Bakın size ne göstereceğim! Okul kapanmadan önce sıkıntıdan derste karalamıştım, çok iyi değil zaten yarım saatlik bir karalama ama idare eder. Yansı ve Gece'nin üniversite yıllarındaki gençlik hallerini hayal etmeye çalışmıştım. Bunu da buraya kondurup gidiyorum :)
"sen bölüm atar mıydın ya? hiç atmasaydın." diyenleri duyar gibiyim, özür dilerim :(
biraz kısa ama devamında kurul ile alakalı detay bir sahne olduğu için tek bölümde sıkıştırmak istemedim.
(Bu bölümde oy ya da yorum sınırı yok çünkü çok zaman oldu bölüm atmayalı :(( utandım istemeye )
iyi okumalar dilerim,
25.Bölüm
(2. Kitap 3.Bölüm)
"Sonsuza Dek Evet."
"Seni düşünmek güzel şey,
ümitli şey,
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil,
şarkı söylemek istiyorum..."
-Nazım Hikmet
Bazen hayatın sadece birkaç dakikaya saklı olmasını istiyor insan. Şimdi karşımda duran beyaz tavana bakarken yalnızca bu düşünce var aklımda, keşke seçtiğimiz bir iki anda takılıp kalsak… Hayatımda öyle anlar oldu ki bazen ağlamaktan içim çıktı, bazen çok gülmekten ötürü yüzümde çizgiler oluştu, bazen gözyaşlarım gururdan döküldü. Hayatım için bir seçme şansım olsaydı bunlardan bir kaçını seçerdim elbet.
Ama en çok istediğim Oğuz’un her anımda olmasıydı.
Tek mutlak dileğim aşkımdı.
İlk ve son aşkım.
Bu beyaz tavana son beş- beş buçuk ay yalnız baktım. Ağlayarak baktım, hüzünle baktım, buruk bir gülümseme ile baktım…
Dün şehvet, bugün ise aşkla baktım.
Yattığım yer belki de ilk defa bu kadar rahattı oysa aynı yatakta yatmıştım aylarca. En iyi uykumu dün gece, bir çift kolun arasına saklandığımda aldım. Yatarken ağlamadım, yastığım yaşlarımdan ötürü ıslanmadı, rimelim beyaz çarşafı kirletmedi. Komidindeki saat sabahın yedisini gösteriyordu. Normalde içtiğim zaman öğlene kadar uyurdum ama Oğuz beni ayıltmıştı. Ayılmamak ne mümkün…
Başımda hafif bir ağrıyla bakıyordum tavana. Kıpırdanmak çok istemiyordum şayet Oğuz’un kolları beni bir ahtapot misali sarmıştı. Hareket alanım kısıtlıydı ama şikayetçi olan yoktu. Burada, boynunun çukurunda dahi takılı kalabilirdi ömrüm. Ellerim kollarına sarılmış, kafamı boynuna gömmüştüm. Nefes alıyordum.
Kokusu bana yaşadığımı hatırlatıyordu. Bir kokuya olan bağlılık yaşatır mıydı insanı?
Yaşatıyormuş.
Kumral rengi sakallarında gezdirdim parmak uçlarımı, kapalı gözlerine ulaştı ellerim. Saçları dağınık, sakalları uzundu. Yorganın altına, onun kollarına gömülmüştü bedenim, kıyafetlerim odanın bir köşesinde öylece duruyordu.
Ellerim kollarında gezerken kollarının ağırlığının hafiflediğini hissettim. Gülümsedim, “Uyandın.” dedim mayhoş bir sesle. Çok geçmeden kirpikleri kıpırdadı, yavaşça yeşilleri görüş açıma girdi. Yeşillerinin arasında sarı hareler güneş misali parlıyordu bu sabah. Konuşmadı, burun burunayken bir süre gözlerime baktı. Gülümsedi ve gülümsemesi her şeyi bırakıp gitmemi sağlayacak kadar etkileyiciydi. Güldüğünde yanağında oluşan gamzeler mesela, insana anı unutturacak biçimde güzeldi. Gamzesinden öptüm. Yanaklarıma minik minik öpücükler kondururken sakalları gıdıklıyordu. Güldüm.
“Sakalların gıdıklıyor.”
Bunu, gülücüklerin arasından söylememle gaza basmış gibiydi; boynumdan, alnımdan, omzumdan…Her yerime öpücükler kondurmaya başladı, kahkaha atmamak elde değildi.
“Oğuz!”
Durduğunda yeniden yeşilleri gözlerime değdi. “Günaydın.” dedi derin sesiyle. Sanırım onu ilk uyandığında görmemem gerekiyordu, o ses… O ses de ne be öyle?
Bir an için yüzüme hayretle baktı, hafif geri çekildi.
“Ne oldu?” dedim tuhaf bakışlarına nazaran. Bir an işin cevap vermedi ama sorgulayan bakışlarım sürdü.
“Sen…Sen utandın mı?” dedi, dudakları haylazlıkla iki yana kıvrılmıştı.
“Ne? Hayır?”
Yalan söylüyor olma ihtimalim? Yüksek.
“Kızardın.” dedi gülümsemeye devam ederken. Ellerimi ısınan yanaklarıma götürdüm.
“Yok, allık o. Uçmamışsa demek ki…”
“Emin misin?” dedi gülmeye devam ederken. Başımı sallayarak onayladım. Utanmaktan utanmıştım…Oysa dün gece utanmaz arlanmaz bir şekilde dahası için yalvaran ben değildim gibi. Burnumdan bir kere daha öptü, yeniden sıkı sıkı sarıldı. Kendimi kollarına teslim ederken huzurla baktım ona. Ağırlığını yeniden yavaş yavaş üstümde hissederken konuştum:
“Uyuyacak mısın sevgilim?”
“Hm.” dedi yüzü boynuma gömülüyken.
“İstanbul'a dönmeden vakit geçiririz diye düşünmüştüm.” dedim. Onunla beraber ikinci kez burada oluşumdu, onunla vakit geçirmek istiyor; el ele gezmeyi diliyordum. Bu ülke bende kötü izler bırakmıştı, üstünü tek bir gün ile kapatmak istiyordum.
“Bence burada da vakit geçirebiliriz.” dedi boynumu öperken.
“Sevgilim…Oğuz ya!” dedim kıkırdarken. “Şurada bir şey anlatmaya çalışıyorum aşkım.”
“Dinliyorum.” dedi ama dikkati başka yerdeydi. Boynumu ve omzumu öpüyor, asla durmuyordu.
“Aybüke’ler nerede?”
“İşleri vardır. Bilmiyorum.”
Yanaklarımdan öpmeye devam etti. Ben de dayanamıyor, saçlarına öpücükler konduruyordum.
“Ne zaman dönüyoruz?”
“Bilmem.”
“Uyuz! Ya bir düzgün cevap ver sevgilim, planım var şurada.” dedim gülümserken. Dudakları dudaklarıma kapandığında yalnızca aşk değil, sonsuz bir huzur işgal ediyordu aklımı. Dudakları dudaklarımı emerken sanki zaman duruyordu ve ben bir boşlukta öylece süzülüyordum.
“Bal dudaklı sevgilim.” dedi kısık sesiyle. Yeşillerini yeniden araladı, dirseğinin üzerine kalkarak yüzüme doğru eğildi, “Neymiş senin planın? Söyle bakayım.”
“Gitmeden beraber gezeriz diye düşünmüştüm.” Bütün vücudumu yorganın altına soktum, yalnızca gözlerim açıktaydı. Neden bunu yapıyordum, bilmiyorum. Çocukluk işte…
“Ama eğer işimiz var ise olmasada olur yani-“
Dudakları yeniden dudaklarıma kapandı, ömrüm boyunca böyle susturulabilirdim.
“Gezeriz. Sen iste yeter. Nereden başlıyoruz?”
“Ya! Gerçekten mi?” Kollarını boynuna sevinçle doladım. Eli sırtımda beni desteklerken birbirimizi doyasıya öpüyorduk.
Belki de bu bir rüyaydı çünkü daha bir gün önce, her şey kurduğum birer hayalden ibaretti. Rüya ise dahi kendi masalımda uyuyan güzel olmaya razıydım.
“Saat kaç?” diye sordu.
“Sekize geliyor.”
“Oha Fındık, senin şu an rem uykunda falan olman lazımdı. Sen hayırdır?”
Cevabımı yalnızca daha da sıkı sarılarak verdim. Geniş omzuna öpücükler kondurdum. Sırtındaki yaraların yanında artık bana ait izler vardı.
“Ya da boşver gezmeyi, yatakta kalalım.” dedi benimle beraber yorganın altına girerken. Sesli kahkahalarım beş aydır ruhsuz olan duvarlarda yankılandı. Belki de bu gerçekten bir rüyaydı ve ben çok korkuyordum. İkimiz de yataktan ancak ayrılabilmiş, giyinmiştik. Saat sabahın dokuzunu gösterirken evden çıkmış, el ele London Eye’a doğru yürümeye başlamıştık. Thames River’ın üstündeki köprüden el ele geçiyor, sabah yürüyüşüne çıkan insanlara bakıyorduk. Bugün hava güneşliydi. Mont yerine kot ceketim yeterliydi beni ısıtmaya. Bir de koluna girdiğim, durmadan saçlarıma öpücükler konduran bir adam…
Beni kendi karanlığımdan dahi çekip çıkarmayı bilen bir adam…
“Şu ileride hep gittiğim bir fırın var, oraya gidelim mi? Acıktım.”
“Gidelim sevgilim.” dedi. Elinden sıkı sıkı tuttum, köprü boyunca ilerledik. Etrafımda yaşananlar artık gözüme çarpar olmuştu. Son beş ayda bu köprüden belki de elli kere geçmiştim ama köprü sonundaki şapkacıyı, köpeğini yürüten insanları, nehirden geçen tur gemilerini; London Eye’ı ardına alıp fotoğraf çekinen kız çocuklarını daha önce hiç fark etmemiştim. Şimdi gözlerim açılmıştı sanki, insan hayattan zevk aldığında görmeye başlıyormuş.
