24. Bölüm

"Sıfır Noktası" 2. Kısım

Kalopsia
kalopsia

Merhaba canlar, kusura bakmayın çok uzun süre ayrı kalmak durumunda kaldım. Fakat artık yeniden buradayım. Uzun bir süredir yazamıyordum fakat şimdi o zamanı buldum, iki hafta aralıksız yazıyor olacağım inşallah. Sizlere yeni bölümle -daha doğrusu ikinci kısım ile- geldim. Yorum yapmayı unutmayın lütfen, görüşleriniz ve yorumlarınız yazmam için en büyük motivasyonum. Her birini ayrı bir heyecanla okuyorum, hevesle cevaplıyorum.

 

İyi okumalar canlar.

 

"Sıfır Noktası"

2. KISIM

"
Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.

Zamanı durdururum yüreğimde,
Sensiz geçtiği için,
Akrep yelkovana küskündür.
Şu bozuk saat çalışsa benim için ölümdür.
Bil ki akrep yelkovanı geçerse,
Atan bu yüreğim durur.
Bırak bozuk kalsın, hiç değilse;

Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.
..."

-Turgut Uyar

 

Bazen karanlık, size yuva olur. Yıldızların altı evinizdir, huzurunuzdur. Ben de huzurluydum, son on dört senedir olmadığım kadar hoşnuttum. Gecenin bana bu denli huzur vereceğini bilmezdim.

“Sevgilim.” dedi yanımdaki adam, sert ellerine tezat dokunuşları kollarımı huylandıracak kadar hafifti. Mutluydum, gerçekten mutluydum. Son zamanlardaki gibi sahte olan gülüşlerimden değildi bunlar, ruhumdu gülen.

“Sevgilim.” dedi Oğuz bir kere daha, son on dakikadır kollarında daldığımın farkında değildim, düşüncelerim beni esir almıştı. En çok da bundan nefret ederdim: En güzel anlarım düşünmekle geçerdi, yine geçiyor. Böyle böyle kaybediyorum zamanı.

Omzuna yasladığım kafamı hafifçe kaldırdım, burnum burnuna sürttü. Kokusu hala o zamanki gibi ferahtı.

“Ne düşünüyorsun güzelim?” dedi saçlarımı okşarken.

“Çok güzel.” diye mırıldandım istemeden. Gerçekten güzeldi; bu bahçe, tepemizde asılı olan lambalar, baş koyduğum minder, önümdeki defter, yanımdaki adam…

“Ne çok güzel?”

“Her şey.” Gözlerine baktım, yeşillerine sarı ışığın altında gölge düşmüştü. Kirpiklerini saymak istedim, gölgeleri gözlerinin beyazına düşüyordu. Birbirimize bakmaya devam ederken alnıma yasladı dudaklarını. Keşke şu kolların arasından çıkmasaydım hiç, keşke hiç ayrı kalmasaydık biz. Bir insan bir insanı böylesine sever miydi?

Görmeden.

Bilmeden.

Duymadan.

Fakat doyasıya.

Yeni yılın ilk saatleriydi. “Yeni yıla nasıl girersen öyle geçermiş..” dedim, “Umarım doğrudur.”

Saçımdan öptü, bu kış günü terliyordum. Bu adamın kolları değildi beni saran; ruhuydu, kalbiydi.

“İzmir’deyken ne yapardık bu saatlerde hatırlıyor musun?” diye sordu Oğuz. Biraz düşündüm, üzerinden çok sular akmıştı. Bazı detaylar tak deyince gelmiyordu aklıma.

“Hatırladım, oyun oynardık.” Yerimden doğruldum, onun karşısında olacak şekilde yerleştim, “Doğruluk mu cesaret mi?”

Yattığı yerden baktı, bu oyunu beklemediği âşikardı fakat benim her şansımı ondan bilgi öğrenmeye harcamam lazımdı: Madem Oğuz konuşamıyordu, ben onu anlayacaktım.

“Bunu mu oynayacağız? Hala mı?” dedi şaşkınlıkla.

“E ne yapalım, hadi hadi. Kalk. Taş kağıt makası alan başlar.”

Ellerimi yumruk yapıp pozisyon aldım, bana inanamayarak bakıyordu.

“Taş, kağıt, makas!” Kocaman elini bir kağıt yapmış, minnacık yumruğumu yok etmişti. Bu sefer sincap misali bakan bendim, “Ne yaptın ya! İnsan az biraz alttan alır.”

“Mızmızcılık yapma. Başlıyorum.” Yüzünde gençliğinden alışkın olduğum çarpık gülümsemesi vardı. “Benden sonra sevgilin oldu mu?”

Güldüm, benim ondan önce de sonra da hiç sevgilim olmamıştı. Fakat bu onunla uğraşmayacağım anlamına gelmiyordu.

“Senden sonra derken? Öncesinde sevgilim mi vardı Oğuz?” dedim kinaye ile. Madem geçmişte kaldığımız yerden devam ediyorduk, çocukluğumu kaldırdığım raftan indirmemde bir sakınca olmazdı. Onun yanında çocuklaşabilirdim.

“Yoktu.” dedi mutlu bir şekilde.

“Senin yüzünden.” diye ekledim. Sorgulayıcı bir şekilde döndü.

“Ben ne yapmışım?”

“Etrafımdaki sineklerin bile dişisini tutmuş olabilir misin mesela? Hani, unutmuşsan hatırlatayım, gerçi maşallah zehir gibi hafızan var gibi duruyor, ne yapsan astronomiyle harcamasan mı?” Gülümsedim, dediklerim doğruydu. Tamam, bir tık abartmış olabilirdim fakat sınıfımda bulunan erkeklerin hiçbirinin yanıma dahi gelmediğini hatırlıyorum.

“Şaka gibi ya, yanına gittiğim çocuk eyvallah abla deyip uzaklaşıyordu.”

“Ben bir şey yapmadım.” dedi Oğuz, ellerini teslimiyet misali kaldırmıştı.

“Tamam, sıra sende.” dedi Oğuz. Tek kaşımı kaldırarak ona döndüm:

“Ben sorunu cevapladığımı hatırlamıyorum.” dedim inadına.

Eli havada kaldı, ağzına atacağı meyve öylece kaldı.

“Cevapladın ya yavrum. Hayır dedin.”

“Demedim.”

“Dedin.”

“Demedim.”

“Ne demek demedin. Sevgilin oldu mu?” diye sordu. Gülmemek için hafifçe yanaklarımı dişledim. Azıcık oyundan zarar gelmezdi, beni aramamasına sayardım.

“Yani, fakültede aşırı zeki bir çocuk vardı, tipi de fena değildi. Bana yazmıştı bir ara. Ben dönmemiştim ama..”

Yavaşça karşımda beni izleyen adama baktım, kaşları istemsizce çatılmıştı.

“Ama olmadı sevgilim, yani flört seviyesinde kaldık.”

Numaradan derin bir nefes verdim, soğuk havanın etkisiyle derinliği buharın büyüklüğünden belliydi.

“Boşver, hem çok zekiden olmaz.” derken meyve yiyordu.

“Allah Allah, neden olmasın?”

“Biraz salaklık lazım, adam dediğin hanımın yanında az sönük olacak.”

“Ne diyorsun Allah aşkına.” Sesli güldüm, benim cevabıma bahane bulmaya çalışması gerçekten komikti. Özlemiştim onun bu hallerini. “Sen salaksın o zaman.” dedim.

Duraksadı, ellerini yavaşça belime yerleştirdi, kendisine doğru çekti, “Sevgilin olarak salak olacaksam, hiç sorun değil yavrum.”

“Laflara bak ya.” derken gülmeye devam ettim, bu adam bana iyi geliyordu.

“Sevgilim olmadı. Sen ilksin.”

“İlk ve tek.” dedi gülümserken.

“İlk ve son.” dedim gülümserken. O benim hikayemin başlangıcı, devamı ve istediğim sonuydu.

“Tamam, sıra bende.” dedim, “En sevdiğin şiir?”

“Değişmedi.”

“Bunu beni ölçmek için mi söylüyorsun?” derken sırıtıyordum. Kolları omuzlarımdan sarmış, yastıktan daha rahat bir dayanak olmuştu bana. Biraz daha yaklaşsam neredeyse kucağında oturacaktım.

“Bilmem.” Bunu söylerken göz kırpmıştı. Bir elim dağılmış olan saç tutamlarına uzandı, eskiye nazaran kahveleşmiş saçları yumuşacıktı. Ben istesem böyle olmazdı saçlarım, sanırım kadınlar olarak kalıp sabuna geçme vaktimiz gelmişti.

Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur…” Gözlerini baktığı karanlık semadan çekti, bana çevirdi. Omzuna başımı koymuş çehresine bakıyordum. Zamanında onun için ezberlediğimi bile unuttuğum dizeler buldum kendimde, dilim çözüldü. Ben ne dediğimi duymadım, yüreğim konuştu.

“Zamanı durdururum yüreğimde, sensiz geçtiği için, akrep yelkovana küskündür…”

Bakışları şaşkınlıkla karıştı, yüzümü daha net görebilmek için yaslandığım omzunu hafifçe kaldırdı, “Ezberinde mi?” Kaşları da şaşkınlıkla havalanmış, dudakları kıvrılmıştı.

