Hoşgeldiniz. Beğeni butonuna basarak başlayalım lütfen.
Kotamız 40 ile 50 arası olsun. Hepimize uyar diye düşünüyorum.
Yorum beklediğimi bilin. Gerçekten çok fazla heyecanla bekliyorum. Lütfen hikaye için okudukça yorumlar at.
Bu bölüm bir kitabın kırk sayfasına eş değer. Fazlasıyla uzun bir bölüm. Sindirerek okuyun yorum ve beğeni de lütfen ve mutlaka yapın.
________
3 ay sonra
"Vur davulcu davula, mahalle inlesin! Sibel gelinin kapısına, gelen damat oynasın!" diye bağırdı zurnacı, sesini yükselterek. Ses mahallenin tozlu sokaklarına yayılırken, zurnanın cırtlak sesiyle birlikte bir anda tüm mahalle canlandı. Ahmet, kalabalığın arasından sıyrılıp ortaya geçti. Kollarını havaya kaldırdı, bir sağa bir sola döndü, sonra tekrar ortalanıp başını hafifçe eğdi. Oynamaya çalışıyordu, evet. Ama oynamak değildi yaptığı, daha çok dengesini kaybetmeden sağa sola sallanmaktı.
Ne zurnanın öttürüşüne ayak uydurabiliyordu, ne de davulun ritmine zamanında eşlik edebiliyordu. Ama yüzünde, gözlerinde, hatta titreyen ellerinde bile bir kararlılık vardı. Çünkü sevdiği kadın, Sibel, bir haftadır benim için oynamazsan darılırım, deyip duruyordu. Bir zaman sonra unutur diye beklemişti ama yok, Sibel sözünden dönmemişti. O da gururu bir kenara bırakıp, rezil olacağını bile bile mahallelinin önünde oynamaya yada en azından oynamaya çalışmaya karar vermişti. Sırf sevdiği kadının yüzünde bir tebessüm görmek için…
Yanı başında Sabri vardı, çocukluk arkadaşı. Onun kadar içten gülen, onun kadar destek olan biri az bulunurdu bu mahallede. Ahmet’in düğününde, kardeşi evleniyormuşçasına mutluydu. Sabri'yi gözlerini kırpmadan izleyen Sima da köşede iç çekerek bakıyordu. Sabri arada kollarını kaldırıp arkadaşına eşlik ediyor arada alkış tutarak tempo veriyordu. “Aferin lan Ahmet!” diye bağırdı. Gömleğinin cebinden yüzlük banknotlar çıkarıp Ahmet'in üzerinden savurdu, kağıt paralar havada kısa bir dans ettikten sonra ağır ağır yere indi.
Ama zurnacı gözünü kırpmadan paraların düştüğü yeri belirlemişti bile. Mahallenin çocukları koşup ellerini uzatmadan, zurnacı eğilip seri bir hareketle hepsini topladı. Şalvarının bol ve derin cebine indirip, kimse görmemiş gibi zurnasını tekrar dudaklarına götürdü. Oynarken bir yandan da göz ucuyla yeni gelenleri, düğüne gitmek için bekleyen üç otobüsü, çocukların nereye kadar dağıldığını kontrol ediyordu.
Düğün ile mahallenin havası değişmişti. Sokağın iki yanına park eden arabaların aynalarından güneş yansıyor, balkonlardaki kadınlar renkli yazmalarını, saçlarını savurarak olan biteni izliyordu. Mis gibi temizlik kokuları, henüz çırpılmış halıların tozuyla karışıp sokakta dolaşıyordu. Oynayanlar vardı, kiminin hareketleri düzensizdi ama eğlence tamdı. Kimileri bir köşeye çekilmiş eski günleri konuşuyordu. Hatırlıyor musun geçen seneki düğünde diye başlayan cümleler havada uçuşuyordu. Gençler selfie çekerken çocuklar, ayakkabısız hâlleriyle oradan oraya koşuşturuyor, ellerindeki şekerleri paylaşmayı unutup ağzına atmaya çalışıyordu. Kadınlar kenara sandalyelerini çekmiş, bir yandan çay içip bir yandan kıyafetleri hakkında konuşuyorlardı.
Kısacası, mahalle rengârenk bir tabloya dönmüştü. Herkes, düğünün o sade ama içten coşkusuna ortak olmuştu. Ahmet’in oyunu daha doğrusu sallanması o anın bahanesi, sevginin ve dayanışmanın gösterisiydi. Ve Sibel, penceresinin hemen ardında gülümseyerek, perde aralığından onu izliyordu. Kızarmış yanakları, kıpırdayan dudak kenarları, gözündeki o küçük ışık… Ahmet her şeye değdiğini işte o an anladı.
Gülsüm Hanım, kalabalığın içinden geçerken Sima’nın kolunu sıkıca kavramış, onu neredeyse sürüklercesine bir oraya bir buraya götürmeye başlamıştı. Kolu komşuya gelini göstermek ister gibi her grubun içine giriyor. Sima’nın topuklu ayakkabıları taşlı yolda takılacak gibi oluyor ama o yine de tek kelime etmiyordu. Evlenene kadar sessiz kalmalıydı. Başını öne eğmiş, etrafla ilgilenmiyor gibi yapıyordu ama gözleri her şeyi görüyordu.
Nezaket Hanım, kızını uzaktan dikkatle izlerken sadece şaşırmak ile yetinebilmişti. Bu sessizlik, bu kabulleniş hali onun hiç alışık olmadığı bir şeydi. Sima küçükken bile hor görülmeye dayanamazdı. Bir lafı iki edilse, suratını asar, gözlerini kısıp neden diye sorardı. Ama şimdi? Şimdi neredeyse görünmez gibiydi.
Gülsüm Hanım bir anda durdu. Gözlerini kısarak çevresine bakındı. Başındaki ipek eşarbın altından bilerek çıkarttığı bir avuç saçı eliyle düzene sokmaya çalıştı ama rüzgâr yine de inadına onları uçurdu. Elindeki zamanında yanında çalıştığı kadından gizlice aldığı, büyük, desenli cüzdanı koltuğunun altına yerleştirirken yüzünü buruşturdu. Dudaklarını birleştirip etrafı şöyle bir süzdü, sonra memnuniyetsizce mırıldandı. “İki davulcu iki zurnacı olacaktı. Bak o zaman gör eğlenceyi. Coşacaktı ortalık. Ucuza kaçmışlar.”
Aslında içten içe eğlencenin artmasını istemiyordu. Ne kadar az kişi, o kadar az hesap, o kadar az dikkat. Ama dilinden dökülen bu cümleyle hem mahalleye hem de Sima’ya ben daha iyisini yapacağım havası vermek içindi. Kaynanalık görevini layıkıyla yerine getiriyormuş gibi bir edayla göz ucuyla Sima’ya baktı. İçten içe onu tartıyordu. Ama Sima hiç konuşmuyordu. Melek demişti sessiz kalırsan seni kaldıracağı engel olarak görmez kabul eder. Sima da tam olarak onu yapıyordu. Tabii Gülsüm Hanım bu sessizliği kendi başarısı sanıyordu.
Oysa Sima’nın içinde fırtınalar koptuğu gerçekti. Kafasında kurduğu oyun çoktan kurulmuştu. Düğün bahaneydi. Zaten günler öncesinden Sabri’ye ailesi tarafından laflar edilmeye başlanmıştı. “Kızın her dediği yapılmaz, evlilik dediğin biraz da erkek sözü dinletmektir, fazla yüz verme.” gibi, güya tecrübeyle söylenen cümlelerle işleniyordu Sabri. Gülsüm Hanım, öyle ustalıkla konuşuyordu ki hem ilgilendiğini gösteriyor hem de zehrini tatlı bir iğne damlatıyordu. Zaten Sabri'nin Sima ile baş başa kalabildiği anlar neredeyse yoktu. Hep arada birileri vardı. Hep kulak veren, hep yorum yapan.
Sabri ise bu evlilik meselesinde ortada kalmıştı. Ama bir tek şeyi net biliyordu. Onun önceliği her zaman Sima olacaktı. Melek’e zamanında yaptığı o sessizlikleri, kabullenmişlikleri, ailesinin her yaptığına, her şeye tamam deyişini bu ilişkide kendine örnek almayacaktı. Sima da farklı bir Sabri olacaktı.
Gülsüm Hanım konuşmaya devam etti. Gözlerini kalabalıkta bir yerlere dikip kendi kendine konuşur gibi ama sesini özellikle yükselterek. “Oğluma bakın a dostlar, ne kadar yakışıklı. Nazar değmesin. Vallahi çok şanslısın Sima. Sana aslan gibi oğlan veriyorum. Değerimi bil. Öyle her anne böyle kolay kolay vermez oğlunu.”
Sima başını hafifçe kaldırdı. Gülsüm Hanım’ın yüzüne bakmadı ama gözlerini sabit bir noktaya dikti. Ne evet dedi, ne de hayır. Ama gözlerindeki ifade çok şey anlatıyordu. Nezaket Hanım uzaktan bu sahneyi izlerken içinden bu kıza büyümü yapıldı diye içinden geçirdi. Gülsüm Hanım, suskunluğun zaferini yaşarken farkında değildi, Sima'nın sessizliği onun yenilgisine dönüşüyordu. Çünkü bu sessizlik bir kabulleniş değil, yaklaşan bir kararın ayak sesiydi.
"Gülsüm abla, vallahi korku filmi çekiyor gibisin. Kıza alan aç. Sabri ile evlenmeden kollarında ölecek. Çarşaf gibi oradan oraya sürüklüyorsun." Melek’in sözleri hem Sima’yı hem Gülsüm Hanım’ı girdikleri şekilden çıkarttı. Ne ara yanlarına geldiklerini anlamamışlardı. “Sima'cığım Gülsüm ablanın oğluyla evleneceksin diye günde üç kere yanına gidip biat etmen gerekiyor. Kaynanan yürürken sen de arkasından, özellikle geçtiği yollardan yürümen lazım. Yüzünü yıkadığı suyu içeceksin.” derken yüzünde koca bir alay vardı. Bu laf, Gülsüm Hanım’ın iliklerine kadar işlemişti ama kadının öfkesi dışarı patlayamıyordu çünkü etrafta gözler, kulaklar vardı. Herkese kendini mükemmel kaynana olarak sunuyordu, en azından dışarıdan öyle görünmeye çalışıyordu. Melek’in alaycı sesi bu vitrin görüntüsüne tokat gibi çarpmıştı.
"Kaynananın tombiş kollarında ölmeden gel biraz yanıma." Sima, Melek’in çekişiyle onun tarafına geçti. Bu küçük ama net bir hareketti. Gülsüm Hanım’ın gözleri bir anlığına büyüdü, sonra sahte bir kahkahayla içindeki yangını örttü.
“Kız Melek, senin gibi kızdan kurtulduk diye lokma dağıttım. Sabri'm için en iyi gelini bulduk. Sen derdine yan. Ne büyüğünü bilen ne küçüğünü bilen birisin. Güzel gelinimi kıskanma,” dedi. Gülüşünün içi boştu. Eliyle eşarbının altındaki saçlarını yana doğru düzeltirken, aslında eli titriyordu. Nezaket Hanım da bu esnada sessizce yanlarına geldi, bir süre konuşmadan onları izledi. Melek’in Sima’ya zarar vermeyeceğini biliyordu. Onu tanıyordu. Laf sokar, döver ama kıza yoldaş olmayı bilirdi.a
Melek’in gözleri Gülsüm Hanım’a döndü. Alttan alta gülmek istiyordu ama yüzü sakindi. “Kızı da bezdirme. Ahtapot gibi sarmışsın, bırak Sabri’yi rahat izlesin. Beş dakikadır seni izliyorum, Sima’nın kuması gibisin. Elinden kaçacak diye ödün patlıyor.” deyiverdi. Bu laf, Gülsüm Hanım’ın suratında bir an için donup kalan bir ifade yarattı. Sonra toparlanıp başını iki yana salladı.
“Üstüme iyilik sağlık,” diye homurdanarak arkasını dönmeye yeltendi ama Melek, Sima’nın kolunu biraz daha çekerek onu kalabalığın arasından uzaklaştırdı. “Hadi yukarı gel, Sibel çok heyecanlı, gelinlikle görmen lazım. Çok güzel oldu.” dedi.
