Bu bölümün son partı ile karşınızdayım, keyifli okumalar❤️🔥
Beğeni ve yorum atmayı es geçmeyin ne olur, görüşleriniz en büyük motivasyon kaynağım❤️
…
17. Bölüm
”Zehirli Sarmaşık”
2. Kısım
Dilruba, omzunda çantası, ellerinde tasarım örnekleriyle işe gidiyordu. Bir omzu çantasının ağırlığından çökecek, sırtı artık adeta eğri büğrü kalacaktı. Moda evine geldiğinde hızlıca üstünü değiştirdi, asistan kızların söylediğine göre onu bekleyen kişinin oturduğu yere, bekleme salonuna ilerledi lakin kimse yoktu. Öyleyse sabahın köründe olmamasına rağmen emrivaki ile gelen bu müşteri neredeydi?
“Ezgi? Müşteri nerede?” diye sordu Dilruba, Ezgi ise yüzünde mahçup bir ifade ile Dilruba’nın çalışma odasını başıyla işaret etti. Hızlıca çalışma odasına girdi Dilruba, koltuğunda oturan kadını anında tanımıştı: Zaten bu tür bir emrivakiyi yapacak tek tük müşterisi vardı.
Karşısında oturan kadın Sevim Alastan’dan başkası değildi.
Yüzündeki ifadeyi kontrol ederek konuştu Dilruba:
“Sevim hanım, hoşgeldiniz. Keşke randevu alsaydınız, sizi daha iyi karşılardık.”
Sevim, Dilruba’nın yüzüne bakmıyordu. Masadan aldığı tüy ve kunaş örnekleriyle uğraşmakla meşguldu. Kibirli bir şekilde konuştu:
“Antalya’ya gitmişsin.” İlk defa gözlerini karşısındaki kadına odakladı, “Eğlendin umarım.”
Dilruba; konuşmanın nereye gittiğini bilmeden bakmaya devam etti:
“Teşekkürler, keyifli bir defileye davet ald-“
“Ama benden izin almaman beni kırdı, Dilruba.” dedi Sevim genç kadının lafını bölerek. Kürkünü yavaşça koltukta bırakarak ayaklandı, elindeki tüyü ve kumaş örneğini yere atarak ilerledi.
“Anlamadım?” dedi Dilruba yere düşen tüyü izlerken.
“Bana çalışanların bütün işlerinin ben olmasını isterim.”
Dilruba, şaşkın bir gülümseme ile sarışın kadına baktı:
“Sizin çalışanınız olduğumu bilmiyordum, Sevim hanım. Kusura bakmayın.”
Sevim, Dilruba’nın sesindeki kinayeyi anlasa da, “Sorun değil.” demekten geri durmadı.
“Ne için gelmiştiniz?” diye sordu Dilruba yerden tüyü ve kumaş örneğini alırken.
“Kısa bir süre sonra çok önemli bir baloya katılacağım. Bütün aile olacağız, şıklık mühim.”
Topukluları üzerinde yürürken genç kadının karşısına dikildi Sevim, topuklularına rağmen ancak Dilruba’nın boyuna geliyordu.
“Senden harikalar yaratmanı bekliyorum.”
Dilruba karşısındaki kadına bakarken tövbesini çekti. Şimdi, yaratmak Allah’a mahsus, deyip ona geçen sezonun elbisesini giydirmek vardı lakin yapamazdı, dayanmalıydı.
Elini reverans misali süzdü, “Buyrun, Sevim hanım. Tasarımımızı oluşturalım. Ne balosuydu bu?”
Beraber ana salona ilerlerken konuştular:
“Çok önemli insanların geleceğini bilmen yeter. Detaycı kadınların tam kalbine gidiyorum.”
“İstanbul sosyetesi diyorsunuz yani.”
Kısa bir anlığına da olsa kahkaha ile güldü Sevim,” Önemsiz balolar beni alakadar etmez, Dilruba. Kendi kendine evcilik oynayan kadınlar da ilgi alanım değil maalesef.”
Dilruba, hislerini dizginlemeye çalışırken ayna karşısına geçti, bir kalem aldı. Sinirini kağıttaki çizgilerle atmaya çalıştı. Bir nevi başardı.
“Türkiye’de gerçekleşecek olan bir balo mu Sevim hanım?” diye sordu kadına.
“Evet.” diye cevapladı Sevim aynadan kendini izlerken.
Koluna geçirdiği iğnelikle kadına doğru ilerledi Dilruba, uçlarında sarılar olan saçlarını bir kalemle topladı. Sevim Alastan’ın omzundan bıraktığı kumaşı aldı, tam da kadının vücuduna göre yavaşça iğnelemeye başladı.
“Söylediklerinize göre hep televizyonda gördüğümüz sosyete asıl sosyete değil.”
Şuh bir gülüş sergiledi Sevim:
“Hızlı öğreniyorsun, zekisin.” Elleri karnında gezinirken adeta mırıldandı. “Zeki insanları severim.”
Dilruba, ellerinin arasındaki kumaşı yavaşça zapt etmeye çalışırken gülümsedi, iğneledikçe kumaş kadının vücudunda şekil alıyordu.
“Ne balosuydu bu? İçeriği bilmek elbisenin karakterine zenginlik katacaktır.”
Sevim sorgulayıcı bakışlarını aynadaki kadının yansımasına çevirdi:
“İçeriği bilmen bu denli bir fark yaratır mı?” diye sordu Sevim, tek kaşı kuşkuyla havalanmıştı. Onun aksine Dilruba sakinlikle cevap verdi, ona bakan kadına gülümsedi:
“İnsanlar gibi kıyafetlerin de karakterleri, ait oldukları anlar, yerler vardır. Üzerinizdeki bu kumaş sizi arşa da çıkartabilir…” Kadının omzundan zarafetle süzülen kumaşı aldı, kötü denebilecek bir hale getirdikten sonra konuşmaya devam etti. “Ama sizi dibe de çekebilir.”