“Çantandaki kitapta postitlerle süslemiştin bu sayfayı, defterinin köşesinde de vardı. Attın mı o defterini? Hani, şiir falan yazardın derslerde?”

Şaşkınlığı arttı.

“Sen o defteri nereden biliyorsun?” diye sordu Oğuz. Yalandan bilmem dercesine omuz silkeledim. Oysa o defteri çok iyi bilirdim. Okumak için bir şansım olmamıştı ama içinde yazanları onun gözlerinden okurdum. Oğuz’un benliği birkaç sayfa defterdeydi: Şiirleri, sözleri, günleri, anıları…

“Taşınırken kaybettim.” dedi Oğuz. Umutsuzca dudak büzdüm. Üzülmüştüm. Üzgünlüğümü fark etmiş olacaktı ki başka bir soru yöneltti:

“Bunu doğru bildin. O zaman… en sevdiğim renk.”

“Senin en sevdiğin renk yok ki!”

Boş boş havaya baktı, “Eh, doğru. Tamam, değiştirelim. Sen sor.”

Hınzırca gülümsedim, yattığım yerden doğruldum, şimdi yüz yüzeydik.

“Ben başka bir şey sorsam?”

Tek kaşı sorguyla havalanmış bana bakıyordu, arada yeşillerinin dudaklarıma kaydığını da görüyordum. Az önce öpüşmüştük…

“Korkmalı mıyım?” dedi alayla, bir eli önüme düşen tutamlarda dolanıyordu. Dirseklerimle üzerine yaslandığım göğsüne hafif bir silke çarptım.

“Soruyorum o zaman.”

“Gönder gelsin güzelim.”

“Asker misin?”

Beklemediği gözlerinden okunuyordu fakat sormasam olmazdı. En azından küçücük bir detay bile olsa bilmek istiyordum. Onu bütün sırlarıyla kabul edecektim, bunun için mesleğinin alanını öğrenmem yeterdi. Günün sonunda ben de insandım, küçücük bir detay bile olsa öğrenecek, kendime yettirecektim.

“Nereden çıkardın güzelim? Astronomum dedim ya.”

“Hani sırların var ya, çoğunlukla da burada olmuyorsun. Gidiyorsun… biz Gece’yle konuşurken o demişti acaba asker olabilir mi diye, bana da mantıklı gelince sormak istedim. Kızdın mı?”

Elleri saç tutamlarını buldu yeniden, “Neden kızayım güzelim, ben sana hiç kızar mıyım?” Burnumdan öptü. Konuşmaya devam etti, “Uluslararası projeler için danışmanlık yaptığım şirket ve öğrencilerim var, il dışına gitmem gerekiyor bazen.”

“Peki neden hep yaralı geliyorsun? Her yerin kurşun izleriyle dolu. Mafyaların fizik projesi yapacağını düşünmüyorum.”

“Fıstığım, ne mafyası. Onlar bazı serseriliklerin ve yanlış anlaşılmaların sonucu. Almanya’dan kalma çoğu. Boşver sen.”

“Daha yeni yaralandın!”

Yansı.” dedi uyarırcasına, oysa sesi yumuşaktı. Bu, söyleyemem, artık zorlama demekti. Bu, sus artık Yansı demekti. Bu, hani beni sırlarımla kabul edecektin demekti. En azından ben bunları anlamıştım.

Derin bir nefes daha aldım, “Tamam. Asker değilsin, anladım. sıra sende.” dedim yüzümü düşürmemeye özen göstererek. Kendi merakım yüzünden onu zora sokmak veya bencillik yapmak istemiyordum: Ben sadece sevdiğimi merak ediyordum.

Bütün gece beni bırakmamış, kollarından ayırmamıştı. Saçlarım şu ana kadarki en güzel hallerindeydi: Oğuz’un öpücükleri en çok saçlarıma konmuştu.

Bir süre öylece durduk, İstanbul’un trafiği buradan duyulmuyordu. Keşke İzmir’de olsaydık diye düşünmeden edemedim, acaba hiç gitmeseydi nasıl olurdu her şey?

“Oğuz.” dedim.

“Sendeyim güzelim.”

“Hiç gitmeseydin acaba nasıl olurduk hiç düşündün mü?” Koala misali yapışmıştım vücuduna. Öylesine sıcaktı ki bedeni üşüyen ruhum bile terliyordu şimdi.

“Evli olurduk.” Başımı yasladığım yerden, göğsünden, kaldırdım. Direkt gözlerine baktım, “Ne?” demekten alıkoyamadım kendimi.

“Otuz yaşındasın, otuz bir yaşımdayım. Bence bir bebeğimiz bile olurdu. Senden bir tane daha, böyle güzel saçlı, tombik yanaklı..”

Bunu diyeceğini beklememiştim, bocalamıştım fakat söylediği şeylerin hayali bile çok güzeldi.

“Sence gerçekten evli mi olurduk?” diye sordum.

“Başka ihtimali yok. Bırakmazdım seni, asla.”

“Evlenme teklifi ederdin yani..” dedim nazlanarak.

“Ederdim tabi. Derdim ki bu kız benim karım, sevgilim, ömrüm, canım, çocuğumun annesi…” Güldüm, hatta kahkaha attım. Anne olmak... hem de Oğuz’un bir parçasını taşımak.

Yaparız Yansı, onu da yaparsın sen!

Bir anda ciddileşmeden edemedim, “O zaman neden gittin köpek!” Hafif bir silke çarptım omzuna.

“Vahşi misin kızım sen?” dedi gülerek, kaldırdığım elimden kavradı, parmak boğumlarımdan öptü.

“Sence hayata geç mi kaldık Oğuz? Biz birbirimize geç mi kaldık?” diye sordum sakinleştiğimde.

“Hayır güzelim, aksine. Tam zamanında buradayız. Bir kere ayrıldık, bundan sonra daha güçlü kenetlenmek içindi bu ayrılık. Seni bir daha bırakmam, Fındık. Allah’tan başka kimsenin gücü yetmez.”

“Buna inanmalı mıyım?” diye sordum.

“Ben inanıyorum, sen de inan. Seni bırakmayacağım.” dedi Oğuz. Çenemden tuttu, yavaşça dudaklarıma ulaştı.

“Seni seviyorum, sana söz. Bundan sonra her neyi dilediysen her birini beraber gerçekleştireceğiz. Oğuz sözü.” dedi dudaklarımdan öperken. Otuz yaşındaydım ve ilk defa öpüşüyordum. Çok önceden birini öpebilirdim: Her yer azgın ergenlerle kaynıyordu zamanımda. Fakat ilk öpücüğümü değerli kılmak istedim hep. Şimdi bakınca beklememe değer olduğunu anlamıştım. İlk öpücüğümü bundan daha değerli kılamazdım. İlk öpücüğüm ilk aşkıma aitti, bütün duygularımla beraber.

Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama hava aydınlanmaya başlamıştı. Gözlerim ağırlaşmış, kendimi Oğuz’un göğsünde uyurken bulmuştum. Serin bir hava, tek tük uçan kuşlar ve alacakaranlık…

“Yansı, fıstığım.” Derinlerden gelen bir ses vardı. Net değildi ses fakat ona aitti, huzurluydu. “Güzelim, hadi kalk. Evine bırakayım seni, üşüme daha fazla.”

“İstemiyorum.” diye geveledim ağzımda, göğsüne daha da sokuldum. Uykuluydum, hem de çok.

“Benden yana hava hoş ama en azından buradan gidelim. Burnun pembeleşmiş, Fındık. Haydi güzelim, haydi kalk.”

Altımdaki beden yavaşça doğrulmaya başlamış, beni de kendisiyle kaldırmaya başlamıştı. Ellerimi sıkıca boynuna sardım, gözlerim hala kapalıydı.

“Sıkı tutun.”

“Hmm.”

“Bacaklarını sar, düşme. Merdiven var..”

“Hmhm.” Uyurken bir şeyler geveliyordum fakat ne olduklarını ben bile anlayamıyordum.

Çok geçmeden kendimi bir arabanın içinde buldum, arada uykuya yeniden dalıyordum. İlk kalkışımda Oğuz yatırdığı araba koltuğuna beni yerleştiriyordu, diğer uyanışımda ise yoldaydık, Oğuz yola odaklanmış ama bir eliyle de elimi tutmuştu.

Çok geçmeden kolumda bir dürtü hissettim, ses aynı kişiye aitti. “Güzelim.”

Kolum dürtülerken üstümdeki şişme montu fark ettim, bu Oğuz’un olmalıydı.

“Yavrum.”

Bu koku… arabanın içine sinmişti. Koku karnımı acıktırmıştı.

Çok geçmeden sabahın serinliği yüzüme çarpmıştı, uykumu az da olsa hafifletmişti hava.

“Fıstığım, hadi kalk.” Oğuz kapımı açmış, tek dizinin üzerinde benim hizama gelmişti. Ben ise hala arabada uzanmış yatıyordum.

“Tamam.” diye mırıldandım, gözlerimin kapalı olmasına rağmen kalkmaya çalıştım fakat boşunaydı: Dengemi kuramıyordum.

