap ediyor? Yoksa sana mı?” Melek gözlerini devirdi, sonra karın bölgesine nazikçe dokundu. “Kendisine sorsan ikimize birden diyor. Ama sanırım biraz da duygusal bir jest yapmak istedi. Düğün ertelemesinin ardından ben de bayağı dalgalandım. Moralim düşmüştü. Bir sabah kalktım ki sahildeyiz, elinde bir kutu, içinde yatın anahtarı... İsmini sen koy dedim. Demez olaydım, minik gibi bir şey beklerken kendisi ‘bebek’ yazdırmış bile.”

Esila kahkaha attı. “İlginç. Bebeğin ismini, cinsiyetini bilmese bile her şeye katıyor. Çok az romantikmiş bu sefer.”
Melek omuz silkti. “Romantikliği biraz kendine göre ama evet ikimiz içinde uğraşıyor. Çok sevildiğimi hissetmek böyle zamanlarda çok güzel geliyor. Murat her zerreme bana olan aşkını gösteriyor.. Doğmayan bebeğine bile hayran bir kocam var.” Bir süre sessizlik oldu. Esila elindeki kahveyi karıştırdı. Köpükler dağılırken gözleri uzaklara daldı. “Ben de öyle bir şey istiyorum. Korkmadan karar verebilmek. Şüphe duymadan adım atabilmek. İnsan sevdiği biri hastayken kendini hep suçlu hissediyor, Melek. O yatarken benim ayakta olmam bile bazen batıyor bana.”

Melek yavaşça onun eline dokundu. “Ama ayakta olmazsan, o yataktan kalkamaz. Düşer. Esila, Salih’in umudu sensin. Hep sen oldun. Bu yük ağır biliyorum ama senin gibi biri sadece onu taşır. Ve yalnız değilsin. Biz varız. Düşmeye başladığın anı beklemeden hep yanında olacağım.” Esila başını salladı. Gözleri dolmuştu ama gülüyordu. “Seninle konuşmak bana iyi geliyor.”

Melek elini bırakmadan çantasından bir çikolata çıkardı. “O zaman konuşmaya devam edelim. Bugün kaçamak günümüz. Baklava, kahve, sonra belki bir sinema…”

“Sinema mı? Salih’e ne diyeceğim? Yatışına çok az var. Hem şirkette işler bizi bekler.”

“Haklısın o zaman işlerimizi bitirelim akşam gidiyoruz. Salih iyileşene kadar benim de iyileşmeye hakkım var diyeceksin kendi kendine. Seni senden başka kimse motive etmez. Ben bile yeterli edemem.” Esila derin bir nefes aldı. Gülümsedi. “O zaman bir de dondurma alalım. Biraz kafa dağıtmak iyi gelir.”

Şirkete geldiklerinde Esila, çantasını masasına bırakıp üzerindeki ceketi çıkarırken göz ucuyla Melek’e baktı. Sabah erken toplantılar, gelen birkaç tedarikçi ve arayan müşteriler yüzünden ortalık biraz karışıktı ama Melek tüm o kaosu sakin bir yüzle, deneyimli ellerle toparlıyordu. Hamile olduğu için ona çok yüklenmek istemiyordu ama... Sadece koca bir ama'ya bırakıyordu. Melek zaten hep öyleydi, sanki bir fırtınayı bile sadece birkaç adımda durdurabilirmiş gibi bir hali vardı. Esila içinden “O halleder. Her zaman halletti.” dedi. Melek'in yanına yaklaşıp eğildi. “Ben artık gitmeliyim. Salih'i kontrol edeyim.”

"Tamam canım. İyileşecek bunu aklından çıkarma."

"İyileşecek başka bir şansımız yok. İkinci seçenek, üçüncü, dördüncü hepsi iyileşmeye çıkıyor." Melek'i odada bırakıp Salih’in odasına yürürken içi yine burkuldu. Kapıyı tıklatmadan hafifçe aralayıp içeri girdiğinde Salih başını kaldırdı, göz göze geldiler. Yorgun ama kararlı bir ifadesi vardı yüzünde. Kalemi elinden bırakmadan gülümsedi.
"Gelmen çok iyi oldu." dedi. "Bitmek bilmedi şu belgeler."

Esila, sandalyesini masanın yanına çekip oturdu. Elindeki kalemle birkaç evrakı gözden geçiren Salih’in yanına yanaşıp bir klasörü çevirdi. "Yardım ederim. Hadi hızlıca bitirelim." dedi.

"Senin kendi işin varsa onları hallet." dedi Salih, göz ucuyla ona bakarken. "Yetişmen gereken projeler, takip etmen gereken insanlar… Görevlerini aksatma."

"Ben bir süre bütün görevlerimi minimum düzeye indirip seni takip etmek istiyorum," diye mırıldandı Esila. "Hem bütün görevlerimi Melek'e bıraktım, o benden iyi yapar. Şu an seni bir dosya gibi devraldım. Okuyup toparlayacağım." Salih hafifçe gülümsedi. "En zorlu dosyan olduğum kesin."

"Ve en değerli."

Birlikte çalışırken zaman akıp gitti. Salih belgeleri tek tek açıyor, imzalanması gereken yerlere notlar düşüyor, Esila da eksik bilgi veya düzenlenmesi gereken noktaları kontrol ediyordu. Arada sessiz anlar da oluyordu, ama bu sessizlik huzursuz değildi. İki insanın birbirini anlamaya gerek duymadan anladığı sessizliklerdendi. Salih bir belgeyi imzalayıp kaldırırken başını eğdi.
"Biliyor musun… Her sabah buraya gelirken içimde bir telaş vardı. Bugün neyle karşılaşacağım, hangisini erteleyip hangisini çözmem gerekecek diye. Ama sen içeri girince her şey birden kolaylaşıyor."

"Benim içeri girmemle mi, yoksa artık ertelemeden konuşuyor olmamızla mı?" diye sordu Esila hafif bir hüzünle. Salih omzunu silkti. "Belki de ikisi birden. Bu ara her şeyin kıymetini daha çok bilmeye başladım. En çokta senin kıymetini bilmek hem keyif veriyor hem üzüntü. Daha erken farketmek isterdim kalbimdeki yerini."

"Ben şu anda beni sarıp sarmaladığın kalbindeyim. Hiç çıkmaya da niyetim yok." dedi Esila. Sonra durdu, bakışları Salih’in yüzünde sabitlendi. "Salih… Kliniğe gitmek zorunda olman canımı acıtıyor ama orada daha iyi olacaksın. Ve iyileştiğin gibi de çok sade, bizi sevenlerin olduğu bir nikah ile evleneceğiz. Ama kendini bu kadar yormasan… Şirket bekler, iş bekler. Öncelik sensin." Salih kısa bir duraksamayla kalemi bıraktı. "Yorulmuyorum. Tam tersine burada senin yanında olmak bana nefes aldırıyor. Sanki zihnimdeki sis biraz dağılır gibi oluyor. Bu belgeler, bu insanlar, bu sorumluluklar en önemlisi sen bana iyi geliyorsun. Kafamı meşgul ediyor. Sen de buradasın ya, daha ne isteyeyim?"