Bakmak bir şükür sebebiyken görebilmek bir nimetti.
Fırına giden yolda yürüyorduk şimdi, köprüyü aşmıştık. Bu yolun hemen kenarında fenerlerin asıldığı az yüksek bir duvar vardı. Bakışlarımı oraya döndürdüm. Kulaklarında kulaklık, gözlerinde siyah bir gözlükle bir adam yalnız başına izliyordu London Eye’ı. Hemen yanında, tütülü elbisesi ile o duvarın üstünde ailesine poz veren minik bir kız çocuğu vardı. İki farklı hayat yan yana, her birimiz aynı dünyada…İnsan olmak acı vericiydi ama şansım olsa yine bir insan olarak varolmayı dilerdim. Şanslı ve şanssızdık, bu iki şeyin ortasında bir yerde yürüyordu bütün insanlık.
“Fındık?” dedi Oğuz elimi baş parmağı ile okşarken. “Daldın güzelim.”
“Hiç. Öyle etrafa bakınca bir düşündüm.”
“Ne düşündün?”
“Bizi. Her şeyi. Elini tutmak bile hayal gibi hissettirir oldu.”
Bir süre bana baktı, elimi dudaklarına doğru götürdü. Ameliyatlardan ve plastik eldivenlerden kurumuş ellerime bir öpücük kondurdu. Elimin kenarları dünden kalan boyalarla kaplıydı hâlâ.
“Sana söz, evlenelim. Bir daha ayrılık yok.”
“Ölümden başka.”
Bana döndü, alnını alnıma yasladı. “Ölümden başka.”
Fırın görüş açımıza girdiğinde yavaşça karşıya geçtik, sabahın bu erken saatinde her şey taptazeydi. Kahvaltılık bir şeyler alıp nehir kenarının yanında bir duvarın üstüne kurulduk. Bağdaş yapmış, az önceki insanlar gibi oturuyorduk.
“Ne zaman dönüyoruz?” diye sordum kruvasanı çiğnerken.
“Bu gece diye tahmin ediyorum ama yarın sabah da olabilir. Aybüke’lerin işine bağlı.”
“Buradalar mı? Operasyon mu var?”
Başını evet anlamında salladı., “Küçük bir araştırma.”
“Herkes iyi mi? Son beş ay, nasıl geçti? Gece iyi mi?”
Gözlerime baktığında sevginin yanında gelen acımayı da gördüm. Babam bizi terk ettiğinde de bu duyguya çeşitli gözlerde tanık olmuştum. Aşinaydım. Gözlerdeki hüzne, kedere ve acınmaya aşina bir çocuktum ben.
“Canım.” dedi ellerimi öperken, oysa içim gerçekten acımıyordu. Kalbimden sökülen parçalar batsa da yakmıyordu canımı. Soğumuştu içim. Acı bakiydi ama acıyı hissedecek kalbim artık yaralanmıyordu. Şu beş ay, bana en gaddar öğretmen olmuştu. Bundandır belki cesaretim, kamplara büyük cesaretle girmeyi diretmiştim.
“Herkes iyi. Sağlıklı. Gece…” Bir an için durdu, “O da iyi. Hayatında bazı değişiklikler var elbet ama…O sana anlatırsa daha iyi olur.”
“Benim insanları aramam gibi onun da beni araması yasaktı, değil mi?”
“Onun kuralları çok daha farklı, Fındık. Sana, senin ona olduğu kadar ihtiyacı var. Çok istedi seni aramayı ama koruması gereken biri daha var artık.”
“Ne?” Ne dediğini anlamamıştım. Kim bilir ne olmuştu. Dönmeyi bir yanım heyecanla beklerken bir yanım korkuyordu. Ve korkmak, en büyük hakkımdı.
“Döndüğümüzde o anlatacaktır. Benim anlatmam uygun olmayabilir.” Yemeğinin son parçasını da ağzına tıkarken ellerini sildi, bir mendil daha aldı ve reçelli parmaklarımı tek tek silmeye başladı.
“Bir sonraki istikamet neresi?” diye sordu hevesle. Beni de çıktığım duvardan indirdi. Kucağında çocuk nidasıyla elim çenemde düşündüm;
“Var bir yer ama bilmem gelir misin?”
“Her yer gelirim seninle.”
“Dünyanın ennn saçma yeri olsa bile mi?” diye sordum, çocuklaşıyordum ve bu biz büyükler için özgürlük kadar nadir ve değerliydi.
“Dünyanın enn saçma yeri olsa bile gelirim peşinden.” Burnumdan öptü, “Sen yolu göster, yeter.”
Başım omzuma yaslı, yakışıklı çehresine bakarken aşkla konuştum, “Seni seviyorum, Oğuz.” dedim ve bu, hayatımda söylediğim en dürüst cümlemdi.
Yere hopladım, elinden tuttum. Gençliğimde hayalini kurup yirmilerimde kalbimde uktesini büyüttüğüm şey için sürükledim sevdamı. Ara sokakların birinde, camları kapalı bir sanat atölyesi. Benim İngiltere’deki asıl sığınağım.
“Atölyen?”
Anahtarla kapıyı açarken bir yandan konuştum, “Hiç görmüş müydün burayı daha önce?”
“Hayır.”
Kapıyı açmamla minik zil çalmış, yarı aydınlık oda açığa çıkmıştı. “Üst kata çıkacağız.” dedim etrafa bakınan sevgilime. Montlarımızı askılığa astım, onu da ilerleterek en üst kata, kendi atölyeme çıktım. Her şey en son bıraktığım yerdeydi. Boyalarım, fırçalarım, tuvaller…Oğuz, bu yerin yabancısıydı. Etrafa merakla bakıyor, duvardaki her bir boya lekesini inceliyordu. Hayatımızdaki beş aylık boşlukta nasıl sürüklendim belki de bunu bulmak istiyordu tuvallerimden. Doğru yoldaydı, düzgün bakarsa bulabilirdi.
Çünkü ben hep hikayemi çizen bir ressamdım. Afilli kelimelerim yoktu belki ama fırçam vardı ve bu, bir hikayeye imza atmam için yeterliydi.
“Beğendin mi?” diye sordum.
“Uzun bir süre resim yapmamıştın, değil mi?” diye sordu bir tuvalime yakından bakarken.
O görmese de başımı evet manasında salladım, “Okurken bir defter bile bitiremedim, burada da yapacak başka bir şeyim yoktu. Aklımı kaçırmamı engellediler.”
Çünkü ne zaman çığlık atmak istesem boş bir tuvale bağırdım, bütün öfkemi bir tuvale sakladım. Sonra insanların öfkemi duvarına hayranlıkla asmasını izledim.
Duvarda asılı önlüklerden ikisini aldım, birini ona uzattım.
“Resim mi yapacağız?” diye sordu önlüğü alırken. Evet anlamında başımı salladım, önlüğümün arkasını bağlarken iki yüz santime iki yüz santim bir tuval çıkardım. Bir duvarı neredeyse kaplayan büyüklükteki beyazlığa baktı. Konuşmuyordu ama ne söyleyeceğimi merakla bekliyordu. Raflardan boyaları teker teker indirdim, en büyük boy fırçaları bir kenara attım. Sükunetle izliyordu beni. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile ona döndüm:
“Benimle resim yapmak ister misin?”
Çünkü küçük Yansı’nın en büyük hayallerinden biriydi bu, önce kendisi kocaman tuvallere resim yapacak kadar gelişti. Sonra ise Oğuz’la bu tuvalleri boyama hayalleri kurdu. Hiç gerçekleştiremeyeceğini düşündüğü bu hayal şimdi yeniden karşısındaydı. Oğuz, bana hayretle bakıyordu ana gözlerindeki parıldamayı görmemek imkansızdı. Bir bana, bir de tuvale bakarken sordu:
“Ne çizeceğiz?”
“Ne istersek!” Heyecanla elinden tuttum. Ses sisteminden müziği açtım. Çok uzun zamandır bu duvarlarda Türkçe kelimeler yankı bulmamıştı.
Aklımda soyut bir arka plan vardı, üstüne ekleyeceğim tek bir şey vardı yalnızca. Haki yeşili boyayı elime aldım, avucumun içine sıktım. Oğuz yanımda dikilirken ona döndüm, elini açması için işaret ettim:
“El?”
“Özgür olmak için çiziyoruz Oğuz Karaca, aç avucunu. Biraz kirleteceğim seni.” derken gülümsedim ve avuçlarına yeşil boyayı doldurdum. Elinde boyayla bana usul usul bakarken ben kendimden emin olduğum tek şeyi yapmaya başladım. Ellerimi hunharca tuvale yapıştırıp bütün boyayı aktardım. Ellerim müziğin ritmine uyarken yeşil boyayı dağıttım. Dans ediyor, aklımda yaşıyordum. Resim benim tek özgürlüğüm ve tek özgüvenimdi.
Koca tuvale renkleri aktarmaya devam ettikçe arada bir geri adımlıyor, yaptığımız işe bakıyordum. Bir fırtınayı andırsın istiyordum arka plan, yeşil- yemyeşil bir fırtına. Beyaz boyaya uzandım, Oğuz’un eline doldurdum:
“Şu kısımlara beyazı dokulu bir biçimde atar mısın sevgilim?”
Elinde beyaz boyayla usul usul baktı:
“O nasıl oluyor, sevgilim?”
Şen bir kahkaha attım, “Boyayı yerleştir, kurumasına izin vermeden parmak boğumların ile üstüne bastır. El izin hafif de olsa çıkar. Bak, böyle.”