Normalde Melek bu kadar samimi olmazdı. Sibel'in evine doğru giderken Sima'nın halini görünce dayanamayıp yanına gitmişti. Bu defa daha çok, Gülsüm Hanım’ı rahatsız etmek, onu sinirlendirmek içindi o kol kola yürüyüş. Kalabalığın arasından geçerken Melek bir iki tanıdık yüzle selamlaştı ama gözleri hep Sima’daydı. Merdivenlere yöneldiler. Sima sessizdi utanıyordu araları küçükken çok iyiydi ama şimdi ne yapacağını bilmeden yukarı bakıyordu. “Bir an hiç bitmeyecek sandım,” dedi Sima. Bir şeyler söylemek içini dökmek istedi.
“Bitmiyor zaten,” dedi Melek, sesi neredeyse fısıltıydı. “Ama bir yerden sonra takmıyorsun. Ya da takacak gücün kalmıyor. Ben ikisini de yaşadım.” Sima, başını Melek’e doğru çevirdi. “Seninde kaynanan çok fenaymış. Geçen Serpil abla dövmüş. Nişanlın ile aran açıldı mı?”
Melek durdu. Merdivenin orta basamağında soluklandı. “Murat dinledi anladı dövülmese iyi olur dedi ama sorun etmedi. Ulviye hanımın her dediğine salak bir gülüşle kafa sallayarak tamam demek bir yerden sonra beni yoracaktı. Bu durum ortadan kalktı." Sima içten bir gülümseme ile nefes verdi. "Sözlendikten bir hafta sonra Sabri ile çay bahçesinde konuştum. Kendimi anlattım, isteklerimi, taleplerimi söyledim. Açık açık hiç saklamadan ondan hoşlandığımı ama ailesini istemediğimi belirttim. Ailesini istememe nedenim olarak hiç çekinmeden onu kullandıkları için olduğunu da söyledim. O gün cevap vermedi. Bir buçuk hafta kadar cevabını bekledim."
Merdivenden inen misafirlere yer açıp iyice kenara geçtiler. "Haber yollayıp çay bahçesine çağırdı. Dedim herhalde bitirmek için çağırıyor. Yüzüğü parmağımdan çıkarıp cebime koydum. Oturduk, sana da bana da ayıp olmasın diye senin ismini anmadan sana zamanında yaptığı haksızlıkları anlattı. Ailesinin her dediğini yapıp ona kalan kırılmış parçaları konuşarak gösterdi. Ben onu anladım o beni. Benim bu izdivaca iznim olursa benimle sadece bizim kararlarımızın olduğu bir evlilik istediğini söyledi."
Sima ilk kez bu kadar net konuşuyordu. Bu kelimeler, içindeki patlamaya hazır bastırılmış duyguların dışa vuruşuydu. Melek başını salladı, biraz şefkatle biraz da anlayışla. “Sen en doğru yolu seçiyorsun. Sabri’yi kaybetmek istemiyorsun. O da seni kaybetmek istemiyor. Gülsüm ablanın siz evlenince birden bire değişeceğini düşünme. İlk gün, ilk hafta belki sizi zorlar. Gülsüm abla gibi biri değişmez, sadece ortamına göre şekil alır. Senin güçlü durman gerekiyor. Sabri zaten ailesine seni ezdirmez. Ailesi de para musluğu kesilince Sabri'den umutlarını kesecekler.”
Sima, bu sözleri içine işleyen bir sükunetle dinledi. Artık üst kata çıkmışlardı. Koridordan geçerken uzaktan Sibel’in sesi geliyordu. Kahkahalarla konuşuyordu biriyle, belli ki heyecanlıydı. Melek kapıyı itti, içeri girdiler. Sibel, Sima’yı görünce yerinden kalktı. “Sonunda geldin! Sabri dün akşam Ahmet'e demiş ki, Sima ile araları küçükken olduğu gibi olur mu?” dedi. “Dedim niye olmasın. Vallahi Melek'e daha anlatmamıştım. Bende Selim'i yollayacaktım seni yukarı getirsin diye.”
Sima hafifçe gülümsedi. Ama içi hâlâ boğuk, hâlâ tedirgindi. Melek araya girip kıkırdadı. “Biraz Gülsüm ablanın elinde can çekişiyordu. Kurtarayım nefes alsın dünyaya dönsün dedim.” deyince Sibel gülmeye başladı.
Sima da onaylayıp gülmeye başladı. Kızlar davul zurna ile odada oynamaya başlayınca Sima köşedeki berjere oturdu. Elleri kucağında birleşmiş, başını hafif yana eğmiş halde Melek ve Sibel'in oynayışını izliyordu. Gözlerinde hafif bir tebessüm vardı ama kalkıp eşlik edecek gibi değildi. Yabancı sayılmazdı, içeriye tam olarak ait hissetmiyordu henüz. Esila da ıslık çalarak içeriye attı kendini hiç kimseye selam vermeden kızların arasına girip kıvırmaya başladı. Odanın enerjisi yükselmişti, kahkahalar, alkışlar havada uçuşuyordu. Melek’in eteği dönerken ışıkla parlıyor, Esila'nın el hareketleri tam bir roman havası estiriyordu. Arkada çalan davul zurna sesiyle odanın içindeki oynayış biçimi zıt olsa da kimsenin bu konuda itirazı yoktu.
Sibel, nazlanarak oynayınca, herkesin gözü ister istemez ona çevrilmişti. Fransız dantelli gelinliği ışıl ışıl parlıyor, beline oturan kalıbı sayesinde sanki peri gibi duruyordu üstünde. Bugünün tek yıldızıydı. Bütün gözler üstünde aşırı mutluydu. Gerdan kırarak Melek'in karşısına geçtiğinde, Melek ellerini şıklatıp. "Yandı buralar!" diye bağırdı.
Tam o sırada Serpil Hanım elinde yelpazesiyle içeri girince ortam iyice hareketlendi. “Hepsi de mobese gibi sizi izliyorlar. Gözleri çıkacak, çaktırmadan kıçınızı kaşıyın, nazar değmesin.” deyiverince Melek, Sibel ve Esila refleksle arkalarını dönüp, gülerek oynama ritmine dahil ettiler.
Esila poposunu hafifçe yana kıvırarak,
“Kaşındı zaten vallahi.” dedi ve gülmekten gözlerinden yaş geldi.
Melek, yere çömelip bir dans figürü yaparken. "İyi ki evleniyorsun da biz de kurtuluyoruz senden!" diye yerdeyken kaşıdı. Sibel de kızlara dönüp kaşıyınca kahkaha sesleri daha yükseldi.
Odanın geri kalanı da bu neşeli halden nasibini almıştı. Halalardan biri telefon kamerasını açıp çekim yaparken, diğerleri başlarıyla ritme eşlik ediyordu. Ama tüm bu karmaşanın içinde, Sima hâlâ yerinden kalkmamıştı. Kıpırdamadı ama gülümsedi. Melek bir an göz ucuyla ona baktı. Gidip kolundan tutup kaldıracak gibi oldu ama sonra vazgeçti. Bu gün herkes kendi hızında hareket edebilmeliydi.
Bir süre sonra Melek, halı üstünde oynaya oynaya Sima’ya yaklaştı.
“Sen orada diken mi diktin kızım? Kalk biraz gel yahu.” dedi. Sima hafifçe gülümsedi, başını iki yana salladı.
“Siz çok güzel oynuyorsunuz. Ben bozmayayım o havayı.” dedi ama içinde bir şey kıpırdadı. "Yok canım ne bozması. Canlılık katarsın." Esila ellerini beline koydu, Sima’nın yanına gelip dizlerini hafifçe kırarak tanımasa da konuştu.
“Gel şöyle bir dön bakalım, yoksa senin abiye mi dar?” dedi şakayla karışık.
Sima üstündeki pudra rengi saten abiyeyi eliyle düzeltti. Sade bir modeldi ama vücuda tam oturuyordu. İnce bir kemerle belini belli ediyordu, omuzdan kalın askılıydı ve dekoltesizdi. Hafif makyajı, düz toplanmış saçıyla sessiz bir zarafeti vardı. “Dar değil de ne bileyim.” dedi. Sesi çok yüksek çıkmadı ama Melek duymuştu.
“Alışırsın. Zaten her şey önce garip gelir.” dedi ve yanına ilişti. Gözlerini odadaki kalabalığa gezdirdi. “Bak, kimse seni izlemiyor bile. Sadece biz varız burada. Bugün Sibel’in ama bizim de kendimizce yerimiz var. Ne eksik ne fazla.” Sima bakışlarını Melek’e çevirdi. Sonra odanın içinde dönen dansa baktı. İçinden bir kararsızlık geçti. Yine de ayağa kalkmadı ama bedenini hafifçe oynatmaya başladı. Parmaklarını eteğinin kenarında oynattı. Dans etmese de ritme eşlik ediyordu artık.
Sibel göz ucuyla onu fark etti. Hafifçe başını ona doğru eğip kaşlarını kaldırdı,
“Hadi Sima, bir tur at, sonra otur.” dedi.
Sima başını eğip güldü. Sonunda, istemeye istemeye ayağa kalktı. Adımları yavaş ve kontrollüydü. Melek hemen onunla göz göze geldi, ne çok yaklaştı ne de çok uzak kaldı. Aralarında görünmeyen bir sınır vardı. Can ciğer değillerdi, ama saygılı bir mesafede tanışıklık vardı. Sima iki adım attı, sonra bir adım geri geldi. Yavaşça döndü, etekleri hafifçe dönerken kalabalıktan birkaç alkış geldi. Melek, Esila ve Sibel, onun dans etmeye çalışmasını takdir eden gülüşlerle onu karşıladılar. “Bak gördün mü? Oldu işte,” dedi Melek.
Sima gülümsedi ama gözlerinde hafif bir mahcubiyet vardı. “Bir an dans etmeyi bile unuttum.” Esila kıkırdayarak,
“İki kalçanı oynat, biraz gerdan kır. Bu kadar.” dedi. “Maksat kurtlarımızı dökelim.” Bir kahkaha daha koptu. O an, Sima’nın yüzündeki gerginlik yavaş yavaş çözülmeye başladı.
Melek yeşil bir abiye giymişti. Dizlerinin altına kadar inen, zarif kesimli, ip askılı ve tamamen dekoltesiz bu elbise, sade ama dikkat çekici bir şıklık taşıyordu. Kumaşı dökümlüydü, yürürken adımlarını izleyen bir zarafet yaratıyordu. Eteğin ucunda ince bir dantel şerit vardı, bu da elbiseye nostaljik bir hava katıyordu. Saçlarını dağınık topuz yapmış, yalnızca küçük zümrüt taşlı küpelerle tamamlamıştı kendini. Çok güzel ve sade görünüyordu.
Esila'nın üstünde ise siyah pullarla işlenmiş, dizinin beş parmak üstünde biten cesur ama şık bir abiye vardı. Hafif bir göğüs dekoltesi taşıyan elbisenin sırtı ise bel hizasına kadar açıktı ve bu açıklık, omuzlarındaki zarif ince askılarla dengelenmişti. Kumaş ışıkta parıldıyor, her adımında Esila'nın dikkat çekmesini sağlıyordu. Saçlarını fönle düzleştirip yandan ayırmıştı, kırmızı rujuyla klasik bir şıklık yakalamıştı.
İkisi de farklı tarzlarda ama kendi ışıklarıyla çok güzel görünüyordu; biri zarafetle, diğeri ışıltıyla öne çıkıyordu.
"Murat nerede kaldı?" dedi Esila ortada salınırken Melek omuzlarını davula uygun indirip kaldırarak kıkırdadı. "Arabasını düğün arabası yapacak. Süslemeye gitti." dedi.
Üç ay önce yaşanan o gergin, sarsıcı kavga artık mahallede kimsenin dilinde değildi. Herkesin ilgisi, gündelik telaşlara, düğün hazırlıklarına ya da kendi küçük hayatlarına kaymıştı. Zaman, birçok şeyi örtüyor, bazılarını unutturuyor, bazılarınıysa derinlere gömüyordu. Ulviye Hanım da, tam bu zaman diliminde, sessizce, gürültüsüz bir şekilde yurt dışına çıkmıştı. Sözde gönüllü bir hayvan hakları organizasyonuna katılmak için gitmişti ama çoğu kişi bu gidişi fazla süslenmiş bir kaçış olarak görüyordu. O günden beri kimse ne arayıp sormuş, ne de hakkında konuşmuştu.