"Salih, her şeyi bırak da kendini bırakma. Fahri amcam anlayışlı biridir. O da ister senin dinlenmeni."

"Ben sorumluluktan kaçmak istemiyorum. Kliniğe yattığımda içimde eksik hiçbir şey kalmasın istiyorum. Gözüm arkada kalmasın."

Esila, başını hafifçe salladı. Sonra masasından kalkıp Salih’in sandalyesine yanaştı. Ellerini onun ellerinin üstüne koydu. "Gözün arkada kalmasın. Biz senin yanındayız. Melek de, ben de. Murat'ı tanımıyor musun? Sana her konuda yardım edecek. Sen yeter ki iyileşmek iste. Geri kalan her şey hallolur." Salih başını eğip ellerine baktı. Parmaklarını Esila’nınkilerin arasına geçirdi. "Esila, Yağmur'un vasisi olur musun?
"Neden? Ben isterim ama nedenini merak ediyorum."
"Bilmem... İki üç gündür kafamı kurcalıyor." Gülümsedi. "Evlenince otomatik annesi olacaksın zaten. Dediklerimi unutalım." Esila ısrar etse de Salih başka konular açtı.

Kısa bir sessizlik daha oldu. İkisi de aynı anda gülümsedi. Ardından Salih, bir dosyayı gösterip "Bunlar son üç tane." dedi. Esila hemen aldı, hızlıca tarayıp gerekli yerleri imzaya hazırladı. Belgelerin yüzde seksen beşi tamamlandığında her ikisi de geriye yaslanıp derin bir nefes aldı. Birlikte çalışmışlar, birlikte yorulmuşlardı. Ama bu yorgunluk, yalnızlıkla değil sevgiyle örtülmüştü. "Geri kalanı evde bitiririm." dedi Salih.

"Olur," dedi Esila. "Ama kahve eşliğinde. Yanına da kek yaparım, hem sağlıklı hem moral verici." Salih başını salladı, gülümsedi. "Tamam. Ama fındıklı olsun."

"O zaman akşam görüşürüz, sevgili hasta bey." Salih göz kırptı. "Tamamdır sevgili terapist hanım…" Gülüşmeler arasında odayı tatlı bir dinginlik kapladı. Hayatın tüm karmaşası içinde, bir süreliğine, sadece onlar vardı.

Esila ile birlikte mesai bitimine bir saat kala şirketten ayrıldılar. Salih’in arabasına bindiklerinde hava gri bulutlarla kaplıydı ama içleri sıcacıktı. Yağmur başlamıştı ama ince ince, tıpkı çisil çisil yağan bir umut gibi. Eve vardıklarında Yağmur onları camdan izliyordu. Kapıyı açmalarıyla birlikte heyecanla kucaklarına atladı. Salih, onu havaya kaldırdı, döndürdü, küçük kız kahkahalarla gülüyordu. "Baba dur. Baba dur." Yere indirip burnuna öpücük kondurdu. “Yağmur, hazır mısın?” diye sordu Salih, göz kırparak.

“Kardan adam yok ama çamur adam yapabiliriz!” diye bağırdı Esila. Üçü birlikte bahçeye çıktılar. Islanmak umrunda bile değildi Yağmur’un. Ayakkabıları suyla dolarken bile mutluluğu yüzüne yansımıştı. Esila, bir ara geri çekilip onları izledi, Yağmur’un gözlerindeki ışıltı, Salih’in içten gülümsemesi, hayatın kısa ama kıymetli anlarındandı.

Bir süre sonra içeri girdiklerinde ıslak saçlarını havlularla kurularken İkbal Hanım içeriden seslendi. “Esila, kızım! Bugün kek yapacağım ama ellerim artık gençlikteki gibi değil. Yardım eder misin?” Esila gülümseyerek mutfağa geçti, önlüğünü taktı. “Ya Salih'e de söz vermiştim kek yapacağım diye. Sen bana tarif ver, ben yaparım. Ama senin gibi güzel kokar mı bilmem!”

İkili mutfağın tezgâhında harıl harıl çalışırken, Yağmur ve Salih de küçük bir masada boya kalemleriyle uğraşıyordu. Yağmur kalemiyle kâğıda kocaman bir kalp çizmişti. İçine üç kişi çizmişti, bir kadın, bir adam ve bir çocuk. “Bu biziz,” dedi. “Benim ailem.” Sonra başını kaldırıp Esila’ya seslendi. “Anaannem dedi ki, siz evlenince buradan gidecekmiş.” Mutfakta bir sessizlik oldu. Salih kaşlarını hafifçe kaldırdı, annesi gördüğü kadına döndü. “Bir hatamız mı oldu?” diye sordu.

Konuşmasına fırsat kalmadan Esila, ellerindeki unu silkeleyerek hemen lafa girdi. “İstemeden seni kırdıysam, özür dilerim İkbal anne. Ne olur yanlış anlama. Ben seni çok seviyorum.”
İkbal Hanım yüzüne tatlı bir hüzünle baktı. “Olur mu kızım... Sen benim bu hayatta gördüğüm en sevgi dolu kadınsın. Salih’i, torunumu kendi evladın gibi sevdin. Her sabah Yağmur’a hazırladığın kahvaltıya, Salih’e yaptığın o sessiz ama derin desteğe şahidim ben. Bunu annesi olmayan biri anlar en iyi. Senin sevgin öyle gözle görülür ki, insanı sarmalıyor. Ama ben… Yasemin’in annesiyim. Kızım öldüğünde, Yağmur küçük diye burada kaldım. Salih de sağ olsun, el üstünde tuttu. Hiç eksik etmedi saygısını. Ama artık siz bir aile olacaksınız. Ben burada fazla kalırım. Ayıp olur."

Salih başını iki yana salladı. “Sen bizim başımızın tacısın. Gidemezsin. Gidersen, bu evin sıcaklığı azalır. Kimse söylemez belki ama herkes hisseder. Sen bu evin kalbisin.” Esila gözleri dolarak yaklaştı. Elini yaşlı kadının elinin üzerine koydu. “Sen bizim ailenin en büyüğüsün. Sen gidersen ben bu eve gelin olarak nasıl adım atarım? Ben senin sohbetine, nasihatine gelin oluyorum. Yoksa Salih’le evlenmem bile!” İkbal Hanım önce şaşırdı, sonra kahkahayla güldü. “Ah Esila, sen çok yaşa emi! Ne güzel yalan söylüyorsun.”