Bazı anlarda yaşamak ister insan, sanatçılar bilir bu imkansızlığı. Sanatçı olan benin zamanı durdurmak için ihtiyaç duyduğı tek şey ise bir tuval, bir de boya. İnanır mısınız, aklımdaki bütün sesler susuyor. Elime fırça almayışımdandır yıllardır aklımın konuşkanlığı.
Şimdi sessizdi her yer. Müziği bile duymuyordum. Sadece çizdim, dokuyu ve boyayı ellerimle hissettim. Çığlığımı saklasın diye yeniden, hapsolduğum fırtınayı bu sefer özgürlüğümle beraber çizdim.
🦋
Kocaman, ruhsuz bir malikanenin kapısındaki merdivenlere çökmüştü Gece. Bakışları bileklerindeydi, Bülent’in çekiştirirken morarttığı, Ateş’in krem sürdüğü… Birini bekliyordu. Amacını ve yolunu. Hatta belki de kaderini. Kız kardeşini bekliyordu Gece Yaman. Annelik yaptığı, anneliği tatmak durumunda kaldığı, canından öte sevdiği kız kardeşi. Güneş’i, şimdiki ismi ile Eleanor’u…
Buraya gelmişti çünkü Eleanor’dan sorumlu olan kişi her kimse bu gece Bülent’te kalması için emir vermişti. Gizlice öğrenmişti bunu Gece, soluğu burada almıştı. Takıntısı gözünü bulayan Bülent tabii ki olan bitenin farkına varmamıştı. Malikanenin mermerden olma merdivenlerine çökmüş, kapıdan girecek olan aracı bekliyordu. Gözleri hala fondötenle kapatmaya çalıştığı izlerdeydi. Normalde kapatmazdı ama bugün özeldi, Eleanor için kapatmıştı bütün izlerini. Bülent ile ilişkisi birkaç ay önce başlamıştı, bu süreçte Bülent’in ona başka amaçlarla dokunmasına asla izin vermemişti.
Fakat başkalarının gözünde fahişe bile olarak görünüyor olabilirdi
Umrunda değildi.
Çünkü o, kimse anlamak istemese bile çok yara almış bir ablaydı, kardeşine annelik yapmış ve hayatının en genç döneminde yarım kalmış bir abla. Onu kimse anlamamayı seçebilirdi.
Umrunda değildi.
Bugün tek bir kurşun ile ölüp gidebilirdi.
Umrunda değildi.
Umursadığı tek şey, ona Allah’tan bir emanet olan kardeşinin güvenli bir şekilde yaşamasıydı. Çok dile getirmezdi Gece, hatta kendine bile itiraf etmemişti ama ölmekten korkmuyordu artık. Çünkü o da biliyordu, artık varını yoğunu, Güneş’i, emanet edebileceği biri vardı artık.
Yansı.
Ve Yansı’yı da emanet edebileceği: Ateş.
Güceniyordu işte. Her ne kadar kendini tutmaya çalışsa da, kendini kandırmaya çalışsa da Ateş’in güvenli olduğunu biliyordu. Malikanede serin bir yaz akşamı yaşanırken kapıdaki adamlardan biri merdivene oturmuş kadına yanaştı:
“Dilerseniz içeri geçin Gece Hanım, Bülent Bey gelecektir-“
“İstemiyorum.” dedi Gece sert bir sesle. Bülent ne ise adamları da oydu. Elini hayır manasına kaldırdı, adamın gidişini izledi. Sadece kardeşini istiyordu. Eğer gelirlerse bu kardeşini ilk görüşü olacaktı.
İlk.
Saklamışlardı Eleanor’u, gidip de bulamamıştı. Dua etti içten içe, bu akşam onun tek umuduydu. Başını, açılan demir kapının sesiyle kaldırdı. Kapıda siyah üç araç duruyordu. Yerinden kalktı, araçlara umutla baktı. En öndeki araç malikane içine girdiğinde yavaş adımlarla yanaştı. Önce Bülent indi arka kapıdan, daha sonra…
Kestane renginde, uzun saçlı bir kız. Arkası dönüktü, emin olamadı Gece. Ta ki o genç kız yüzünü malikane kapısına dönene dek.
Açık tenli, ela gözlü, hafif tombalak yanaklı ama zayıfça bir kız. En fazla on beşinde olan bir genç kız hem de…
Donmuştu, hareket edemiyordu. Ellerinin buz kestiğini, vücudunun donduğunu hissetti Gece. Gözleri ile malikaneye bakan kıza elleri titreyerek bakıyordu. Bu… Gece adım atamadı ama Elenaor’un gözleri en sonunda Gece’ninkileri bulmuştu. Eleanor’un donuk ifadesinde bir çiçek açtı, gülümsedi. Aralarında bir araba varken istemsizce havalandı Gece’nin eli, ona dokunmak ister gibiydi ama yersizdi şayet uzaktaydı. Başını iki yana sallayıp bulunduğu durumdan kurtulmak istese de bu zordu. Bülent, kızdan önce malikaneye doğru gelmiş, Gece’nin donukluğunu fırsat bilerek yanağından öpmüştü. Gece tepki verememişti, gözleri Eleanor’daydı ama aklı hâlâ çalışıyordu. Bu öpücük ilk ve sondu. Bülent içeri geçerken bahçede yalnızca tek tük adamlar ve ikisi kalmıştı.
“Merhaba.” dedi Gece zor da olsa. Bakışlarını çekmiyor, elinden geldikçe göz kırpmıyordu. Tek bir an için kapanda gözleri yine her şey elinden kayıp gidecekmiş gibiydi. Eleanor hastalığından ötürü yorgundu ama nezaketen karşısındaki alımlı kadının yanına doğru ilerledi.
“Merhaba.” Gençti, sesi hala çocuktu. Gözlerindeki ela parlıyordu ama teni solgun gibiydi. Kafası ancak Gece’nin çenesine ulaşıyordu.
Sesini toparlamaya çalıştı Gece, aslında karşısındaki bu bedene sıkı sıkı sarılmak istiyordu ama korkutmaktan korkuyordu. “E-Eleanor değil mi?”
“Evet. Siz de Bülent dayının eşi olmalısınız?”
“Hayır, hayır eşi değilim. Ben bir arkadaşıyım sadece.”
Anladım dercesine baktı genç kız. Olgun, alımlı, neşeli biri gibiydi. Gerçekten o muydu? Gece kardeşini sadece birkaç aylıkken kaybetmişti, hakkında bildiği tek şey sırtındaki doğum lekesiydi. Fakat Eleanor sırtı kapalı bir tişört giyiyordu bugün.
“Sen, ne kadar güzel bir kızsın böyle?” dedi Gece, bakışlarını karşısındaki genç kızdan çekemiyordu.
“Teşekkür ederim. Sizin de gözleriniz yemyeşil. Bu kadar yeşil gözlere sahip olmanın mümkün olduğunu bilmiyordum.”
İçi acıdı Gece’nin. Siz…
“Senin ay yüzün çok daha güzel.” dedi Gece, gözlerinin buğulandığını fark etmişti. Eleanor’un yanında ağlamamalıydı, “Hadi gel, içeri geçelim. Aç mısın?”
Beraber içeri geçerken Gece’nin bakışları hâlâ genç kızda takılı kalmıştı. Şayet bu eve girmesinin tek sebebi oydu.
“Sen geç, ben ellerimi yıkayıp geliyorum.” dedi Gece Eleanor’u yemek masasına doğru ilerketirken. Üst kattaki banyoya koşar adım girdi, kapıyı iki kez kilitledi. Dayanamadı. Boğazındaki yumru çok can yakıcı bir hâl almıştı. Kapıdan tutunarak aldığı destek yetersizdi, yavaşça yere düşerken derin derin nefes almaya çalıştı.
O muydu ki gerçekten? İnanması zordu ama inanmamak da bir seçenek değildi. Görmesi lazımdı, gerçeği Eleanor’un gözlerinde görmesi lazımdı.
Yaşlar yanaklarına hücum ederken cebindeki telefona uzandı, mesajlarda gizlenmiş olan numaraya tıkladı:
O geldi.
En sonunda geldi.
Bir süre mesaj gelmedi fakat mesaj anında okunmuştu. Kapıya yaslanmış, ayaklarını iki yana savurmuştu. Yorgundu ve burada dinlenebilirdi, şimdilik…
Sen iyi misin?
İyi değilsen gelebilirim.
Hemen ardından bir mesaj daha düştü Gece’nin telefonuna:
Biz raporlara göre konuşuruz ama sen söyle.
Gerçekten o mu?
Telefona buruk bir gülümseme ile baktı Gece, buna şu an için vereceği kesin bir cevabı yoktu ama öğrenecekti. Bunu kalbi kaldırabilecek miydi işte bundan emin değildi. Telefonunu kilitlediği gibi yaşlarını sildi, alt kata doğru ilerledi. Eleanor ile Bülent aynı masaya oturmuş, sessizce yemek yiyordu. Gece onca aya rağmen ilk kez bu masaya oturacaktı. Sırf oturmadığı için Bülent’in onun bileğini morarttığı çok olmuştu fakat hiçbir kuvvet Gece’yi o masaya oturtamamıştı. Şimdi kendi rızası ile sandalyesini çekti. Bülent’in onu alttan alttan izlediğine emindi.
“Sevdin mi yemekleri, Eleanor?” diye sordu Gece masumca. Bülent’in kaşları şaşkınlıkla havalanmıştı şayet Gece’yi ilk defa bu denli naif konuşurken görmüştü.
“Ellerinize sağlık.”
Gülümsedi Gece, “Mutfakta bizim için yemek yapan kişi Nergis Abla. Teşekkürü ona etmelisin.” diye cevapladı Gece. Bülent’e rağmen gülüyordu Gece.
“Size de beni evinize kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.” dedi genç kız. Gece’nin gülümsemesi bir an için sekteye uğramıştı.
“Burası benim evim değil canım, Bülent’in evi.”