Aynadan bakıştı iki kadın: Dilruba elindeki kumaşı tutarken gülümsüyor, Sevim ise genç modacıya bakarken düşünüyordu. Çok geçmeden konuştu Sevim Alastan:
“Miktarları çok yüksek olan bir açık arttırma. Ev sahipliği yapıyor olacağız. Sen karakter de, ben tarz. Her neyse, bu etkinlikte bu çok önemli. Anladın mı?”
Gülümsedi Dilruba, “Elbette.” dedi, elinde duran kumaşı ustalıkla yerine oturttu. Elbisenin taslağı şu kısa süreye rağmen neredeyse hazırdı.
🤨
Topuklularımı odamda bırakmış, daha spor kıyafetler giymiştim. Sunumu yapmıştım, jürilerden kötü bir tepki yakalamasamda içimi yiyip bitiren endişe başarılı olduğumu ümit ediyordu.
Hastanenin fuaye alanına yaklaştıkça sesler artıyor, kalabalıklaşıyordu etraf. Restoranına gittiğim şef ortada çocuklara bir şov yaparken daha çok insanlar onu izliyor, anın tadını çıkarmaktansa kameralara kaydetmek için uğraşıyorlardı. Hızlıca etrafa bakındım, gözlerim aşina olduğu siyah saçlı kadını aradı. Tahmin ettiğim gibi gölgelerin arasında, daha sakin bir köşede duvara yaslanmış bir şekilde duruyordu. Yönümü onu çevirmemle göz göze geldik. Yüzündeki durgunluğa silik bir gülümseme yerleştirdi.
“Ne kaçırdım?” diye sordum heyecanla, yanına yerimi aldım.
“Yeni başladı. Asıl sen söyle, nasıldı?” diye sordu lakin yorgun gibiydi.
“Jüriler beğendi gibi de beğenmedi gibi de… Anlayamadım. Okuyamadım onları, belki de heyecanım gözlerimi kör etti. Umarım iyidir ama…”
Tekrardan bana baktı, konuşmadı ama başıyla yaptığı hareketten ne dediğini anladım.
Ne zaman sonuçlar açıklanacak?
“Sonuçları ne zaman açıklayacaklarını söylemediler, benimki normal bir ‘mülakattan’ farklı olduğu için net değil.”
Anladım dedi Gece dudaklarını büzerken, yeşil gözleri tekrardan orta alanda duran şefe döndü. Aynı şekilde ben de şefe baktım, birçok çocuk hastam onun yanında eğlenirken kameralara poz veriyordu. Şefin yüzünde bir sakinlik hakimdi. Ancak çocuklar güldürüyor yüzünü gibi bir ortam vardı gözler önünde oysa çocuklar, onlar için gelen haber kanallarının heyecanıyla en güzel şekilde giyinmişlerdi.
Bazen bu dünyaya ben de bir çocuk olarak bakmak istiyordum. Fakat kendi çocukluğum gibi değil, özgür bir çocuk olarak. Bu da benim içimde ukte olarak kalmış ve daima kalacak olan bir yanımdı, kalbimin kırık kısmından bir parçaydı. Bir kalp cerrahıydım lakin kim ne derse dersin parçalanmış kalpleri birleştirmek gibi bir yeteneğim yoktu. Özellikle de kendi kalbimi.
Gece ile beraber hazırladığımız hediyelerin çocuklara dağıtıldığını görünce derin bir tebessüm yayıldı dudaklarıma:
“Hediyeleri sevdiker mi?” diye sordum yanımda duran kadına. Durgun ifadesi bozuntuya uğradı, gülümsedi.
“Çok sevdiler, bacaklarımı sarılmalardan zar zor kurtardım.”
Gece’nin bu dediğine sesli güldüm şayet kendisi sarılmayı sevmeyen bir insandı ve bunca çocuğun bir anda onun uzun bacaklarına asıldığını görmek çok eğlenceli olurdu.
“Yansı ablanıza sarılın deseydin.” dedim hülmeye devam ederken.
“Aynen ondan yaptım.” dedi minik tebessümü yüzünde durmaya devam ederken.
Ateş şef yaptığı tatlıları süslemeye devam ederken Ayaz’ım da elinde destekle tuttuğu pastaya baktım. Yüzlerindeki o çocuksu gülümseme geçmişten kalan bir başka çocuğun acılarını dindiriyordu sanki.
“Bu tatlıları görmüştüm sosyal medyada. Şefi çağırmak için kırk takla atmış yönetim, şef çocuklara olduğunu duyunca gönüllü gelmiş.” dedim gösteriyi izlemeye devam ederken, yanımda duran Gece de bunu bilmiyor olacaktı ki beni dinledi.
“İyi bir adama benziyor.” diye devam ettim sesli düşünmeye, Gece konuşmadı fakat onun da şefe baktıpını görüyordum. Çok geçmeden cebimde duran telefonum çaldı, arayan yanında beyaz bir kalp emojisi olan kişiden başkası değildi.
“Oğuz.” dedim telefonu açtığımda. Etrafa bakındım onu görmek umuduyla lakin sarıya çalan kumral saçları veya koyu yeşil gözlerini göremedim.
“Yanlış yere bakıyorsun.” dedi telefonun ardından, “Sağ çaprazdayım.” dedi. Hızlıca bahsettiği yöne döndüm ve kazağı ile orada dikilen adam görüş açıma girdi.
Yüzüme yerleşen büyük bir tebessüm ile ona doğru ilerledim. Hayır, resmen koştum.
“Uyuz!” Kalabalığın arkasında olduğumuzdan sebep boynuna atladım, sarıldığımda mecazi anlamda ayaklarımın yerden kesildiğini hissetsem de bir süre sonra gerçekten ayaklarım yer ile teması kesti, beni kaldırıyordu.
Başımı, boynuna gömdüm ve sanki daha dün görüşmemişiz gibi derin bir nefes aldım. Aynısını o yapınca gülmeme engel olamadım, boynumda minik bir öpücük hissettikten hemen sonra dudakları şakaklarımı da buldu.
“Geciktim mi?” diye sordu Oğuz, kolları sıkıca beni sarıyordu.