"Tamam yalan ama sen bizim için çok değerlisin."

“İkbal anne…” dedi Salih, sesi yumuşacık. “Esila doğru söylüyor. Sen olmazsan biz eksik oluruz. Biz bir ev kuruyoruz evet, ama sen bizim gölgemizsin. Gidersen biz güneşte kalırız.” İkbal Hanım başını önüne eğdi, sesi titredi. “Oğlum insanlar ne der? Eski eşinin annesi hâlâ bu evde diye konuşmazlar mı?”

Salih bir adım attı, elini annesinin omzuna koydu. “Yasemin’in annesi olman, benim annem olmanı engeller mi? Kim ne derse desin.” O sırada Esila bir adım daha yaklaştı. Gözleri yaşla dolmuştu. “Benim bir Serpil teyzem var. Birde İkbal annem var. Ben başka kimsenin sözüne, başka kimsenin yoluna güvenemem. Lütfen, bizimle kal. Biz bir aile olacağız. Sen bu ailenin direğisin. Neden böyle şeyler düşünüp kendini de bizi de üzüyorsun?”

İkbal Hanım’ın gözleri doldu. Elini Esila’nın yanağına koydu, hafifçe okşadı. “Kızım siz bana öyle şeyler söylediniz ki yaşlı kalbim dayanamıyor. İyi ki varsınız. İkinize de ne kadar teşekkür etsem az. Tamam. Gitmem. Sizin yanınızda kalırım. Bırakmam sizi. Siz de beni bırakmayın olur mu?” Salih, annesinin elini öptü. Esila, yaşlı kadının boynuna sarıldı. Yağmur, kalemini bırakıp koşa koşa geldi, üçüne birden sarıldı. “Benim ailem.” dedi. “En güzel aile!” Yağmur’un çizdiği kalbin tam ortasında artık gerçekten birlikteydiler.

Esila'nın ertesi gün üç önemli toplantısı vardı. Gözleri saate takıldığında akşamın serinliği camlara hafifçe çarpmaya başlamıştı bile. İki saat daha Salih’in yanında kalıp toparlanarak taksi çağırdı. Salih'le birlikte el ele tutuşarak aşağıya indiler. Gecenin sessizliği, şehrin karmaşasından uzak o anı kutsar gibiydi. İkisinin arasında tarifsiz, sözcüklere sığmayan bir uyum vardı. Konuşmasalar bile her şey anlaşılıyordu. Birbirlerine aitlikleri sessizlikte bile yankı buluyordu.

"Şarkıyı kaydettim." dedi Salih, sesi biraz utangaç, gözleri yere bakar gibi. Esila'nın yüzünde aniden parlayan ışık gibi bir heyecan belirdi. Hemen ona dönüp boynuna sarıldı, başını göğsüne yasladı. "Dinleyebilir miyim?" Salih, biraz mırın kırın etti. “Nikah yaparsak düğün arabasında. Ya da düğün olursa dans anında duyarsın. Sürpriz olur. Evde bilgisayara aktardım.” Esila kaşlarını kaldırdı, biraz surat astı, sonra gülümseyerek başını salladı. “Öyle olsun... Ama evlenince her gün bana şarkı söylemek zorundasın, biliyorsun değil mi?”

Salih, hafifçe başını eğdi, gülümsedi. "Güzel bir anlaşma. Her gün. Her sabah uyanınca, her gece uyumadan önce... Sana şarkılar söyleyeceğim. Bu duruma alışmam lazım." Taksi sokağın başında göründü. Işıkları önce yerin üzerinden sonra Esila’nın gözlerinden geçip kayboldu. İkisi de suskunlaştı. Birbirlerine baktılar. Gözleri uzun uzun birbirine dokundu. O bakışlar, bir veda gibi değil, geleceğe söz verir gibi ama kalbin derinliklerinde bir yer bir türlü rahat etmiyordu. Sanki zaman bir şeyleri fısıldamaya çalışıyordu ama o an kimse duyamıyordu.

Salih dudaklarına bir öpücük kondurdu. Esila da onun dudaklarına usulca dokundu. Öpüşmeleri her zamanki gibi kısa sürdü. Beş saniye… Ama o beş saniyede yılların huzuru, geleceğin hayali, geçmişin yorgunluğu vardı.
"Yarın buluşur muyuz?" diye sordu Salih, sesi hafif kısıktı ama içten. "Akşam sekiz gibi evinde olacağım. Yani evimizde olacağım. Ya evim derken kalbim bile sahiplendi." dedi Esila, gözlerinde bir çocuğun mutluluğu vardı. "Eve gelince seni çok uzun öpeceğim." Salih, kahkaha attı. Gözleri gülüyordu ama içinde bir sıkışma hissetti. Sebepsiz. Açıklanamaz. Belki de sadece çok sevdiği için. "Yarını iple çekiyorum." dedi.

Esila taksiye bindi. Camdan ona baktı. Gülümsemeye devam ediyordu ama gözlerinde hafif bir buğu vardı. Elini camdan çıkarıp serçe parmağı dışarıda kalacak şekilde diğer parmaklarını kapattı. "Benim için yaşayacaksın, söz mü?" Salih hiç düşünmeden kendi serçe parmağını ona doladı. "Söz. Senin için yaşayacağım." İkisi de gülümsedi. Esila, acaba yanında mı kalsam, demek geçti içinden ama bu düşünceyi bastırdı. O da farkında değildi, bu gündelik vedanın, sıradan bir gün olmadığını. Kalbin sezdiğini akıl anlayamıyordu. Salih başını eğip taksinin penceresinden içeri soktu. “Yarın Yasemin’in yanına gitmeyi düşünüyorum. Yedi gibi evde olurum.”

Ben de geleyim mi diyecekti Esila, dili damağına yapıştı. Birden saçma hissetti. Salih’e gereksiz yük olmamalıydı. “Tamam.” dedi sadece. “Kendine çokkkk dikkat et… Seni çokkkk seviyorum. Verdiğin sözü unutma. Ömrüm boyunca sana hatırlatacağım.” Salih başını hafifçe yana eğdi. O an, sanki bir daha söyleme şansı olmayacakmış gibi, gözlerinin ta içine bakarak fısıldadı. “Sen de kendine dikkat et… Esila… Bende seni seviyorum.” Esila onun gözlerinden ayrılmak istemedi. Taksi yavaşça hareket etti. Salih elini kaldırdı, arkasından yürümek ister gibi bir adım attı ama vazgeçti.