Ancak Murat için öyle kolay olmamıştı hiçbir şey. Herkes unutsa bile onun zihni o geceyi her ayrıntısıyla hatırlıyordu. Annesinin kendisini arayıp başka bir numaradan, ağlamaklı sesle, hastalıklı bir çaresizlikle yanına çağırdığı anı dün gibi hatırlıyordu. Önce gitmemeyi düşünmüş, hatta telefonu suratına kapatmayı bile geçirmişti içinden. Ama kan bağı, nefreti bile susturacak kadar güçlüydü bazen. İçten içe annesine üzülmüş, hele ki saçları yolunmuş, gözünde yaşlar, sesi kısılmış, çamur içinde kıyafetle onu karşısında bulunca neye uğradığını şaşırmıştı. O güçlü, herkesi parmağında oynatan Ulviye Hanım gitmiş, yerine hırpalanmış bir gölge gelmişti. Yine de Murat, ne geçmişteki annesinin sevdiği kadına davranışını unuttu ne de annesinin ağlayışına kanıp içine sinmeyen bir karar aldı.
O günün gecesinde, kendini ne annesinin yanında bulmuştu ne de Melek’in. Önce her şeyin iç yüzünü öğrenmek için Esila’yı aramıştı. Çünkü Esila o kavganın en büyük sebebi ve tanığıydı. Esila olayları baştan sona anlatınca taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başlamıştı. Annesinin tıpkı geçmişte olduğu gibi Melek’i sindirmeye, bastırmaya ve o evliliği baltalamaya çalıştığı açıktı.
Herkesin içinde iftira atmış yetmemiş dövmeye kalkmıştı. Serpil hanımdan yediği dayakta Melek'i dövmeye çalıştığı an baslamış olduğunu öğrendi. Ama bu sefer işin rengi farklıydı. Melek, o gece susarak da olsa dimdik durmuş, ne geri çekilmiş ne de kendini acındırmıştı. Murat’ın zihninde o an, karısına karşı zaten hayran olan kalbî daha coşmuştu. Kendi geçmişinde, annesinin kararlarının ağırlığı altında kalmamak için verdiği çaba artık son demlelerini veriyordu. Annesine üzülmüştü ama bu durumun sorumlusu ne Serpil hanım ne de Melek'ti. Tek sorumlu Esila ve annesiydi.
Bir yanıyla annesini düşündükçe içinde bir boşluk oluşuyordu. Ne kadar kırgın olsa da, perişan hâlini görmek kolay olmamıştı. O hâli, yıllarca onun gözünde büyüttüğü o korkusuz kadının yıkılışıydı sanki. Ama başka bir yanıyla da Melek’i düşündükçe öfkesi büyüyordu. O gece orada olsaydı, annesini engellerdi bunu çok iyi biliyordu. Melek’in haklı olduğu ve artık bu haklılığına kimsenin gölge düşürmesine izin veremeyecekti.
Üç hafta önce annesini yemeğe çıkardığında, soğuk ama kontrollüydü. Ne özlem göstermişti ne de kırgınlık. Sadece hayatında artık bir sınır çizdiğini belli etmişti. Ulviye Hanım’ın suratına bakarak, “Melek ile kuracağım aileyi senin nefretinle büyütmeyeceğim.” demişti. Tonlaması yumuşak ama netti. Annesi itiraz edememiş, sadece başını çevirmişti. O an Murat, annesinin içten içe bir şeyleri anladığını fark etmişti. Sevmediği bir kadını, oğlunun karısı olarak görmek, Ulviye Hanım gibi biri için en büyük ceza sayılabilirdi. Ama Murat için bu bir zafer değildi. O bir karar vermişti. Her seferinde olduğu gibi, yine Melek’i seçmişti. Dengeyi kurmak zorunda değildi artık. Bu defa tarafını açıkça belli ediyordu.
Murat için annesiyle karşılıklı yediği yemek o masadaki sessizlik, yılların en gürültülü vedası gibiydi. Annesinin susması, her zamanki gibi yeni bir planın işareti değildi bu kez. O bakışlarda artık değiştirilemeyecek bir gerçeği kabullenmiş olmanın kırıntıları vardı.
Bu yüzden dayak, her ne kadar kabul edilemez bir şey olsa da, Murat için o gece bir sınırdı. Olay yaşandığında kendisini suçlamıştı, eğer Melek’i daha güçlü savunabilseydi, bu noktalara gelinmezdi diye düşünmüştü. Ama bir yandan da şunu çok iyi biliyordu: Ulviye Hanım'ın hedefi ne olursa olsun her zaman Melek olacaktı. Serpil hanım araya girmese, Melek kendi sesini yükseltmese, Murat o gün tamamen sevdiği kadını kaybedebilirdi. Bu gerçeği kabullenmek zordu ama inkâr etmek, kendine ihanet olacaktı. İşte tam bu yüzden, ne kadar kırgın olursa olsun, annesini hastane çıkışı yalnız bırakmadı, evine kadar eşlik etti. Günler sonra onun karşısında, kararlı tutumu, kendinden emin konuşmasıyla durması gereken yeri açıkça belli etti.
Ulviye Hanım, bu sözlere önce inanamamış, ardından yüzünü buruşturarak cevap vermişti. Ama Murat cevap duymak için söylememişti. Cevabını çoktan vermişti zaten. Kimse bilmese de evlendiği gün o cevabı vermişti. Melek’in ellerinden tuttuğu, onunla birlikte hayatın ortasına adım attığı, tenini ezberlediği o gün, annesinden, ailesinden, geçmişinden kopmasa da bir yönüyle ayrılmıştı. Artık “biz” dediği şeyin içindeki “o” Melek’ti. Ve bu karardan dönmeye hiç niyeti yoktu.
O yemekten sonra annesi ilk kez sessiz kalmıştı. Ne bir tehdit savurmuş, ne bir kinayeli laf etmişti. Çünkü oğlunun gözlerinde gördüğü kararlılık Ulviye Hanım'ı susturmuştu. Melek’e karşı duyduğu nefret belki dinmemişti ama o masadan kalkarken oğlunun çizdiği sınırı görmüştü.
O günden beri ne Murat annesini aradı, ne annesi Murat'ı. Sessiz bir uzlaşmaydı bu. Kimse kimsenin hayatına doğrudan karışmayacak, kimse kimsenin huzurunu bozmaya kalkmayacaktı. Ulviye Hanım artık uzaktı. Hem fiziksel olarak hem de duygusal olarak. Murat, tüm bunlara rağmen vicdanını rahatlatmak için, hâlâ hasta gibi davranan yurtdışında ki annesinin kontrollerini gizliden takip ettiriyor, Esila'dan ve babasından bilgileri alıyordu.
Murat için artık netti her şey. Melek’le kurduğu bu hayat, yıllarca arayıp da bulamadığı gerçek evdi. Ve o evi ne annesinin gölgesine ne de geçmişin zincirlerine feda etmeyecekti. Etmemişti.
****
Murat, sabahın erken saatinden beri ayaktaydı. Bugün yaptığı her zamanki iş temposunun çok dışındaydı. Çiçekçinin önünde elinde süsleme malzemeleri, sosyal medyadan Sibel'in gönderdiği referans fotoğraflar, Melek’in notları... Arabasını bir gelin arabasına çevirmek için canla başla uğraşmıştı. Hayri Bey’in ricası, arabayı gelin arabası olarak hazırlar mısın? demesi Murat’ın kafasında emirdi artık. Sırf Melek babasının gözüne mahcup olmasın diye, paspas ol dese olacak hale gelmişti.
Hayri Bey köyden İstanbul'a geldiğinden beri aylardır Melek’ten ayrılmak zorunda kalmıştı. Karısının kokusuna, tenine hasretti. Ama herkesi ezipte karısını kendine saklayamıyordu. Bazen iş yerinde götürmek istediği oluyordu ama sonra Melek üzülür diye çaresiz kalıyordu. Araba özenle temizlenmiş, beyaz çiçeklerle donatılmış, Sibel’in tarifine göre hazırlanmıştı. Şaka gibi görünse de gerçekti, arabanın tavanına bile küçük kalpler yapıştırmıştı. Sibel'in romantiklik şekli değişik gelse de onu da o şekilde kabul ediyordu.
Yorgunlukla arabanın başına geçti, son bir kez göz gezdirdi. Hiçbir detay atlanmamış olmalıydı. Her çiçek yerli yerindeydi. Arabanın içine çocuklara verilmek için Melek’in istediği gibi yüz yirmi adet zarfa yerleştirilmiş iki yüzlük banknotları koymuştu. Bu düğün, onların kendi düğünü değildi. Ama Melek öyle bir heyecanla hazırlanmıştı ki, sanki Sibel değil kendisi evleniyor gibiydi. Murat da bu heyecanın karşısında hiçbir şeye "hayır" diyememişti.
Arabasını dikkatlice sokağa sürdü. Mahallenin gözünde tuhaf görünse bile artık umursamıyordu. Arabayı düğün için ayrılmış yere park etti. Herkesin gözü onun üzerindeydi ama o sadece görevini yapmanın huzuru içindeydi. Genç kızlar Murat'ın yanına gitmek istiyordu ama yüz vermeyeceklerini o kadar eminlerdi ki cesaret edemiyorlardı. Arabadan indi. Tam o sırada Ahmet onu gördü. Usulca yanına gelip tokalaştı. “Eyvallah Murat. Sağ ol, Allah razı olsun,” dedi sadece. Tonlamasında ne fazla samimiyet vardı ne de soğukluk. İkisi de durumun farkındaydı. Sibel’in mutluluğu için bir günlüğüne aynı düzleme geçmişlerdi. Murat da sadece başını salladı. “Hayırlı olsun.” dedi kısa bir cevapla.
Ahmet, arabanın anahtarını aldıktan sonra başıyla bir selam verdi ve uzaklaştı. Sabri, biraz ötede bekliyordu. Ahmet ona doğru yürürken kısa bir konuşmayla anahtarı teslim etti. Sabri’nin göz ucuyla Murat’a bakması sadece birkaç saniyeydi. Başıyla selam verip utanarak başını eğdi. Sabri yaptığı hatanın telafisi olmayacağını düşünüyordu. Murat için telafisi de yoktu. Melek'in eski nişanlısı olduğu için de sıkı fıkı olmak istemiyordu.
Murat için bu kadar eski adet yeterdi. Daha fazlası gerekmiyordu. O, gerekeni yapmıştı. Melek’in içi rahatsa, babasının gözü gülüyorsa, Sibel de mutluysa yeterliydi. Geriye çekildi, kalabalığa karışmadan oradan uzaklaştı. Bu, onun için bir tören değil sevdiği kadının içi rahat uyuması için yapılmış, sessiz bir fedakârlıktı. Ve bu, Murat’a yetiyordu.
Sibel’in camına kısa bir bakış attı Murat. Kalabalığın içinden karısını görebileceğini ummuştu. Belki Melek de camdadır diye içinden geçirdi. Ama cam bomboştu. Balkonlarda yalnızca alt katın yaşlı kadınları vardı. Biri çay içerken, diğeri elindeki mutfaktan getirdiği sarı bezle tempo tutarcasına ritim yapıyordu. Aşağıdaki müzik ve dansın etkisiyle neşe içinde izliyorlardı gençleri.
İçinde belirsiz bir boşlukla Salih’in arabasına yöneldi. Ön koltuğa geçip yavaşça kapıyı kapattı. Kollarını göğsünde kavuşturdu, dışarıya bir bakış attı. İnsanlar gülüyor, dans ediyor, çocuklar koşuşturuyordu. Ama Murat’ın yüzü donuktu. Sevdiği kadını bugün hiç görmemişti. Dün de iş saatinde görmüş. Öğle civarı da Esila ile Sibel'lere Melek gitmişti. Bir haftadır hiç müsait de olmuyordu. Karısını çok özlemişti.
“Fazla eğlenceli,” dedi Salih, ön cama yasladığı parmağının ucuyla burnunu kaşıyarak. Sesi hem alaycı hem de sıkılmıştı. Murat, bir süre neye baktığını anlamadı. Salih’in gözleri biraz ötede, kalabalığın tam ortasındaki yaşlı bir kadına kilitlenmişti. Belini sağa sola kıvıran, memeleri yere doğru inmiş, elindeki mendili havaya sallayan, beyaz saçlarını topuz yapmış ama tepesine tam oturtamamış seksen yaşlarındaki bir nine. Murat da onu görünce bir kahkaha attı. “Altı kere oturdu, yedi kere kalktı,” dedi Salih, bitkin bir suratla. “Teyzede kalan gücün onda üçü bende yok.”
Murat bir an sustu, ardından göz ucuyla Salih’e baktı. “Kullandığın ilaçlar yüzünden olmalı. Tedavi nasıl gidiyor?”