“Hayır.” dedim gülümsemeye devam ederken. Beni bırakmadı ve fakat etrafa bir göz gezdirdi. Ortada ilginin merkezi olan şefi gördüğünde gözlerinde minik bir şaşkınlık hissettim.
“Onun burada olacağını biliyor muydun?” diye sordum yeşillerine bakarken. Hayır anlamında başını salladı.
“Normalde böyle etkinlikleri reddeder Ateş. Bilmiyordum, şaşırdım.” dedi. Gözleri Ateş ve bir başka nokta arasında kısa bir süre mekik dokuduktan sonra dudaklarında saklamaya çalıştığı minik bir sırıtış da gözümden kaçmadı.
“Neyse ne, ben sonra onunla konuşurum.” dedi Oğuz ve yeniden bana baktı. Gözlerinde başkalarına bakarken gördüğüm o koyuluk bana baktığında yok oluyor, karanlık ormanlar birdenbire yerini güneşin vurduğu en dingin ormanlara bırakıyordu. Doğayı ancak izlerken seven ben şimdi adeta dipsiz bucaksız ormanlarda kaybolmak istiyor gibiydim. Ben onu hep sevdim. On yaşımdan beri hayatımda olan bu adam benim için her daim kalbimdeydi fakat şimdi hissettiklerimi sevgi olarak adlandırmak güç geliyordu bana; bu başkaydı.
“Sana seni seviyorum diyemeyeceğim.” dedim aniden, gözleri hala gözlerimdeydi. “Şayet bu sevgi olamaz.”
Gözleri anlık titredi, ne diyeceğimi bekliyor gibiydi. “Ne peki?” dedi gözlerime bakmaya devam ederken.
“Bilmiyorum.” diye mırıldandım. Aşk deseydim şayet, bu ona söylediğim en büyük yalan olurdu. “Cevap için biraz araştırmam lazım.” dedim, “Kitaplarda aşktan da yüce bir duygu ismi olmalı mutlaka.”
Durdu, bir an bana bakmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Sonrasında yaşananlar ise beni on sekizimdeki halime geri döndürdü. İlk önce yanaklarımdan öptü, ardından alnımdan. Sonra gözlerimden, sonda ise fındık lakabını almama sebep olan o burnumdan. “Sen…” dedi, bir an duraksadı, hızlıca etrafına baktı. “Sen hayırdır, doktor? Yoksa benim için aşk romanları okumaya mı başladın?”
Güldüm:
“O da ne demek?” diye sordum kahkahamın arasından.
“Fındık, ben seni yirmi yılı aşkın tanıyorum. Yoksa..” dedi aniden, beni de döndürerek hızlıca arkasındaki boş duvara baktı, “Allah Allah, bir yere yazmamışsın da okuyasın.”
Gülmeye devam ederken daha da sıkı sarıldım, ben de farkındaydım. Hayatım boyunca kendimi bildim bileli romantik bir insan olmamıştım. Duygularımın arkasına saklanmak adetimdi fakat az önce söylediklerim bir iltifat değil, itiraftı.
“Ben de yaparım öyle şeyler, öğretmenim. Böyle aklını alırım işte, analamazsınız.” dedim gülmeye devam ederken, ellerimi yumuşacık saçlarına daldırdım. Etrafta alkış sesleri koparken biz ikimiz ayrı bir dünyada beraberliğimizi ilan etmiş, iki genç aiık gibi birbirimize sırıtıyorduk.
“Nasıl geçti?” diye sordu Oğuz, beni indirmişti. Yavaşça odanın ilerisinde duran masaya geçtik.
“Güzeldi. Şimdi bekleyeceğiz.” dedim. “Benimki amaç yönünden biraz daha farklı bir sunum olduğu için süre belli değil.” Anladım dercesine baş salladı Oğuz.
“Sunumda bulunan bir adam daha vardı, cihaza sermaye desteği sağlayıp ortaklık düşüncesinin olduğunu söyledi.”
“Ne düşündün?” diye sordu Oğuz, benim bu tür işlerden ziyade sadece cihazın işlevine odaklanacağımı bilirdi.
“Seri üretim falan çok umrumda değil ama hastalara ulaşabilir durumda olduktan sonra ve çalıştıktan sonrası önemli değil.”
Aramızdaki kısa sessizliğim ardından yanımıza doğru koşan Ayaz gülmeme sebep olmuştu.
“Oğuz abi!” diye koşmaya çalışan çocuk kalbimi ısıttı, yeri geldi gerçekleri de yüzüme vurdu, yüreğimi paramparça etti. Kalbimdeki ince sızının eşliğinde acı bir tebessüm ettim sadece.
Oğuz, kucağına aldığı çocuğa yaptığı işi anlatırken gözlerim odanın ortasında duran şefe ilişti. Bir anlığına baktığımda onun da bıyık altından baktığı yöne gözlerimi çevirdiğimde gördüğüm kadın Gece’den başkası değildi. Birkaç saniye bir tepki vermesem de Ateş’in izlemeye devam etmesi kaşlarımın havalanmasına, dudağımda ise bir sırıtışın oluşmasına sebebiyet verdi.
Ben yalnız bir çocuktum, bu da analiz yeteneğime yapılmış olan bir yatırımdı. Bu şekilde detaycı büyümek benim suçum olamazdı. Sırıtışıma engel olamazken hayatın bazen bazı detayları özellikle önüme serdiğini de düşünmeden edemedim.
“Hadi hayırlısı…” diye mırıldanmakla yetindim. Şimdilik.
🫣
Zaaflar. Yasaklı bir kelimeydi, hatta belki de bir günah. En azından durum bir ajan için böyleydi ve böyle olmalıydı.
İnsanı insan yapan belki duyguları, belki aklı, belki de iradesiydi. Bu herkes için farklı olsa da bir çoğu için cevap aynı yola çıkmalıydı.
Zaaflarımız: En güçsüz yanlarımız.