Esila, camdan başını çıkarıp arkasına dönüp son bir kez daha baktı. Salih hâlâ oradaydı. Gözlerinde sevgi, kalbinde bir tuhaflık vardı. El sallamadılar. Çünkü el sallamak vedadır, vedalaşmak ise ayrılık demekti. Onlar ayrılmıyordu. Sadece yarına gidiyorlardı. Ama o "yarın" hiç gelmeyecekti. Ve ikisi de bunu bilmiyordu.

***

Ertesi gün, ilk sabah mesajını Salih'den almıştı. Esila'nın zihni alarma geçmiş gibiydi. {Bugün günün her zamankinden daha güzel geçsin, canım.} Gözlerini açar açmaz telefona uzandı. O da bir şeyler yazmak istedi. {Kesinlikle sana kavuştuğum zaman günün en güzel saatlerim oluyor. Akşamı bekliyorum.}

Öğlene kadar ara ara mesajlaşmaya devam ettiler. Bir ara masasına geçti. Bir hafta önce yerleştirdiği Yağmur ve Salih'in resmi, kalemini alırken düştü. Çerçeve tuzla buz olmuştu. Hızla toplamak için eğildi. Parmağı kanadı ilk anda fark etmediği için kıyafetine damladı. Değişik bir şeyler oluyordu. Yedek bir kıyafeti olmadığından üstündekileri çıkartmak için eve geçti. Bugün üç toplantısı vardı. Kanlı bir etek ile karşılarına çıkamazdı.

Eve geçti banyosunu edip ekranda Salih’in ismine dokundu. Birinci arama. Açılmadı. Belki uyuyordur, diye geçirdi içinden. Sabahları bazen geç kalktığı oluyordu. Bugün kliniğe yatacaktı. Belki de hazırlık yapıyordu. Ama bir şey... Bir şey rahatsız ediyordu içini. Tarif edemediği o iç sıkıntısı... Kalbinde garip bir boşluk. Sessizlik bazen çok fazla şey anlatır ya, işte o sessizlik şimdi içini oyuyordu. Makinada yaptığı kahvesini içerken tekrar aradı. İkinci arama. Yine açılmadı.

Melek mesaj attı. {Sana geliyorum oradan geçeriz. Toplantı planını ben kontrol ettim, rahat ol. Yetişiriz.} Esila aynanın karşısında makyaj yaparken arka planda telefonunu hoparlöre aldı. Üçüncü arama. Cevap yok. Gözleri aynadaki yansımasında bir anlığına Salih’i aradı sanki. Onun “Bu kadar mükemmel bir kadın bana aşık olduğu için teşekkür ederim Allah'ım.” dediği sesi çınladı kulaklarında. Dudaklarındaki fazla ruju silip gülümsedi. Makyajsız olmayı sevmezdi az makyajı da ama Salih daha çok sadeliği seviyordu. O sırada Melek aradı. “Esila, canım aşağıdayım fazla bekletme. Geç kalacağız.” Melek'in kuş gibi cıvıldamasına karşı Esila çok düz bir şekilde cevap verdi. “Geliyorum bitti işim.” dedi ama sesi biraz durgundu. Aşağıya inip Melek'e sarıldı. Korkusunu bastırmak istiyordu. Onun halini sezdi. “Aradın mı Salih’i?”

“Üç kere. Açmadı. Belki telaşlıdır. Belki dosya işleri vardır. Belki... Beni bırakmış olabilir mi? Çok canını sıktım belki.”

“Belki belki belki... Kendine laf anlatmaya çalışmaktan sıkılmadın mı?” dedi Melek, hafifçe omzunu dürterek. “Bak şimdi, üç toplantı birden. Hadi odaklan. Eminim Salih de kendi işlerini bitirmeye çalışıyordur.” İlk toplantı şehrin kalburüstü semtlerinden birindeki küçük ama şık bir restorandaydı. Çorba içmek için idealdi. Domates çorbası, içindeki fesleğenle birlikte boğazına huzur gibi indi. Gülümsedi, ama gözleri telefondaydı. Toplantı başlamadan önce dördüncü arama. Hiçbir şey. Melek not alırken bir ara ona göz ucuyla baktı. Esila’nın elleri titriyordu. Fark edilmesin diye dizinin üzerinde birbirine kenetlediği parmaklarını sıktı.

İkinci toplantı bir başka restoranda, birkaç blok ötede. Bu defa ana yemek vardı. Esila bir şey seçmedi. Melek onun yerine kuzu incik sipariş etti. “Yemezsen ben iki porsiyon gömerim, haberin olsun.” dedi gülerek. Ama Esila’nın kaşığı zor gidiyordu ağzına. Toplantı ortasında beşinci arama. Telefon artık çalmıyordu. Bir ses duymayı o kadar istiyordu ki, suskunluk bağırıyordu sanki. Melek bir şey demek istedi ama sustu, sadece onun bileğini okşadı usulca. "Bir şey olunca insan hisseder mi?" dedi Esila birden, gözlerini Melek’e dikerek. Melek kaşlarını kaldırdı. “Ne gibi?”

“Bazen olur ya... Bir anda biri çekilir içinden. Sebep yoktur ama bir şey eksilmiştir. Hissedersin... İşte öyle bir şey oldu.” Melek suskunlaştı. Bazen en iyi cevap susmaktı çünkü. Hele kalbin ağırlığı tartılıyorsa kelimeler fazla geliyordu. Son toplantı çilekli cheesecake ile bitti. Üç toplantı, üç masa, üç ayrı mekân. Ama hepsinin ortasında tek bir boşluk vardı. Salih’in sesi yoktu. Varlığı yoktu. Sanki gün Esila’yı hazırlıksız bir karanlığa sürüklüyordu.

Saat dört. Son toplantının sonunda Melek sandalyesine yaslandı. “Bir daha üç toplantı aynı anda istersen, yeminle sekreterlikten istifa ederim. Bu ne be! Beynim sarsıldı.” Esila gözlerini telefondan ayırmadan güldü. “Ya Melek... Özür dilerim. Şimdi... Salih kliniğe yatacak. İlk günü onun yanında olmak istedim. O yüzden acele ettim.”

Koluna girmeye çalıştı. Melek geri çekildi. “Kızım dursana! Zaten sıcaktan bunaldım. Bir de seninle mıç mıç olayacağım!” Esila sulu bir şekilde Melek’in yanağına öpücük kondurdu. “Ah bir sarılayım, ciğerin soğusun.”
İkisi de güldü. Ama Esila'nın içindeki fırtına gülüşlerine rağmen dinmiyordu. Gözlerini yine telefona çevirdi. Altıncı arama. Yine kapalı. Artık çalmıyordu ve bu durum Esila'yı daha tedirgin etmişti. Ellerini ceketinin cebine soktu. Ayakları titriyordu hafif hafif. Melek bunu fark etti. “Esila...”

