Merhaba canlar! Öncelikle geciktiğim için çok özür dilerim, dün yorgunluktan uyuyakalmışım…Hızlıca da yazmak istemedim, içime sinsin istedim. Anlatım bozuklukları gibi hatalar sonradan düzeltilecek.
Tekrardan gecikme için özür dilerim, YORUM yapmayı ne olur unutmayın, bu bölüm çok heyecanlı…
Bir sonraki bölümün gelmesi için yorum sınırımız 5 yorum🥹🫶🏻
Keyifli okumalar dilerim…
20. Bölüm
“Şah’ın Hamlesi”
“Ailemizin bu denli üzücü bir ihbara kurban gitmesi çok üzücü. Alastan ailesi olarak uzun yıllardır devletimize olan desteğimiz ve sevgimiz gözler önündeyken böylesine çirkin bir iftira ile anılmak gerçekten sadece hüzün verici. Avukatlarım ve sevgili ailem ile bu olayın da asıl yüzünü ortaya çıkaracağımızdan şüpheniz olmasın.”
Salonun ortalarında oturan bir kadın ayağa kalktı:
“Ele geçirilen yasa dışı ürünlerin hepsinin size ait olduğu kanıtlarla beraber medyaya verilmiş. Bu iftirayı kim beden size atmış olsun? Bunun hakkında ne söylemek istersiniz?” diye sordu muhabir.
“Ülkemde vergi rekortmeni seçilmişken böylesine çirkin bir iftiranın atılamaması asıl şaşırtıcı şey olurdu. Elbette ben ve desteğini hep hissettiğim ailem, onurlu ve dürüst bir şekilde varolmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Alastan Şirketleri adına çalışma politikamızın şeffaflığını bir kere daha hatırlatmak isterim, teşekkürler.” dedi Yusuf Alastan, konferans salonundan ayrıldı. Kameralar bir kere daha patladı, onu çekti. Birkaç gün öncesine kadar yurt dışına giden bir teslimatları patlamış, bu sefer polis özel harekat onları iş üstünde yakalamıştı. Önceden ancak durdurulan teslimatlar bu sefer yakalanmıştı: Alastan adına bir leke daha sürülmüştü.
Yusuf, içinde yanan yangını dışarıya vurmamaya çalışarak basın toplantısından ayrıldı, arabasına doğru ilerlerken etrafta bulunan destekçileri ve medya taraftarları hep bir ağızdan haykırıyordu:
“Sizin yanınızdayız, adaleti sizinle bekliyoruz!”
“Yalnız değilsin Yusuf Alastan!”
“Bu ülkede karanlık işlerinize son! Devleti oyuncağınız yapamazsınız!”
Oysa devletin birçok adamı kendisini milyon dolarlara satmıştı bile. Alastan, arabasına binmeden önce son bir pankartı okudu:
“Seni görüyorum, gölgende saklanıyorum, Yusuf Alastan.”
Güneş gözlüklerini arabasına bindiği gibi çıkardı ve kenara fırlattı. Sevgili damadı Tanju, birkaç gün önce İngiltere’ye gitmişti ve arkasında tek bir iz dahi bırakmamıştı. Alastan’ın hiçbir adamı ona dair bir şey bilmiyordu. Tanju, nasıl bu denli temiz çalışabiliyordu? Kuzu, kurdun yanında kala kala belki de asıl avcı olmuştu.
Hışımla cebinden çıkardığı telefondan sağ kolum dediği adamını aradı:
“Buldunuz mı o şerefsizi?” diye sordu Yusuf.
“Ülkeyi terk etmesi bizim için sürenin uzamasına sebep oluyor, efendim. Fakat şu an için hala bir iz yok.” dedi telefondaki adam.