Bunlar insanı cesaretle adımladığı bir tünelde sıkıştırabilir, uçurumdan atlamasına sebep olabilir, acısını yutmasına ve hatta belki de boynuna urganı bizzat geçirmesine dahi sebep olabilirdi. Zaaflar, insanların bu hayatta en şükran duyduğu lakin onların ensesinden çekilmeyen soğuk bir namluydu. İşte tam da bu yüzden bir ajanın bütün zaafları bir toprak altında, eski bir sayfada veya sadece minik bir anıda kalmalıydı; terk edilmiş olarak.
Aybüke, Kale binasında odasına doğru hızlıca adımlıyordu. Onun zaafları zamanında vurulmuş ağır kırbaçlar olarak dönmüştü, genç yaşında ağır savaşlardan çıkmıştı. Kendisine en ağır cezaları vermiş, kendisini eğitmiş, çoğu insanın deyimiyle buzlar kraliçesi olma yolunda kendi tacını kendi takmıştı.
Zorunda kalmıştı.
Zorunda bırakılmıştı.
Odasına girdiğinde ona aylar önce verilmiş olan operasyonun dosyalarını kocaman olan toplantı masasına dizdi. Kalemliğinde duran kalemi aldı, açık olan saçlarını topladı. Üzerinde formal kıyafetlerin aksine ameliyat yaralarını zorlamayacak eşofmanlar vardı. Bugün, kimseyle görüşmesi olmayacaktı, sebebi ise normalde zorunlu izne ayırılmış olmasına rağmen Kale’de bulunmasıydı. Kimse onun burada olduğunu bilmiyordu.
Perdeleri kapalı, tek tük bir lamba açık, bütün haritalar ve dosyalar, fotoğraflar önünde bakıyordu kocaman masaya Aybüke. En başından düşündü her şeyi, kaçırdığı bir şeyler vardı. Belki de en başından gözünün önündekileri görememişti, bilmiyordu. Şimdilik.
Yavaş adımlarla masanın ettafında ilerledi, ilk dosyalara geldi. Tarihler birkaç ay öncesini gösteriyordu: Birkaç aydır iz üzerindeydi Anka Timi. Birkaç saha operasyonuna katılmaları dışında asıl bir göreve daha çıkmamışlardı.
Yusuf Alastan, diye düşündü Aybüke. Her şeyin başı, ailesinin katili, Kurul’un Türkiye ayağı…
Sevim Alastan, Yusuf’un biricik kardeşi, hayatta kalan tek aile üyesi. Yusuf’un işlerini yaptırdığı önemli bir piyon.
Tanju Coleman, Sevim’in eşi, istenmeyen damat. Medyaya malzeme vermemek adına yapılmış olan bir lojistik müdürü.
Bu düşünceleri akarken eline aldığı başka bir kalemle minik notları işaretledi Aybüke.
Şirketin yasadışı ticaretinin lojistiğini kontrol ediyor.
Bir not daha düştü Aybüke, bunu yazarken de düşündü.
Bütün teslimatları başarılı, yakalanma ihbarı kayıtlarda yok.
Tak, tak, tak…Düşünürken kalemin masaya vurulma sesi odanın duvarlarına çarptı. Tanju, bu kadar başarılı bir lojistik müdürü iken neden mevkii olarak yükselmemişti?
Ve o evde neden sevilmeyen kişi oydu?
Diğer bir dosyaya geçti Aybüke, yapılan gözlemlerden gelen fotoğraflar vardı. Sevim’in sürekli uğradığı tek tük moda evleri, katıldığı davetler…
Sevim aktif olarak çalışmıyordu, sadece Yusuf istedikçe onun adına bir simge olarak boy gösteriyordu. Bir süre önce Berlin’de katıldıkları çip operasyonundaki çipi Yusuf’a getirmekte onun göreviydi ve başarmıştı, kısmen. Türk istihbaratı, o çipi değiştirmişti fakat çip kriptoluydu, açılana dek kandırıldıklarının farkına dahi varmayacaklardı.
Ve çipi hala açamamışlardı.
Yusuf Alastan, Kurul ile şimdiye kadar iki genel toplantıya katılmış, üyeleri ile ise yurt dışında üç görüşme yapmıştı.
Yusuf başta olmak üzere bireysel olarak görüştüğü her bir adamın peşinde başka küçük timler atanmıştı.
Bakarken dikkatli bir şekilde bunca bilgiyi birleştirmeye çalıştı Aybüke.
Tak, tak, tak…Kalp ritmiyle beraber atan bir kalem sesi…
Soruyorlardı ona, neden hala izliyoruz, neden hala pasifiz diye. Öğrenci olduğu zamanlarda o da aynen sorardı, aksiyon isterdi, elindeki silahın ona güç verdiğini düşünür hemen ona sarılmak isterdi.
Hayat, silahını tuttuğunda en güçlünün aksine en güçsüz olduğu anın o anlar olduğunu kanıtlamıştı. Bu savaşta ilk önce zihinler savaşacak, gerekirse silahlar çıkacaktı.
Düşünmeye devam etti Aybüke, kalemle toplanmış saçlarından bazı tutamlar kaçtı. Gözlerini önceki kağıtlardan asla çekmedi.
İngiltere’de Hakan’ın gözlükleriyle fotoğrafını aldığı raporlara tekrardan baktı Aybüke. Uzun araştırmalar sonucu ellerindeki bu raporların kalp hastası bir çocuğa ait olduğunu öğrenmişlerdi. Kimlik bilgisine dair hiçbir şey yoktu, soyağaçlarında ise bu denli genç bir kişi kayıtlarda yoktu.
Kimdi bu denli önemli olan kişi ki Alastan onlarca doktoru seferber etmişti?
Bir tıp kongresini bile basmıştı.
Kimdi bu genç ve Alastan’ın bundan çıkarı neydi?
Tak, tak, tak….
“Aah!” Elindeki kalemi duvara doğru sertçe savurdu Aybüke, sinirle saç diplerini sıktı. Bir şeyler biliyordu lakin hiçbir şey bilmiyordu. Bu denli bir ipteydi ve zaman su gibi akıyordu. Gençlik zamanlarındaki gibi bir lidere ajanlık etmiyordu, başkan artık oydu. Bu denli bir sorumluluk ise koca bir insanı bile ezmeye yetecek güçteydi.