Salih başını öne eğdi, dudakları arasından çıkan hırıltılı bir nefesle güldü. Ama bu bir gülüş değildi, daha çok acının ağızdan kaçan şekliydi.
“Hâlâ Yasemin’i görüyorum. Esila bilmiyor ama iyiye gitmiyor.” dedi. Sesi kısık ama netti. “Başka şeyler de görüyorum ama genelde o oluyor. Bazen öfkeli, bazen sadece sessiz. Ama hep orada. Banyoda, mutfakta, rüyada değil uyanıkken. Baktığım her gölgede onun izi var.”
Murat bir süre konuşmadı. Salih için üzülüyordu. Camdan dışarı baktı, insanların gülüşmelerine kulak verdi ama zihni bambaşka bir yerdeydi artık. Salih devam etti. “Geçen gün dolabı açtım. Soğuk su alacaktım. Gözüm patateslerin yanındaki boşlukta bir silüete takıldı. Sanki elini uzatıyordu. Çok saçma geliyor. Normalde insan beyni kabul etmez ama bana gerçekten o elin dolabın içinde durması gerçek gibi geliyor. Hani ‘Bu ev hâlâ benim’ der gibi... Gözlerimi kapatıp saymaya başladım. Bir, iki, üç... Açtım gözümü, yoktu.” Murat boğazını temizledi, kelimeler dikkatlice dizilmeliydi. “Doktorunla bu durumu paylaştın mı?”
“Her hafta. ‘Bunlar geçici’ diyor. ‘Beyninin seni kandırmasına izin verme.’ gibi laf ebeliği. Kolaysa verme! Her uyandığımda onun sesini duyuyorum. Bazen Esila'nın sesiyle karışıyor ama farklı bir tavır sergileyerek bağırıyor. Bazen Esila gibi ama susuyor. En kötüsü de o sessizlik. Sanki mezar taşının üstünden fısıldıyor. Ölmemi istiyor. Ben yaşamak isterken o öldü diyor.” Aralarına bir sessizlik daha girdi. Bu defa sokaktaki şarkının tınısı bile acılıydı.
Salih başını koltuğa yasladı, gözlerini tavana dikti. “Doktorlar bana hastalıkla değil, uyanık gördüğüm kabuslarla mücadele etmeyi öğretsinler. O zaman gerçekten iyileşebilirim. Belki de iyileşmek için geç kaldım.” Murat derin bir nefes aldı. “İnsan, içindeki yarayı sarmaya çalışırken en çok kendine saplıyor bıçağı. Bazen hatıraları unutmak, iyileşmekten daha zordur.” Salih güldü, bu defa biraz gerçekti. “Filozof musun oğlum sen? Melek mi yazıyor bu cümleleri sana mesajla?” Murat da güldü. “Melek... Ne biçim hayat benimkisi de. Seviyorum, herkesin içinde evlenmek istiyorum ama izin verilmiyor. Bu arada ben 28 Melek 26 yaşında. Kocaman insanlarız aşk acısı çekiyoruz. Saçmalık ama kimseye engelde olamıyorum.” Arabanın içinde uzun süre kimse konuşmadı. Dışarıda düğün coşkusu sürüyordu.
Zaman ağır aksak ilerliyordu. Dışarıda davul sesleri yükseliyor, genç kızların neşeli çığlıkları birbirine karışıyor, arabaların kornaları mahalleye düğün havasını yayıyordu. Ama bu arabada bir düğün değil, iki yorgun yüreğin iç çekişi vardı. Sessizlik, kısa bir anlığına Salih’in sesiyle bölündü. “Eğer iyileşirsem daha sade bir düğünle Esila’yla evlenmek istiyorum.” Murat dönüp baktı, Salih'in gözleri yola değil, hayallere kilitlenmişti. “Yani, öyle şatafatlı şeylere gerek yok. Birkaç masa, yakın dostlar, biraz müzik… Ama Esila farklı isterse onu da kabul ederim. O her şeyin en güzelini hak ediyor.”
Murat’ın dudaklarında yumuşak bir tebessüm belirdi. Esila için mutluydu. Sevdiği adam ona değer veriyordu. Duru, sade bir mutluluktu bu. Salih’in gözlerinde gerçek bir sevgi, samimi bir bağlılık vardı. “İyileşeceksin.” dedi kararlı bir ses tonuyla. “Gördüğüm en güçlü insansın. Savaşmayı hiç bırakmadın. Hiç. En zor anlarında bile kendini değil, onu düşündün. Hepimiz yanındayız.”
Salih başını hafifçe yana çevirdi. Camdan dışarıya, mahalle arasında halay çeken gençlere baktı ama bakışları orada takılı kalmadı. Sanki gözleri başka bir yeri arıyor, başka bir zamanı özlüyordu.
“Eskiden güçlü olduğumu sanırdım,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Ama güç, bir kas ya da direnç değilmiş. Esila’ya kıyamamak, onunla inatlaşmak yerine susmak, bazen sadece onun eğlence anlayışına ortak olmakmış. Hasta olunca anladım. O benimle yaşamak, mutlu olmak istiyor.”
Murat sessiz kaldı. Bu sözlerin arkasındaki ağırlığı, her cümlenin içinde gizlenmiş hayal kırıklıklarını ve büyümüş sevgiyi çok iyi anlıyordu.
Salih derin bir nefes aldı, içindeki bulanıklığı sanki sözcüklere yükleyerek temizlemek ister gibi. “Biliyor musun? Esila, psikoloğa gittiğinden beri başka biri gibi. Sakin. Telaşsız. Hâlâ sert, hâlâ keskin ama artık patlamıyor. Önce düşünüyor, sonra söylüyor. Fazlasıyla konuşuyor yine susmuyor ama artık beni korkutmuyor.” Murat şaşkınlıkla döndü. “Seni korkutuyor muydu?”
“Evet,” dedi Salih, gözünü Murat’tan kaçırmadan. “Bana bir şey olursa yaşayamayacağını düşündüm hep. Kendi elleriyle mezarını kazacak kadar çok seviyor beni. O yaşar ama ölür. O yüzden iyileşmek istiyorum. Aşk değildi o, başka bir şeydi. Sahiplenme ve kendini benimle var ettiğini düşünüyordu. Bu korku beni aylarca uykusuz bıraktı. Bana bir şey olursa o da benimle ölür diye düşünmekten çok korktum.” Sözler arabayı biraz daha ağırlaştırmış gibiydi. Murat’ın içini bir hüzün kapladı. Hem Esila’ya hem Salih’e duyduğu bağlılıkla, onların yükünü omuzlarında hissetti.
Ama Salih’in ses tonu değişmişti, biraz umutla yoğrulmuştu şimdi. “Artık o kadar korkmuyorum. O psikoloğun yaptığı şey neyse iyi geldi. Beddua etmiyor. Kendine de değer veriyor artık. Beni severken kendini de beni sevdiği kadar seviyor. Beş haftadır her an peşimde değil. Arayıp soruyor, hiçbir şekilde susmuyor ama rahatsız etmiyor. Daha olgun. Daha huzurlu. Eskisi gibi gözümün içine ‘ölürüm’ diye bakmıyor. Yaşamak istiyor artık.” Murat başını salladı. “İşte bu iyi haber. Çok iyi hem de. Onun iyileşmesi senin de ilacın olacak.”
Arabanın dışında çocuklar havaya konfetiler fırlatıyor, kadınlar pencere kenarından izliyor, neşeyle birbirine laf atıyordu. İçeride ise sükunet vardı. Birbirine yaslanmadan ayakta kalmayı öğrenmiş iki adam, hayatın yükünü paylaşmak için bir araya gelmişti. Salih gözlerini yumdu bir an. “Düğünüm sade olsun ama hayatım Esila gibi eğlenceli geçsin yeter,” dedi. Murat, koltuğuna biraz daha yaslanarak, “Sade ama sağlam bir hayat. Bence de en güzeli.”
İnsanlar kapının önüne yığılmaya başladılar. Salih de Murat da inip kalabalığa doğru yaklaştı. Ahmet birkaç dakikadır yukarıdaydı. Birden alkışlar yükseldi. Sibel, Ahmet'in kolunda merdivenler inip arabaya doğru yöneldiler. Esila ve Melek de en yakın akrabaların ardından çıkıp sevdiği adamların yanına geçtiler. Murat bugün ilk defa görmüştü. Kalbi durma noktasına gelecek kadar hızlı atıyor nefesi daralıyordu. Karısının göğsüne doğru çekip sıkıca sarıldı. "Güzelim..."
"Canım. Seni çok özledim. Hemde dünyalar kadar." dedi şakıyarak Murat öpecek gibi oldu sonra gözlerini yumarak geri çekildi. "Ya ne kadar güzel olmuş benim karım." Utanarak kıkırdadı. Herkes arabalarına biniyordu. Konvoy yapılacaktı. Hayri bey Serpil hanımlar ile geleceği için arabada Murat ve Melek tek başına gidecekti. Akıl edip yedek arabasını da Esila'dan rica edip getirmesini sağlamıştı. Esila ile de Salih gelecekti.
Herkes arabasına binip otobüslerde misafirler ile dolunca hareket ettiler. Geçtikleri her caddede kornaya basarak eğleniyorlardı. "Çok güzel olmuşsun karıcığım. Mükemmel, harikulade, enfes, bir için su olmuşsun." Melek cilveli bir şekilde gülümsedi. "Sende çok yakışıklı olmuşsun kocam. Her zamanki halin ama yine göz alıcısın." Dikkatli bir şekilde göğsüne sarılıp gömleğinin üstünü öpmek istedi ama ruju sürülür diye vazgeçip yerine geçti. Evlenmelerine daha bir buçuk ay vardı. Ne kadar çabalasa da Hayri bey dediğini yaptırmıştı.
Düğün salonunun park alanına gelip indiler. Sibel, Ahmet'in kolunda içeriye girerken hem Melek'e hemde Esila'ya öpücük atıp önüne döndü. Salih sıkıca Esila'nın elini tutmuş arada elini öperek gülümsüyordu. İçeriye girdiklerinde en öndeki sekiz masadan birine Salih ile Murat'ı oturtup çantaları da kalan iki sandalyeye koyup Melek ve Esila gelin odasına gittiler.
Odada Sibel'in Ahmet'in akrabaları resim çektiriyordu. Çok mutlulardı. Sibel arada gözleri doluyor sonra peçete ile yanağına gelmeden siliyordu. Kalabalık azalınca içeriye girip Sibel'e sarıldılar. "Heyecandan öleceğim." dedi Sibel. Ahmet de gömleğinin bir düğmesini açıp nefes aldı. "Bende." Tekrar düğmesini kapattı. "Elhamdülillah evleniyoruz, Sibel." Melek ve Esila çocukları evlenen ebeveynler gibi gururla bakıyorlardı. "Çok güzel görünüyorsunuz." Organizasyon ekibindeki kızlar girişi konuşmak için içeriye girince kalabalık olmasın diye dışarı çıkıp yerlerine geçtiler.
Çocuklar, gelin damat gelene kadar kısık sesle çocuk şarkıları dinleyip dans alanında gönüllerince oynuyorlardı. Murat masanın altında Melek'in bacağını dizinin üstüne koyup elini de bacağına koydu. Yaptığı cinsellik barındıran bir hareket değildi. Masa örtüsü uzun olduğundan farkedilmeyen sevgi davranışıydı. Melek'in kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki kocasının dudaklarına kapanmamak için kendiyle savaşıyordu. Evli olsalar da burada öpemezdi ama belki sabahında bir şeyler yapacakları için bu kadar hasret çekmezdi. Babası geldiğinden beri kocasını şirkette öpmek dışına çıkmamıştı.
Birbirlerine bakarken bile özlemleri anlaşılıyordu. Melek bu kadar kocasını özlemişse Murat ne kadar özlediğini düşünemiyordu. Murat'ın elinin üstüne parmaklarını hafifçe sürttü. İkisi de birbirlerine bakmıyordu ama ikisinin de kalbi çıkacak gibiydi. Gelin ve damat davul zurna eşliğinde alana girdiğinde alkış tufanı koptu. Karşılıklı çiftetelli oynamaya başladılar. Sibel çok iyi oynuyordu. Üzerindeki gelinliğe rağmen salınarak bir oraya bir buraya yürüyordu. Ahmet ise alkışlayarak ayaklarıyla tempo yaparak eşlik ediyordu.