Bülent’in çorbaya gömülmüş başı ilk o an kalkmıştı. Katran karası bakışları Gece’yi bulmuştu lakin patronunun emaneti yanındaydı, bağıramadı.
“Benim evim, bizim evimiz sevgilim.” dedi Bülent sahte bir sakinlikle.
“Gece Hanım sizin yalnızca arkadaş olduğunuzu söylemişti?” dedi Eleanor Bülent’e bakarken. İşte şimdi o katran karası gözler zehir akıtır olmuştu. Nereye baksa solduruyor, yaşama dair her şeyi sönümlüyordu.
“Öyle mi?” dedi Bülent adeta dişlerini sıkarken, “Sanırım bir yanlış anlaşılma olmuş. Biz senin bir gidip odana bakalım Eleanor, bir eksik olsun istemeyiz.”
Bülent yerinden kalktığı gibi Gece’yi de kolundan sıkıca kavramış, yüzüne iğrenç bir gülümseme kondurmuştu. Gece kalkmayınca kolunu sıkmış, Gece’nin düşük bir sesle inlemesine sebep olmuştu.
“Kalk, canım.”
Nefretle baktı Gece, elindeki bıçağı karnına saplamak istedi fakat yine tutmayı başarmıştı kendini. Derin bir nefes aldı; şu an bağıramaz, Eleanor’u korkutamazdı. Yerinden kalktı, Bülent’in sürüklediği yere doğru ilerledi. Üst katta, Bülent’in çalışma odasına geldiklerinde içeriye bir hışımla adeta fırlatılmıştı Gece. İşte bileğindeki morluklar böyle böyle oluşmuştu, şimdi bir de kolunda vardı bu iz. Gece daha ayağa kalkamadan çenesinden kavranmış, duvara sabitlenmişti. Beyaz teninde bu parmakların da izi kalacaktı. Yarın ağır bir makyaj yapması zorunlu olmuştu.
Teşkilatın öğrettiği dövüş taktiklerini burada kullanamazdı, Bülent’in herhangi bir eğitimi anlamaması elzemdi. Yalnızca kendini korumak adına tek tük kritik hareketler yapabiliyordu. Bu onun görevi adına verdiği kişisel bir karardı.
“Sen fazlasıyla haddini aşıyorsun, Gece.”
“Çenemi bırak, Bülent!” Konuşması zordu, yanakları hayliyle acıyordu. Bülent, Gece’nin kafasını iki kez arkadaki tahtaya vurdu.
“Gebertirim seni. Sen benimsin, boş konuşmayı bırak artık!”
“Ben- senin değ-ilim. Kimsenin değilim!” Çenesini ve yanaklarını ezen eller kesinlikle yarına mor izler bırakacaktı aydan parlak teninde.
“Fahişeliğe devam mı edeceksin? Yoksa o gün depoda seni bastığım adam mı senin sahibin!”
“Sana olanları a-nlattım.”
O gün depoda Ateş’i ve Gece’yi öpüşürken basmıştı Bülent. Büyük bir hiddetle etrafına saldıran Bülent Ateş tarafından durdurulmuş, bir yalana inandırılmıştı. Bu aslında Gece’nin planlamadığı bir intikamdı ve işler, istediğinin aksine dallanıp budaklanmıştı. Tek istediği bir bahane bulup gizlenme gereksinimi duymadan Ateş ile görüşmekti. O gün Ateş ise mükemmel bir yalana sürüklemişti onları:
“Ben Gece’ye aşığım.” demişti ve Bülent’in Gece’ye olan takıntısının artmasını sağlamış fakat bir yandan da Gece ile buluşabilmek için bir bahaneye tutunmuştu.
“O adamla hâlâ görüşüyor musun sevgilim?”
“Sana ne!” Bu cevapla vücuduna birkaç darbe daha almıştı Gece, bunu durdurabilirdi ama bunu yaparsa, Bülent’e karşılık verirse Eleanor’u evden göndereceğini ve Gece’yi tartaklamak için alan yaratacağını çok iyi biliyordu. O yüzden bu odada öfkesini atmasına izin verdi.
Kardeşini biraz daha görebilmek için.
İlk defa Bülent’in bütün öfkesini o odada kusmasına izin verdi. Bunu, karşısındaki döl israfının öfkesinin ucunun kardeşine değmemesi için yapmıştı.
Kadın olmak zordu.
Bu ülkede kadın olmak ise çok zordu.
Bu ülkede her kadın birer prenses doğar, savaşçı olmaya mahkum bırakılırdı. Pespembe hayallerle doğardı kız çocukları. Büyüdükçe bu pembe hayaller rengini hayatlarına salsın diye beklerlerdi. Neşeli kahkahalar atar, kimseyi umursamadan istedikleri yöne koşarlardı. Sonra bir zaman gelir, bütün bu pembeler bir rafa kalkardı. İşte o zaman o rafta bekleyen pembeler tozlanır, üstü kara kaplanırdı.
Prenses doğan her kız savaşçı olmak için yaşardı burada.
Bir başka kız çocuğuydu Güneş, Gece ise bu kız çocuğu çok daha ağır savaşlara girmesin diye enkazların altında kalmayı kabul etmişti yıllar sonra yeniden. Kimse Gece’yi sevmemiş, kimse anlamamıştı. Ama olsun, Gece buna da alışıktı. Anlaşılmamak ve anlaşılmak için çabaya değer görülmemek.
Yirmi dakikaya yakın bir süre sonunda aşağı yalnız inmişti Bülent. Gece ise çantası ile banyoya gitmiş, geçen gün aldığı dövme kapatmada kullanılan fondöteni eline dökmüştü. Beyaz teni şimdiden morarmaya başlamıştı bile. Şişenin çeyreğini o an kollarına ve yüzüne yedirdi. Akan gözyaşları bile fondötenin etkisini delip geçememişti.
Makyajını tamamladıktan sonra her şeyi sakladı, masadan kalkalı iki saat oluyordu bile. Elleri sıkıştırılmaktan acıdığı için yavaş yavaş yapabilmişti makyajını. Oysa bugün ağrıyan bu eller nice canı kurtarmıştı. Şimdi ezilmek hakettikleri bir şey asla değildi.
Tuvaletten çıktığı gibi çalışan bir kadını durdurdu, “Yemek bitti mi?”
“Evet efendim. Bül-“
“Eleanor nerede?”
“Üst katta, sizin için hazırlanmış odaya alındı efendim.”
Gece’nin gideceği yer belliydi, adımlarını en üst kattaki yatak odasına çevirdi. Topuklu ayakkabıları adım seslerini belirginleştiriyor, Eleanor’a geldiğini belli ediyordu. Kapıyı iki kez tıklattı.
“Eleanor, gelebilir miyim?”
Odanın bir köşesindeki makyaj masasında saçlarını örmeye çalışan kıza baktı Gece, izin vermesiyle odaya girdi.
Usulca kıza yanaştı, topuklularla boy farkı daha da açılmıştı. Topuklularından indi, burada baskın olmasına gerek yoktu. Yatağın altına doğru iteledi, çıplak ayaklarıyla ilerledi.
“Yardım etmemi ister misin?” diye sordu Gece, karşısında saçlarını örmeye çabalayan kıza baktı.
“Çok teşekkürler.” dedi Eleanor cevap olarak, tek tük karışmış saçlarını bıraktı. Gece, tarağa uzandı ve onun için alınmış olan saç açıcı spreyi Eleanor’un saçlarına sıktı. Narince, tel tel taradı saçlarını.
“Ne güzel saçların var senin böyle.” dedi elleriyle saçlarını okşarken.
“Sizinkiler çok daha güzel. Amcam sizinki kadar uzatmama izin vermiyor. Keşke sizinkilerden bende de olsa.”
Bunun üzerine kafasına minik bir öpücük kondurdu Gece, istemsizce olmuştu ama genç kız bunu umursamamış gibiydi. Taradıktan sonra saçlarını narince üç parçaya ayırdı, örmeye başladı. Güneş ve Gece’nin babaları farklı, anneleri aynıydı. Gece’nin babasının saçları katran karası, Güneş’in babasının saçları ise kahverengiydi. Göz rengi farkı da babadandı. Güneş bilmezdi onları ama Gece bu iki şeytana da maruz kalmıştı.
“Tokan var mı?” diye sordu Gece örgüyü tamamlarken. Hayır cevabını almasıyla çantasındaki pembe kurdeleli tokaya uzandı.
Kardeşinin tokası.
Örgünün ucunu onunla tutturdu, aynadaki yansıya baktı. Gerçek miydi her şey yoksa aslında saçma bir yanılsamadan mı ibaretti?
Eleanor usulca yatağa geçerken Gece istemsizce topuklularını giyiyor, yavaş yavaş kapıya yanaşıyordu. Kadının yüzündeki burukluğu görmüştü Eleanor, gençti ama zeki bir kızdı.
“Gece Hanım?” dedi usulca, yorganın altına girmişti bile. “Benimle normalde Savannah uyur. Ben uyuyana dek en azından, burada kalır mısınız?”
Yatakta uzanan kıza hayretle ve buruk bir gülümseme ile baktı Gece.
“Tabii ki.” Topuklularını çıkardı, koca yatağın bir yanına oturdu, sırtını yatak başlığına yasladı. Odayı aydınlatan tek şey sarı ışıklı bir abajurdu. Ellerini yavaşça Eleanor’un saçlarında gezdirdi. Genç kızın teni bir hayli yorgun, bir hayli soluk görünüyordu.
“Gece Hanım?”
“Efendim güzelim, lütfen bana Gece de.”
“Gece abla desem bir sorun olur mu?”
Yüreğinin parçalanmış bir yerinde bir yerde bir şeylerin çatırdadığını hissetti Gece. Belki de enkazın altından doğan bir tohumdu bu, bilinmez.
“Tabii ki diyebilirsin.”
“İsminiz çok hoş. Gece…”
Yanaklarındaki acıya rağmen tebessüm etti Gece, yüzündeki ekşime karanlığa ithafen az da olsa saklanabiliyordu.