Ani hareketinden dolayı sargılı yerinin sızladığını hissetti Aybüke, masaya doğru eğildi ve fakat tahtada asmış olduğu fotoğraflardan gözünü çekmedi. Onun fotoğrafı da oradaydı, Alastan’ların soyağacında. Öfkeyle bakmaya devam etti Aybüke, masada duran ellerini sıktı.
Ona, yirmi sekiz yaşında koca bir operasyon başkanlığını yapacaklarını söyleselerdi gülüp geçerdi. Şayet Aybüke başıboş sokaklara aitti, devlete çalışmak bir yana sokakların ona verdiği rütbedeydi. Hoş, hayat insanı bir yerden bir yere vuruyordu. Şimdi buradaydı işte. Çeşitli sebepleri vardı bunun, o nedenlerden birinin fotoğrafı da tam karşısında duruyordu.
Onur A. Coleman
Canının acıdığını hissetti Aybüke, bileklerine doğru akmış olan kanı ancak fark etti. Yarası kanıyordu. Bu kadar fevri mi davranmıştı? Oysa doktor zar zor ikna olmuştu taburcu olmasına. Dikkat et demişti ona fakat o yine dinlemiyordu kimseyi.
Aybüke ne zaman kendisine değer vermeyi öğrenecekti?
Bir insan kendisini bu denli neden önemsemezdi? Bir evi olmayacak kadar hem de…
“Bana öyle bakmaya devam mı edeceksin?”
Aybüke, arkadan gelen ses ile irkildi ve cebinde taşıdığı minik bıçağı fevri bir şekilde sesin olduğu yöne doğru fırlattı. Dalmıştı, hem de onu son on beş dakikadır izleyen Atlas’ı fark etmeyecek kadar. Yorgundu.
Atlas, eğitimli bir ajan olmasaydı alnının ortasına isabet edecek olan bu bıçak nedeniyle ölmüştü. Neyse ki o hem Aybüke hem de refleks hakkında eğitimli bir ajandı.
Atlas, ona gelen bıçaktan refleksle kaçmış, sadece kulağının üstünü çizen minik bir kesikle kurtulmuştu.
Aybüke, duvar kenarında ona şaşkınlık ve belki de derinlerde hayranlık ile bakan adama şaşkınlık ve korkuyla baktı.
Daldığı andan toparlandı. Saçlarını karışırdı, yaralarının sızısını da örtmeye çalışarak, “Ne işin var senin burada?” diye sordu.
Öfke denen maskesini kuşanmıştı yeniden.
Atlas ise Aybüke’nin aksine kızgın görünmüyor, elinde tuttuğu bıçak yavaşça kapıya uzanıyordu. Aybüke, merakla karşısındaki adamı izlerken ne yapacağını kestirmeye çalıştı ve beklemediği oldu.
Atlas kapıyı kilitledi.
“Ne yapıyorsun sen?” diye sordu Aybüke, şaşkınlıktan adeta küçük dilini yutacaktı. Atlas ile sınırları keskin bir şekilde çizilmişti fakat son zamanlarda Atlas’ın o çizgiyi kazıma hevesi arşa yükselmişti.
Atlas, elinde tuttuğu bıçağı kargo pantolonunun cebine attı ve yavaşça masanın önünde dik duran dik durmaya çalışan kadına ilerledi.
“Sakin olun başkanım. Siz zorunlu izne ayrıldınız, burada olmamalısınız. Evinize giderken de odanızın kapısını kilitlediniz.” Atlas konuşmasını bitirdiğinde kadının karşısında dikiliyordu, “Bu kadar.”
Sakinliği delirtecek türdendi. Aybüke’nin aksine o, dingindi. En azından dışarıdan. Hoş, bu adamın içinde kopan ve yıllardır sönmemiş olan fırtınalardan hiç kimsenin haberi yoktu. Ve kimse, gözlerinden bu fırtınaları görecek kadar onu iyi tanımıyordu.
O hariç.
Aybüke sustu şayet Mustafa başkanın kulağına bunun gitmesi onun için pek iyi olmazdı.
“Ne işin var burada?” diye sordu Aybüke umursamazca önüne dönerken. Önündeki dosyalara bakmaya devam etti fakat az önceki gibi odaklanması imkansız gibiydi. Bunun için ayrıca öfkelendi.
Atlas, elleri arkasında birleşmiş bir şekilde tahtada asılı duran fotoğraflara bakarken Aybüke ne yaptığına bakmak için birkaç saniyeliğine başını kaldırdı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Aybüke hayretle.
“Ben olsam ben de sinirlenirim.” diye söylendi Atlas, fotoğrafını beğenmemişti. “Başkanım, bilerek mi en kötü fotoğrafımı seçtiniz? Art niyet aramalı mıyım?”
Aybüke, karşısındaki adamın bu tepkisine yüz buruşturdu. Gözlerini devirdikten sonra önüne döndü lakin Atlas’ın da onu taklit ettiğini gözünden kaçırmadı.
Atlas, Aybüke’yi taklit edip gözlerini devirdi. Aybüke, derin bir nefes verdi, ardından Atlas. Aybüke öfkeli gözlerle adama baktı, Atlas yansıması misali kadının gözlerine daldı.
“Çocuk musun Allah aşkına?” diye sordu Aybüke. Atlas, yanındaki masaya yaslandı, ellerini bağdaş yaparak kadının yüzüne baktı lakin Aybüke bakışlarını önündeki kağıtlardan asla çekmedi.
“Arada çocuklaşmak gerekir Aybüke başkanım.”
“Sence bizim öyle bir seçeneğimiz mi var?” diye sordu Aybüke, o sırada malikaneye ait fotoğraflara bakmakla meşguldu.
“Siz çocuklaşıyorsunuz ama.” dedi Atlas beklenmedik bir şekilde. Aybüke, bu duyduğunun karşısında yanındaki adama baktı, Atlas ona yeşil bakışlarıyla dikkatli bir şekilde bakıyordu. Hatta Aybüke onu tanımasa kendisine öfkeli olduğunu bile düşünebilirdi o bakışlar sebebiyle.