“Beni delirtmeyin, her deliğe bakın! Gerekirse cehenneme dahi bakacaksınız! Kime çalıştığınızı unutmayın.” Koltuğa attığı sert darbeler arabanın sallanmasına sebep verirken telefon kapandı. Alastan, ceketinin cebinden ilacına uzandı ve iki tane daha yuttu. Bu, belki de bugün aldığı üçüncü haptı.
Tanju’nun neden gittiğini kimse bilmiyordu fakat Yusuf, buna alışıktı. Bilirdi o bunu: Tanju ona ihanet etmişti. Beklediğinin aksine kendi hesaplarına bir para akışı olmamış, Yusuf’tan para çalmamıştı. Gerçek her neydi ise Yusuf hıncını o adamdan almadan rahatlamayacaktı.
Malikanenin yüz metre ötesinde hazırda bekleyen gazeteciler, yaklaşan konvoy ile birlikte ayaklanmış, flaşlarını patlatmaya başlamışlardı.
“Yusuf bey, bir açıklama yapmayacak mısınız?”
“Çalıntı malların size ait olduğu söyleniyor, doğru mu?”
“Tanju beyin ülkeyi terk ettiği söylentiler arasında, lojistik müdürünüzün ani kaybının bir sebebi var mı?”
“Yusuf bey, Sevim hanım ile bir açıklama yapacak mısınız?”
Yüzlerce flaş patladı, Yusuf ise arabasından çıkarken sadece uzaktan gülümsemekle yetindi. Daha fazla dışarıda bu tacize uğramak istemiyordu, hızlıca evine doğru ilerledi.
“Asım!” diye kükredi evin içinde. Çok geçmeden Asım dedikleri adam gelmişti:
“Buyrun beyim?”
“Balo için hazırlıklar tamam mı? Başıma bunca iş açılmışken bir tek hata daha kaldıramam!”
“Hazırlıklar tamam efendim, iki gün sonra balo gerçekleşecek. Misafirleriniz ülkeye giriş yaptılar.” Asım, başı eğik bir biçimde konuşurken Sermet gibi tek bir kurşunla, aniden ölmekten korkuyordu.
Malikaneye çökmüş ölüm sessizliğini topuk sesleri deldi:
“Ağabeyciğim? Geldiniz mi? Sofraya buyrun isterse-“
“Ne yemeği Sevim! Kocan denen it yüzünden iştahım mı kaldı sence!” Yusuf, bir eliyle yüzünü sıvazladı. Günler geçtikçe kırışıklıkları daha da artıyor, siyaha boyadığı saçlarına düşen aklar çoğalıyordu. Artık, o da yetişemiyordu bu karanlığa. Gençliğindeki gibi değildi, yorgundu. Fakat böylesine karanlık ve lekeli bir dünyada göstereceği en ufak bir zayıflığın, onun ve ailesinin sonu olduğunun da bizzat farkındaydı.
Sevim, abisinin omuzlarını sıvazlarken bir yandan tir tir titriyordu. Sermet, bir anlık öfkeyle tek bir kurşunla ölmüştü. Ölüme ve kan kokusuna alışıktı Sevim fakat abisinin Sermet gibi güvendiği bir adamı bile bu denli hızlı öldüreceği aklıma gelmezdi.
“Şimdi ne yapacaksınız?” diye sordu Sevim.
“Artık bekleme zamanı geçti, harekete geçiyoruz Sevim. Onlara kimlerle uğraşmaya çalıştıklarını göstereceğim, kimse güçten düştüğümü düşünme cesareti bile gösteremeyecek!”
Saatler akıp giderken, güneş kızıla boyadı her bir yanı. Normal bir akşamüstü tek bir haber ulaştı Alastan’ın kulağına:
“Efendim, Kurul acil bir toplantı düzenlemişler, sizleri bekliyorlar.”
Alastan, yanı başında duran adama baktı, içten içe korktu. O güçlü bir adamdı lakin kurul onu bile aşardı. Dili korkusuzluğunu bağırsa da yüreğinde yaşayan o şüphe, ensesinde duran soğuk namluyu ikide bir hatırlatıyordu.