“Senin ismin çok daha güzel. Anlamını biliyor musun?” diye sordu Gece. Bir yandan elleri saçlarını okşamaya devam ediyordu.
“Kısmen.” dedi Eleanor.
“Parlayan Güneş demek. İsmini ilk duyduğumda araştırdım.”
Eleanor’un gülümsemesi genişlemiş, gözleri hafiften kapanmıştı. Gece, yılların özlemi ile parmak uçlarını kızın saçlarına değdiriyor, dilediği gibi okşamaktan korkuyordu. Sanki hemen ellerinde, parmak uçlarından dokunduğu her güzel şeye akan bir zehri vardı. Her şeyi karartan ve öldüren. Ve bu his, ellerini onlarca kez tahriş etmesine rağmen geçmek bilmemişti. Tıpkı bir kan lekesi gibi yapılıp kalmıştı ellerine, çıkmak bilmeyen bir lekeye bulanmıştı elleri.
Eleanor yavaş yavaş uykuya teslim olurken bütün vücudunu süzmüştü Gece. Tek tük morarmalar, derinin bazı bölgelerinde döküntü ve kollarında tedavi aldığının kanıtı bazı izler vardı. Göz altları mor, teni soluktu.
Hala inanamıyordu Gece, elleri ile dokunmuştu oysa mezar taşına. Minikti mezarı, minicik. Soğuk ama çiçeklerle kaplı. Toprağını göğsüne basarak ağlamıştı Gece. Eleanor’un nefesi düzenli bir hal aldığında omzundan yavaşça tuttu, narin hareketlerle yanına doğru çevirdi. Şimdi, sırtına bakabileceği bir pozisyonda uyuyordu genç kız. Gece’nin eli hızlıca Eleanor’un tişörtüne doğru uzanmıştı ancak eli kumaşa temas ettiği an durmuştu.
Eğer kardeşi şu an yanındaki genç kız ise Gece’nin hayatında birçok şey değişecekti. Uğruna savaştığı, yaşadığı ve bildikleri değişecekti. Üzerinden on beş sene geçen bir ölümün olmadığına inanmak zordu. Eli yavaşça tişörtü açtı, sırtına bakmaya çalıştı. Tişörtü hafifçe kavradı ve lekenin olması gereken yeri açtı. O an bitti dedi Gece içten içe. Eski hayatım sonra erdi çünkü şimdi on beş sene önceki gibi uğruna savaşması gereken biri vardı.
Doğum lekesi oradaydı. Hem de tıpkı hatırladığı şekilde.
“G-…” Nefesi kesildi, ismini ağzından dile getiremedi.
“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye fısıldadı Gece kendi kendine. Yolun başında kardeşinin ölümünü hazmetmek için ameliyat dosyalarını arardı, şimdi bir kağıt parçasından öte kardeşi ona gelmişti. Sırada grrçekleri öğrenmek vardı.
“Güneş…Güneş’im.” Uyuyan kıza doğru eğildi, saçlarına minik öpücükler kondurdu, hasret duyduğu kokuyu içine çekti. “Canım kardeşim.”
Gece Yaman on beş yıldır yaşayan bir ölü vasfıyla anılmış, çoğu insanın hikayesindeki sessiz, kindar ve düşüncesiz kadın olmuştu, oysa o sadece yarım bırakılmış bir çocuktu. Şimdi, yeniden bir abla- hatta anneydi.
Ağladığını ancak gözleri buğulandığında anlamıştı Gece, odanın balkonuna doğru yol aldı. Evin arka kısmına bakan minik bir terası vardı odanın. Gece, elindeki telefonu aldı ve yüzü yatakta uyuyan kardeşine dönecek şekilde korkuluklara yaslandı. Telefondan cevapsız bıraktığı mesaja döndü:
Gerçekten oymuş.
Ben onu bulamadım ama o beni buldu.
Mesaj okunduğu anda üstten bir arama düşmüştü telefonuna. Etrafına bakındıktan sonra çağrıyı cevapladı.
“İyi misin?” diye sordu anında karşıdaki. Uyuyan kardeşine yaşlı gözlerle bakarken cevapladı Gece:
“İyiyim.”
“Emin misin?” diye sordu.
Gülümsedi Gece, “Sanırım bu sefer gerçekten iyiyim.”
“Son kararın mı? Yalan söylemeye kalkma, anlarım.”
Güldü Gece, bir yandan yanağına düşen yaşları elinin tersiyle sildi:
“Gerçekten ama gerçekten iyiyim, Ateş. Yalan söylemiyorum. İyiyim.”
Hava karanlıktı, Temmuz ayı olmasına rağmen hafif bir esinti vardı malikanenin olduğu semtte.
“N’apıyorsun?” diye sordu Ateş merakla. Gece’nin o evde olmasından bir hayli rahatsız, bir hayli diken üstündeydi.
Balkon trabzanına yaslanmış, tek tük görünen yıldızlara ve gecenin içinde parıl parıl parlayan aya bakmıştı. Bu gece dolunay vardı.
“Eleanor’un odasındayım, balkonda. O uyuyor.”
“Bülent iti?”
Ateş’in it demesi Gece’yi güldürmüştü.
“Ne bileyim ben nerede, odasındadır herhalde.”
O sırada Ateş kendi evinin mutfağında yemek yapıyor, sinirini ve kaygısını bir şekilde uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ve şu an, telefon hoparlördeyken ivedi ve profesyonel bir şekilde sebze kesmekle meşguldu.
“Sen… nerede kalacaksın?” Duyacağı cevabı kaçırmamak için durmuştu Ateş.
“Bilmem, herhalde Bülent ile yatarım.”
Elindeki bıçağın tahtaya düştüğünü, bir gözünün ise seyirdiğini hissetti Ateş. Tezgahtaki telefona hayret ve korku ile baktı.
“Ne? Niye? Hayır, şaka yapıyorsun. Şaka mı yapıyorsun?”
“Tabii ki de şaka yapıyorum. Şakası bile berbat. Böyle bir şeyi nasıl sorarsın? Böyle bir şeye ihtimal veriyor musun gerçekten?”
Bir süre için konuşamadı Ateş, Gece’den değil ama Bülent’in her türlü pisliğinden kaygı duyuyordu. Eli eline değse saniyesinde Gece’ye giderdi elbet ama yine de içini yiyen anlamsız bir koruma içgüdüsü vardı. Cevabın gelmemesi ile konuştu Gece:
“Kırıldım, Karal.”
“Hayır. Hayır, elbette öyle düşünmedim. Sadece o döl israfının ne yapacağı belli olmaz.”
Kardeşini izlemeye devam ederken temiz havadan içine çekti Gece, “Bana güven. Güvenmiyorsan bile öğrenmeyi dene. Hislerimi kırıyorsun, Karal. Kavga ederiz.”
Alaycı fakat bir o kadar da ciddiydi Gece. Geçirdiği süreç boyunca içinde bulundukları durumdan ötürü Ateş ile az da olsa geçinmeyi öğrenmişlerdi.
“Bizim kavga etmediğimiz bir an yok, Gece Yaman.”
Yorgunlukla güldü Gece, “Doğru.”
“Olsun, ilişkimizin dinamiği canlı kalıyor.” dedi Ateş. Bir yandan tahtasına bıçak darbeleri yankılanmaya devam ediyor, telefonun ardından onu dinleyen Gece ise gülüyordu.
“Bu gece fazla neşelisin.” dedi Ateş onun beşinci kahkahasını dinlerken. İlk kez onu bu denli gülerken duymuştu.
Güzeldi. Güzel gülüyordu, kahkaha Gece’ye çok yakışmıştı.
“Sanırım.” dedi Gece gülümsemeye devam ederken. Bir yanı buruktu oysa, çekinmeden konuştu:
“Ateş?”
Eli, profesyonellikle bıçağı tahtaya vururken durdu Ateş, bütün odağını telefona çevirdi, “Dinliyorum.”
“Sana karşı çok mu bencil davrandım ben?”
İşte bunu beklemiyordu Ateş. Bir an için bomboş gözlerle ekrana baktı.
“Nereden çıktı şimdi bu?”
“Ben…ben çok bencillik yaptım değil mi? Özür dilerim.” Gece’nin bakışları hüzünlü, gözleri buğuluydu. Bir yandan telefona sarılıyor, bir yandan usulca uyuyan kardeşini uzaktan uzaktan izliyordu.
“Gece…Hani sen iyiydin?”
“Ben iyiyim, artık iyiyim. Artık kendi salaklıklarımı düşünecek vaktim bile oldu baksana.”
“Sakın bir daha öyle deme, kendine haksızlık edemezsin.”
“Zaten kendime değil, ben o haksızlıkları sana ettim. Etmedim mi?”
“Ben de sana haksızlık ettim, insanız biz. Hele de tanıştığımızda görevdeydik. Sakın bunun için kendini suçlama, kendini suçlamasını isteyeceğim son kişi çocukluğundan bu yana kendi ayakları üzerinde dimdik durmuş bir abla. Kardeşini kendinden vazgeçme uğruna arayan, devlete hizmet eden bir abla. Sakın Gece, sakın. Ayrıca sen kesinlikle iyi değilsin, tanıdığım Gece beni haklı çıkaracak cümleler kurmaz.”
“Beni övme, Ateş.” dedi Gece’nin yorgun sesi.
“Seni övmedim, gereksiz yere kimseyi övmeyi de sevmem. Sadece olanları anlattım, genel olarak olaylar bundan ibaret değil mi zaten?”
“Sadece.. Özür dilerim.”
İkisi de yalnızca sustu. Çünkü ikisi de hakimdi bu cevaba: Sessizlik. Sessizlik, bazen en iyi cevaptı. Tıpkı şu an olduğu gibi.
“Sen..” dedi Gece bir süre sonra. “Mutfakta mısın?”