“Bir şey yok. Klinik. Sadece... Sadece yanına gitmem lazım. Söz verdim çünkü. Düğün arabasında dinleyeceğim dediği şarkıyı... Belki de bugün açar. Onun sesinden dinlemek çok başka olmalı."
Esila direksiyona geçtiğinde, elleri direksiyona sıkıca yapışmıştı. Açsa iyiyim dese her şey düzelecekti. Ama telefon çalmasını bırak artık tamamen kapalıydı. Direksiyona sarılmış parmak boğumları bembeyaz olmuştu ama farkında değildi. Melek, yanında sessizce oturuyordu. Arabaya binmeden önce birkaç kez daha telefonunu kontrol etmişti Esila. Ekran hâlâ sessizdi. Cevapsız hiçbir arama, mesaj, bildirim yoktu. Tam bir boşluk. Sessizliğin ortasında sıkışıp kalmış bir haykırış gibiydi bu durum.

Melek, koltuğunda biraz döndü. “Esila... istersen Salih’in evine gidelim.” O an Esila’nın içinden bir ‘hayır’ çıkmadı. Direnmedi, sorgulamadı, hatta düşünmeden, refleksle başını salladı. Sessizce arabayı sürdü o yöne doğru.
Yol boyunca hiçbir şey konuşmadılar. Arabanın içini sadece dışarıdan gelen uğultular dolduruyordu. Radyoyu açmadı. Sessizlik boğazlarına çöreklenmiş gibiydi. Esila’nın gözleri sürekli aynalardaydı, sanki bir yerden Salih çıkacakmış gibi. Ama yoktu.

Salih’in evi göründüğünde kalbi biraz daha hızlı çarpmaya başladı. Belki de şimdi açar telefonunu. Belki şarjı bitti ve şarj etmek için evdeydi. Evin önünde İkbal Hanım ve küçük Yağmur ellerinde bir poşetle kapıdan çıkıyorlardı. Esila hemen arabayı kenara çekti. Aracın kapısını açtığı gibi koştu. “İkbal anne!” diye seslendi. Kadın durdu, döndü. Hafif bir tebessüm vardı yüzünde, ama gözlerinin altı morarmıştı, belli ki uykusuz bir gece geçirmişti. “Esila evladım, bir iki saat sonra geleceğim demiştin.”

“Öyle oldu.” diye mırıldandı. Gözleri hemen kapıya kaydı. “Salih evde mi?”
İkbal Hanım başını iki yana salladı. “Yok kızım. Sabah çıktı. Birkaç işi varmış halletmeye gitti. Sonra da Yasemin’e uğrayacakmış, mezarlığa yani. Oradan eve gelecekti. Birazdan gelir.” Esila başını eğdi. Gözleri anlık bir karanlığa büründü. O an içindeki kıpırtı yeniden hareketlendi. Belirsiz bir korkunun kıyısında dolaşıyordu. Bir adı vardı bu hissin ama Esila koymaya cesaret edemiyordu. Çünkü isim koymak, gerçeğe daha da yaklaşmak demekti.

Telefonunu tekrar çıkardı. Bu kaçıncı aramaydı hatırlamıyordu. Parmakları ekrana uzanırken Melek hafifçe koluna dokundu. Esila durdu. Kısa bir nefes aldı. Sonra Yağmur’a eğildi. Kız çocuğu gibi değil, sanki Salih’in bir uzantısıymış gibi sarıldı ona. Küçük elleri boynuna dolandığında içi daha da ezildi. Bir çocuğun kalbi ne kadar hafifse, yükü de o kadar ağırdı ve Esila bu yükün altında eziliyordu. “Gidelim mi, Esila?” diye sordu Melek sessizce. “Gidelim,” dedi ama gözleri hâlâ evin kapısındaydı. Son bir ümitle. Belki şimdi… Belki… Ama yoktu.

Araba tekrar hareket ettiğinde, içinde bastırmaya çalıştığı korku boğazına düğümlendi. Yutkunmaya çalıştı ama kuru bir taş gibiydi nefesi. Direksiyona sıkıca sarıldı. Bir an durup derin bir nefes aldı. Melek, onun neyle savaştığını biliyordu ama bir şey söylemedi. Esila'nın içine konuşmasına izin verdi.

Mezarlık yoluna girdiklerinde rüzgâr değişmiş gibiydi. Ağaçların yaprakları usulca kımıldıyor, sessizlik bir tül gibi üzerlerine örtülüyordu. Arabayı park ettiğinde bir an kıpırdamadan kaldı. Gözlerini kapattı. İçinde kopan fırtınayı kimse duymasın istiyordu. Ellerini dizlerine bastırdı, başını eğdi.
“Hazır mısın?” diye sordu Melek nazikçe.

“Hazır olmak diye bir şey var mı? Eminim Salih buradadır.” diye fısıldadı Esila. Gözleri doluydu ama dökmedi.
Birlikte mezarın yanına geldiler. Yasemin’in mezarının üstü temizlenmişti. Taze çiçekler dizilmişti kenarlarına. Çiçeklerin arasındaki beyaz güller özellikle dikkat çekiciydi. Esila elini mermere sürdü. Soğuktu. Bu soğukluk içini de kapladı. Ayak tarafına geçti. Dizlerini kırarak yanına oturdu.

Gözleri çiçeklerdeydi. Sonra sessizce konuşmaya başladı. “Bana kızgın olabilir misin?” sesi titriyordu. “Eğer kızgınsan olma. İnan bana, Yağmur’u da Salih’i de anneni de seni seven herkesi ben de seviyorum. Bunu yanlış anlama. Senin olan şeylere el uzatmıyorum. Sadece onların kalbine birazcık sığınmak istedim. Özür dilerim ama lütfen Salih’e artık görünme. Çok korkuyor.” Bir yaprak mezarın üzerine süzüldü. Gözleri o yaprağı takip etti. Sanki bir cevaptı bu.

Melek, arkadan yaklaştı. Ellerini Esila'nın omuzlarına koydu. Sımsıkı sarıldı ona. “Esila...” dedi usulca. “Salih eminim iyidir. O da kolay geçirmiyor bu süreci. Belki, belki bir süre sadece kendine zaman ayırmak istedi. Düşünmek için. Her şeyi susturmak için. Kabuğunda yaşamayı seven biri.” Esila kafasını omzuna yasladı. “Haklısın öyle olmalı,” dedi ama sesi yetersizdi. Söylediği şeylere kendini inandırmak için çabalıyordu. O an her şeyi susturmak, her düşünceyi bastırmak, sadece nefes alabilmek istiyordu. Çünkü korku, kalbinin içinde susmayan bir fısıltıya dönüşmüştü artık. Ya gerçekten bir şey olduysa? Ama bunu düşünmemeye çalıştı. Tüm gücüyle.