Serpil hanım kocasının koluna girmiş gururla bakıp ağlarken müziğe dayanamayıp kalçasını da sallıyordu. Şimdi de romantik bir müzik eşliğinde dans etmeye başladılar. Şarkı bitince Sibel orkestraya şarkı ismi söyleyip pistte geçti. "Bütün çiftler sahneye. Gelin hanımın isteği üzerine herkesi dansa çağırıyoruz." Melek bacağını indirip Murat'ın kalkmasını sağladı. Esila ve Salih de kalktı. Dans ederlerken Murat karısının belini hafifçe parmakları ile oynuyordu. Melek de Murat'ın boynunu okşuyordu. "Karıcığım neden bir türlü seninle yan yana gelemiyoruz. Evliyiz ama çocuk gibi gizlenmek zorundayız." Melek dudağını büktü. O da mutlu değildi ama yapacağı hiçbir şey yoktu. "Özür dilerim. Kırk gün sonra evleneceğiz. Biraz daha sabredelim."
"Seninle birlikte en iyi öğrendiğim şey sabır oldu."
Esila ve Salih ise Yağmur'un geçtiğimiz günlerde yapılan okul toplantısını konuşuyorlardı. Esila gittiği toplantıyı tekrar anlatıp Salih'e aşkla bakıp başını omzuna koydu. "Salih..."
"Efendim."
"Salih..." daha işveli seslendi. "Hııı, söyle."
"Salih ya..." Dudaklarını bastırdı. "Ne oldu canım?"
"Yok bir şey." diye sırıttı. "Bana canım dedin."
"Öyle mi dedim."
"Farkında değil miydin? Küçük bir çocuk gibi gözlerini yumdu. "Farkında olmadan bana canım dedin."
"Farkındayım çünkü canımsın."
"Ya Salih ya! Sende benim canımsın." Salih'in göğsüne başını yaslayıp dansa öyle devam ettiler. Salih, Esila'yı amcasından istemişti. Öncesinde hastalığını anlatıp tedavi sürecinde olduğunu söyleyip istemişti. Kabul etmemek gibi bir durumları yoktu. Esila, Salih'i her şekilde istiyordu. Şimdi parmaklarında söz yüzükleri ile iki haftadır ilk adımı atmışlardı. Melek'ler evlendikten iki ay sonra da evleneceklerdi.
Esila mükemmel bir güzelliği ve aurası vardı. Psikolog yardımı ile düşünce yapısı da daha normale dönmüştü. Salih bu mükemmel kadınla evlenmek için canla başla doktorun dediği her şeyi yapıyordu. Kollarını sıkıca sarıp ayaklarını yerden keserek kaldırdı. "Salih ne yapıyorsun? Ay çok utandım." dedi kıkırdayarak, kendi etrafında dönüp indirmeden dansa devam ettiler. "Esila, seni hak edecek ne yaptım ben? Her halin mi insanın kalbini çarptırır."
"İndir beni utanıyorum. Herkes bize bakıyor."
"Baksın. Kör bir adam nihayet dünyanın en güzel kadınını farketti derler. Sen benim ilacımsın. Sen benim varlığımsın. Yağmur'umun annesi, benim biricik karım olacaksın. Sana söz mutlu olacağız. Elimden geleni yapacağım." Esila ağlamaya başladı. "Makyajım aktı gördün mü?"
"Boşver, şu anda da dünyanın en güzel kadını sensin." Kollarından nazikçe indirip dansa devam etti. Esila'nın ayakları yerden kesilmiş gibi titriyordu.
Dans bitmiş halay başlamıştı. Erkekler yerlerine geçerken Melek, halay başında Sibel yanında Esila da onun yanında uzun bir insan kuyruğuyla halaya başladılar. Üç ayak öne üç ayak arkaya. Halay o kadar uzun olmuştu ki Melek mendili sallayarak çekerken Murat'ın yüzündeki gülümseme bir an olsun geçmedi. Karısını dünyanın en güzel şaheseri gibi izliyordu. Üçüncü halaydan sonra Melek ve Esila yerlerine geçti. Sibel hala halay çekiyordu.
Roman havaları, halaylar, misket havaları her tarzdan şarkılar ile nihayet düğün bitmişti. Misafirlerin çoğu gitmiş en yakınlar dışında kimse kalmamıştı. Arabanın önünde Sibel annesine sarılıp ağlarken Serpil hanım kollarını açıp Ahmet'i de yanına çağırdı. Sıkıca sarıp ikisini de ağlayarak öptü.
Melek ve Esila Sibel'i aralarına alıp sarılıp ağladılar. Kiraladıkları ev annesinin sekiz bina ötesindeydi ama artık evleri ayrıydı. Bugün evlerinde geçirecek yarın öğleden sonra da balayına Karadeniz'e gideceklerdi. Aslında Murat Dubai tatili ayarlamıştı ama Sibel'e vize çıkmayınca iptal edip bu tatili ayarlamıştı.
****
Fahri bey öfkeyle kumaş satın alma işine dahil olan herkesi odasında sıraya dizmişti. Hindistan'dan gelen gemideki mallarda küflenme bulunmuş gemi limana yanaşmadan denizin ortasında bekliyordu." Nasıl baştan savma iş yaparsanız. İlk andan itibaren değerlendirmeler niye yapılmadı? Size demedik mi tahlilleri yapılmayan hiçbir ürün yola çıkmayacak?" Fahri bey bu görevi kendi ekibine vermek istediği için Esila ile konuşup ondan almıştı. Esila'nın üstündeki görevleri azaltmaktı niyeti. Böylece Salih'e daha fazla zaman ayıracağını düşünmüştü ama beşyüz ton kumaşlık zarar ile karşı karşıyaydı. Kumaşlar Türkiyeye girse de indirilmesine izin verilmiyordu. Mürettebatta küf yüzünden hasta olmuştu. "Efendim bize malların iyi olduğunu söylediler."
"Sizde inandınız mı? Burası muz cumhuriyeti mi söz ile anlaşmalar yapılıyor. Şirket büyük bir zarara girer atlatamazsa. Bu iş bitince herkes kendine çeki düzen versin." Kapı tıklayınca Fahri bey başını ovalayarak "gel." diye bağırıp yerine geçti. Murat elinde dosyalar yanında Esila ve Melek ile içeriye girdi. "Tahlil sonuçlarını Hindistan sağlık bakanlığı ile konuştuk. Oradan bize gelen onaylanmış hiçbir belgenin olmadığını, mali açıdan zarara gireceğimizi kendi bakanlığımıza söyledim." Çalışanları baş selamı ile selamlayarak babasının önüne geçti. Çalışanları arkasına almış oldu. "Gemi Hindistan'a geri dönüyor. Para da iki gün içinde hesaba yollanacaktır. Dış işleri bakanlığı bu konuda fazlasıyla yardımcı oldu." Fahri bey nihayet sabahtan beri alamadığı rahat bir nefes almıştı. Ayağa kalkıp oğluna sarıldı. Ne kadar iyi olacağını düşündüyse daha iyi olmuştu. "Çok şükür."
"Bakanlıktan seni arayacaklar ama bu işi oldu bil. Haklı olan biziz ve tahlilleri gördüğümüz gibi limana yanaşmadığımız için güvenleri bize sonsuz." Şirket belli etmeden kumaşları ülkenin her yerine ihraç edebilirdi. Yetkililerin ruhu bile duymazdı ama yasadışı faaliyet olduğu için direk ilgili bakanlığa haber verilmiş anında aksiyon alınmıştı. Murat ve Melek dün geceden beri bu iş için uğraşıyordu.
"Amca sorun olduğu zaman biz buradayız. Sen o minnoş yüreğini sıkıştırma."
"Şirketteyiz Esila." dedi tatlı sertlikte Fahri bey. Yeğeninin yanağını okşayarak çalışanların önüne geçti. "Herkes işinin başına bir daha baştan savma işler yapılmasın. Kendime de size de söylüyorum. Burası hepimizin şirketi yükseltmek için çalışacağız." Çalışanlar çıkınca dördü ellerindeki tahlilleri son bir kez daha incelediler. Esila ile Fahri bey konuşmaya devam ederken Melek diğer işleri için odadan çıktı. Murat da arkasından çıktı. "Güzelim bize iki kahve getirir misin?"
"Hemen söylüyorum." Melek kahveleri her zaman yaptığı gibi asansörün önünden alıp odaya götürdü. Murat bilgisayardan eksik kalan belgeleri de bakanlığa yollayıp karısının gözlerine baktı. "Balayı olarak nereye gitmek istersin?" Melek düşünüyor gibi yaptı. "Sen nereye istersen oraya." Kahveleri masanın üstüne koyup kahveyi Murat'ın önüne itti. "Şu anda şirkette kahraman ilan edildin."
"Karımın kahramanı olmak dışında bir gayem yok." Melek yüzündeki şapşal gülümsemeyi durdurmaya çalışıyordu. "Dört gün kaldı."
"Dört gün hiç geçmiyor ki. Dört yüz yıl gibi... Beş aydır karımsın iki kere aynı yatağa girdik. Dört gün sonra herkesin önünde nikah kıyacağız. Gelsin hemen hiçbir korkun olmadan sana sarılıp uyumak istiyorum. Gizli gizli karım demek çok zor."
"Çok iyi sakladık."
"Mükemmel bir çift olduğumuz buradan belli." Melek yerinden kalkıp gözleri dolu dolu Murat'ın kucağına oturdu. Sıkıca boynuna sarılıp saçlarını okşadı. "Seni çok seviyorum." Birbirlerini derinden bir sevgi ile öperek sıkıca sarıldılar.
****
Düğün günü
Melek aynada kendine baktığında, bir an nefesi kesildi. Parmak uçlarıyla gelinliğin duvak kısmını düzeltti ama elleri titriyordu. Aynada gördüğü kadının kendisi olduğunu kabul etmesi birkaç saniyesini aldı. Gözleri anında doldu.
“Hayır, hayır… Hayır! Sakın ağlama, Melek! Gözünden akmadan silmem lazım! Gözünde tut geliyorum.” Esila anında koluna bir mendil takmış gibi yanağına yapıştı. “Makyajının bir teline zarar gelirse fotoğraflarda güzel çıkmazsın.”
Melek gözyaşlarını bastırmak için dudağını ısırdı. Aynadaki yansımasına tekrar baktı. “Ben… Gerçekten gelin miyim?” sesi fısıltı kadar hafifti. “Murat’a kavuşuyorum. Bugün, sonunda… Rüyada olmalıyım.”
“Rüya değil, neden ağlıyorsun hâlâ?” diye söylendi Sibel, elinde bir bardak nane, limonla oturduğu koltuktan bir yudum alarak. Aniden yüzünü buruşturdu. “Bu da mideme iyi gelmedi, yazıklar olsun.”
“Senin mideye iyi gelen bir şey kaldı mı?” dedi Esila alayla. “Sana bal da verdik, limon da, zencefil de. En son Muska okutup vereceğim. Hamile misin ayaklı bomba mı belli değil.”
Sibel güldü ama hemen ardından elini ağzına götürdü. “Kalkıyorum galiba. Yemin ederim Melek, seni çok seviyorum ama düğünün ilk gazisi ben olacağım. İlk trimester ne zaman geçecek?” Melek gözyaşlarıyla birlikte gülümsedi. “Git kus gel. Miden rahatlasın.”
Sibel gözlerini devirdi. “Herhalde bugün her yerde kusarak rezil olacağım. Sizi çok seviyorum kızlar.” diye ağlamaya başladı. "Hormonlarım beni maf etti."
"Sibel ya duygusal konuşma, sen istediğin kadar ağla ama Melek de ağlamaya yer arıyor." Esila göz ucuyla Melek’e baktı. Onun nasıl zor bir süreçten geçip bu noktaya geldiğini, gözyaşlarının altında yatan kırıklıkları, uğruna savaştığı aşkı biliyordu . Melek onu affettiği içinde çok mutluydu. Gülümserken yanağından yaşları hızlıca sildi. “Bugün ağlama hakkın var ama göz makyajın zarar görmemeli.”
“Kızlar, Murat beni gerçekten seviyor,” dedi Melek, dudaklarından dökülen sözcükleri hayranlıkla izliyormuş gibi. “Bunca şeyin ardından, hâlâ bana bakınca gözleri ışıldıyor.”