“Kafana dikkat et.” dedi bir ses, ardından havalanmıştım. Oğuz’un kucağındaydım, istemsizce ellerimi boynuna sardım. “Bina şifren ne güzelim?” diye sordu, bir şeyler mırıldandım. Hala uykuluydum ve beni uykudan kaldırmak gerçekten zahmetliydi: Bizzat Gece’nin yorumuydu bu. Bir süre sonra evimin önündeydim, Oğuz birileriyle konuşuyordu. Sesler boğuktu, Gece ile konuşuyor olmalıydı.

“Geçebilir miyim?” diye sordu Oğuz, Gece kapının yanına çekilmiş herkese gösterdiği sert bakışlarıyla izin vermişti geçmesine. Bu, onun hayatı boyunca kendine ördüğü duvarlardan birisiydi: Kim olursa olsun insanlara karşı duygusuz, sert görünmeye çalışırdı. Çevresi çoğunlukla onu tanımadan önce korkanlardan ibaretti.

-üçüncü kişi anlatıcı-

Oğuz, Yansı’yı odasına taşırken Gece kollarını bağlamış, duvara yaslanmış bir şekilde pür dikkat izliyordu. Oğuz’u en son İngiltere’de görmüştü. Yansı her ne kadar güvense de Gece ona güvenmemeyi tercih ediyordu: Yansı onu sırlarıyla kabul edebilirdi fakat o, bu kadar iyimser olmayacaktı. Oğuz, Yansı’yı dikkatlice yatağına bıraktıktan sonra alnından öptü, saçlarını düzeltti. Üstündeki montu çıkardı, yorganını üzerine örttü. Son kez öptükten sonra odadan çıktı, evin kapısına doğru yöneldi. Koridorda onu pür dikkat izleyen kadına baktı: Uzun siyah saçları, dikkatli ve ağır bakışları vardı. Gözleri onunkiler gibi yeşil olsa da Gece denen bu kadının gözleri çok daha açık bir yeşildi.

Ona çok da bakmadan “İyi sabahlar.” dileyerek evden çıktı, Gece de aynı şekilde selamını verdikten sonra arkadaşının odasına doğru ilerledi. Gece, erkenden uyanmıştı. Aslında bir saatlik uykuyla duruyordu: Uyuyamamıştı. Onlar geldiğinde de dolaptan çıkardığı tostlardan birini ısıtmakla meşguldu: Dolapta tam tamına dört adet tost duruyordu.

“Yansı.” dedi Gece arkadaşının baş ucuna çökerken, Yansı başta uyanmasa da onu iyi tanıyordu.

“Uyumuyorsun, biliyorum. Kalk.” Yansı aniden ona döndü, uyuma çabaları boşunaydı. Bugünlük uykusuz kalacaktı. “Bu gece eve gelmezsin diye düşünmüştüm.” dedi Gece tek gözünü kırparak. “Gerçi yine çok boş durmamışsın gibi duruyor.”

Yansı sorgulayıcı bir biçimde arkadaşına baktı, Gece kaş göz işaretleriyle boynunu işaret etti. Karşısındaki dolabın aynasından baktığında orada hafif bir kızarıklık fark etti, “Gece!”

Utanmıştı ama Gece’den değil, Oğuz’dan. Gece yerinde yerleşti, başını yastığa yasladı, “Anlat.” dedi sadece. Aslında Oğuz’un ne yaptığı hiç umrunda değildi, sadece Yansı’nın birilerine bir şey anlatmayı sevdiğini biliyordu.

“Şu sahilin önünde bir bahçe vardı, hep önünden geçerdik. Hatırlıyor musun?”

Baş salladı Gece.

“İşte orası çay bahçesiymiş, götürdü beni. Bir kez daha gitmiştik. Minderler kurdurmuş yere, ağaç altındaydı. Gaz lambaları falan vardı… çok güzeldi. İzmir’e benzettim.” Derin bir iç çekti Yansı. “Defter almış, eskiden ben çok tutardım… Anlatmıştım sana, hatırlıyor musun?”

Gece yeniden baş salladı, detayları unutmamak gibi bir özelliği vardı.

“Kaldığımız yerden devam edeceğiz dedi, sonra…” Kirpiklerinin altından Gece’ye baktı melül melül, o anlatmasa da Gece anlamıştı. Dudakları kırmızıydı.

“Söyle söyle.” dedi Gece sırıtırken, bir kolunu yanağına yaslamıştı.

“Ay Gece biz öpüştük!” Kendisini geriye doğru bıraktı, yorganda debelendi. O an heyecanını o kadar göstermemiş olsa da içi içine sığmıyordu.

“Onu anladım canım, ne şüphe.”

Yansı heyecanla debelenmeye devam ederken Gece yerinden kalktı, mutfağa doğru ilerledi. Bir tost daha çıkardı dolaptan, ikisini de tost makinasına koydu, beklemeye başladı. Isınan sosun kokusu tüm eve dağılırken Gece saçlarını ördü, gözlerini çekemediği tost makinesine bakarken düşündü: Hayatı boyunca bir ilişkiye girmemişti, sadece geçmişten kalan bazı hataları vardı. Kardeşinin ölümünden sonra hayata kendisini kapatmış, kendine odaklanacak bir yol seçmişti. Bülent, sık sık onu aramaya devam ediyor, malikanede işlerini yaptırmaya devam ediyordu. Kardeşinin hastane dosyasına ulaşmak isterken bir şeye çekiliyordu, bunun farkındaydı. Fakat ne olduğunu kestiremiyordu, sadece içinde anlamlandıramadığı bir karmaşa vardı.

“Oha! Bu koku ne?” diye seslendi Yansı mutfağa doğru ilerlerken. Tost makinesine yaklaşıp kokunun kaynağını bulmaya çalışırken Gece hala saç örgüsünün ucuyla oynuyor, boşluğa bakarak düşünüyordu. “Sen yemek mi yaptın?” diye şaşkınlıkla sordu Yansı.

“Dolapta vardı, ısıtıyorum.” dedi Gece.

“Sen mi hazırladın? Acayip iyi koktu, ne var içinde? Bildiğimiz kaşar sucuk değil bu değil mi?”

“Yok, sos falan var da.. anlamadım. Karışık.”

“Nereden aldın bunu?”

“Bir arkadaşım getirmiş hastaneye dört paket, eve getirdim ben de.”

“Arkadaşına kurban, teşekkürümü ilet.” Güldü Yansı, içerisindeki sos gerçekten eridikçe farklı bir koku yayıyordu.

“Sen başında bekle, üstüme bir şey alıp geliyorum.” dedi Gece, odasına doğru ilerledi. Dolabına ilerleyeceği sırada yatağının üstünde duran telefonu titredi.

Bülent: Bir dosya gönderildi.

Hızlıca bildirime tıkladı, bir dosya gönderilmişti, hem de Bülent tarafından. Dosyaya tıkladı Gece. Bu, onca zamandır peşinde olduğu gerçek olabilirdi. Sonunda vefat eden kardeşinin ölüm sebebini öğrenebilir, mümkünse hata tespit edebilirdi. Bir süre sonra açılan dosyayı okumaya başladı Gece.

Kalp kapakçıklarından birinde sorun olması sebebiyle ameliyata alınmıştı kardeşi daha birkaç aylıkken. Gece, o zamanlar on beş yaşındaydı: Doktorlar “Hastayı kaybettik, başınız sağolsun. Anneniz ve babanız nerede?” demekten başka bir şey anlatmamıştı ona.

Bazı çocuklar erken büyür kardeşine anne baba olurdu. Bir başka çocuk küçükken yetim kalır, tüm acısını gülüşüne saklardı. Başka bir yerde başka bir çocuk, çocukluğundan vazgeçer hayata asılırdı. Fakat büyükler bir çocuğun ne kadar acıyı sırtlanabileceğini bilemeyecek kadar unutkandı: O yetişkinler ya en büyük hayali bebek evi olanlardandı, ya da kendi çocukluğunu dahi unutanlar. Sert esen rüzgar en çok genç ağacı sarsardı ama herkes büyüğün devrilme korkusundan küçüğe bakmazdı.

Raporu incelemeye devam etti Gece, görünürde hiçbir sorun yoktu. Aksine, rapora göre ameliyat gayet iyi geçmişti fakat bebeğin yetersiz bünyesi sebebiyle hasta vefat etmişti. Raporda uyuşmazlık vardı.

“Yansı!” diye seslendi Gece, hızlıca mutfağa koştu. Yansı, ağzına tıktığı tost ile baktı arkadaşına.

“Bu rapora sen de bir bakar mısın?” Yansı ağzının dolu olması sebebiyle konuşamasa da telefonu hızlıca kendi eline aldı, okumaya başladı. Bir süre inceledi ve, “Kimin bu rapor?” diye sordu.

“Geçmişte kalan birinin.”

“Rapora göre bu bir bebek, ameliyatın gayet iyi geçmiş olması lazımmış. Ameliyat öncesi tahlilleri gayet normal. Hatta, kan değerleri normalin aksine çok iyi.” dedi Yansı, rapora daha da dikkatli baktı.

“Bu uyuşmazlık ne şimdi?” diye sormadan edemedi Gece.

“Valla ben de anlamadım...tuhaf bir şekilde rapor eksik.” dedi Yansı.

Gece, telefonundaki rapora tekrar baktı, eski bir rapordu. Üzerinde ise ameliyatı yapan doktor ve anestezi uzmanının isimleri vardı. En son çare, onları arayacaktı. Bülent’e sormaya kalkarsa asla işin içinden çıkamazdı: Farkındaydı.