“Bu da ne demek?” diye sordu Aybüke.
“Kusura bakmayın başkanım ama aramızdaki…” Atlas bunu söylerken işaret parmağı ile aralarındaki mesafeyi işaret etti. “Aramızdaki rütbe farklılığı nedeniyle sizinle öyle konuş-“
“Şimdi mi geldi aklına rütbe?” dedi Aybüke, doğruldu ve yüzünü Atlas’ın yüzüne istemsizce yakınlaştırdı. Hoş, yüzündeki öfke hala oradaydı. “Uzatma da söyle. Bundan nefret ettiğimi sen çok iyi biliyorsun.”
Atlas gülümsemesini tutmaya çalışarak yaslandığı yerden doğruldu. Bakışlarını karşısındaki esmer çehreye odakladı:
“Asıl çocukluğu sen yapıyorsun çünkü ameliyatlısın. Canın yanıyor…” Atlas, yarasının olduğu yere eşofmanının üzerinden dokundu lakin dokunmaya bile kıyamadı, ancak parmak uçları seyirdi kumaşın üstünden. “Canın yanıyor ve sen hala burada çalışıyorsun. Evine git Aybüke, yorgunsun.”
Aybüke karşısındaki adama bakmakla yetindi, bir süre bir şey söylemese de ağzından çıkan tek cümle ikisi için de yeteri kadar acı vericiydi:
“Benim bir evim yok, Atlas. Kaybettim.”
Atlas birkaç dakika boyunca sadece izlemekle yetindi. Aybüke kağıtlarla ilgilenmeye dönse de Atlas kısa bir süre kendine gelemedi çünkü Atlas’ın da tek evi o yangınla beraber kül olmuştu ve yine ikisi de bir başka yuva bulamamıştı.
Aybüke yanıbaşındaki adamı görmezden gelmeye çalıştı, şayet buna alışmıştı. “Bir şeyler kaçırıyorum.” dedi kendi kendine. “Gözümün önündekini göremiyorum ve bu bizim aleyhimize işliyor.”
Atlas yaslandığı yerden kalktı, kağıtlara döndü. Onca kağıt, onca fotoğraf ve rapor… Hepsi kendi ailesine aitti. Bu durumu kabullenmesi çok canını yakmıştı ama buradaydı işte.
“Alastan’lar önümüzdeki süreçte baloya katılacaklar.”
“Haberim var.” dedi Aybüke ve bunun üzerine Atlas minik bir kahkaha attı. Tabi ki biliyordu, kim bilir Aybüke daha kimsenin bilmediği nelere hakimdi.
İkisi beraber yan yana durdu, aynı kağıtlara baktılar. Bir süre sonra yeniden konuştu Aybüke:
“Daha yakına girmemiz gerek Atlas. Çok daha yakına.”
Atlas, elleri cebinde yanındaki kadına döndü:
“Nasıl bir plan var aklında?”
“Planım olduğunu da nereden çıkardın?” diye alayla sordu Aybüke lakin düşündüğünü Atlas dile getirdi:
“Aybüke Akman’ın her daim bir planı vardır, bizzat deneyimledim.”
Yüzü hala kağıtlara bakarken sırıttı Aybüke. Evet, aklında bir fikir vardı ve bu planın çalışmasıyla Alastan’a dair büyük bir koz yakalamaları mümkündü. Somut bir delil yakalaması ile beraber Kurul’a giden yolu belirleyebilir, bir süre sonra da Yusuf Alastan anonim bir ihbar ile yargıya alınabilirdi. Fakat şu an Türkiye’de bu denli güçlü bir adamın sorgusuz ve kanıtsız bir biçimde göz altına alınması halkı ayaklandırmakla beraber Alastan’ın önlemlerini arttırmasına sebebiyet verebilirdi. Hoş, Alastan bugün içeriye girse iki saat içerisinde bir avukat ordusuyla dışarı çıkabilecek güçteydi.
“Ne yapıyoruz başkanım?” diye sordu Atlas.
Aybüke bakışlarını ona çevirdi:
“Şimdilik sadece sen ve ben minik çaplı bir oyun oynayacağız, Atlas Coleman.”
“Sizinle oynadığım oyunlar her daim eğlencelidir, Aybüke Akman.”
Birbirlerine bakarken anlık bir dikkatsizlikle birbirlerinin bakışlarına daldılar. Atlas, karşısındaki kadına bakmaya devam ederken bir şey fark etti. İstemese de gözlerini çekti ve odanın köşesine doğru ilerledi. Aybüke kaşları çatık bir şekilde ne yaptığına baktı ve ona doğru yaklaşan adamın elindeki yardım kitini fark etti.
“Yaran kanamış.” dedi Atlas yardım kitini masaya bırakırken. Uzaktaki tekki koltuğu Aybüke’ye doğru itekledi. Aybüke oturmadı, birkaç saniye yeşilin en güzel tonu olan gözlere baktı. Omuzlarının tutulmasıyla oturmak zorunda kaldı. Atlas, tek dizi üzerine çöktü, karşısında oturan kadınla aynı boya geldi ve gözlerine baktı. Yarasını açmak için izin istedi sessizce lakin Aybüke beklenen tepkiyi vermedi, öfkelenmedi. Sadece şaşırdı. Kendisi, kendi yaralarına bakmayı öğrenmişti. Şu an kendisine bir dikiş dahi atabilirdi. Hayat, onu öğrenmek zorunda bırakmıştı. Uyurken, çalışırken, yürürken kanayan yarasını bir aynada fark etmediği sürece o yara hep kanamaya devam ederdi. Yıllar sonra böylesine bir ilgi ve dikkat onun şaşırmasına sebep olmuştu.
Aybüke, sarışın adama bakarken tişörtünün kenarını kaldırdı. Göğsünde ve omzunda bulunan iki derin yarası sarılıydı fakat üzerine bulaşan kırmızılık ve kolundan süzülmüş olan kan kurumuştu. Atlas o yaralardan kaçmamaya çalıştı, Aybüke’nin yerine onun canı daha fazla yandı. Aybüke, tişörtünün tek kolunu çıkarmış karşısındaki adamın yarasıyla ilgilenmesini izliyordu.