“Neredeler?”
“İstanbul’dalar efendim.”
“Nasıl! Nasıl böyle bir riske girmişler?”
“Acil durum olduğunu iletmemi istediler.”
Ceketinin yakalarını düzeltti Yusuf, malikanesinin avlusuna doğru ilerlemeye başladı. Tek bir soru sordu yanına gelen haberciye:
“Konu nedir?”
Dönüt olarak kısa ve net bir cevap aldı:
“Sizsiniz efendim.”
⚔️⛓️
Sekize sekizlik bir satranç tahtasına saatler harcanır, siyah ile beyaz birbirini durmaksızın alt etmeye çalışır. Dostlukla başlanan maçları korku, endişe, cesaret ve zeka yönetir. Hiçbir şey başladığı gibi pürüpak kalmaz. Günün sonunda bir kral kaybeder, bir diğeri yaşar. Yaşanan beraberlikler ancak ölümü erteleme işidir.
Fakat gerçek hayat sekize sekizlik bir tahtadan oluşmaz; belirli oyuncuları yoktur. Her oyunun oyuncusu farklı, yöneten kralları başkadır. İkisi arasındaki tek benzerlik şudur ki; insanlar da oynadıkları her maçta korkuya esir olur. Esaretini belli etmeyen kişi kazanır, diğer kral kaybeder. En önemli fark ise şudur: Hayatta beraberlik yoktur.
Oyunun iki tarafı belliydi: Bir tarafta MİT, bir tarafta Kurul. İki taraf da oynattığı kuklaların ardında saklıydı. İstihbarat gölgeleri oynatıyor, onun ardında saklanıyordu. Karşısında duran bir diğer kukla Yusuf Alastan’dan başkası değildi.
Şubat ayının kırıp geçen soğuğu şehre hakimdi. Bugün, bu uzun soluklu oyunun en kritik ve belki de son hamlesi belirnelenecekti. Siyah ve beyazın ancak bir renkten ibaret olduğu, kural tanımadığı bu oyunda bugün hamleyi kim yapacaktı?
Bugün, günlerden baloydu.
Anka Timi’nin genç lideri Aybüke Akman, istihbaratın onlar için ayarladığı operasyon evlerinden birinde hazırlanıyor, silahlarını kuşanıyordu. Kırmızı, derin yırtmaçlı balo elbisesinin güzelliğinin altında yatan karanlığa ancak o hakimdi. Sandalyeye yasladığı bacağındaki jartiyere bıçaklarını yerleştiriyor, bel kısmında bulunan boşluğa silahını takıyordu. Timinden ayrı olarak katılacaktı baloya.
Bıçaklarını düzeltirken çalan kapı ile kendine geldi, kafasını uzatan kişi Aylin’den başkası değildi:
“Gelebilir miyim?”
“Gel Aylin.”
Aylin, üzerinde pantolon ve kazağıyla içeri girdi:
“Hazırlanmamışsın?” diye sordu Aybüke, o sırada elbisesinin eteğini düzeltmek ve bıçaklarını saklamakla meşguldu.
“Daha vakit var, sana bakmaya geldim.” Aylin, aynanın önünde hazırlıklarını sürdüren kadına yanaştı, saçına taktığı anka kuşu tokasını düzeltti:
“Bu tokanı çok beğeniyorum, hala anlatmadın hikayesini.” dedi Aylin. Aybüke sadece tebessüm etmekle yetindi, uzun zaman oluyordu bu tokayı takmayalı. Belki de bu gece, uzun zaman sonra yeniden bu denli büyük şansa ihtiyacı vardı.
“Nasıl?” dedi Aybüke, son kez üstünü düzeltti ve Aylin’e doğru döndü. Aylin, kadını son kez süzdü. Silah ve bıçakları belli olmuyordu, gayet normal gözüküyordu.