“Tamam, neyse. Sen yemeğini ye, benim tostuma dokunmadın inşallah.” diyerek kendini toparlamaya çalıştı Gece.

“O bebek kim? Kardeşin mi?” diye sormaktan geri durmadı Yansı, merak etmişti.

“Evet.”

“Allah rahmet eylesin.”

“Amin.” Sessizce salatalık doğramaya devam etti Gece, bugün izinli de olsa hastaneye uğraması gerekecekti.

Kardeşi, onun bu hayattaki tek zayıflığı ve tek gücüydü: Ona neler olduğunu öğrenmek belki de tutunduğu tek daldı. İster Bülent ister bir başkası, kimse onun gerçeğe ulaşmasını engelleyemeyecekti.

“Bir işin var mı bugün?” dedi Yansı.

“Hayır, izinliyim.”

“Neden bu kadar erken kalktın. Bir şey mi oldu? Canın belgelere mi sıkıldı?”

Ağzında lokmasını çevirirken baş salladı Gece, ancak bir saat uyuyabilmişti fakat uykusuz hissetmiyordu. Derin bir nefes aldı, yine baş sallamakla yetindi.

“Yarın sunumum var, bir iki bir şey almak için dışarı çıkacağım. Sen hazır izindeyken dinlen, durmadan hastanedeydin zaten. Akşama ne yapayım?”

“Sen? Yemek mi yapacaksın?” diye şaşkınlıkla sordu Gece.

“Aşkolsun, şimdi niye öyle dedin ki.” diye Gece’nin koluna hafif bir silke yapıştırdı. “Yaparım tabi, hem sana yapmayacağım da kime yapacağım.”

“Baş harfi Oğuz.” diyerek göz kırptı Gece, ikisinin de tabağını alıp makineye yerleştirmek için kalktı. O sırada Yansı yüzüne masum bir gülümseme kondurmuş, tekrardan düşüncelere dalmıştı. “Ona da yaparım.” diye kısık bir sesle konuştu.

“Boşver, dışarıdan söyleriz. Sen git hadi, hediye falan bir şeyler bak.”

“Tamam, erken zaten. Boştur her yer. Ben kaçıyorum.”

Yansı, zaten giyinik olmasını da fırsat bilerek montuna uzandı, o sırada Gece mutfaktan seslendi, “Anahtarını al, belki uyurum.”

“Alıyorum ay parçam.”

Gece, duyduğu kapı kapanma sesiyle mutfaktan çıktı, kapıyı sonuna kadar kilitledi. Ona kalmış olan bir alışkanlıktı. Alışkanlıklar bazen biz hiç istemediğimiz halde bizlere yapışıp kalıyordu: Bunlar bizlerin kendimizden bile sakladığımız yalanlarımızdı. Hiç kimsenin bilmediği, bilmelerini istemediğimiz yaralardı. İnsanlar, sıyrık olarak gördüğü yaralara gülüp geçmeyi çok iyi bilirdi. Bu daha da kanatırdı yarayı, işte bu nedenle bunlar insanın en büyük sırrıydı. Evde tekken kapıyı sonuna kadar kilitlemek, evde yalnızken korkmasa dahi odasının kapısını kilitleyip oturmak Gece’nin sırlarıydı. Kimse bilmezdi, Yansı bile.

Telefonundan belgelerde yazan isimlere baktı, bilgisayarından aratmaya başladı. İlk çıkan doktorun isminde üç beş profil vardı. Bir tanesinin siması hatırladığıyla eşti.

Prof.Dr.Cüneyt Düvenci, Kalp ve Damar cerrahisi

Oxford Üniversitesi, Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi

İngiltere

Okuduğu bilgilere şaşırmadan edemedi Gece, çok başarılı bir doktor profili vardı karşısında. Gazetecilerin çektiği her bir fotoğrafta ayrı bir mutlu, ayrı bir gururlu duruyordu. Madem kardeşinin ameliyatına bu kadar iyi bir doktor denk gelmişti, bu raporun sorunu neydi? Gece, nereyi gözden kaçırdığını anlamıyordu. Diğer bir ismi de arama motoruna yazdı:

Mehmet Adil Kutlu, Anestezi Uzmanı

Bu sefer karşısına birkaç resimden öte bir şey çıkmadı: Bu adama dair ne bir iz vardı ne de bir bilgi. Çok eskiden kalma olduğu anlaşılan bir fotoğraf karesi adamdan kalmış olan tek şeydi.

“Kimsiniz siz?” diye sordu Gece, bu kadar bilinmezlik içerisinde kafayı yemek üzereydi. Ona gönderilmiş olan rapor küçük çocuğa verilmiş bir şekerden farksızdı. Çalışma masasında tek parmağıyla ritim tuttu. Her bir ritim ayrı bir soruydu.

Bu insanlar kimdi?
Ameliyatta gerçekten neler yaşanmıştı? Ve dahası onca soru havada asılı kalmıştı.

Dikkatini, içeriden gelen televizyon sesi çekti. Yansı gittikten sonra açık kalmış olmalıydı diye düşünerek salona geçti, kumandayı almak için eğildiği sırada koltuğa atılmış vaziyette duran hırkayı fark etti. Gözleri, fal taşı misaliydi. “Şaka yapıyor olmalısın…” diye geçirdi içinden, hızla hırkayı aldı ve Yansı’nın fark etmemiş olması için dua etti. Dolap çekmecelerinden birine attığı hırkaya son kez baktı: Onun hırkasıydı. Geceden kalmış olmalıydı diye düşündü. Bir kez daha derin bir nefes aldı, yatakta duran telefonundan bildirimlerine baktı. Herhalde hırkasını unuttuğunu fark etmedi diye düşündü, yatağına kuruldu. Sadece yatmak istediği, dünyadan uzaklaşmak istediği onca günden biriydi. Yatağına yerleşti, gözlerini kapamak istedi fakat bakışları uykunun kollarına teslim olana dek o çekmecede asılı kaldı.

 

“Neden jüriye hediye alıyorsun ki?” diye sordu Oğuz yanındaki kadına. Onun isteğiyle alışverişe çıkmışlardı.

“Sunumdan önce önlerine koyacağım. Hani böyle tatlı yiyelim tatlı konuşalım anlamında. Anlarsın ya, Oğuz bey.” Göz kırptı, şirin bir nidayla konuşmasını sürdürdü Yansı. Yarın hastanede hem çocuklar için düzenlenecek olan etkinlik, hem de sunum vardı. Hastane yönetiminin de orada olmasından ötürü iki etkinliği karma yapma kararı almıştı hastane. Yarın, Yansı için devrim niteliğindeydi. Ve her bir devrim, gerçekleşmesi uğruna onca savaş verilen galibiyetlerdi: Özeldi, değerliydi.

“Çocuklara da bir şeyler alalım.”

“Nasıl istersen güzelim.” dedi Oğuz, yürürken tek kolunu ona sardı, kafasına bir öpücük kondurdu. Yansı’yı çok seviyordu Oğuz fakat kalbindeki şefkati bir ayrı seviyordu.

“Sen de izne çıktın değil mi?” Evet dercesine mırıldandı Oğuz, yeni yıl izni olduğunu söylemişti fakat operasyon tarihinin denk gelmesiyle çıkan bir izindi. Market reyonlarında yürürken tepede duran peluşa baktı Yansı, babasının ona gitmeden önce aldığı kuzuya benziyordu. Düşünmeden edemedi Yansı, bir anda bir yabancıya dönüşmüş olan babası acaba şimdi neredeydi? Evlenmiş miydi mesela? Çocuğu var mıydı? Hiç arkasında bıraktığı çocukları özlüyor muydu?

Yansı şu zamana kadar babasının ardından tek bir gözyaşı dökmemişti. Bunun sebebi ne duygusuzluktu ne de sevgisizlik. Bazen ağlamadığı, üzülmediği için kendisine kızardı Yansı, neden bir çocuk babasının ardından ağlamazdı? Yansı’nın kalbi kırıktı, içinde babasını düşündükçe batan bir ağrı vardı lakin onun için dökeceği gram yaşı yoktu, olmayacaktı. Belki, annesine yapılanları öğrenmeseydi ağlardı. Babası, onun en güzel anlarının katili olmayı seçtiyse Yansı da onun katili olmayı seçecekti kalbinde.

“Fındık? İyi misin? Daldın gittin.” Oğuz’un sesiyle kendine geldi Yansı, bir süredir baktığı peluştan gözlerini kaçırdı. “İyiyim. Öyle, gözüm dalmış.” demekle yetindi.

Anlamıştı Oğuz, her ne kadar üzerine gitmek istemese de peluşu gördüğünde neler düşündüğünü az çok tahmin edebiliyordu: Raftaki peluş Yansı’nın çöpe fırlattığı, onun öncesinde her gece kollarının arasında sakladığı oyuncaktı. Bazen anılar böyleydi, en sevdiklerimizi kendi ellerimizle çöpe atar, bazen yanmasını izlerdik. Küllerini gördüğümüzde o küllerden güç alacağımızı zanneder, kendimize bile oyun oynardık. Oysa asıl güç, kül olmuş anıları düşünmemekte değildi; Asıl güç, onlarla yüzleşebilmekti. Yakıp yıkmak kolaydı, yakıp yıkmaya çalışanlara karşı durabilmekteydi asıl mesela.