Yavaşça ayağa kalktı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “Haydi gidelim. Bu halde seni de yordum.” dedi sessizce.

Saatler önce

Salih, saatlerdir mezar taşının soğuk mermerine sırtını dayamış, öylece oturuyordu. Ne zamandır orada olduğunu bilmiyordu; belki saatlerdi, belki de günler birbirine karışmıştı. Zaman burada akmıyor, ilerlemiyor, yalnızca duruyordu. Rüzgâr yaprakları hafifçe savururken, taşın keskin köşeleri sırtına batıyor ama Salih hiç kıpırdamıyordu. Acıya o kadar alışmıştı ki, artık bedenin verdiği uyarılara tepki vermeyi bırakmıştı.

Başını öne eğdi. Gözlerini kapattı. İçinden geçen düşünceler, karanlık bir nehir gibi zihnine akıyordu. Unutmak istediği ne varsa, belleğinin en kuytu yerlerinden çıkıp karşısına dikiliyordu. Yasemin'in gülüşü, saçlarının rüzgârdaki dansı, kahkahasının yankısı, her biri sessizce dönüyordu beyninin içinde. Sessizlik bile ona yas tutuyordu sanki.

Ellerini mezarın başındaki çalı çırpılara uzattı. Titrek parmaklarıyla kuru yaprakları, ince dalları kenara itti. Parmaklarının altındaki toprak nemliydi, çamur içindeydi. Her dokunuşunda bir zamanlar Yasemin’in ellerine dokunmuş gibi ürperiyordu. Temizlemek değildi derdi aslında, mezara dokunarak hâlâ orada bir şeylerin canlı kalmadığına kendini inandırmak istiyordu. Ellerindeki çamur soğuktu ama içindeki boşluk daha keskin, daha ölümcüldü.

Sağ elini ağır ağır ceketinin cebine götürdü. Küçük, yassı bir ilaç kutusunu çıkardı. Plastik kutunun kapak sesi, mezarlıkta yankılandı. Parmakları titriyordu. Her zamankinden fazla... Kapağı dikkatle açtı, içinden bir kapsül aldı. İlaca değil de bir hatıraya bakar gibi baktı önce. Sonra dalgın bir hareketle ağzına attı. Yutarken boğazı kuruydu. Zorlandı. Bir an nefesi durdu sanki. Göğsüne hafifçe vurdu. Sonra derin bir nefesle bıraktı kendini mezar taşına. O taşın soğukluğu, artık onun içini ısıtacak kadar tanıdıktı. Çünkü içi çok daha buz kesmişti.

Cebindeki telefon uzun süredir sessizce çalıyordu. Titreşimleri, derisinin altında yankılanan birer çığlık gibiydi. Arka arkaya, ısrarla... Bir çağrı değil de, bir sitemdi adeta. Kim olduğunu tahmin etmek zor değildi. Esila. Yine Esila. Her zamanki gibi. Onun sesini duymaya mecali yoktu. Yalvarışlarını, öfkesini, sorularını taşıyacak gücü yoktu. Bu yokluğu bu çaresizliği sevdiği kadına anlatmak onu korkutmak istemiyordu.

Telefon birden sustu. Şarjı bitmişti. O sessizlik… Beklenmedik bir hüzünle vurdu Salih’i. Bir şeyin tamamen bitişiydi sanki. O ince, yankısız sessizlik içinde gözlerini açtı. Gökyüzü griydi, rüzgâr ise çırılçıplak bir keder gibi esiyordu. Kuşlar bile bu sessizliğe saygı duyup susmuş gibiydi.

Avuçlarını dizlerine bastırdı, sanki dizlerinden kalkmak ister gibi ama hareket etmeye hiç niyeti yoktu. Bir süre başını eğdi. Toprağa, taşa, yıllara baktı. Sonra başını yavaşça kaldırdı. Gözleri mezar taşına odaklandı. Parmaklarını titreyerek yazılı isme uzattı. O harfler, her seferinde içini dağlayan bir mühür gibiydi. Yasemin. Taşın üzerinde ölümsüzleşmiş bir kadın adı. Parmak uçları taşın çizgilerini takip etti, sanki her dokunuşla zaman geri akacaktı.

Dudaklarını araladı. Uzun zamandır içinde biriktirdiği, ama bir türlü cesaret edemediği kelimeleri bırakmak üzereydi. Sesi düşüktü, çatallı ve yorgundu. Ama kalpten, en dipten geliyordu. “Yasemin biliyor musun? Ben, Salih Saraç… Eski kocan… Deliriyorum.”

O an rüzgâr bile durmuş gibiydi. Sözlerinin sonu havaya karışmadan yutuldu. Derin bir nefes aldı. Yutkundu. Ve devam etti. Bu sefer daha alçak, daha kırık bir sesle. “Vücudumdan gün be gün kan çekiliyor sanki. Uyanmak bir felaket, uyumak bir lanet gibi. Her sabah hâlâ etrafımda dolandığını hissediyorum. Arkama dönüyorum, yoksun. Ama gülüşün bir hayalet gibi duvarlarda. Senin olmadığını bile bile gözlerim seni arıyor. Gözümü kapatsam, sen oradasın. Açsam, yoksun. Bu neyin cezası, Yasemin? Kimin günahı bu? Senin mi, benim mi? Bilmiyorum. Mutlu olmamı mı istemiyorsun anlamıyorum.” Gözleri nemlenmişti. Konuşurken gözyaşı akmıyordu belki ama gözlerinin içi yanıyordu.

"Dayanamıyorum artık. İçimde öyle bir boşluk var ki, hiçbir ilaç, hiçbir ses, hiçbir söz dolduramıyor. Gittikçe küçülüyorum. Kendi gölgeme bile yabancılaştım. Bir tek kafamdaki boşluklar gerçek artık. Kalan her şey yalan gibi... Sanrılarım var, Yasemin. Gerçekle hayalin birbirine karıştığı anlar…" Başını hafifçe yana çevirdi. Sesi bu kez fısıltıya döndü. “Bazen… Esila olarak geliyor sanrılar. Çoğu zaman da sen olarak.”

Durdu. Derin bir nefes aldı. Sonra, başını gökyüzüne kaldırdı. Hava açık ama soğuktu. Mavi göğün derinliklerinde yavaş yavaş yıldızlar belirmeye başlamıştı. Gözleri bir tanesinde takılı kaldı. Elini kaldırdı, onu işaret etti. “Sen, sen Esila ol. Karanlıkta parlayan tek yıldızsın. Ne olursa olsun ışığını kaybetmeyen... Senin gibisi yok.”