“Gözleri ışıldıyor çünkü bu kadar güzel olacağını düşünmüyordu, şokta. Sen onun için gizli bir hazinesin.” dedi Sibel, yataktan doğrulmaya çalışırken yeniden yüzünü buruşturdu. “Siz romantik olun ama beni sekiz ay sonra doğuma yetiştirin. Daha üç haftalık ne hale geldim.” Üçü birden gülmeye başladı. O gülüşlerin arasında, Melek içini çekti. Kalbinde dolup taşan duygular, gelinliğin eteklerine kadar yayılıyordu. Elini kalbine koydu, sonra oradan parmaklarıyla duvağını düzeltti. Aynadaki gelin, sonunda hak ettiği mutluluğa yürüyordu. Adım adım, gözyaşıyla, kahkahayla, sevgiyle...
Esila onun yanına yaklaştı, elini tuttu. “Hadi,” dedi sessizce. “Murat geliyor.”
Esila Melek’in elini sıktıktan sonra bir anlık sessizlik oldu. Ardından odanın kapısına doğru yöneldi. Dışarıdan gelen gürültü netleşmeye başlamıştı. Erkek sesleri ve neşeli kahkahalar… Sonunda kapı tıklatıldı. “Hanımefendiler!” dedi Hakan neşeyle. “Gelinimizi almaya geldik!”
Esila kapının önünde kollarını göğsünde bağladı. “Kolay mı öyle?” dedi ciddi bir tonla ama gözleri ışıldıyordu. “Bu gelin bedava verilmiyor.”
“Ne istiyorsun?” dedi Salih, yorgun ama mutlu bir şekilde kapının arkasından.
“Ne mi istiyorum? Öyle cici bir gelin ki, altınla tartılır ama size insaf ediyorum. En az altmış bin.”
Hakan kahkahayı bastı. “Altmış bin mi? Kızım sen bizim gelini satıyor musun, evlendiriyor musun? Ver kız Murat'ın eşini.”
“Satmıyorum, değerini biliyorum. Gelin hanım tam damada göre benden söylemesi. Böyle bir gelin kolay yetişmiyor.” Sibel eli ağzında Esila'ya yaklaşıp fısıldadı. "Yuh evi de üstüne yapsınlar."
"Sus kız iş üstündeyim." dedi kıkırdayarak. Murat bir adım öne çıktı. “Esila, kurban olayım aç şu kapıyı. Kalbim dışarıda ruhum içeride kaldı.” Esila kıkırdadı ama hemen ciddileşti. “Senin kalbinle işimiz yok, cüzdanını ver Hakan’a.” Hakan kaşlarını kaldırdı. “Tekir kedi, beni niye aracı yapıyorsun?”
“Çünkü öyle istiyorum.” dedi Esila sırıtarak. “Ve seninle pazarlık yapmak eğlenceli.”
“Ben sana zaten bol bol gönül yatırımı yapıyorum, hâlâ nakit mi istiyorsun?” dedi Hakan sitemkâr bir sesle, ardından iç geçirip şaka yaptığı bilinsin diye kahkaha atıp cebinden kalınca bir deste çıkardı. “ Murat'ın cüzdanına gerek yok. Al. Gönlüm de gitti, param da.”
Esila yarım açtığı kapıdan paraları alıp hızlıca tekrar kapatarak gülümsedi. “Parayı aldım, gönlün senin olsun.” Parayı hızlıca saymaya başladı.
"Ne kırıldım ne kırıldım." dedi Hakan şakayı devam ettirerek. "Helal et. Parayı bana verdiğin için helal et."
"Helal olsun. Kızım manyak mısın? Altmış binin lafımı olur?"
"Olur tabii.. Tamam, helal ettiysen anlaşma bitti. Birazdan kapıyı açacağım." Odaya dönüp elindeki parayı Sibel'e uzatıp gülümsedi. "Bu ne?"
"Para Sibel!" dedi Melek. "İkimizde düşündük şu anda küçük bir para bebek eşyaları için yeterli olur. Sonra hep birlikte geri kalanı tamamlarız."
"Boşuna mı kapıya ben geçtim. Al çabuk teyzelerinden hediye." Sibel yutkunarak aldı. "Sizden para aldığım için kendimi kötü hissediyorum."
"Kardeşler arasında paranın lafı olmaz. Ananın ak sütü gibi helal olsun. Doğuma yakın kalanları da el birliğiyle alırız. Teyzeleri var hiçbir şeyi eksik olmaz."
"Helallik de aldım. Kafan rahat olsun. Hadi Sibel parayı bir yere koy." Yanında getirdiği orta büyüklükte ki çantaya koyup ikisine de sarıldı. "Kız açsana kapıyı. Parayı da aldın gelinimizi istiyoruz."
"Aman Hakan çatladın." Esila anahtarı çevirdi ve kapıyı açtı. Kapı aralandığında, Melek ilk adımda göz göze geldi Murat’la. Dünya bir anda durdu. Sesler silindi, kahkahalar, adımlar, odadaki karmaşa…
Murat, Melek’i gelinlik içinde ikinci kez gördüğünde yine ilk defa görmüş gibi yutkundu. Kuaförden aldığında sabahta görmüştü. Sanki nefes almakla almamak arasındaki çizgide asılı kaldı. O kadın, aylardır uğruna savaştığı, özlemle beklediği kadındı. Şimdi onun karşısındaydı. Beyazlar içinde, gözleri dolu, ama gülümseyerek. Melek dudağını ısırdı, ağlamamak için uğraşıyordu. “Geldin mi?”
Murat yaklaştı, başını hafifçe eğdi. "Geldim. Karımı almak için nihayet geldim. Sonunda senin yanındayım.” Elini sıkıca tutup okşadı. O anı kimse bozmadı. Ne Sibel’in mide bulantısı, ne Esila’nın takılmaları, ne de Hakan’ın sitem dolu bakışları ne Salih'in yorgun hali. Herkes, o iki insanın birbirine kavuşma anını saygıyla izledi. Sonunda Melek usulca koluna girdi. Murat, hiç düşünmeden kolunun altındaki eli tuttu. Ve artık hiçbir kuvvet onları ayıramazdı.
Melek ve Murat, odanın kapısından ilk adımlarını attılar. Koridor boyunca sıralanmış herkes susmuştu. Sadece gülümseyen yüzler, dolmuş gözler ve bastırılmaya çalışılan duygular vardı. Melek’in babası Hayri Bey, gururla dikildiği yerden kızına baktı. Gözleri doluydu ama başı dimdikti. Yıllardır hem anne hem baba olmuş bir adamın, sonunda evladının mutluluğuna şahit oluşuydu bu. Yanında duran Serpil Hanım’ın gözyaşlarını ise zaten kimse saymıyordu artık. Kadıncağız, dünkü kınadan beri ağlıyordu. Elindeki yelpazeyi sallanmaktan kenarları kırılmıştı. Murat’ın babası Fahri Bey, gözlerini kaçırmadan gelin ve damadı izliyordu. O da bir şey söylemedi ama kalbindeki sükûnet, yüzüne yansımıştı.
Koridorun sonunda komşular alkışlamaya başladığında, ortamda duygu yerini coşkuya bıraktı. “Maşallah!”
“Allah mesut etsin!”
“Çok yakıştılar!” sesleri yankılandı. Melek utançla ama gururla gülümsedi. Murat ise sadece ona bakıyordu. Her adımda daha sıkı tuttuğu kol Melek’in yeni yuvasıydı.
Sokağa indiklerinde, gelin arabası çiçeklerle, beyaz tüllerle süslenmiş bir şekilde onları bekliyordu. Sibel, Ahmet'in yanına gidip onlar için ayrılmış arabaya zor biniyor, bir yandan da midesini tutuyordu. “Ben sana demedim mi çok tatlı yeme diye?” diye fısıldadı Esila ona ama kıkırdamamak için kendini zor tuttu.
Arabaya ilk Melek bindi, ardından Murat. Camdan dışarı bakarken, arabanın hareket ettiği an Melek başını Murat’ın omzuna yasladı. Murat onun alnına minicik bir öpücük kondurdu. Şoför Hakan olacaktı.
Konvoy, şehri geçip boğaza nazır restorana doğru ilerledi. İstanbul’un akşam ışıkları, gökyüzüyle deniz arasında bir masal gibi parlıyordu. Restoranın bahçesine geldiklerinde hava serin, ama manzara sıcacıktı. Boğazın suları usulca akıyor, teknelerin ışıkları gecenin içine küçük yıldızlar gibi serpilmişti. Tavan camları açılıp soğuğu kestiler. Tek renk şalları isteyen olursa diye köşeye indirdiler.
Düğün burada olacaktı. Basit ama şık süslemeler, uzun masalar ve çiçeklerle bezenmiş nikâh alanı... Her şey Melek’in hayalindeki kadar sade ve zarifti. Murat’ın hayalindekinden çok daha güzeldi.
Nikâh memurunun “Eş olmayı kabul ediyor musunuz?” sorularına duyulan güçlü “Evet!” yanıtlarından sonra, alkışlar yükseldi. Bahçeye asılmış ışıklar daha da parladı sanki. Melek ve Murat, çalan ilk şarkının melodisiyle dans pistine doğru yürürken herkes onları izliyordu. Melek'in elleri titriyordu ama Murat’ın elleri sıcacıktı. Onu kendine çektiğinde Melek, dünyanın geri kalanını unuttu. Hafifçe başını Murat’ın göğsüne yasladı. Murat ise gözlerini ondan hiç ayırmadan fısıldadı:
“Hayalimdin… Gerçek oldun. Artık avaz avaz bu kadın benim karım diyeceğim.”
Melek’in gözleri doldu, ama ağlamadı. Gözyaşlarıyla değil, gülümseyerek yaşamak istedi bu anı. Gecenin en güzel şarkısı, onlar için çalıyordu. Adımları ritme değil, kalplerine uymuş gibiydi.
Şarkının ortasına doğru Sibel ve Ahmet, ardından Esila ve Salih de pistte yerlerini aldı. Kalabalık yavaşça çoğaldı ama yine de gözler hâlâ gelin ve damattaydı.
Ahmet, Sibel’in elini nazikçe tuttu ama Sibel biraz tuhaf hareket ediyordu. Gözleri büyümüş, yüzü hafif sararmıştı.
“Sibel... Yavrum iyi misin?” diye sordu Ahmet fısıltıyla. “Midem... Ahmet ben galiba...” dedi ama cümlesini tamamlayamadan koşmaya başladı. Ahmet hemen ardından. “Bir saniye, ben de geliyorum! Elini bırakmam!” diyerek peşine düştü.
Dans pistinden lavaboya doğru komik bir koşturmaca başladı. Kalabalığın içinden biri “Yeni gelin bu, alışacak!” diye laf attı. Herkes güldü. Ahmet ise ciddiyetle Sibel’in arkasından koşarken hâlâ onun saçını tutma refleksiyle cebelleşiyordu. “Senin yüzünden o limonlu şerbeti içirmeseydin keşke...” diye kendi kendine söylendi.
Dans pistinde kalan Salih ve Esila göz göze geldiler. Salih gülümsedi. “Bizim nikaha daha var.” dedi. Esila başını salladı. “Ama hâlâ nerede olacağını seçemedik. Senin yüzünden!”
“Ben mi? Ben zaten her şeye ‘sen nasıl istersen’ diyen biriyim,” dedi Salih, savunmaya geçerek. Tam o sırada minik ayak sesleri duyuldu. Yağmur, üzerindeki fırfırlı elbiseyle aralarına daldı. Gözleri ışıl ışıldı. “Ben de danş etmek iştiyorum!” Salih eğildi. “Gel bakalım küçük hanım, Esila annen seni dansa kaldırır mı?” Yağmur kıkırdadı. “Ama o benim canım annem! Beni kaldırır.” Salih kızına hayranlıkla baktı ama Yağmur hızla devam etti. “Anne beni de danşa kaldır. Hem en guzel danşı da Eşila annem biliyo!”
Esila'nın yüzü bir anda yumuşadı. Eğildi, minik kızı kucağına aldı ve Salih’le birlikte üçlü bir dansa başladılar. Yağmur arada “Şimdi döndür beni!” diye bağırınca Salih onu hafifçe döndürüp güldürdü. Kalabalık, bu manzara karşısında alkışladı. Gecenin en duygusal anı, şimdi en tatlı ve eğlenceye dönmüştü.
Melek ve Murat, el ele tutuşmuş, masaları tek tek gezerek davetlilerle sohbet ediyorlardı. Melek’in gözleri, sevinçten ışıldıyordu. Düğün boyunca gülümsemekten çenesi ağrımıştı ama şikâyeti yoktu, ne de olsa bu onun en güzel gecesiydi. Murat ise onun her bakışını koruma altına alır gibi nazikçe yanında duruyor, gerektiğinde söze giriyor, gerektiğinde usulca sadece dinliyordu.