“Oyuncak da alalım.” dedi Yansı, “Boya da alalım, şeker de…”

Oğuz yanında yürüyen, market arabasına tutunan kadına baktı, konuşmadı. Bir eliyle saçlarını okşadı; Yansı konuştu, Oğuz dinledi.

Market reyonlarında yürüdükçe sepet doldu, taştı. Yansı, içine attığı her bir şeyden ayrı haz aldı; Karamelli çikolataları Gece çok severdi, elmalı şekeri Aras, lolipopları Sevde, dergileri Ece ve Nilay, küçük peluşları Ege…

“Uyuz!” diye aniden heyecanlandı Yansı, yandaki reyonda gördüğü gofretlere koştu, “Bunları hatırlıyor musun!”

“Hayır.”

Yansı, hayal kırıklığı ile baktı karşısındaki adama, “Ne demek hayır, ne demek hayır ya. Hani her şeyi hatırlıyordun, hani bizi hiç unutmamıştın, he? Nerede icraat, nerede hafıza?”

“Gofretin bizimle olan alakasını hatırlamaya çalışıyorum.” Güldü Yansı, onların zamanında üretilmiş ve sonra da kaldırılmış olan bir gofretti. Yansı, kurşun atıp kurşun yiyebileceği bu gofretlerin ardından baya üzülmüştü. “Fizikten elli aldığımda şükür niyetine dağıtmıştım. Nasıl unutursun?” Güldü Yansı.

“Benim sayemde aldığın elli mi?” dedi Oğuz kadına sarılırken, “Şimdi hatırladım.”

“Beni dövmüştün.”

“Ne?” Oğuz, elini ateşine bakıyormuş gibisinden Yansı’nın alnına koydu, “Ateş’in de yok ki, ben yokken yataktan mı düştün?”

“Ne diyorsun aşkım ya.” Ellerini tutarken güldü Yansı.

“Aşkım mı? Aşkın diyen ağzını yesinler.” Yansı’nın yanaklarını sıktı, ikisine de birer öpücük kondurdu.

“Konuyu değiştirme, fizik anlamadığım için tüm bir gece döve döve ayakta tuttun.”

“Ne güzel yapmışım. Bak, doktor hanım olmuşsun işte.”

“Neyse.” dedi Yansı Oğuz’a bakmaya devam ederken, “Adamın fizik yapabileni makuldur.”

Bu sefer sırıtan Oğuz’du, “Mühendisim, iş görür mü?”

“Fazlasıyla.”

Yansı, kollarını sardığı adama bakarken uzaktan onları gülerek izleyen gençleri gördü, toparlandı. “Rezil olduk. Otuz yaşına geldik hala liseli ergenler gibiyiz yemin ediyorum.” Hallerine güldü.

“Buradan alacağın başka bir şey kaldı mı güzelim?”

Market arabasına baktı Yansı, “Sanırım tamamız.” Market arabasını Oğuz aldı, diğer bir kolunu ise sevdiği kadının omzuna sardı.

“Oğuz, ne yapıyorsun?” Oğuz, cebine attığı elini tutan kadına baktı.

“Ödeme?”

“Saçmalama, çık şuradan.” Oğuz, kartını kasiyere uzatırken Yansı tekrar konuştu, “Valla annemin gün arkadaşlarına çevirme beni. Allah’ın adını verdim ben ödeyecem, ben ödeyecem!” Sesini inceltip taklit yapmaya devam ederken kendi kartını çıkardı.

Oğuz, ödemekte ısrarcı davransa da Yansı izin vermedi. Kasiyer arka tarafa gittiğinde yanağına bir öpücük kondurdu, “Tamam aşkım, bundan sonra her şeyimi sana ödeteceğim. Yeter ki sen üzülme.”

“Söz mü?” diye ironiyle konuştu Oğuz.

“Ayıpsın. Doğalgaz faturam bile sende artık.”

Yansı, kasada kalırken Oğuz biraz uzaklaştı, telefonunda en üstte kayıtlı olan numarayı tuşladı:

“Efendim kardeşim?”

“Takip ediliyorum.”

“O ne demek lan? Neredesin sen?”

“Marketteyim, yanımda Yansı var. Sabah onu aldıktan bir süre sonra fark ettim, buraya da gelmişler. Aybüke başkanı aramadım.”

“İyi yapmışsın, zar zor dinlendiriyoruz zaten. Sen bir şey çaktırmadan devam et, fark edildiklerini anlamasınlar. Gerisi bende. Sen sivili korumaya bak.”

“Eyvallah.” Telefonu kapattı Oğuz, Ethem’in kısa süre içerisinde bu adamların işini halledeceğini biliyordu. Onu takip etmeme veya kimlik belirsizliği şansından ötürü koz vermedi Oğuz: Bu adamlar her nasıl olduysa onun kimliğini deşifre etmiş bile olsalar - ki bu çok düşük bir ihtimalden ibaretti- kendini belli etmemesi gerekiyordu. Deşifre olması demek, birçok şeyin bitişi demekti.

“Güzelim, tamam mısın?” dedi Oğuz poşetleri alırken.

“Gidebiliriz sevgilim.”

Sevgilim.

Ne güzel bir kelimeydi bu böyle, sevgilim. Sevdam, aşkım…

Arabaya bindiklerinde çaldı telefon, özel hattan arıyordu Ethem. Yanında Yansı olmasından mütevellit tek kulağına kulaklığını taktı Oğuz:

“Efendim?”

“Adamlar sivil mi?”

“Evet, mavi ve kahverengi olan dosyayı alacaksın.”

Evet, biri mavi diğeri kahverengi ceket giyiyor.

“Teyit amaçlı soruyoruz: Biri bir yetmiş boylarında, esmer; diğeri tıraşlı, daha uzun. Bu tiplerdi değil mi?”

“Benim imzam eksikti sanırım, akşama doğru geçerim ofise. Orada mı olacaksınız?”

Evet, onlar. Sorgu için alacak mısınız?

“Hayır, sorgu için şu an alamayız. Arkandalar, gri bir araçla takiptesin. Anladığımızı bilmemeleri lazım, deşifre olman demek çorap söküğü demek. Kadın için korkma, an itibariyle gözetimdesiniz.”

Ethem, ofiste bulunan şehir kameralarından onları izliyor, aynı anda Oğuz’a bilgi geçiyordu.

“Yine Ertan hoca mı bakıyor raporlara?”

Bu adamlar Elmas’ın işi mi?

“Bilmiyoruz, ama öğreneceğiz. Akşama gel.” Telefon kapandı, Oğuz kulaklığını çıkardı. Camdan dışarıyı seyreden kadına döndü elinden öptü. Yansı, telefon konuşmasının bittiğini anlayınca tekrar ona döndü:

“İş mi?” diye sordu.

“Bizimkiler, danışmanlık yaptığımız bir öğrenci rapor gönderecek. Onun belgeleriyle alakalı bir sorun varmış, akşam uğrayacağım yanlarına.”

Her yalan söylediğinde bir hançer daha saplanıyordu yüreğine: Şu zamana kadar hiç sorun yaşamamıştı oysa. Fakat şimdi farklıydı, bu kadına tek bir yalan söylese dahi yüreği ağırlaşıyordu. Bazen bazı kıymetlileri korumak için en kıymetlilerinden taviz veriyordu insan. Oğuz da vatanı korumak için Yansı’dan ve hayattan taviz vermek zorundaydı.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Yansı, evine giden kavşağı kaçırmışlardı, “Az önceki kavşaktan dönecektin aşkım.”

“Yolu uzatayım dedim, seninle biraz daha kalmış olurum.” Yansı, başını onun omzuna yasladı, radyoya uzandı. Oğuz ise yanındaki kadının saçlarından öperken dikiz aynasından gri aracı izlemekle meşguldu. Onlara Yansı’nın ev adresini veremezlerdi: Biliyor olsalar dahi tekrar oraya onların gözetiminde gitmeleri riskliydi. Onları yol boyunca kaybetmeye çalışacaktı.

Araba sokaklara girdikçe sarsıldı:

“Oğuz, sevgilim acelemiz yok. Azıcık daha yavaş sürsene.”

Oğuz bakışlarını Yansı’ya çevirdi, “Pardon, daldım bir an herhalde. Bu yollar çok bozuk, biter sarsılmalar birazdan. Taktın değil mi kemerini?” Evet dedi Yansı, tekrar omzuna yaslandı.

Oğuz, onları atlatamıyordu. Eğer yanında Yansı olmamış olsaydı beş dakika içerisinde kaybolurdu; Bu, yanında Yansı varken çok zordu. Takip altındayken eve gitmek zorundaydı. Telefonunu aldı, aynı numarayı tuşladı.

“Sana az önce mavi dosya dedim ya, o başkasınındı. Sen kırmızı dosyayı al. Kusura bakma kardeşim, aklımdan çıkmış.”

Atlatamıyorum, kırmızı planı devreye sok.

“Tamamdır, Oğuz. Siz eve gidin, destek birim yolda. Sen yokken gözetim yapacaklar.”