“Evet?”
“Telefona tahtaya vurma sesin net şekilde geliyor. Ne kesiyorsun sabahtan beri tak tak tak?” Güldü Gece.
“Bu akşam menümüzdee…” Etrafındaki tezgaha baktı Ateş, “Karamelize armutlu gorgonzola ve fındık bruschetta var.”
Birkaç saniye bekledikten sonra kahkaha atmıştı Gece, “Bu saatte karamelize armut tatlısı mı yapıyorsun cidden? Üşenmedin mi?”
Gülmüştü Ateş, “Güzeel, demek hakimsin yemeğe.”
“Tadı nefistir, keşke ben de yeseydim. Bir şeften yemek çok daha güzel olur elbet.”
“Seni gelip alma teklifim hala geçerli.”
“Çok isterdim…” diye mırıldandı Gece, yorgundu ve kardeşinin yanı başında durabildiği kadar durmak istiyordu. Biliyordu çünkü, yarın geldiği yere dönecekti.
Artık o yer her neresi ise.
“Karamelize armut yerine başka bir isim buldum bu tarife.” dedi Ateş armutu keserken.
“Dinliyorum?”
“ ‘Gece nöbetinde bruschetta’ Nasıl?”
“Bayıldım! Lütfen bunu restaurant menüsüne koy.” dedi Gece şakacı bir tonda.
“Bak, kavga etmediğimizde ne güzel tontiş tontiş anlaşıyoruz Yaman.” dedi Ateş gülerken. Bir an için Gece’nin nerede olduğunu unutmuştu.
Kulağındaki telefona sıkıca sarıldı Gece, bakışları yeniden karanlık semayı buldu. Arkasında, odadan duyduğu mırıldanma ile bakışları odaya döndü.
“Eleanor uyanıyor. Gitmem lazım.”
“Şansına küs, tatlılar bana kaldı.”
Kahkaha attı Gece.
“İyi güldürdüm seni bu akşam, Gece Yaman. Karşılığını isterim.” dedi Ateş kahkahasının sesini dinlerken.
“İyi geceler, Karal.”
“İyi geceler, Yaman.”
Telefonu hızlıca kapatıp kardeşinin yanına doğru ilerledi, az önceki yere yaslandığında saçlarının dalgalı tutamlarından okşadı.Gece için bugün unutulmayacak bir tarihti. Her şeyin sıfıra alındığı, yeni bir sayfanın açıldığı…Her şey rüya denecek kadar güzel, her şey rüyadan ibaret olabilecek kadar ürkütücüydü.
“Prensesim, canım kardeşim. Güneş’im…” Saçlarından öptü, “Evine hoş geldin. Çok özledim seni mis kokulum.”
Bu rüyanın en güzel kısmı ise uyuyan prensesin kollarını ablasının beline dolaması olmuştu.
☀️🌙🖤
Londra’da akşam olmuştu. Hava serin, şehir kalabalıktı. Temmuz’un ortasında bir yerde bulutlarda yürüyorduk.
Mutluydum.
Atölyeden çıkarken ardımızda bıraktığımız bir tuval vardı, Turna Kuşunun konduğu bir resim. Turna kuşu konmuştu resmimize çünkü özgürlüğe duyulan özlem demekti Turna.
El ele Londra’nın ışıkları altında yürüyor, geride bıraktığımız köprüye doğru ilerliyorduk. Tam Thames Nehri’nin üstünde, Elizabeth Kulesinin dibinde estetik bir köprüydü.
“Sen resim yaparken bir eğlendin sanki? Ne o, yoksa seni atölyeme daha sık mı alsam ne?” dedim Oğuz’a gülümserken. Elim avucunda iken ellerimizi kendi cebine sokmuştu.
“Seninle her şey çok güzel.”
“Yaa, romantik erkek. Bayılırım.” Kahkaha atarken çekinmedim, nasıl görünüyorum acaba diye düşünmedim de. Sadece güldüm, hem de hiçbir şeyi umursamadan. Böylesi ilk kez oluyordu sanırım. Elimin üzerine bir öpücük kondurmuş, omzumdan tutarak beni daha da yakınına çekmişti.
“Senin kelimelerim falan aşırı romantik ama ben tırcılar derneğinden bir üye olarak çıkarsam şaşırma.” dedim.
“Ne?” diye güldü Oğuz. Bilirdi benim öyle çok romantik olmadığımı. Oysa kendisi Romeo’ya kafa tutacak bir adamdı.
“Romeo’m benim. Seninle var ya, Juliet bile kıskanır bizi!”
Evet, bunu ben söylemiştim. Yüzüme birkaç saniye alık alık bakmış, ardından kahkahayı basmıştı. Hatta kahkahası onu yürümekten dahi alıkoymuştu.
“Ne?” dedi gülmeye devam ederken. “Sen-sen bu lafları nereden-“
“Gerçi boşver sen Romeo’yu falan, sen varken başka aşka methiye mi düzülür be koçum!”
Evet, adamı gülmekten sancıya sokmuştum. An itibari ile sadece gülüyor, büyük ihtimalle sanatçı, kültürlü diye aldığı manitanın bir kabadayıya evrilişini sindirmeye çalışıyordu.
Kimse kusura bakmasın, kamyon arkası laflar da bir kültürdür. Sen seversin sevmezsin, beni alakadar etmez Oğuz Bey!
“Lütfen devam et, bölmeyeyim.” dedi kahkaha atmaya devam ederken. Yüzünü saçlarıma gömdü, onun gülüşleri ile ben de hareket ediyor, kalp atışlarını hissediyordum.
Ardından, beklemediğim oldu.
"Romeo olsak ne yazar, bizim aşk da rampada kaldı!" dedi. Bu sefer yüzüne alık alık bakan bendim. Bunun bir kültür olduğunu söylemiştim, nokta.
“Vay! Koçuma bak.” dedim sırtına vururken.
“Biz de boş değiliz eyvallah ağabey.” Müstakbel karısına ağabey mi demişti o?
İnşallah şakayı ciddiye alıp hadi eyvallah deyip gitmez, Yansı. Dişiliğe geri dön, geri dön!
Ona daha da sıkı sarıldıktan sonra alttan alttan baktım, çünkü boyun ancak çenesinden bakmaya yetiyordu.
“Eve mi gidiyoruz?” diye sordum.
“Aybüke’den hala haber gelmedi, şimdilik evet.”
“Peki.” dedim evin yoluna doğru ilerlerken fakat beklenmedik şekilde kolumdan tutulmuştum.
“Köprüden geçelim.” dedi Oğuz bana bakarken. Sorgulamadım ve koluna girerek onunla her anın tadını çıkarmaya odaklandım.
Köprünün ortasına doğru geldiğimizde nehre bakmak için kenara yöneldim. Burası bana her daim Paris’i hatırlatıyordu. Kol kola yürürken karşıdan bize tezat yönde yürüyen bir çocuk şaşırmama sebep olmuştu. Elinde kocaman, beyaz bir şakayık buketi vardı.
“İngiltere’de sokak satıcılığı olduğunu bilmiyordum, o çocuk orada ne yapıyor öyle?”
Hava soğuktu, Allah’tan üstünde montu ayağında ise ayakkabısı vardı. Çocuğa doğru yürüdüm, İngilizce konuştum:
“Merhaba, sattığın çiçekleri alabilir miyim?”
“Tabii abla.”
Fiyatını da öğrendikten sonra paranın iki katını çocuğa verdim, elindeki kocaman şakayık buketini aldım, misler gibi kokuyordu.
“Bu saatte küçücük çocuk burada ne yapıyor Allah aşkına-“ Elimde buketle arkamı dönmemle saçıma çiçekten bir taç konması bir olmuştu. Oğuz dibimde, bana gülümseme ve hayranlıkla bakıyordu.
“N’oldu sevgilim?” diye sordum şayet gözleri bir farklı bakıyordu bana.
Bel boşluğum köprünün duvarına değene dek gerilediğimizin farkına bile varmamıştım. Gözlerinin yeşilinde kaybolmuştum ve çıkmak belki de istediğim son şeydi.
“Sevgilim…” dedi müptelası olduğum sesiyle. “Fındık’ım, canım, cananım, vatanım; benim güzel sevgilim…”
Biz dümdüz, hayvan misali Oğuz demeye devam mı Yansı? İki üç sıfat ekleyelim bari.
“Bal gözlüm, ressamım, güzel sanatçım; doktorum, ömrüm…”
Alnı alnıma değdiğinde sıcaklığı ile yumdum gözlerimi. Teni evimi, sıcaklığı yuvayı hatırlatıyordu.
“Nefesim.” dedi alnımdan öperken. Kendimi havada bulmam bir olmuştu. Çok geçmeden totom sert bir zeminle buluşmuştu, beni köprünün kenarına çıkarmıştı. Buna rağmen gözleri burnuma denk gelecek kadar uzundu.
“Sen benim çocukluğum, ilk aşkım, son aşkım. Sen benim bütün ömrümsün, Yansı. Bak gör, nasıl dilbeste olmuş şu gönlüm sana.”
Etrafımda dönen her şeyi göremez olmuştum, yalnızca Oğuz’daydım şu an. Kendimi arasam ona bile ulaşamayacağıma emindim; işte bu, bütün katmanlarını soymuş bir bendim.
“Çok seviyorum seni Yansı’m.” Yeşilleri kahvelerimi buldu, “Sensizliğe dayanamıyorum, olmuyor. Ama ne kadar sensiz yapamasam da kader düşmanımla elimi kolumu bağlıyor. Hayatım beni seninle tehdit ediyor. Şimdi tut elinden tutabiliyorsan diyor, el mecbur bıraktırıyor. Önce babamın, şimdi benim düşmanım seni benden ayırdı. Hikayemiz hep yol seçmekten ibaretti, hiçbir zaman yan yana doyasıya gidemedik biz. Yarım kaldık.”