Önce aile büyüklerinin masasına gittiler. Hayri Bey, kızına gururla sarıldı. Serpil Hanım ise Murat’ı içtenlikle öptü, “Evimizin damadı oldun ama kalbimizin de evladı oldun, hamsi oğlan.” dedi. Fahri Bey ikisini de tebrik etti, kısa ama duygulu bir konuşma yaptı. Komşular, “Melek, seni küçüklüğünden beri bilirim, böyle güzel bir düğün sana yakışırdı,” diyerek alkışladılar.
Ardından iş dünyasından tanınan insanların masasına geçtiler. Murat’ın tanınmışlığı nedeniyle salonda tanınan simalar, iş insanları ve gazeteciler vardı. Flaşlar zaman zaman patlıyor, çekilen her kare Murat’ın sosyal çevresini gözler önüne seriyordu. Bir gazeteci nazikçe yaklaştı, “Murat Bey, bugünkü mutluluğunuzu üç kelimeyle anlatır mısınız?” diye sordu. Murat gözlerini Melek’e çevirdi. “Hayal, sabır, ödül,” dedi kısaca. Melek’in yanağına kondurduğu küçük bir öpücük ise bu cevabın en tatlı noktasıydı. Medyanın bu kadar içe girmesi yasak olduğu için onlar için ayrılmış yere gittiler.
Tanınmış bir iş kadını Melek’e dönerek, “Siz de artık sadece bir eş değil, bu ailenin yeni temsilcisisiniz. İş dünyasında sizin gibi zarif bir yüz görmek harika olacak,” dedi. Melek utangaç bir tebessümle teşekkür etti, göz ucuyla Murat’a baktı. Murat ona gururla göz kırptı.
Esila ve Salih uzaktan onları izliyordu. Esila yanındaki Salih’e eğildi, “Şu an o kadar mutlu ki... Ona gözyaşı döktüren her şeye değmiş gibi görünüyor.” Salih gülümsedi. “Değdi de zaten. Melek’le Murat’ın yürüdüğü yol kolay değildi ama bu geceye ulaştılar. Bizde ulaşacağız.”
Masaları gezerken bazı komşu teyzeler, Melek’in gelinliği hakkında birbirleriyle fısıldaşıyordua “Dantelleri el işi gibi sanki,” dedi biri. “Yok canım, yurt dışından getirtmişler onu. Ama yakışmış... Güzel kız, ne giyse olur,” dedi bir diğeri.
Melek ve Murat bir masadan diğerine geçerken çocuklar “gelin abla çok güzel!” diye bağırıyor, yaşlılar “Allah mesut etsin!” duasını eksik etmiyordu. O gece, sadece iki insanın değil, onların çevresindeki herkesin kalbi güzelleşti.
Masaları gezip tebessümlerle, samimi cümlelerle herkesin tebriklerini kabul ettikten sonra, Melek’in ayakkabısının topuğu hafif sızlamaya başlayınca Esila koluna girdi. “Gelin hanım, bu güzeller güzeli ayakları bir dinlendirelim. Misafirlerin gözleri yeterince bayram etti,” diyerek onu yerine doğru yönlendirdi.
Sibel hemen sandalyesini çekti. “Buyurun sultanım,” diyerek esprili bir selam verdi. Melek oturduğunda, boğazdan gelen serinlik gelinliğinin tüllerini dalgalandırdı. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu. “Şu an bir rüyadayım gibi,” dedi sessizce, kendi kendine.
Melek gelinliğinin eteğini tutarak sandalyesinden Esila'ya yaklaştı. Kimse duymadan fısıltı gibi konuştu.
"İlaçlarını aldın mı bugün?" Sesi ne yargılayıcıydı ne de acıyan. Sadece dostça, sadece sevgiden. Esila başını hafifçe eğdi. "Aldım. Zaten doktora zorla yazdırmıştım. Hem psikiyatriste gitmeme artık gerek yokmuş. Takıntım için psikolog yeter dedi doktor." Adımları yavaşta olsa takıntısı azaldığı için mutluydu.
Melek onun gözlerine baktı, bir an durdu. Onu en iyi anlayan insanlardan biriydi. Esila'nın bazen yataktan kalkamadığını, bazen de her şeyi düşünüp hiçbir şey yapamadığını, en çok da 'neden böyleyim' sorusuyla uyuyup aynı soruyla uyanmanın yükünü biliyordu. Takıntıları vardı Esila’nın, bir şeyi bir kere düşününce bin kere çevirmekten başı dönüyordu. Salih'e olan delice duygusu herkese zarar vermeye başlamıştı. Sevmek istiyordu severken herkesi yok etmek değil. O yüzden yardım almaktan hiç korkmadı.
O sırada Sibel yanlarına yaklaştı. Elinde termos bardak, içindeki çayın dumanı yüzüne vurmuştu. Gülümsedi, ama o da göz ucuyla Esila’yı süzdü. "İlaçlarını içtin mi bugün?" dedi, Melek'den habersiz sormuş gibiydi. "İçtim ama yarından itibaren bırakacağım. Doktor kullanmana gerek yok dedi." Tam o anda müzik sustu. Kalabalık bir uğultuyla susuverdi. Salondaki ışıklar hafifçe kısıldı. Ardından zeybek ezgisi başladı. Tok, derin ve kararlı. Murat, Aydın Kuşadalıydı. Melek ise Konyalı. Ama hiç zeybek oynayacağı aklına gelmemişti. Belli de etmemişti.
Melek, şaşkınlıkla başını kaldırıp baktığında Murat’ın gözleriyle buluştu. O bildiği bakış… Duru, güven dolu, eğlenceli. Murat, Hakan ve üç yakın arkadaşı yavaşça ortaya çıktılar. Her biri siyah takım elbiseleri içinde zarif birer gölge gibiydi. Yavaş adımlarla yerlerini aldılar. Dizildiklerinde ortada Murat vardı. Yavaşça yere bir dizini koydu, sonra ayağa kalktı. Kıvırcık saçları dalgalandı. Bakışları yalnızca Melek’teydi. Melek’in gözleri dolmuştu ama yüzünde sadece saf bir gülümseme vardı. Genç kadının dudakları aralanmıştı, ağzı kulaklarındaydı.
Zeybeğin ağır figürleriyle dans başladı. Her adımda gurur, sadakat ve aşk vardı. Ayaklar yere dimdik basıyor, eller güçlü ve zarif bir şekilde havada süzülüyordu. Murat bir an hafifçe döndü ve başıyla Melek’e selam verdi. Sanki "Başımın üstünde yerin var" diyordu. Yanındaki arkadaşları da aynı anda döndüler. Her figür senkronizeydi. İzleyenlerin gözleri doldu. Salonda bir sessizlik, bir hayranlık dalgası hakimdi. Zeybek ilerledikçe tempo arttı. Murat öne çıktı. Elleri açık, başı dik… Gözleri yine Melek’teydi. Her adımım seninle, der gibiydi.
Melek’in gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Esila hemen elini uzattı, her zamanki refleksiyle yanağını peçete ile kuruttu. “Hadi ama, yine mi ağlıyorsun?” Sibel, kıkırdayarak, “Ama bu sefer haklı… Baksanıza şu adama, sadece zeybek oynamıyor; resmen aşkıyla yemin ediyor,” dedi. Dans bittiğinde Murat, yere bir dizini koyarak Melek’e başını eğdi. Sessiz bir saygı, açık bir sevgiyle. Diğerleri onunla birlikte diz çöktüler.
Salon bir saniyelik sessizliğin ardından alkışla inledi. Melek ayağa kalkıp Murat’ın yanına yürüdü, elini tuttu. “Ben seni çok seviyorum.” dedi, fısıltıyla.
Murat hafifçe eğilip alnına bir öpücük kondurdu. “Sen yeter ki orada otur, ben her gün bu toprağa yeniden basarım.”
Halaylar, misket havaları çekilmiş gece sona erdiğinde müzikler yavaşladı, ışıklar loşlaştı, son danslar yapıldı. Boğaza bakan o zarif restoran artık yorgun ama mutlu insanlarla doluydu. Misafirler tek tek ayrılırken Melek ve Murat, aileleriyle vedalaşmak üzere dışarı çıktılar. Hayri Bey, kızına sarılırken gözlerini kırpmadan, “Kızım fena gibi durur ama nazlı bir çiçektir. Onu koparma çok sev. Ayrılmak istersen kızıma zarar verme, kapım ona her zaman açıktır. Boşanmak istediğin zaman yolundan çekil, kızım babasına döner.” dedi Murat’a.
“Canımdan çok seviyorum. Hiç merak etme baba. Biz birbirimize her zaman iyi bakacağız. Aklın bizde kalmasın.” diye karşılık verdi Murat, ciddi ama bir o kadar da içten bir sesle. Serpil Hanım, Melek'in saçını düzeltti, “Bugün seni beyazlar içinde gördüm ya… Allah her gününü böyle huzurlu yazsın. Geriye sadece Esila'm kaldı. Onuda e verdik mi artık içim rahat edecek.” Fahri Bey, oğlunun omzuna dokundu, “Bundan sonrası senin tek gayen iyi bir eş olmak olsun. Artık iki yürek taşıyorsun, unutma. Karını kimseye ezdirme.”
"Ezdirmem."
Sibel, karnını tutarak Melek’e yanaştı. “Hâlâ kusuyorum ama seni öpmeye geldim,” dedi sırıtarak. Melek gülerek, “Ya sen ne ponçik bir şey oldun? Hemen öp beni.” diye kıkırdadı. Esila hemen araya girdi, “Kız bi durun, en sevdiğim gelin ağlayacak şimdi,” dedi ve üçü birden kahkahayla sarıldılar. “Siz olmasaydınız bu düğün yarım olurdu…” dedi ama sesi titredi. Esila gözünü hemen kısarak. “Ağlama. Bak gözünün ucunda bir damla kıpırdadı, makyajını bozdurtmam!” diye parmağını salladı. "Kocan makyajını gece bozacak zaten." dedi fısıltıyla.
Hakan onların yanına gelince sustular. Esila dönüp ona baktı, “Sen hâlâ burada mısın? Yine para toplayayım da seni de everelim mi?” Hakan gözlerini devirdi. “Para yetmez, senin gibi gelin de lazım.”
Esila hemen Salih’e dönüp. “Duydun mu bak, kıymetimi bilen birileri var.” dedi.
Salih gülerek kolunu Esila’nın beline doladı, “Bende senin kıymetini biliyorum.” Hakan'ın Esila'dan hoşlandığını Salih de anlamıştı. Ama ona kızamıyordu. Kötü biri değildi. Yanlış bir şeyde yapmıyordu. Esila ile ciddi düşünmeden evvel bile ikisi böyle konuşuyordu.
Vedalaşmalar tamamlandı. Herkes arabasına binerken Murat ve Melek kendi özel anlarına geçmek istediler. Hakan arabayı teslim edip uzaklaştığında Murat arabanın kapısını açtı ve gelinliğinin kuyruğunu toplayarak Melek’i nazikçe oturttu. Melek arabaya oturduğunda iç çekti. “Bitti mi gerçekten?” Murat yanına otururken elini tuttu. “Hayır. Asıl şimdi başlıyor.”
Araba yavaşça boğaz manzaralı mekândan uzaklaştı. Melek başını Murat’ın omzuna yasladı. Sokak lambalarının ışıkları yüzlerine düşüyor, Melek'in gözlerinde günün yorgunluğu değil, sadece huzur vardı.
“Murat?”
“Hı?”
“Yarın uyanınca hâlâ evli olduğumuzu fark edersem yine seni seçerim.” Murat usulca gülümsedi. “Ben seni her sabah yeniden severim.” Gece sessizdi. Şehir artık uyumaya başlamıştı ama onların kalbi patlayacak kadar çarpıyordu.
Düğünün o büyülü atmosferi hâlâ üzerlerindeydi. Arabanın kapısı açıldığında ikisi de bir an durakladı. Kapının önünde, evlerinin sessizliği onları karşıladı. Melek, eteklerini toparlarken Murat bir eliyle onun beline dokundu. Küçük bir tebessüm paylaştılar. Anahtar sesini duyduktan sonra kapı aralandı. İkisi de içeri adım attı. Fakat ne yapacaklarını bir an bilemediler.