Yansı, yavaşça toparlandı. Araba bina önüne park ettiğinde Oğuz’a sıkı sıkı sarıldı, “Teşekkür ederim sevgilim.”

Oğuz da sıkıca sarıldı sevdiği kadına, kokusunu içine çekti, boynundan öptü. “Poşetlere yardım edeyim.”

“Gerek yok, çok ağır değiller zaten. Sen geç kalma.”

Vedalaşmalarının ardından eve çıktı Yansı, kapıyı açtı. Ev sessiz, ışıklar kapalıydı. Saat öğlene geliyor fakat havada buğulu bir akşam yaşanıyordu. Sessizce mutfağa ilerledi, sunum için hazırlayacaklarını bir kenara; çocukların hediyelerini bir kenara bıraktı.

Evin dışında kalan Oğuz sakin bir tavırla mahalleden çıktı, onu takip eden araba bir süre sonra kayboldu. Şaşırmıştı: O kendini bir arbedeye bile hazırlamıştı.

Yönünü merkeze doğru çevirdi, geldiğinde tahmin ettiği gibi Ethem onu bekliyordu:

“Adamlar Alastan Holding’in beraber çalıştığı bir şirkete bağlı.” Oğuz, Ethem’in konuşurken baktığı ekrana baktı, tanıdık bir profildi.

Bülent Ercetsoy, CEO of Ercetsoy Software and ERTS Technologies

“Ateş’e haber verdim.” dedi Ethem, Oğuz ise başını sallamakla yetindi. Eğer bir kimlik öğrenilecek ise bunu kimse Ateş’ten daha hızlı ve gizli yapamazdı.

“Yansı?” diye sordu Oğuz, “Evlerinin etrafında dahi adamlar varken güvende olacak mı?”

Sakince cevapladı Ethem:

“Küçük bir ekip yerleştirdik. Tekrar görünürlerse etkisiz hale getirilecekler. Merak etme, artık kontrolümüz altında. Şayet..”

Devamını getirmedi Ethem fakat Oğuz anladı. Şayet Oğuz veya bir başkası güvenlik açığından ötürü ifşa oldu ise bu, operasyon için kritik bir riskti. Bu, Oğuz’un bütün sevdiklerini de riske atıyordu: Annesi, Yansı, arkadaşları ve izinin bulunduğu her yer.

“Aybüke nasıl oldu? Ona haber verecek miyiz?” diye sordu Oğuz boş bir sandalye çekerken.

“Riske atamayız. Her ne kadar istemesem de…” dedi Ethem, o sırada bilgisayardan bir rapor ile uğraşıyordu. Odaya sessizlik hakimdi. Bu sessizliği adım sesleri böldü. Aralanan kapının ardındaki Atlas’tan başkası değildi. O da elindeki dosyaları Ethem’in masasına bıraktığı gibi sandalyeye oturdu.

“Aksiyonsuz tek bir anın yok, Oğuz Karaca.” dedi Atlas düşünceli adama bakarken. Oğuz, eli çenesinde camdan dışarı baktı: Her daim gördükleri bir devlet hastanesi vardı. Artık beyaz, ona sadece Yansı’yı hatırlatıyordu. “Atlas.” dedi Oğuz, “Elmas’ın şu ana kadar bildiğimiz sağlık dosyaları sendeydi, değil mi?”

Başını evet manasında salladı Atlas.

“Arşivdeler mi?”

“Aybüke başkanın odasına bıraktım.”

Oğuz oturduğu yerden kalktı, yavaş lakin sert adımlarla başkanının odasının yolunu tuttu. “Nereye? Ne yapacaksın dosyalarla?” diye seslenen Atlas’ı duymadı. Aklına bir şey gelmişti, öğrenmesi lazımdı.

“Yine ne geldi yine o aklına kim bilir.” dedi Ethem bakışlarını ekrandan çekmeden. Klavye sesi odayı doldururken Ethem çalıştı, Atlas ise sükunetini koruyarak oturdu. Ethem’in çalışırken ses çıkarılmasından nefret ettiğini iyi bilirdi. Acı bir şekilde deneyimlemişti.

“Atlas, bir sürü işim var kardeşim. Çalışacağım.” dedi Ethem aniden.

“Harikasın kardeşim, azim çalışma mutluluk. Sen devam et lütfen. Bak, sıfır ses.” Atlas ağzında fermuar varmışçasına elini kaldırdı. Derin bir nefes aldı Ethem:

“Çıkar ağzındaki baklayı sonra da defol git, sabaha kadar senin cesaret toplamanı bekleyemem.” Bu sefer derin bir nefes çeken Atlas’tı.

“Eve gidiyorum.” dedi Atlas, Ethem ancak şimdi bakışlarını ekrandan çekmiş, yanı başında duran adama çevirmişti. Onun evi bir tuzak, bir cehennem ve yasaktı. Her eve gidiyorum deyişi aslında onun başka bir saha görevine ayrılışıydı. “Sevim Alastan beni çağırdı.”

“Sebep?” diye sordu Ethem. Atlas, bilmiyorum dercesine omuz silkti, oturduğu yerden ayaklandı, kapıya döndü. Kapının açılmasıyla beraber Aylin’in kafasını kaldırıp Atlas’ı görmesi bir oldu.

“Aylin patron.” Eski neşesini geri takınıp konuştu Atlas. “Yoksa yenge mi diyelim artık. Kod adını yenge mi yapsak ne yapsak.” Aylin, elinin tersiyle karşısında dikilen adama vurdu. Darbenin etkisiyle hareket eden Atlas ise kolunu tuttu:

“Tövbe ediyorum, tövbe. S*ksen yenge demeyeceğim, söz. Geri aldım.” Odadan kaçarçasına çıktı Atlas, geride onun arkasından öfkeyle bağıran Ethem ve kapıda dikilen Aylin kaldı.

“Düzgün konuş lan! Ağzının yayını geri takmayayım, yaysız!” diye bağırdı ardından Ethem. Aylin, kapıda sivil kıyafetleriyle dururken Ethem ayaklandı. Normalde, izin günlerinin ilk gününden Ethem’in ailesiyle buluşmaya Karadeniz’e gidecekleri fakat Aylin kısa bir saha görevi için çağırılınca ertelemek zorunda kalmışlardı.

“Aylin patron.” dedi Ethem sesinde kinaye ile, “Yüzünüzü gören cennetlik.” Aylin, etrafına son bir bakış atıp süzülerek odaya girdi, Ethem de ona doğru gelmişti bile. Aylin’in arkasından kapıyı yavaşça örttü. Trip atacak, hatta belki de yalandan kızacaktı. Planları ona yavaşça sarılan bedenle son buldu. Aylin, kollarını yavaşça Ethem’in gövdesine sardı, boynundan öptü.

“Aylin?” diye sordu Ethem, ona sarılan kişinin yüzüne iyice baktı, “Sen Aylin Bayer misin?”

Aylin, hafif bir şekilde gülerek onu yanağından öptü. Ethem, alışık değildi. Ethem, savaşa, kavgaya, Aylin’in peşinden koşmaya, küfür ve tehditlere alışıktı. Ona sarılan bedeni kendinden uzaklaştırdı, Aylin ne olduğunu anlamadan kendini adamdan uzakta buldu.

“Sana hap falan mı içirdiler, iyi misin? Ateşin de yok. Sahada ne görevindeydin? Başını mı vurdun, yoksa başkası mısın? Kılık mı-”

Aylin, Ethem’e boş boş baktı. Tek kaşını kaldırmış, karşısındaki adama bakıyordu, cilve buraya kadardı:

“Ne diyorsun sen gerizekalı? Ne anlatıyorsun?”

“Oh, çok şükür yarabbim. Aylin’im.” Ethem, az önce ittiği kadına sarıldı, Aylin bozuntuya vermemeye çalışsa da bu kollar onun yorgunluğunu alan tek şeydi. Onca sinirin, onca öfkenin ardından gün sonunda bir tek onun kollarında sakinleşebiliyor, kendisi olabiliyordu.

“Kusura bakma dişi aslanım, alışık değilim böyle sevgi gösterilerine. Malum.” Ethem, sarıldığı kadın tarafından bir silke daha yedi.

“Annen aradı.” dedi Aylin, “Numaramı sen vermişsin.” Ethem, annesinin gelinini aramasını bekliyordu elbet fakat dün gece verdiği numaranın bugün çalınacağını tahmin etmemişti; gece de arayabilirdi meraktan.

“Kızdın mı?” diye sordu Ethem. Aylin yüzünü buruşturmadan edemedi:

“Neden kızayım, Ethem? Gelini değil miyim? Arar tabi.”

"Gelini değil miyim? Arar tabi."

Aylin, yüzünü Ethem’in geniş omuzlarına gömmesinden ötütü utanmadan gülümsüyordu.

“Ey yüce Rabbim…” dedi Ethem bakışlarını tavana doğru kaldırırken, “Sen nelere kadirsin.” Sırf şu an için bile günlerce, aylarca hatta tam tamına üç yıl savaş vermişti Ethem. Önce, başlarda görev aldığı askeriyede, karargahta; sonra teşkilatta dillere düşmüş, makara olmuştu ama pes etmemişti. Aylin inattı, Ethem daha da inat.

“Ne dedi annem? Ne konuştunuz?”