Atlas, kan bulaşmış olan sargı bezini yavaşça açmaya başladı, açtıkça yüzü acıyla buruştu oysa Aybüke bunca acıdan sonra bağışıklıydı. Derin bir sessizlik odaya hakimken arada bir Aybüke’nin inlemeleri çarptı duvarlara.
“Özür dilerim, canını mı yaktım?”
“Yok, yok yakmadın…”
Atlas, temizlediği yarayı sarmak için yeltendi. Tişört sebebiyle zorlansa da belli etmemeye çalıştı, Aybüke’ye tişörtünü çıkartabilir misin diye soramadı fakat Aybüke’nin kendini geri çekmesiyle ona uzanan elleri hava kaldı. Aybüke, yavaşça tişörtünü çıkardı.
Atlas, duraksadı. Aybüke’nin sert bir tavırla onu durdurmasını, ‘Bırak ben yaparım.’ diye karşı çıkmasını bekledi fakat bunların hiçbiri olmadı. Karşısında onca zorluğa ve savaşa göğüs vermiş olan kadın en savunmasız haliyle ona bakıyor, yarasını sarmasını bekliyordu.
Aybüke, Atlas’ın yaralarını sarmasına izin vermişti.
Atlas’ın sarı saçlarına baktı Aybüke, yaş aldıkça koyulaştıklarını fark etti. Uzun zamandır bu denli yakın olmamıştı. Çillerinin sol yanağında arttığını, yeşil gözlerine sarı lekeler bulaştığını fark etti. Saçlarına sarı loş bir ışık vurdu, büyüdükçe saçlarının gürleştiğini fark etti.
Aybüke’nin yüzüne sarı loş bir ışık vurdu, teninin yıllar geçtikçe karamele daha da yakınlaştığını fark etti Atlas. Gençken daha soğuk alt tonlu olan ten renginin sıcaklığını fark etti. Kahverengi gözlerinin ışıkla beraber bal rengine büründüğünü tekrar hatırladı, saçlarını kestikçe gürleştiğini gördü. Gençken hep ördüğü saçları şimdi gürleşmişti, uçlarında boyadan geriye kalan sarılar vardı.
Elindeki sargıyı özenle doladı yaraya. Çok geçmeden eline bir ıslak mendil aldı, kolundan aşağı süzülmüş olan kanı sildi. Omzundan başladı kurumuş kanı silmeye, teni eskiye nazaran çok daha fazla sertleşmişti: Yıllarca siren antrenmanlar Aybüke’ye kaslı ve dayanıklı bir vücut bahşetmişti. Yer yer izler vardı esmer teninde.
Pansuman bittiğinde bir süre uzaklaşamadı Atlas, aynı şekilde Aybüke de onu itmedi. En son belki de on sene önce hissettiği kokuyu tekrar kokladı. Belki de on yıl sonra ilk defa bu denli savunmasızdı birinin karşısında. Kahverengi ve yeşil çok uzun zaman sonra buluştu.
“Bu kapı neden kilitli ya?” diye tiz bir ses duyuldu kapının ardından, kapının kolu zorlandı. Aybükr ve Atlas daldığı uykudan uyandı, Aybüke çıkardığını unuttuğu tişörtüne uzandı. Giymeye çalışırken yarası zorlandı, bir kolunu Atlas’ın yardımıyla giydi. Kapının önündeki kız her kimse kol zorlanmaya devam ediyordu. Atlas ağzında bir şeyler gevelese de sessiz olmaya devam etti. Aybüke’ masasındaki ışığı kapattı ve Atlas’a döndü.
“Ne?” dedi Atlas, şayet Aybüke bir şey istermiş gibi bakıyordu.
Aybüke kaşlarıyla kapıyı işaret etti. “Seninki kapıda, uzaklaştır şunu. Çalışacağım.”
Atlas, şaşkınlıkla öfkesini kuşanan kadına baktı:
“Seninki derken? Nereden benimki?”
Aybüke, bayık bakışlarını yanındaki adama kısa bir süre için çevirdi, Atlas’ın istemsizce flörtleşmiş bulunduğu asistan kapıdaydı. Atlas sabır diledi, her ne kadar yanlış anlaşılmayı açıklamaya çalışmış olsa da Aybüke tam tamına bir yıldır ikna olmamıştı ve, “Senin özel hayatın beni ilgilendirmez Atlas.” diyerek geçirmişti.
Atlas, derin bir nefes aldı. Şimdi o da sinirlenmişti. Eline herhangi bir dosya aldı, kapıya doğru ilerledi, zorlanan kapı kolunun kilidini açtıktan sonra hızla açılan kapı neticesinde kız sendeledi.
“Atlas?” diye şaşkınlıkla konultu kız, dikkatle Atlas’ın arka tarafındaki odaya bakmaya çalıştı fakat Atlas boyu ile bütün kapıyı kaplayabilen bir adamdı.
“Ne var?” diye sordu Atlas. Karşısında duran kız hala arkasındaki karanlıktan birilerini görmeye çalışıyordu:
“Ne yapıyorsun burada?” diye sordu kız.
“Aybüke başkan izinli, Derya hanım. Dosya aldım. Ne oldu, niye sordunuz?”
“Kapı neden kilitli?”
Bir kere daha yüzünü avuçladı Atlas.
“Başkanımız böyle uygun görmüş, demekki bazı insanların odasına girmesinden korkmuş, değil mi?” Kızı kolundan tuttuğu gibi ilerletti, kapıyı kapattı. Odanın içinde karanlığa gömülen Aybüke ise yeniden kapıyı kilitledi ve bir süre kapının ardında kaldı. Oda Atlas’ın gitmesiyle beraber kapkaranlıktı.