Başını indirdi. O an, ayaklarının altındaki toprağı ilk kez fark etmiş gibi yere baktı. Ayakkabısının ucunda bir yaprak vardı. Kurumuş, kenarları kıvrılmış. Eğildi, aldı. Avucunda ezdiği o yaprak, ne kadar kırılgansa, o kadar da sessizdi. "Ben kırılırsam ses çıkar mı?" diye geçirdi içinden. Sonra usulca yere bıraktı. Her şey yerine dönsün ister gibiydi.

“Ben düzelirim sanmıştım.” dedi, sesi neredeyse kendi kendineydi. “Kendimi toparlayıp gelirim sandım. Ama içim başka çalışıyor. Ben Esila’yı severken bile eksiliyorum içimden. Yasemin'in gölgesi değil bu. Bu, benim gölgem. En tehlikelisi.” Elini cebine attı. Telefon tamamen kapalıydı. Düşünmeden geri soktu cebine.

Bir adım attı, sonra bir adım daha. Her adımda toprağın altından gelen o soğuk, dizlerine kadar çıkıyordu. “Beni affet Yasemin.” dedi, gözünü mezar taşına bir kez daha çevirmeden. “Ama ben başka birini sevdim. Esila'nın bana bakan gözlerini sevdim. Yüzümdeki yarayı fark ettiğinde ürkmeden dokunuşunu sevdim. Sessiz kaldığımda anlamaya çalışan bakışını sevdim. Ölmeyi değil, onunla yaşamayı istedim.” Biraz duraksadı. Sanki içinde bir şey kırıldı. Ama bu sefer sessizdi o kırılış.

“Ben Esila’yla bir ömür yaşamak istiyorum. İyileşmeyi, düzelmeyi istiyorum ölmeyi değil. Ama ya beceremezsem? Ya bir gün ona da zarar verirsem? İşte bunu düşündükçe, bu toprağa senin yanına mı geleceğim, yoksa o beni mi toprağa verecek, bilmiyorum.” Gözleri yeniden gökyüzüne kaydı. Yıldızların arasından bir uçak geçti. Nokta kadar ışığı, kımıldayan bir umut gibiydi. Salih içinden geçeni mırıldanır gibi söyledi.

"Belki de sen değilsin Yasemin... Belki benim cezam, Esila'nın gözlerinin önünde parça parça yok olmamdır. O izler, ama hiçbir şey yapamaz. Ve işte o an… Herkes kaybeder." Omuzlarını düşürdü. Yolun kenarındaki banklardan birine oturdu. Mezar taşının görüntüsü artık gözünde değil, zihnindeydi. Ama bu defa, Yasemin değil, Esila belirdi gözlerinin önünde. Bir sabah gülümseyerek uzattığı çay, sessizce yanaştırdığı battaniye, göz göze geldiklerinde sakladığı telaş… Onunla olmak bir mucizeydi. Ama o mucizenin yanında bir lanet gibi duruyordu Salih.

“Elimden gelenin sonundayım.” dedi fısıltıyla. “Ama hâlâ bir şey kalmışsa, onu Esila için harcayacağım. Belki sonum olur, ama sonu ona zarar vermeyen taraftan seçeceğim..” Bir süre öylece durdu. Rüzgâr, üzerindeki ceketin kenarlarını savuruyordu. Artık titriyordu ama bu üşümek değildi. İçinde sakladığı korku, çaresizlik ve özlemden titriyordu. Sonra ağır adımlarla geri döndü. Mezar taşına yaklaştı. Dizlerinin üzerine çöktü. Elini tekrar mermerin üzerine koydu.

Dudaklarını yasemin çiçeklerinin kenarına yaklaştırdı, fısıldadı. “Sen gittiğinden beri, hiçbir şey normal değil. Ve ben kendimi bulamıyorum. Ama bilmeni isterim, Yasemin… Ben kimseye zarar vermek istemem. Sadece… yoruldum.” Gözlerini kapadı. Bir dua etmedi. Umudu da yoktu. Ama içindeki o kırık çocuğu susturmak, kendine sarılmak istiyordu. Bu geceyi bir şekilde geçirmeliydi. Belki sabaha kadar burada kalırdı.

Soğuktan katılaşmış vücudunun verdiği sinyalleri artık duymamaya çalışıyordu. Derisi geriliyor, kasları titriyordu ama acının da, üşümenin de bir önemi kalmamıştı onun için. Mezarlığın taşlarına sırtını yasladı. Mermerin sertliği, içinde taşıdığı ağırlık kadar canını yakmıyordu. Öylece oturdu. Yaşayan biri değilmiş gibi, bir taş kadar sessiz, bir mezar kadar yitik.

Gözleri, kuru dalların rüzgârda hışırtısıyla kımıldayan ağaçlara kaydı. Bir uğultu vardı, rüzgârın sesi miydi, yoksa beyninde çığlık atan düşüncelerin dışa vurumu muydu, ayırt edemedi. Sağ eliyle cebine uzandı, titreyen parmaklarıyla telefonunu çıkardı. Ekranı kapalıydı. Sönmüş bir ışık gibi karanlığa gömülmüş. Bataryası bitmişti. Yine de başparmağı, alışkanlıkla ekranı uyandırmaya çalıştı. Umutsuzca… Esila'yı çağırmak istiyordu. Telefonuna, çırpınan bir kuş gibi baktı, sonra hışımla cebine geri itti. Boğazına kadar yükselen duyguları yutmaya çalıştı ama yutkunurken sesi soluğu birbirine karıştı.

Diline vurmasa da… Esila’yı aramak istiyordu. Belki bir ses duymak, belki sadece “buradayım” demesini duymak için. Belki de “gel beni buradan al” diyecekti, “Ölüyorum, gel beni kurtar” diye yalvaracaktı. Ama söyleyemedi. Zaten sesi çıksa da telefon kapalıydı. Kelimeleri ağzında kuruyor, yutulmamış cümleler zihninin kıyısında asılı kalıyordu.

Ayağa kalkacak mecali yoktu. Vücudu ağır, ruhu boştu. Düşünceleri birer kement gibi boynuna dolanıyordu. Her saniye bir başka senaryo zihnini kemiriyordu. 'Esila bir başkasının yanında mutlu olur muydu? Peki ya Esila da ölse? Ya onu bir daha hiç görmesem? Ya bir gün benim ellerimle ölse? Kendi ellerimle sevdiğim kadına zarar versem beni affeder mi?' Kafasındaki her cümle ağlatmaya başladı. Düşündükleri korkunçtu. Ve giderek daha olası görünüyordu.