“Beni çok merak ediyormuş, tanışmanın ertelenmesine üzülmüş. Bana hediye hazırlamış kız kardeşlerinle.” Aylin, kirpiklerinin altından bir çocuk misali bakıyordu, “Ben de söz verdim geleceğim diye. Kız kardeşin çok tatlıymış.”

Ethem, sevdasını parmak uçlarıyla okşadı, nasırlı elleri acıtır canını diye dokunmaktan bile korkuyordu.

“İşlerin bitti mi?” diye sordu Aylin, o başka bir tim için kısa bir saha görevindeyken Ethem de karargahta beklemeye gelmişti.

“Bitti fıstığım, evimize gidelim.”

El ele koridorda yürürken onlara dönen bakışları umursamadı Aylin, yakında evleneceklerdi. Önceden olsa Ethem’den kaçar, gözü gözüne bile değmezdi. Fakat şimdi farklıydı: Çok yakında artık Aylin Bayer değil, Aylin Alaz olacaktı.

“Aylin patron! Aylin patron!” Ethem ve Aylin duyduğu ses ile durdu, arkalarından onlara doğru koşan kişi Ali’den başkası değildi.

“Ne var lan? Niye buradasın sen hala oğlum, izne çıksana artık. Geldiğinde sahadan biz topluyoruz sonra.” diye sordu Ethem.

“Aşk olsun abi.”

“Olmasın kardeşim, mümkünse.”

“Ne oldu Ali, niye koştun?” Aylin, elinde kutu olan çocuğa dikkatle baktı. Eli, hala Ethem’in elindeydi. Soluk soluğa kalmış olan çocuk konuşmaya çalıştı:

“Bu size gelmiş komuta- ay, Aylin patron.” Aylin, ona uzatılan kutuyu aldı, içinde elliyi aşkın gül vardı. Aylin, hızlıca yanındaki adama döndü. Ethem’in sinirden kulakları kızarmıştı.

“Ethe-”

Kutu, Aylin’in elinden çekilmişti. Üzerindeki notu fark eden de Ethem’den başkası değildi:

“Ver bakalım, ne varmış bunda. Ricamı kırmayıp bizimle sahada görev aldığın için teşekkürümü kabul et lütfen. Sahalar, uzun zamandır böylesine güneşli olmamıştı.”

Ethem, gülüyordu. Hatta kahkaha atıyordu. Sinirden kızaran kulakları mora doğru ilerliyor, damarları belirginleşiyordu. Aynı kahkaha ile Ali’ye döndü:

“Bunu kim gönderdi demiştin, Aliş?” Ali, korkuyla Aylin’e baktı, Aylin de başını konuşma dercesine sallıyordu. Şayet bu bina bugün kanlı bir olaya şahitlik edebilirdi.

“ALİ!” diye kükredi Ethem,etraftan atılan korkak bakışlar onu buldu. “Kim?”

Ali’nin sesi adeta içine kaçmıştı, konuşamıyordu. Sanki konuşsa dövülen o olacaktı. Ethem yeniden Aylin’e döndü:
“Sen Ecevit’in timine desteğe gitmiştin değil mi güzelim? Başkan seni oraya görevlendirmişti?”

“Ethem…” diye mırıldandı Aylin, kolundan tuttu. Yapma der gibiydi bakışları.

“Ecevit, Ecevit…” Kendi kendine konuşurken güldü Ethem, Aylin’in elinden tutmayan elini yumruk yapmıştı. “Ali!” diye bağırdı yeniden. “Ecevit komutanın neredeydi ağabeycim, söyle.”

“Ethem! Saçmalama.” diye bağıran Aylin idi bu sefer, “Bırak şu dangalağı, evimize gidelim. Hadi..” diye kulağına doğru konuştu Ali’nin duymaması için.

“Gideceğiz, gideceğiz fıstığım. Ben bu gece huzurla, bütün sinir ve enerjimi atmış olarak uyuyacağım!” Ethem elindeki kutuyu bir mermi misali Ali’ye fırlattı, hızla ilerlemeye başladı.

“Evde de enerjini atabilirsin, Ethem. Ne gerek var şu an bunu yapmaya!” Aylin, aynı öfke ve korkuyla arkasından gitmeye, onu durdurmaya çalıştı fakat nafileydi.

“Şey, patron?” diye konuştu Ali elindeki kutuyu havaya kaldırırken, “Ben bunu ne yapayım?”

“Gö**ne sok!” diye bağırdı Ethem ve Aylin aynı anda, biri önden diğeri ise onun arkasından hızla ilerliyordu.

“Ethem, dur artık be adam! Dur!”

“Ecevit nerede?” diye sordu Ethem yoldan geçen bir çocuğa, ardından sert ve öfkeli adımları doldurdu koridoru. Kafeteryaya çok geçmeden ulaştı, keyifli bir nida ile Ecevit’in sesini haykırdı:

“Ecevit! Nerdeysen çık ortaya.”

“Alaz komutanım.” dedi Ecevit, elleri arkasında bağlı duruyor, gülümsüyordu. Ethem’in yanına gitmek için ayaklandı:

“Buyrun, masamıza oturun.” dedi Ecevit birkaç kişinin oturduğu masayı işaret ederken. “Sana da yerimiz var, Aylin.”

Ethem yeniden keskin bir gülüş sergiledi, adım adım ayakta duran adama yaklaştı.

“Aylin, he? Hanımı attık demek.” dedi Ethem sessizce konuşurken adım adım adama yaklaşıyordu.

“Bu ziyaretinizi neye borçluyum, Ethem komutanım? Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?”

“Var, Ecevit. Var. Hediyen ulaştı, gerisin geri ödemek istedim.” Ecevit’in bakışları Aylin’deyken tekrar Ethem’i buldu, sorgulayıcı bir şekilde çatmıştı kaşlarını.

“Seninle ne alakası var?” dedi Ecevit. Ethem, gülmeyi bıraktı; saf nefretini kuşandı. Sevdiği adamı iyi tanıyordu Aylin, kolundan tuttu:

“Ethem, bırak. Boşver.” Sevdiği adamın boş bir şey için kendini ve mesleğini riske atmasından korkuyordu.

“Bak, Ecevit. Senin o çiçek gönderdiğin, not yolladığın kadın benim karım, her şeyim. Bencil bir insan değilim, belki bilirsin. Fakat…” Dibinde olan adama daha da yanaştı, “Ona beş kilometre uzaktan dahi bakarsan seni gebertirim. Ve bunu gerçekten yaparım, kuşkun olmasın.”

Ecevit’in gülümsemesi de solmuştu. Dibinde tehditkar bir şekilde fısıldayan adam onu sinirlendirmişti:

“Karın falan değil. Seninle bile zorla sevgili olmadı mı? Ne o, Ethem komutan, yoksa kızının ellerinden kaçıp bana gelmesinden mi korktun?”

Sabır çekti Ethem, onu tutan Aylin ise daha fazla dayanamadı, aynı sinirle o da baktı Ecevit’e:

“Ne dediğinizin farkında mısınız, Ecevit komutanım?”

“Sizli bizli hitaba gerek yok, Aylin.”

“Lan, pezevenk! Sabrımı sınama benim, azıcık adam ol lan!” Ethem, Ecevit’e kafa darbesiyle vurmuştu. Ecevit, kanayan burnunu tutmakla meşgulken Aylin de Ethem’i tutmakla uğraşıyordu. Kafeteryada oturan bazı adamlar da iki adamı tutmak için gelmişti.

“ETHEM! DUR, ECEVİT!” Aylin’in tiz ve güçlü bağırışı karşısında durmuştu iki adam:

“On yedi yaşında mısınız? Ne bu çocukluk!” Ecevit’e döndü Aylin; “Ecevit, ben nişanlıyım. Bana salak salak hediyeler yollama! Lüzumsuz tavırlara girme!”

Aylin, bu sefer Ethem’e döndü, yaklaştı. Ona herkesin içinde bağırmak istemiyordu, kolundan sertçe kavradı. “Gidiyoruz, Ethem!” demekle yetindi sadece onun duyabileceği sessiz bir tonda. Kafetarya durulurken Aylin sert adımlarla yürüdü, beraberinde Ethem’i de ilerletiyordu. Soyunma odalarından birine ulaştıklarında kapıyı kapattı, duvara yaslı duran süpürge ile kapı kolunun açılmaması için destek yaptı. Odanın ortasına geçmiş, sakinleşmeye çalışan adama döndü:

“Ne yapıyorsun sen! Çocuk musun, Ethem?”

“O pezevenk hangi yüzle sana hediye yolluyor!” Yüzünü avuçladı Ethem, sakinleşmeye çalıştı. Ecevit ona vuramamıştı fakat o, Ecevit’in yüzüne sert iki darbe geçirmişti; burnunun kırıldığına adı gibi emindi.

“Dağ öküzü gibi davranmayı bırakacak mısın yoksa seni buraya kitleyip gideyim mi?”

“Kaçarım.” dedi Ethem onun inadına, Aylin de sakin bir cevapla yanıtladı onu:

“Kaçınca ancak kapımda oturursun Ethem, kapıyı falan tırmalarsın.”

Ethem, odada volta atmaya devam ederken Aylin, onun sakinleşmesini bekledi. Onun da öfkesini atması gerekiyordu; bunun için ikisinden birinin sakin kalması gerekiyordu. Yoksa bu oda bir cephanelik misali patlardı. Onca zamandan sonra ikisi de bunun farkındaydı.