Dayandığı kapının eşiğine çöktü Aybüke, kimse yokken güçlü olmasına gerek yoktu. Yere oturdu, dizlerini çekti. Atlas haklıydı, yorulmuştu. Karanlık odaya hüküm sürerken o iki kişilik koltuğa doğru ilerledi, cenin şeklinde koltuğa yattı ve bakışlarını toplantı masasının yanına çekilmiş olan tekli koltuktan ayırmadı. Camdan süzülen ışık bir fotoğrafa vuruyordu. Atlas, o fotoğrafı beğenmediğini söylemişti. Özellikle seçip seçmediğini sormuştu dalga geçmek için ama o fotoğraf Aybüke’nin belki de en sevdiği fotoğraftı.
Bunu Aybüke kendisine bile itiraf etmemişti. Evet, o fotoğrafı özellikle seçmişti.
Bakışları fotoğraf ve koltuk arasında mekik dokurken artık dayanamadı, kısa bir süre sonra uykuya daldı. Tek bir koltukta, yanı başında operasyon belgeleriyle, üzerinde örtüsüz bir şekilde odasında kısa süreceğine emin olduğu bir uykuya daldı.
🥺
Ocak ayının ortaları olmasına rağmen hala kar yapmamıştı İstanbul’a. Soğuk her yere işlemişti fakat beyaz örtü bu gürültülü şehre uğramamakta inatçıydı.
Uçağın camından griye boyanmış bulutlara bakarken kar yağmasını diledi genç kız. İngiltere’den kısa bir süreliğine de olsa amcası bildiği ailenin yanına dönüyordu.
“İstanbul bugün beş derece ve bulutlu sayın yolcularımız, hafif bir yağmur da eşlikçimiz. Yaklaşık bir yirmi dakika içinde inişimizi tamamlayacağız…”
Uçakta inişini bekleyen kızı Eleanor Coleman’dan başkası değildi. On beş yaşındaydı ve İngiltere’de doğmuş, orada büyümüştü. Anne ve babasının ölümünün ardından Sevim ve Tanju dayısı onu kendi kaydına geçirmişti. Şimdi ise amcası Yusuf Alastan’ın ricasıyla Türkiye’ye ayak basacaktı. Bir balo var demişti amcası, senin de gelmeni istiyorum.
Uçak inmiş, yolcular ayaklanmıştı. Onu uçaktan alacak olan siyah arac çoktan dışarıda bekliyordu. Elindeki çantasıyla uçağın kapısına doğru ilerledi ve tam tahmin ettiği gibi üç siyah araç ve dışarıda onu bekleyen amcası oradaydı. Yusuf, kollarını sarılmak amacıyla açmış bekliyordu. Normal bir çocuk olsaydı kollarına doğru koşardı lakin Eleanor bir kalp hastasıydı, koşamazdı.
“Uncle! (Dayı)” Türkçesi yoktu Eleanor’un, hala tam tamına öğrenememişti bu dili.
“Eleanor, güzel kızım. Hoşgeldin. Hadi, eve gidelim, daha fazla soğukta kalma.”
Güldü Eleanor:
“İngiltere bundan çok daha soğuktu amca.”
“Oraları bilmem lakin benim ülkem üşütmez, hadi. Geç arabaya.”
“Türkiye’yi bu denli seviyor olman göz yaşartıcı amca, sınıf arkadaşlarım senin haberlerini bana sorup duruyor. İnanılmaz.”
Güldü Alastan, araba çalıştı, malikaneye doğru yol aldılar.
“Gerçekten bu kadar cömert olman göz yaşartıcı. Türk halkı seni çok seviyor olmalı.”
Elini yanındaki kızın eline koydu Yusuf, “Daha benim hakkımda öğreneceğin çok şey var Eleanor.”
“Sabırsızlanıyorum amcacığım. Ne kadar kalacağım burada?”
“Baloya bir katılalım, devamını düşünürüz.” dedi Yusuf camdan dışarı bakarken. Bu sefer gülen yine Eleanor’du.
“İmkanın olsa beni buraya zincirlersin, değil mi amca? Türkiye'de kalmam işine gelir gibi, ha?”
“Türkiye’de yanımda kalman tabi ki çok hoşuma gider.”
“O zaman neden hiç Türkiye’ye gelmeme izin vermedin, hep erteledin.” dedi Eleanor amcasına bakarken. Yusuf yeniden kızın elini sıvazladı:
“Konuşacağımız çok şey var sevgili Eleanor, şimdi biraz dinlen. Vaktimiz bol.”
İstanbul’a daha kar yağmamıştı lakin her bir yan buz kesiyor, sıcaklık günden güne düşüyordu. Bacalardan çıkan dumanlar kandırıyordu gözleri fakat ısınmaya yüz tutan evlerin buz kesmesine günler kalmıştı.
“Sonunda Atlas amcamla da tanışacağım, değil mi?” diye sordu Eleanor.
“Evet, Eleanor. Artık onunla da tanışacaksın. Umarım yanına yeterli eşya almışsındır, buraya bayılacaksın.”
“Çok eminsin amcacığım.”
Güldü Alastan, malikanesinin tepesi ağaçların arasından yavaşça görünmeye başladı:
“Adım gibi sevgili Eleanor. Soğuğa bile çare olacaksın sen.” Sesli güldü kız.
“O nasıl olacak amcacığım?”
“Adın Türkçe ne demek biliyorsun değil mi?”
Baş salladı Elanor, anlamını bilmiyordu ve aklına hiç düşmemişti.
“Türkçe bilmen daha anlamlı kılacaktır ismini. Parlayan güneş demektir Eleanor, sen de hayatımıza bir güneş misali doğacaksın.”
Eleanor Coleman, anlamı güneş olan, an itibari ile Türkiye'ye gelmişti.
…
Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?
İlk kitabın finaline çoook yaklaştık… inanılmaz heyecanlıyım çünkü uzun bir zamandır alt yapıyı dokumaya çalışıyorum ki ilk kitabın finalinde öğreneceğimiz sırlar anlamlı olsun.
ÇOK HEYECANLI A DOSTLAR🥹🫣
Yorum yapmayı es geçmeyin lütfen❤️🔥
Çok kalp, yakında yeni bölümde buluşmak dileğiyle…
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
13.04k Okunma |
895 Oy |
0 Takip |
40 Bölümlü Kitap |