Gözleri istemeden kapanıyordu. Uykusuzluk, halsizlik, beyninde çarpışan binlerce kelime… Kapatmak istemediği göz kapakları bedenin ihanetine uğradı. Birkaç dakikalık huzur, birkaç saniyelik kaçış… Belki de zihnini susturacak bir karanlıktı tek istediği. Ama olmadı. Düşünceleri uyumuyordu. Sesler birer birer çoğaldı. Kalın, tiz, fısıltılı, çığlık atan, ağlayan, bağıran… Kafasının içinde kargaşa büyüdü. Kelimeler çatıştı. Cümleler birbirini ezdi. Yasemin’in sesi vardı içlerinde, annesinin sesi… Esila’nın. Kendi sesi. Ama hangisi gerçekti, hangisi hastalığın bir parçasıydı, bilemedi.

Kendi kendine mırıldandı.
"Ben hasta değilim..." Başını mezar taşına indirdi. Taşın soğukluğu alnını yaladı ama o fark etmedi. "Yasemin, ben hasta değilim. Ne olur söyle... Bu seslerin sahiplerine söyle, gitsinler. Gitsinler artık. Ben hasta değilim. Ben iyileşeceğim." Kulaklarını kapadı. Elleriyle bastırdı. Kafasını iki yana salladı. Gözlerini açtı. Sessizlik.

Etrafta kimse yoktu. Ama o hâlâ kendisini izleyen gözleri hissediyordu. O gözler… Mezarlığın karanlığında, taşların arkasında, kurumuş otların içinde... Hissediyordu. Ayağa kalktı. Geri geri yürümeye başladı. Bir gölge vardı çünkü. Siyaha bürünmüş, sessiz, hareketsiz bir figür. Gözleriyle gördüğü o gölgeye parmak uzattı. "Kimsin sen? Ne istiyorsun benden?" Sesi titriyordu. Ardından öfke sardı her yanını. Vücudunun içindeki boşluk öfkeyle doldu. Elini yumruk yaptı. Gözleri alev aldı. Bir anda koştu. Gölgenin üzerine atıldı.

"DEFOL GİT! DEFOL!" Ellerini o cismin boğazına doladı. Siyah pelerini vardı. Kapüşon yüzünü örtüyordu ama umursamadı. Gözleri kararmıştı. Ellerini sıktı. Daha da sıktı. "Görünmeyin artık bana." Gördüğü her şeyden kurtulmak ister gibi bütün gücünü kullandı. Kumaşların altından uzanan ince eller, Salih'i itmek için çırpınıyordu. Göğsüne bastırarak kendisini itmeye çalıştı ama cismin gücü yoktu. Salih, bütün nefretini, korkusunu, acısını o bedene boşaltıyordu. Sonra bir ses geldi. Boyundan gelen, tüyleri ürperten bir kırılma sesi.

Başı geriye düştü. Ve o anda kapüşon aşağı kaydı. Salih'in gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. "Esila…" Gözleri açık, boynu morarmış, yüzü solgun. Ölmüştü. "Hayır… hayır… hayır…"
Dizlerinin bağı çözüldü.
"Ben… Ben ne yaptım? Allah'ım… Allah’ım sevdiğim kadını öldürdüm… Esila! ESİLA!" Ellerinin arasındaki bedenin sıcaklığı giderek kayboluyordu. Esila yere düşmedi. Beden bir anda yok oldu. Hava gibi… Duman gibi… Buhar gibi… Salih nefes alamadı.

Gözlerini ovuşturdu. Etrafına baktı. Etrafta koşturdu. Esila'yı aradı. Yalnızdı. Mezarlık sessizdi. Yağmur yağıyordu hafifçe. Ama o an bir gerçek değişmemişti. Ellerinin altında can çekişen Esila'yı hâlâ hissediyordu.
Ellerine baktı. Titriyordu. Sanki hâlâ o boğazı sıkıyorlardı. O boynundan gelen kırıltıyı yeniden duydu kulaklarında. Esila’nın gözleri, hâlâ zihninde. Kendisini öldürmesini anlayamayan, korkmuş, sevgi dolu gözler… "Ben ne yaptım… Allah’ım, ben neye dönüşüyorum…"

Dizlerinin üzerine çöktü. Mezarlığın çamurlu zeminine. Üzerine bastığı çamurun ne rengi vardı, ne kokusu. Sadece karışık, bulanık, kaygan bir boşluk. İçindeki ses fısıldadı.
“Bu sadece bir halüsinasyon değil. Bu geleceğin.” Başını eğdi. Elleriyle saçlarını kavradı. Haykırmak istiyordu ama boğazı kurumuştu. Çölde susuz kalmış bir Mecnun gibi… Ve belki de gerçekten delirmişti.

Beyni, içtiği hastalığına iyi gelecek ilaca rağmen oyunlar oynuyordu. Titreyerek arabasına doğru koştu. Dudakları sadece sevdiği kadının nasıl öldürdüğü mırıldanıyor. Başka cümleye yer bırakmıyordu. Arabasına binip, kartı taktı. Sağına soluna bakmadan direk gaza yüklenip mezarlıktan çıktı. Ayağını gaza bastıkça hızı yükseliyordu. Buğulanan gözleri akmaya başlayınca çığlıkları yükseldi. "Öldürdüm. Esila'yı, sevdiğim kadını acımadan öldürdüm. Her şeyin sorumlusu benim!" Direksiyona vurarak ağlıyordu. Araba o kadar hızlıydı ki lastikleri çığlık atıyordu. Kavisli yola girmek üzereyken direksiyonu sağa kırıp uçuruma doğru sürdü. Gözünden durmadan akan yaşlar yolu iyice ne flu hale getirmişti. "Gitme baba! Salih evlenince senin evine tamamiyle taşınıyorum. Hemde nikahlı karın olarak. Babacığım şakın beni bırakma. Salih, beni çok sev olur mu? Ben seni çok seviyorum." Arabayı durdurmak için frene bastı. Ne yaptığını farketti. Ölmek istemiyordu. Geride kalanları bırakmak istemiyordu. Ayağını tüm gücüyle frene basması arabanın hızını zamanında durdurmaya yetmemişti. Uçurumdan aşağıya düşerken bütün düşünceleri sevdiği kadının hayaliyle doldu.

___________

Beğeni ve yorum yaparsanız çok sevinirim. Desteklerinizi verip sayfadan çıkabilirsiniz.🥰

Yeni bölümde görüşelim mutlaka.

Final 1 bitti.
Final 2 gelecektir.

Bölüm : 02.06.2025 08:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık / 73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?
Yalives Doğan
Resmen Aşık

113.08k Okunma

9.9k Oy

0 Takip
127
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. Dalgacı KıvırcıkÖnyazı46. Tek Kıvılcım Bin Tutku47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz oğlunuzla ilgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş
Hikayeyi Paylaş
Loading...