Koridorda durup birbirlerine baktılar. Melek ellerini birbirine kenetlemiş, dudaklarında tuhaf bir gülümsemeyle etrafına bakınıyordu. "Gerçekten… evliyiz," dedi Murat fısıltıyla. “Evet,” dedi Melek. Sesi hem titrek hem neşeliydi. "Evliyiz."
Ayakkabılarının topuk sesi evin içindeki sessizliği bölerken, bir anlığına her şey gerçek dışı geldi. Melek başını sağa sola çevirdi. “Garip... Sanki birileri gelecek ve 'hadi kalk, rüya bitti' diyecek gibi hissediyorum.” Murat yaklaştı, alnını onun alnına yasladı. “Tillahı gelse karımı vermem.”
Sonra Melek hafifçe başını eğdi. “Ayaklarım beni öldürdü. Keşke spor ayakkabı giyseydim." Murat elini tutup onu koltuğa oturttu. "Önce ayaklarını rahatlatalım," dedi. Tam önüne tek dizi üstünde çöküp kurdeleli beyaz ayakkabısını çıkarmaya başladı. Melek hem utanmış hem de gülüyordu. "Çıkartmasan da olurdu aslında, ben hallderdim." dedi hafifçe kıkırdayarak. Murat başını kaldırdı, gözleri pırıl pırıldı. "Hayır, olmazdı. Sen bugün benim için ayaklarını yordun. Senin kadar zorlanmasam da önünde diz çöküp karımın ayakkabılarını çıkarmak benim görevim. Hem bana düğün hediyesi gibi geliyorsun, paketini yavaşça açmak da hakkım." Melek kahkahasını tutamadı. "Sen var ya… Ne zaman ciddi olacak bu adam?"
"Hiçbir zaman." dedi Murat, ayakkabıyı nazikçe çıkarıp kenara koyarken. "Senin yanındayken aklım başıma hiç gelmiyor. Bir de ciddi olsam, beni çok sıkıcı bulurdun. Bayan Arsel'e yakışan bir eş olmalıyım." Melek bir süre sustu. Murat öteki ayakkabıyı da çözerken gözleri doldu dolacak gibiydi ama belli etmedi.
"İyi ki seninle hayatımı birleştirdim." dedi yavaşça.
Murat ayakkabıyı çıkarıp avuçlarıyla Melek’in topuğunu sardı. "Ben de iyi ki senin peşinden koştum. İyi ki karım olman için bana inanmanı sağladım. Beni her ne olursa olsun bırakmadığın için seni çok seviyorum. Sen gördüğüm en güçlü, en akıllı, en sevgi dolu kadınsın. Esila'ya karşı merhametli. Anneme karşı sabırlısın. Sana vereceğim mükemmel sıfatlarım olmasa da sen bana gelecek kadar çılgınsın." Melek bu kez kıkırdamadı. Başını eğip Murat’ın alnına bir öpücük kondurdu.
"İyi ki ipin ucunu ben tutuyorum o zaman. Diğer ucunda da sen varsın."
Murat tebessüm etti, dizinin üstünde doğrulup Melek’in dizine başını koydu.
"Artık senin dizin, benim yastığım. Yani bu evde en rahat yer orası. Bil ki nerede oturursan, ben oraya çökerim." Melek hayran olduğu saçlara parmaklarını hafifçe sürttü. Hiçbir erkeğe karşı hissetmediği bir şey vardı. Hep kollarında olmak, hep nefesini dinlemek... Şu an olduğu gibi saçlarını ellerinin arasında gezdirmek istiyordu. Murat ile tanışmadan önce bu tarz duygular aklının ucundan bile geçmiyordu. Kocasına bağımlı olmuştu.
"Üstümü değiştireceğim. O kadar ağırlaştı ki bu gelinlik…”
“İzin var mı gelin hanım?” dedi Murat alaycı bir tebessümle. Melek hafifçe gülerek döndü. “Gel tabii.” Utançtan ölecekti. Yerinden kalkıp dudağını ısırdı. Ne yapacağını şaşırmıştı. "Aslında ben değiştiririm."
"Mutlaka değiştirirsin. Yine de yardım edeyim. Gelinlikte fazla ip var."
"Doğru... Tamam yardım et." Merdivenleri birlikte ama sessizce çıktılar. Yatak odasına girdiklerinde her şey yerli yerindeydi ama artık bu oda başka bir anlam taşıyordu.
Melek, aynanın karşısında bir an durdu. Gelinliğine baktı. Sonra Murat’a döndü. “Çıkarmaya kıyamıyorum galiba.” diye yalan söyledi. Banyoya girip bir şekilde çıkarmak istiyordu. Murat sessizce yaklaştı. “Benim için her halin güzel. Ama rahat bir şeyler giymen lazım.” dedi. Ellerini onun sırtına uzattı. İpleri parmaklarıyla tek tek çözmeye başladı. Her çözüşte, Melek’in boynuna bir öpücük kondurdu. Omuz başına, sırtına, ensesine…
“Sen,” dedi Murat, arada nefeslenerek, “Bu gelinliği giydiğinde zaten dünyanın en güzel kadınıydın… Şimdi herkesin gözünde benim karımsın.” Gelinlik yavaşça omuzlardan aşağıya doğru süzüldü. Melek hafifçe ürperdi ama Murat’ın elleri ve teni onu sakinleştirdi. İç çamaşırı ile kalmıştı.
Tüm gece boyunca çevrelerinde yüzlerce kişi vardı. Ama şimdi sadece ikisiydi. Ve ilk kez, gerçekten baş başa. “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu yarı ciddi, yarı muzır bir ifadeyle. Melek hafifçe dönüp baktı. “Sence... Uyuyalım.” dedi, yanaklarına pembe bir renk yayılırken. Murat kollarını kavuşturdu, onu süzdü. “Uyumak mı? Sence bu mümkün mü? Seni bol bol öpüp aylardır düşlediğim şeyi yapacağız." Melek bu sözle bir anda domates rengini aldı. Murat onu daha fazla uyandırmadan devam etti. "Seninle uyumak aynı sabaha uyanmak.” Melek kıkırdadı, hemen ardından elleriyle yüzünü kapadı. Utançtan ölecekti. “Şimdi öyle bakma! Gülerim! Zaten ağladım bütün gün, Esila bile gözümün yaşını havada yakalıyordu.” Murat yaklaştı, elini Melek’in beline koydu. “Ben senin kahkahana da gözyaşına da aşığım. Ama şu an galiba kahkahadan çok başka şeyler istiyorum.” diyerek sırtını öptü. Melek ürperdi, hafifçe huylanarak kıpırdadı. “Murat! Gıdıklanıyorum. İnadına böyle konuşuyorsun. Sırf ben utanayım diye.” dedi mızmız bir çocuk gibi.
Murat eğilip kulağına fısıldadı “Sen huylanıyorsun. Hiç fark etmemiştim." Parmağını sırtında gezdirdi. "Demek zayıf noktan burası. Öğrenmem iyi oldu.”
Melek başını çevirip gözlerini kısıp baktı. “Beni güldürürsen ciddiyetimi kaybediyorum, bak. Oysa ne planlar yapmıştım romantik ve büyüleyici bir gece olacaktı.” Murat alnını onun yanağına yasladı. “Ben büyülendim bile. Ama büyülenmenin bir kısmı da senin bu cilvelerin olmalı.” Melek derin bir nefes aldı. Murat'ın gözleri doldu. O ana kadar her şey bir masal gibiydi, ama şimdi o masal gerçeğe dönüşüyordu.
Melek bir anda elleriyle göğsünü kapadı, gözlerini kıstı. “Dur! Işıkları kapatmadık.”
Murat kahkaha attı. “Ciddi misin? Biz daha önce de birlikte olduk. Karı kocayız zaten iki kere yaptık. Karıcığım, ışıklar açık da olur.”
“Hayır ya! Mum bile yok, her şeyi ben mi düşüneyim?” Murat başını iki yana sallayıp ışığı kapattı. Loş gece lambası kaldı odada. “Buyurun prenses, romantik aydınlatma hazır.” Melek yatağa doğru ilerlerken arkasından gelen Murat onu belinden tutup kendine çekti. Dudaklarını omzuna, sonra boynuna, sonra çenesine kondurdu. Melek gözlerini yumdu. “Yine gıdıklanıyorum ama bu sefer şikâyet etmeyeceğim.” dedi fısıltıyla. Murat onun yüzüne bakarak. “İyi ki benim oldun, Melek,” dedi. “Artık seni hiç bırakmayacağım.” Melek, iç çamaşırlarıyla yatağın kenarında durmuş, Murat’a baktı. Gözleri hâlâ hafif nemliydi, kalbindeki coşku gözlerinden süzülmeden önce düğün boyunca Esila parmaklarıyla yakalamıştı belki, ama Murat’ın önünde tutamadı kendini. Ağladı.
Murat bir adım attı. Sonra bir adım daha. Yavaşça onun ellerini tuttu ve dudağının kenarına bir öpücük bıraktı. Melek’in gözleri kapandı. Derin bir nefes verdi. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki, sanki göğsünü delip dışarı çıkacaktı. “Seninle aynı evde uyanmak,” dedi Murat, onun boynuna bir öpücük kondururken, “Dünyanın en büyük mucizesi gibi geliyor. Dengesiz bir kuzen... Kötü bir kaynanan olsa da beni seçtiğin için teşekkür ederim. Seni hep mutlu edeceğim.” Melek ellerini Murat’ın ensesine doladı. Yumuşak sesiyle fısıldadı: “Hiç kimsenin gölgesi yok artık üzerimizde. İlk kez sadece seninim, ilk kez bu kadar özgürüm.”
Murat onu yastığa doğru yönlendirdi. Melek, hiç direnmedi. Zarif bir şekilde geriye uzandı. Murat dizinin üzerine çöktü, başını onun göğsüne yasladı bir an. Kalp atışını dinledi. “Bu ses benim hayatım.” dedi. Sonra yavaşça Melek’in tenini öpmeye başladı. Her öpücükte bir anı, bir sitem, bir kavuşma saklıydı. Sanki aylardır beklediği bu geceyi ona bir hikâye gibi anlatıyordu. Melek’in parmakları Murat’ın saçlarında kayboldu. Dudakları, bedeni, nefesi Murat’a karıştıkça dünya küçüldü. Sadece ikisi kaldı.
Tutkulu, nazik ve derin bir geceydi. Korkularını, acılarını, gizli saklı sevdalarını birbirlerinin teninde erittiler. Melek biliyordu ilk kez saatler sonra gelecek sabaha korkmadan, pişmanlık duymadan, alnı açık bir şekilde gözlerini açacaktı. Yanında Murat, gözlerinde huzur, kalbinde sonsuz bir aitlik duygusuyla.
Artık yalnızca sevda vardı. Ve bu kez, herkesin gözü önünde, herkesin kabulüyle, yalnızca onların olan bir sevda.
Yatakta yan yana uzandılar. Defalarca birbirlerininin oldular, sarıldılar, öpüştüler, gülüştüler, bazen sustular ama elleri hiç ayrılmadı. Murat her öpücüğünde ona duyduğu sevgiyi anlattı, Melek her dokunuşuyla o sevgiyi kabul etti. Bu sefer ne gizliydi aşkları, ne saklı. Ne bir duvar vardı aralarında, ne kaçacakları bir gerçek. Bu sefer her şey serbestti. Bu sefer, dünyaya inat bir geceydi.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. O gece, birbirlerinin nefesinde sakladıkları her kelimeyi duydular. Melek’in saçlarına düşen her öpücük, Murat’ın ellerinde titreyen her tebessüm, artık aynı hikâyenin parçalarıydı. Ve sonunda Melek, Murat’ın göğsüne başını koyduğunda sadece bir şey söyledi. “Bütün acılara değdi. Her şeyin sonunda, yine senin yanına düştüm. Demek ki kader dediğimiz şey biraz da inadımızmış.”
Murat onun saçlarını okşadı, gülümsedi. “Sen benim mucizemsin. Şimdi uyuyalım. Yarın sana kahvaltı hazırlayacağım. Ama söz vermiyorum... Mutfakta belki birkaç öpücük daha olur. Belki de odamızda daha fazlası. Daha fazlasına hazırlan yine de. Kesin daha fazlası olacak.” Melek başını kaldırdı, kocasının çenesine bir buse kondurdu. “Ben de tam olarak onu umuyordum zaten.”
___________
Beğeni butonuna basmadan çıkma. Yorumda yap lütfen.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
113.08k Okunma |
9.9k Oy |
0 Takip |
127 Bölümlü Kitap |