“Seni daha önce hiç böyle görmemiştim.” dedi Aylin, “Tamamdır, gayet iyisin.” diye de ekledi ardından. Aybüke, koltukta duran ve onun için çoğaltılmış olan maskeye uzandı: Maskeler Alastan’ın işiydi. Onun katıldığı partinin maskesiz olacağı düşünülemezdi. Her daim bu maskenin ardından ahkam keserdi onlar, belki de maskelerin düşeceği gün çok yakındı. Bunu umut ederek maskesini bağladı Aybüke. Kutunun içinde duran hap ve davetiyeyi de yanına aldı, kapının önünde onu bekleyen araca doğru ilerledi. Vakit, her daim oyun vaktiydi fakat bu sefer Alastan’ı beklemedikleri bir yerden vuracaklardı.
O sırada Onur Atlas Coleman, balonun gerçekleşeceği saraya gelmişti. Duvarlara asılmış şamdanlar, tavandan yerlere dökülen avizeler, etrafı aydınlatan kristaller ve kahkahalarıyla göz boyayan katılımcılar…Salonun gözde bekarı Atlas Coleman.
Papyonunu düzeltirken aynı anda etrafına bakınıyor, ona bakan gözlerin tek tek kime ait olduğunu hafızasına kazıyordu. Herkeste olduğu gibi siyah bir maske onda da vardı. Fakat herkesde olanın aksine, onda haplar da vardı. Sadece seçilmiş kişilere verilen bir haptı bu, işlevi daha kimse tarafından öğrenilememişti. Kimyagerler, bunun özel olarak üretilmiş bir panzehir olduğunu söylemişlerdi fakat zehrin türü tam olarak saptanamamıştı.
Her olasılığa karşın hapları yakında tutmakta fayda vardı.
“Atlas!” İnce bir ses yankılandı, “Atlas! Darling!”
İngilizce konuşan bu kadınlar aile dostu bildikleri Brown ailesine aitti. Yüzünde takındığı sahte bir gülümseme ile ona seslenen kadına doğru ilerledi:
“Claire! Nasıl tatlı bir sürpriz bu böyle, burada olduğunu bilseydim İstanbul’un en güzel çiçekçisinden bir gül demeti sunardım.” dedi Atlas ingilizce bir şekilde, ellili yaşlarında olan kadının elini öptü, “Yine çok şıksınız matmazel.”
“Ah, Tanrım, aşırı tatlısın. Ne zamandır göremiyordum seni, İngiltere’den temelli döndüğünü duydum?” Kadın sarışın adamla konuşmaya çalışıyor, yanından ayırmadığı kızı ise Atlas’ı süzmekten vazgeçmiyordu.
“Bir süreliğine buradayım diyelim, sizleri buraya getiren balo ne kadar şahane, öyle değil mi?” diye gülümsedi Atlas, çekiciliği bu gece büründüğü kostüm sayesinde yeniden arştaydı.
“Türkleri sevmiyorum fakat şansları yaver gitmiş, bu topraklar kesinlikle daha iyi bir devletin olmalı.” Balonun gerçekleştiği salon, Osmanlı döneminde yapılmış ve rokoko mimarisiyle süslenmiş bir saraydı. İşin komik olan kısmı ise II. Abdülhamid’in Hafiye Teşkilatı düşüncesi tam da bulundukları salonda filizlenmişti. Burası, Türk Teşkilatı’nın temellerinin filizlendiği salondu.
Kadının cevabına güldü Atlas:
“İngiltere gibi güneşi batmayan bir ülkeden mi bahsediyoruz yoksa?”