“Ya, ya ben ne güzel-” Sinirle soluyordu havayı Ethem, elleriyle yüzünü sıvazlıyordu. “Ben ne güzel sakin sakin evime gidecektim, sevdiğimin kollarında dinlenecektim. Mutlu olacaktım lan, mutlu!” Konuşurken tavana bakıyor, adeta Rabbine yalvarıyordu.

Aylin, yaslandığı duvardan ayrıldı, odanın ortasında duran adama doğru yürüdü:

“Otuz yedi yaşında adamsın, hala nelerle uğraşıyorsun. Daha olgun olman gerekmez mi senin? Benim zaten o hediyeyi ona yedireceğimi bilmiyor musun! Ne üstüne gidip çocukluk yapıyorsun!”

“İsterse seksen yaşında olayım, konu sensen gerekirse bastonla kovalarım!”

Aylin kollarını birleştirdi, Ethem’in sinirinin geçmesini beklemeye devam etti. Dayanamıyordu: İçten içe ona sarılıp öpmek istiyordu fakat kendince Ethem’i de cezalandırması gerekiyordu.

Volta atmayı bitirdiğinde sevdiği kadına döndü Ethem, Aylin’e fırsat vermeden yanaklarından kavradı, öptü. Sakin bir öpücüktü. Dudakları ayrılmazken Ethem mırıldandı:

“Özür dilerim.” Aylin’in taşlaşan yüreği bir tek bu adamın yanında çiçek açıyordu, dayanamıyordu. Koca ellerini kendi elleriyle sarmaya çalıştı, bir öpücük de Aylin kondurdu adamın dudaklarına.

“Sakinleştin mi dağ öküzü?” diye sordu Aylin.

“Sakinleştim fıstığım. Dağ öküzün sakinleşti.”

“Güzel.” Aylin, Ethem’den uzaklaştı, kapıya yanaştı. Ethem, onun ne yapacağını merakla izliyordu.

“Nereye?” diye sordu Ethem çantasını sırtlanan kadına.

“Eve.”

“Çantam odada, kapıda bekle beni.” Aylin konuşmadı. Ethem, onun bekleyeceğini bildiğinden ötürü odasına doğru ilerlerken döndüğünde sevdiği kadın yerinde yoktu. Güvenlikte bekliyor diye düşünerek girişe ilerlediğinde ise güvenlik:

“Aylin hanım çıktılar.” demişti.

Ethem, arabasının yanına gittiğinde Aylin’i aramış fakat o telefon açılmamıştı. Kendi kendine isyan bayraklarını çekti, “Demek öyle ha, Aylin hanım. Bizi cezalandıracaksınız…” Arabasına yerleşirken derin derin nefes almaya devam etti:

“Biz sizin her türlü savaşınıza göğüs germişiz be, buna mı yenileceğiz.” Güldü, “Zalımın kızı.”

Hızlıca ezberinde olan adrese doğru yol aldı, Aylin’in evi ayrıydı fakat üç yılın ardından sevgili olduklarında Aylin hep Ethem ile kalmayı tercih etmişti. Git gel sırasında Aylin’İn birçok eşyası istemsizce Ethem’in evine taşınmıştı. Artık Ethem de evini çok seviyordu: Her bir yanında Aylin’in kokusu, her bir yerde onun izi vardı.

Sitenin otoparkına geldiğinde arabasını Aylin’in arabasının yanına park etti. Tahmini doğruydu: Aylin kendi evine değil, Ethem’in evine gitmişti. Ethem, yüzünde silemediği bir sırıtışla asansöre bindi, en üst kata bastı. Kapıyı çaldı, açan olmadı. Tıklattı, kapı yine açılmadı.

“Aylin.” diye konuştu Ethem yaslandığı kapının ardından, “Kapının hemen ardındasın, nasıl bildiğimi anlatmayayım istersen, fıstığım.” Özel Kuvvetlerde görev yapan ve şimdi de Milli İstihbarat’ta görev alan bu adamı tabiki de sorgulamayacaktı Aylin; tam da Ethem’in dediği gibi elinde vanilyalı dondurmasını kaşıklarken kapının ardında duruyordu.

“Güzelim, açsana kapıyı, birtanem.” Aylin, konuşan adamı sadece dinlemekle yetindi. Sükunetle bir kaşık daha götürdü ağzına.

“Sen bana kızdığın için mi tavır yapıyorsun şu an?”

“Benimle alakalı her konuya dağdan çıkmış öküz gibi yaklaşmamayı öğrenene kadar böyle. Ben sana demiştim Ethem Alaz, ancak kapımı tırlamarsın.” Yavaş adımlarla kapıdan uzaklaştı, çöpünü de attıktan sonra üzerindeki hırkayı yana savurdu. Bu gece Ethem yoktu, kocaman yatakta tek başına kalmış, yüz üstü ve çapraz bir şekilde uzanmıştı saten çarşaflara. Üzerinde, Ethem’in eski tişörtlerinden biri vardı, tek omzu düşüyor, sırtı ve omzu açıkta kalıyordu. İçinde rahattı.

Aylin, uykuya dalarken Ethem kapıda gerçekten de kapı tırmalayan bir kedi misali oturmuş, bekliyordu.

“Ey yüce rabbim, sen nelere kadirsin.” Sakince ayaklandı, dairesi en üst kattaydı. Çatı boşluğuna doğru ilerlerken yakarışına devam etti:

“Şu yaşımda düştüğüm hallere bak. Ayarlarımı bozdun be kızım.” Aniden durdu, aklına Aylin’İn yediği dondurma düştü. Tekrar asansöre doğru ilerledi, evinin çaprazında bulunan markete girdi. Aylin, tatlı olarak sadece bu dondurmadan yerdi ve buzluklarında bir tane kalmıştı. Sinirinin birazını bu şekilde alabileceğini adım gibi biliyordu Ethem; Belki istihbaratçı Aylin Bayer’in siniri böyle geçmezdi lakin yüreğinde yaşattığı minik kız çocuğu bir dondurmaya tav olabilirdi.

Ethem, elinde taşıdığı on adet dondurmayla evinin yolunu tuttu, en üst kattan çatıya doğru ilerledi. Evinin güvenlik açıklarını biliyordu, Aylin onda kalmaya başladıktan sonra da her birini kapatmıştı fakat bir tanesi vardı ki ancak o bilirdi. Çok geçmeden Ethem eve girmişti; televizyon kapalı, odalar sessizdi.

“Bir de uyudun he, sevgilim ne yapar, üşür mü, ağlar mı diye düşünmek yok tabi. Bu nasıl inat kızım!” Kendi kendine fısıldıyor, aynı zamanda buzluğa aldıklarını yerleştiriyordu. Odalarına doğru ilerlerken üzerindekilerden kurtuldu, bir tek pantolonu kalmıştı; giyinme odasından aldığı eşofmanı üzerine geçirdi. Yatak odasına girdiğinde lacivert çarşafların içinde çaprazlamasına yatan kadını gördü, siyah saçları camdan süzülen ay ışığında parlıyor; yana saçıldıklarından ötürü sırtını gözler önüne seriyordu.

“Zalımın kızı, ben sana nasıl böyle kör kütük aşık oldum?” diye mırıldanırken o da yatağa uzandı. Aylin, uyurken Ethem’in tarafında kalan yastığa sarılmıştu. Ethem, onun sırtına öpücükler kondurduktan sonra bedeninin yarısını onunkine yasladı, yüz üstü uzandı; yüzünü sevdiği kadının saçlarına gömdü.

“Ethem.” diye mırıldandı Aylin uyku mahmuru bir haldeyken.

“Uyu, sevgilim. Seni çok seviyorum, yaptığım her saçma şey aşkımdan. Ne yaptın bana bilmiyorum, Aylin. Ben, ben değilim.” Aylin, hala tavırlı kalmak istese de bu duyduklarına kayıtsız kalamadı, bir kolunu Ethem’in ensesine attı, okşadı. Yetmedi, üzerinde uzanan Ethem’e rağmen ters döndü, sevdiği adamın kafasından öptü. Ethem, sıcaklığına bağımlı olduğu koynundan bir nefes aldı: Bu kokuydu onu bu denli delirten.

“Sen ne yaptın bana, hangi ilaçtan kattın suyuma?”

Gülümsedi Aylin:

“Direkt kanına işledim.” dedi Aylin.

“Yüreğime.” dedi Ethem, “Direkt yüreğime işlendin.”

Aylin, sarıldığı yastığı bıraktı, kokunun asıl sahibine sardı kollarını. Elleri, bu geniş omuzlar sebebiyle birleşmese de olabildiğinde sardı koynunda yatan adamı. İkisi de birbirinin kokusunda dinlendi, ne olursa olsun yine ikisi de huzuru ancak birbirinin kollarında buldu. Bazen hayat, size ödülünü geç sunar fakat en güzel şekilde sunardı. Ethem, Aylin’i beklediği her bir ana müteşekkirdi. O, onun en güzel sabredişi, erdiği en güzel murattı.

...

En sevdiğiniz kısım ne oldu?

Okumayı canla beklediğiniz kısım/olay ne?

Bölüm : 19.01.2025 23:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...