Alnım alnındayken yeşillerine bakmadan edemedim, fısıldadım, “Yarım kaldık.”
“Son beş ayını nasıl geçirdin bilemem ama yaralarını hissedebilirim, herkesten sakladığın, mavi boyanın altına gömdüğün bütün acılarını ben görebilirim. Bilirim, sen de benimkilere hakimsin; sen empatinin kitabını yazmış Yansı Akar, benim mi ruhumu göremeyecek?”
Ellerimi boynuna doladım, kokusunu içime ektim. Sanki bir ömür bu kokuya maruz kalsam yetmez, dahasını isterdim. Bir insanın bu kadar sevmesi nasıl mümkündü? Aşk, bu denli gücüyle insanın kendi celladı olabilir miydi?
Sanırım.
“Seni seviyorum Yansı. Gayet aklı başında seviyorum demek istesem de bu yalan olur, aklımı karıştırıyorsun. Bildiğim ne varsa yıkıyorsun, yasaklarımı değiştiriyorsun. Sen kokuyorum baştan aşağı. Seni düşünüyor, sen yokken bile seni görüyorum. Belki de delirdim, bilmiyorum. Ama sensiz yapamıyorum; olmuyor, işte bunu çok iyi öğrendim.”
Ben, Yansı. Çok sevilmemiştim bu hayatta. Kayıplarım vardı sevgimden yana, daha önce hiç tatmadığım duygular vardı. Hasret kaldıklarım vardı, bir babanın kız evladı olmayı özlemiştim mesela. Unutmuştum bu duyguyu ama unuttuğum şeylere karşı duyduğum bir özlemim vardı. Sevmiştim, belki romantik anlamda değil ama bir şekilde hayatı sevmiştim. Sevilmeyi ise bana bu mucize adam öğretmişti. Şu ana dek yaşadığım en güzel duygu sevilmekti. Sıradan bir hayatın içinde öyle bir kuyuya düşmüştüm ki hep bir yerlere veda etmiştim; mesleğim, aşkım, kendim, saçlarım, dostum, kardeşim, eski hayatım, alışkanlıklarım… Ben bunları yaşarken benliğim tarafından bile sevilmemiştim. Beni benden daha çok seven bir adamı karşıma çıkarmıştı hayat. Kim bilir karşılığında benden ne alacaktı?
Çünkü bilir insan, hayat hiçbir zaman tek taraflı oynamaz.
Bir adım geriledi Oğuz, ellerimden tuttu. Gözleri gözlerime karışmıştı. Artık Türkçe değil İngilizce konuşuyordu, hem de yüksek sesle:
“Benim güzel sevgilim, ellerin insanların yüreğinde umudu, bende ise sevdayı yeşertiyor. Yeşerttiğin bu sevdayı bende bırakma, elimden tut. Yine sen dokun kalbime. Ruhumu yine yalnızca sen dinle. Akşam çöktüğünde gittiğim evim ol, yurdum ol. Gece sarıldığım yarim ol, çocuklarımızın annesi ol. Beni baba yapan kadın ol, sevgilim.”
Kalbime ne olmuştu bilmiyorum ama beynimde kalbimin atışı duyuluyordu. Ben hala köprü üstündeyken yavaşça eğildi, dizinin üstüne çömdü. Kabanının cebinden siyah, kadife bir kutu çıkardı.
Açma, açarsan biteriz. Bayılırken geriye, Thames Nehri’ne doğru düşmem inşallah.
“Dilbeste Yansı Akar, benimle evlenir misin?”
Yüzüm ne haldeydi bilmiyorum ama içim parçalansa kalbim ancak bu kadar hızlı atabilirdi. Ben bir cerrahtım, o ise silahlarla yatıp kalkan bir ajan fakat şimdi ikimizin de elleri titriyordu. Dün evet dediğimde bugün hayır demeyecektim, hele de Oğuz’a.
O gün o köprüde oturan ben değildim, çocukluğumdu. Genç iki aşıktı insanların izlediği. Ne ben otuz yaşındaydım, ne Oğuz otuz bir. İkimiz de tamamlanmak üzere olan iki çocuktuk yalnızca; çevremizde yaşananlara, bizi sarmış kara dumana inat saf bir aşktı bizimkisi, el ele tutuşarak karanlığı delecektik.
Bütün odağım önümde diz çökmüş adamdayken çevremizde oluşan kalabalığa yabancıydım elbet. Gözümden düşen yaşlar ceketimde minik bir ıslaklık bırakıyordu. Cevabım belliydi, susan yalnızca dilimdi. Lal olmuştum, kör olmuştum…Deli gibi aşık olmuştum.
“Evet! Evet, evet, evet. Sonsuza kadar evet.” Eveti duyması ile yerinden fırlamış, sarılmıştı. Yanaklarımdan, boynumdan, şakaklarımdan ve saçımdan… Her yerimden öpüyordu beni. Ben ağlıyordum, onun ise gözleri buğuluydu. Sarılmamız ile etraftaki kalabalığı ancak idrak edebilmiştim, evet dememle bir çığlık tufanı kopmuştu. Bir baktım ki köprüdeki herkes bizi alkışlıyordu. Aylardır griye bürünmüş ruhum iki günde yeniden yeşile bürünmüştü.
Artık sevdiğim adamın karısı oluyordum. Artık bir ajanın karısıydım; kim bilir kaç gecem beklemekle, dua etmekle geçecekti. Yine de bırakmayacaktım elini, sıkı sıkı tutacak ve tıpkı yıllardır onun bana yaptığı gibi, karısı olarak ardında dimdik duracak, yorulduğunda geldiği liman olacaktım.
“Oğuz.” dedim ona sarılmaya devam ederken. O da benim gibi anın büyüsüne kapılmış, kokuma hapsolmuştu. “Biz şu an fazla dikkat çekmiyor muyuz canım?”
Gözlerime bakmak için başını hafif geri çekti, etrafındaki küçük kalabalığa baktı.”Öyle görünüyor.”
Bunu öyle rahat söylemişti ki şaşırmadan edemedim. “Bu yapmamız gereken en son şey değil miydi ben anlamadım?”
Güldü, ben dumur olmuş bir yüz ile ona bakmaya devam ederken o kafasını yan tarafa doğru çevirdi. Baktığı yöne baktığımda şaşkınlığım iki katına çıkmıştı; Aybüke ve Aylin kalabalığın ortasında yan yana durmuş, izleyicilerin arasına karışmış bizi alkışlıyordu.
“Nasıl yani?” sordum.
“Tekliften haberleri vardı, buranın temiz olduğundan emin olabilirsin. Yoksa asla böyle bir şeye kalkışmazdım.” Elleri belimi buldu, kavradığı gibi köprüden aşağı indirdi. “Eve dönüyoruz sevgilim. Ülkeye dönüşün için her şey ayarlandı.”
Ve bu, bu akşam duyduğum en iyi ikinci şeydi.
…
Yeni doğan güneşin dahi umut yeşertemediği bir bataklıktı Bülent’in evi. Doğa küskündü bu eve, kuş seslerinden yoksundu. Bahçedeki ağacın dalına tek bir kuş konmuyordu. Perdenin arasından sızan ışıkla gözlerini araladı Gece, uyuya kaldığı pozisyon bir hayli rahatsızdı. Kardeşinin başında otururken uykusuna karşı gelememişti. Yanında uyumaya devam eden kıza baktı, dün gece olduğu gibi ablasının beline sarılmıştı. Güneş’in ellerinden yavaşça kurtuldu, çıkmadan önce aynanın önüde kendine çeki düzen verdi. Buraya geldiğinde her daim kapalı kıyafetler seçiyordu. Bugün de siyah bir boğazlı ve siyah bir pantolon giymişti. Dün gece yatağın altına itelediği topuklularını giydi, parmak ucunda ilereyerek odadan ayrıldı.
Alt kata inerken az önceki huzurlu ifadesi silmişti yüzünden. Mutfağa doğru ilerledi, Bülent’in sesi hala çıkmamıştı.
“Günaydın.” dedi Gece mutfakta kahvaltı hazırlamakla uğraşan kadına. Yaşlıydı ve hala Bülent’in yemeği ile uğraşıyordu.
“Günaydın Gece Hanım. Buyrun, bir şey mi arzu ettiniz?”
Ondan yaşça büyük olan bir kadının ona bu denli hitap etmesi rahatsız etmişti. Yüzünde yılların yorgunluğu, ellerinde sudan çıkmadığının kanıtı buruşukluklar vardı.
“Gece demeniz yeterli, lütfen. Eleanor’a kahvaltı hazırlayacaktım, o yüzden geldim.”
“Siz yorulmayın, ben hızlandırıyorum hemen hazırlıkları.”
“Hayır, hayır lütfen. Hatta siz bırakın kahvaltıyı, bugün Bülent Bey yemeyecek.”
“Ama Bülent Bey kahvaltısız işe gitmez.” dedi kadın hayretle.
“Bugün yemesin, Gece hanım öyle dedi dersiniz. Lütfen dinlenin, misafirimizin kahvaltısı bende.”
Gece, dolaptan yumurtaları çıkarırken göz ucuyla ne yapacağını bilmeyen kadını izliyordu. Bu kadına kimse git de dinlen dememişti demek ki. “Yanlış anlamazsanız bir şey sorabilir miyim?”
“Tabii tabii.” dedi kadın hevesle, Gece’nin yönlendirmesi ile zorla da olsa sandalyeye oturtulmuştu.
“Kaç yaşındasınız?” diye sordu Gece, oturan kadının görüş açısına gelebilmek için yere çökmüştü. Bir elini ise kadının en başından beri sıvazlamayı bırakmadığı dize yerleştirmişti.
“Yetmiş ikiye geldim Gece Hanım.”
Kadını kıracak herhangi bir tepkiden kaçındı Gece ama içten içe şaşkın ve kızgındı.