Zamanında İstanbul Boğazı’na zincirlenen İngiliz, Fransız ve diğer birçok savaş gemisi püskürtülmüştü. Savaş toplarının Yıldız Sarayı’na döndürüldüğü dönem umutlar sönmüş iken parlayan bir yıldızın önderliğinde kurtulmuştu bu topraklar. Kayıklarla el bombaları ve silah taşımaya çalışan insanlar umut olmuştu. Kırıp geçen soğukta tek bir battaniyeye sahip olmasına rağmen bebeğinin sarıldığı battaniyeyi mühimmatın üstüne örten anaların gözyaşlarıyla kurtulmuştu bu vatan. Ölüme koşarken sevinen, yüreğinde derin bir aşk taşıyan ve ancak “Vatan sağolsun!” diyen yetimlerin, anaların ve babaların kanlarıyla sulanmıştı bu toprak.
Ne güneşi batmayan ülkeler ne de bir başkasının gücü yeterdi Türk milletini kırmaya.
Can bardaklar tokuşturuluyor, yaşlı adamlar kollarına aldıkları genç kızlarla yukarı çıkıyorlardı. Dışarıda onca çocuğu üşüten bu keskin soğuk, buraya uğramıyordu bile. Bu duvarların ardı bambaşka bir dünyadan ibaretti: Görmeyen, duymayan ve üç maymunu oynayan insanların dünyası.
Atlas Coleman, yakışıklı ve centilmen bir bekarın yapacağı şekilde hanımefendilerle konuşuyor, annelerin zorladığı kızları dansa kaldırıyor ve tarifsiz bir zevk içinde yüzüyordu. İstihbarat ajanı Onur Atlas ise sadece acı çekiyordu.
Akşam, gölgenin dahi düşmediği bu sarayda keyifle ilerliyordu. Elinde tuttuğu beyaz şarapla etrafa gülücükler saçan Atlas Coleman’ın ifadesi kapıda, annesinin yanında gördüğü kadın ile bozguna uğramıştı.
“Dilruba?” Kapıda duran kadının giydiği elbiseye, taktığı maskeye baktı: Onu ilk defa böyle görüyordu. Gerçekten güzel bir kadındı, belki de fazla güzel.
Saçlarını salmış, ellerini çekingen bir tavırla önünde bağlamıştı. Sevim Alastan, kapıdaki korumalarla konuşurken arka çaprazında sakince bekliyordu Dilruba. Etrafa attığı ürkek bakışları seçmek, taktığı maskeye rağmen mümkündü.
Atlas, bozguna uğrayan ifadesini hızlıca toparladı, elinde tuttuğu şarabı yanından geçen bir garsonun tepsisine bıraktığı gibi annesinin yanında doğru ilerlemeye başladı.
“Anneciğim? Bu ne güzellik böyle, tanrım. Işık saçıyorsunuz.” Atlas, annesinin eline uzandı ve nazik bir öpücük kondurdu. Hemen ardından ürkek bakışlarla ona alttan alttan bakan kadına yöneldi:
“Dilruba? Bu ne hoş bir sürpriz. Teklifimi kabul ettiğine çok sevindim.” Atlas, aynı şekilde onun de eline uzandı. Siyah eldivenli ellere nazik bir öpücük bıraktı, bu öpücük diğerlerine nazaran daha uzun sürdü.
Ve bu, Sevim Alastan’ın gözünden kaçmadı.
Sevim, suskunluğunu korumaya devam ederken diğer konukların yanına doğru ilerlemeye başladı. O sırada geride kalan Dilruba, karşısında saçlarını özenle taramış, yüzbinlerce lira eden özel tasarım bir takım giymiş olan adama bir süre baktı. O da daha önce onu hiç böyle görmemişti.
İkisi de birbirini sanki ilk defa görüyordu: Başka beden ve başka kimliklerde.
“Annenin yanına gitmem-“ Dilruba, heyecanla konuşmaya çalışırken bir yandan Sevim’in peşinden gidiyordu. Onu durduran şey, kolunu kavrayan sert bir eldi:
“Çok güzel olmuşsun.” dedi Atlas, maskenin ardından görünen yeşilleri adeta hayranlıkla parlıyordu. Dilruba, karşısında duran bu adamın cazibesine kapılmak istemedi, elini çekti ve başarısının anahtarı olacak o kadına doğru ilerlemeye devam etti.
Salondakilerin aksine o buraya yabancıydı: Onlar hakkında bir modacı olarak her türlü bilgiye sahipti fakat onlardan biri değildi, olmak istiyor muydu o da bilmiyordu. Dilruba, hala kim olmak istediğini bilmiyordu, bilmesine de gerek kalmayacaktı. Yirmi beş yaşında olabilirdi, karakteri yarım kalmış da olabilirdi fakat eksik? Hayır, hayır asla değildi.
Şamdanlardan süzülen ışık dans edenleri aydınlatıyor, orkestranın sesi kulağa huzur veriyordu. O sırada arabalarla etrafı sarmış olan ekip konut bekliyordu.
“Bu adamların balolarla ilgili bir fetişi falan olmalı.” diye huysuzlandı Aylin, o sırada kafasına taktığı peruğu düzeltmek, kırmızı rujunu tazelemekle meşguldu. Onun görevi içeriye bir garson olarak sızmaktı. Üzerine giydiği mini eteği ve derin dekoltesi olan bluzu ona rahatsızlık veriyordu fakat görevi sorgulamak ona düşmezdi. Ethem ise müstakbel karısının bu kılıkla çakal sürüsünün içine girmesinden bir o kadar hoşnutsuzdu fakat verilen görevi tamamlamak onların odaklanması gereken tek işti.
Aylin, topuklularını geçirirken minibüsün içinde ayaklandı, Ethem ise yanında duran kadının eteğini tutarak indirmeye çalıştı:
“Azıcık indir şunu! Katil edeceksin yemin ederim.” Kadının mini eteğini olabildiğinde uzatmaya çalışıyor fakat esnemeyen kumaş her çekişinde onu hayal kırıklığına uğratıyordu.
Eteğini tutan ellere bir tokat attı Aylin:
“Saçmalama Ethem! Döverim seni, rahat dur. Çık, çık!” Adamı itekledi ve kapıya doğru ilerledi. Kulaklık takmadı, girişte yakalanma riski neredeyse yüzde yüzdü. İçeriye sızan bir başka ajandan teslim alacaktı kulaklığını.
Minibüsün içine kurulan teknolojik düzeneğin başında Çağatay, yanında ise görevini bekleyen Ethem oturuyordu. Binanın bütün kameralarına erişim sağlamışlardı. Operasyon basitti: İçeride seçtikleri kurbanı kaçıracak ve sorguya alacaklardı, bu kişi Kurul’a üye olan biri olacaktı.
Mr. Halid Mervan Khan
Filistin kökenli önemli bir iş adamıydı: Bugün Filistin’in bu hale gelmesinde payı çok büyüktü. Para için vatanını satmıştı ve şimdi burada, elindeki çocuk kanlarına inat kadeh tokuşturuyor, şişman karnı ve sıska boyu ile kadınları süzüyordu.
“Hakan?”
Hakan, sarayın balo için hazırlanan ikinci kat güvenliği arasına sızmıştı. Maalesef, durumundan pek de hoşnut olduğu söylenemezdi:
“Ne var lan, ne var?”
Güldü Ethem şayet arkadaşının ne tür bir durum içine düştüğünün farkındaydı. Düşüncesi bile korkunçtu.
“Nasılsın diye bir yokladım, canım.”
“Sı***ma ağzına, Ethem. Sus. Sadece sus.”
Kahkaha atan kişi bu sefer Çağatay’dı.
“O sesleri duymaktansa bizim sesimiz daha iyi olur diye düşünmüştük, değil mi Çaça?” diye dalga geçti Ethem.