“Neden hala çalışıyorsunuz?” diye sordu Gece, belki de para ihtiyacı vardı ama bunu direkt soramadı, kadının gururunu kırmak istemiyordu.
“Ben…” dedi kadın, tedirginlikle etrafa ve tavana baktı. Sanki her daim baskının altında bırakılmış gibi davranıyor, anksiyete krizi geçiren bir hastaya benziyordu Gece’nin gözünde.
“Ben…”
“Bülent mi zorluyor sizi?” diye fısıldadı Gece, kadının tavanda baktığı yere baktığında onlara doğru bakan bir kamerayı fark etti. Kadının öbür yanına geçti, artık kamera yalnızca Gece’nin yüzünü görüyordu.
“Bana dürüst olabilirsin, hiç kimseye hiçbir şey anlatmam. Hele de Bülent şere- Hele de Bülent’e.”
Kadının mavi gözlerinde öyle bir keder vardı ki… Mavileri solgundu, yüz ve ellerindeki her derin çizgi bir başka acıyı içinde tutuyor gibiydi. Kadının gözlerinde hapsolmuş dertler Gece’ye bile ağır gelmişti.
“Ben gitmek istedim kızım ama burası derin bir çukur gibidir. Bir kere düşersin, bir daha asla çıkamazsın. Kimse çıkman için el uzatamaz sana.”
“Yani Bülent’in zoruyla buradasınız?”
Başını olumlu anlamda salladı kadın, “Buraya giren her çalışanın tek bir çıkışı var Gece Hanım.”
Söylemedi o çıkışın adını kadın, söylemesine de gerek yoktu. Anlamıştı Gece, tıpkı onda olduğu gibi bu evde de herkesin ensesinde bekleyen soğuk bir namlu vardı.
“Çalışanlar neden tehlikede?” diye sordu Gece.
“Burada çalışan herkes elini kandan uzak tutmak ister ama hepsi de istemediği çok şeye maruz kalır. Herkesi birer taşıyıcı olarak görür Bülent Bey. Birimizin ayrılması demek onun için risk demek. Ve Bülent Bey asla risk almaz. Ben ölene dek buradayım Gece Hanım ama mazur görürseniz benim de size bir sorum var.”
“Tabii ki, buyurun lütfen.”
Şimdi kadının gözlerinde bir annenin bakışları vardı, pişmanlık vardı o gözlerde. Hasret vardı:
“Siz neden buradasınız Gece Hanım? Siz neden bulaştınız bunlara? Gençsiniz, çok güzelsiniz…Gözünüzü kör edecek kadar aşık mı oldunuz Bülent Bey’e?”
İnsan bile isteye hata yaptığı zaman kendine itiraf etmediği sürece canı yanmaz. İnsan bazen gözünü ve kulağını kapatarak bir hataya atlar ve bunun acısı bir başkası size bunun hesabını sorduğunda ortaya çıkar. Gece uçsuz bucaksız bir hatanın tam ortasındaydı. Ona bazı şeyleri haykıran kimse olmamıştı şu ana dek, Ateş’e karşı bile tıkamıştı kulaklarını. Ama şimdi onun kadar çaresiz ve onun kadar yıpranmış birinden bunu duymak ona nerede ne yaptığını hatırlatmıştı. Hatırlamayı unutmak istedi Gece çünkü kendini hatırladıkça yanıyordu içi.
“Ben sizin sırlarınızı saklayacağım, siz de saklar mısınız?” Evet cevabını almasıyla devam etti, “Bülent takıntılı bir hasta. İnsanları, amaçları ve herhangi bir şeyi takıntı yapabilecek bir narsist. Ben ise onun aşkı değil, takıntısı; şu günlerde ise hırsıyım.”
“Neye karşı?”
“Bir adama karşı.” dedi Gece fısıldamaya devam ederken. “Hiç gitmeyi denediniz mi buradan?” diye sordu.
“Çok.” dedi kadın hüzünle. Boşluğa doğru dalmıştı gözleri. “Ama bana daha çok dertten başka bir şey getirmedi.”
“Bir daha deneseydiniz, şimdi de deneyin. Ben de yardım ederim.”
Gece’nin gözlerine yeniden döndüğünde bu sefer şefkatle bakan gözler vardı, “Kaçınca yaşayacak ömrüm kalmadı benim kızım. Asıl sen kaç git buralardan. Kurtar kendini bu canavarlardan."
“Siz kaçınca o ne yaptı?” diye sordu Gece endişe ile.
Kadının içinde bir yerlerde ya bütün raflar devrilmişti ya da bir fırtına kopmuştu şayet artık kadının gözlerinden akan tek şey keder değil, gözyaşlarıydı. Derin bir nefes aldı kadın, sanki söylemek üzere olduğu kabusu kabul ettirmişti yüreğine.
“Oğlumu öldürdü.” Bunu söylemesi ile beraber önlüğünün kumaşı ile gözlerini sildi, kumaşı yüzünden çektiğinde Gece’nin karşısında sadece oğlunu kaybetmiş bir kadın değil, bütün zorluklara rağmen kendi ayakların üzerinde durmayı başarmış güçlü ama yorgun bir kadın vardı. Ne söyleyeceğini bilemedi Gece, karşısındaki kadının kabusuna o bilerek adım atmıştı. Şimdi bir başkasının kabusunda kendi hayalini arıyordu.
“Ben…Çok üzgünüm.” İnsanlara acılarını hatırlatmayı sevmezdi Gece, her ne kadar kendisi bunları hiç unutmasa da başkalarının da bunları tekrar tekrar unutmak için çabalamasını istemezdi. Çünkü bu çabanın ne kadar acı çektirdiğini o çok iyi bilirdi.
“Ben size malzeme vereyim.” dedi kadın yerinden ayaklanırken. Gözyaşlarını geldiği yere geri hapsetmiş, ruhsuz bir ifadeye bürünmüştü. Yeniden, usulca tezgaha yanaştı Gece. Günden güne içinde büyüttüğü hırs korlanıyor, Bülent’ten almak istediği intikamın ateşi harlanıyordu. Şimdi zamanı değildi belki ama emindi; gün gelecek intikamını alacaktı ama son beş ayda öğrendiği bir şey vardı, bu intikam yalnızca kendisinin ve kardeşinin değil bir çok kadının ve bir çok masum insanın olacaktı.
Kardeşi için kahvaltı hazırlamaya devam ederken üst kattan yükselen adım sesleri dikkatini çekmişti. Çok geçmeden adım sesinin kaynağı mutfağın kapısında belirmiş, hizmetliye adeta kükremişti.
“Kahvaltı nerede! Sana boş boş otur diye mi para ödüyorum!”
“Efendim-“
“Kes bağırmayı!” dedi Gece bıçağı öfkeyle Bülent’e doğru fırlatırken. Normal bir atış değildi bu, Ethem’in ona öğrettiği ve özel harekat eğitiminde kullanılan bir atış tekniğiydi. Bülent sesini kesmiş, hayretle kulağının yanına saplanmış bıçağa bakıyordu. Kontrosüzlüğü için kendine sövdü Gece, eğitimli olduğunu gösteren herhangi hareketten uzak durması bir kuraldı.
“Sen…” dedi Bülent hayretle bakmaya devam ederken.
Afallamaya izin vermeden toparlandı Gece, “Kadına bağırıp durma. Ben söyledim, bu sabah kahvaltı hazırlanmayacak.”
“Derken? Sen kimsin böyle bir şeye karar veriyorsun.”
“Sen değil misin beni sevgili diye tanıtan? Madem beni çok seviyorsun, bir sabah aç kal! Kadının yorgunluktan gözleri kayıyor! Ben ona izin verdim. Gidip dinlenecek!”
Öfkeyle soludu Bülent ama ona öfkeyle bakan kadına baktıkça ifadesi yumuşamış, histerik bir kahkaha salmıştı.
“Aferin. Benim hizmetlilerim sana ait, evimin kadını sensin. Bunu kabul etmiş olman ne güzel.”
Kadının duyamayacağı bir şekilde Bülent’e yanaştı Gece, “S—r git, Bülent.”
Bülent’in iğrenç kahkahası sürmeye devam ederken Gece mutfaktan çoktan ayrılmış, Bülent evden gidene dek terasa çıkmıştı. Birkaç dakika sonra Bülent arkasında belirmiş, kadının ellerini trabzana bastırarak arkadan sarılmıştı. Güç kullanıyordu, Gece’nin onu pataklamadan itmesi imkansızdı.
“Birkaç gün buralarda olmayacağım. Beni merak etme. Çok geçmeden dönerim.”
Gece adamın kollarını iteklemeyi sürdürürken sormayı ihmal etmemişti, “Nereye gidiyorsun?”
“Fransa. İstediğin bir şey var mı güzellik?”
Mümkünse kadavran.
“Defol.” dedi Gece adamın kollarından kurtulurken. Yeniden mutfağa gitmek için yeltenmişti, kapının önünde arabaya binen adamı izledi. Beş araç dolusu adam almıştı. Bülent’in malikaneyi terk etmesiyle telefonuna koştu, üst kattaki odalarda ses dinlenme riski olduğu için çatı katının terasına çıktı. Çalan telefon açıldığı gibi konuştu:
“Evden çıktı, gidiyor. Birkaç gün burada olmayacağım dedi.”
“Nereye gidiyormuş söyledi mi?”
“Fransa.”
“Fransa mı?” dedi Ateş düşünceli bir sesle. “Fransa ne alaka lan?” Dediği şeyi idrak etmesiyle öksürdü, “Yani sana lan değil ona lan.”
Fakat Gece bunu önemsememiş gibiydi. “Birkaç gün yokmuş, Eleanor’u dışarı yemeğe çıkaracağım. Malikaneden ayrılıyorum.”
…
Yeni bölüm hayırlısıyla çok yakında.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
13.04k Okunma |
895 Oy |
0 Takip |
40 Bölümlü Kitap |