Hakan, ikinci kattaki özel odaların hemen dibindeydi: İçeriden gelen çığlıklar, ilişki sesleri ve iğrenç olan ne varsa hepsine yakından şahit oluyordu.
“Ben şansımın evveliyatını s-“ Bir kere daha sabır çekti Hakan, görev yerine ilerledi ve her zamanki sert duruşuyla görevini icra etmeye devam etti.
O sırada konukların arasına karışmış olan Aybüke, insanların yüz taramasını yapıyor, görsel kaydediyordu. Şu ana kadar yaptığı izlemelere göre sarayın iki katı da balo için hazırlanmıştı. Çatı katına yerleştirilmiş üç keskin nişancı, binanın etrafını saran üç yüze yakın koruma, kilitli olan iki oda ve istatistiklerinde kayıtlı tanıdık üç tane üye buradaydı. Koruma sayısı, otopark kısmında beş, çevrede ise dört araba daha destek gelecek şekilde ayarlanmıştı. Burada çıkaracakları tek bir çatışma veya olay, yüksek risk içeriyordu. Risk bir yana, bütün gözler anında teşkilata dönebilir, Kurul her yerden elini kolunu çekip görünmez olabilirdi.
Bu işin tertemiz bir biçimde hallolması gerekiyordu.
Aybüke, kırmızı elbisesi ve siyah maskesiyle ilerlemeye devam ederken sol çaprazından ona doğru yaklaşan adamı görmedi.
“Madam? Sizi tanıyor muyum?” dedi adam, yüzünde diğer konukların aksine maskesi yoktu. Aybüke, arkasında duran adama doğru döndü. Maskesindeki mikro kameralar adamın görüntüsünü Çağatay’ın ekranına düşürdüğünde kulaklığından bir ses yükseldi:
“Fatih Şener Aksoy, İtalya merkezli bir güvenlik şirketinin Türkiye CEO’su.” dedi Çağatay.
Aynı anda Aybüke de adama dönmüş, sahte bir gülümseme takınmıştı:
“Siz beni tanır mısınız bilmiyorum fakat ben sizi tanıyorum, bayım.”
Fatih, kadının siyah eldivenli ellerine uzandı, üstüne bir öpücük kondurduktan sonra mavi gözlerini kadının kahvelerine dikti:
“Fatih Şener, sizi daha önce tanımadığıma pişman oldum. Özrünü kabul ediniz.”
Mayhoş fakat bir o kadar da sahte bir kahkaha attı Aybüke:
“Lizzie Asil Karta.” Kılığına girmiş olduğu kadının ismini söylediğinde adamın onu tanıyacağını biliyordu. Onlar konuşmaya devam ederken elinde tuttuğu tepsi ile içki servisi yapan Aylin etrafa bakınıyor, Halid Mervan’ı arıyordu.
“Hakan, Oğuz. Adam burada yok. Üst katta durumlar nedir?” diye mırıldandı Aylin, o sırada Ethem de janti takımıyla ortama giriş yapmış, kumar salonuna doğru ilerlemişti. Kılığına girdiği adamın yerine kurulduğunda oyuna başlamıştı. O da kulaklıklardaki konuşmaları dinliyor, bir yandan etrafı süzüyordu.
“Kumar salonu boş.”
“Balo salonu temiz.”
“İkinci kat merdiven sağ alt köşe, Aybüke adam sana doğru geliyor.”
Aybüke, Fatih’in yanından hızla ayrılmış, bardan kırmızı bir şarap almıştı. Çok değil, otuz saniye sonra bir cam sesi yankılandı:
“Ah, tanrım! Çok özür dilerim, ne kadar sakarım.” Aybüke, elindeki şarabı adamın beyaz gömleğine dökmüş, üstünü temizlemek istermişçesine vücudunda gezdirmişti. Görevin ilk kısmı tamamdı, minik çip adamın papyonunun ucuna takılmıştı:
“Bırakın bayan! Kadın beceriksizliğinden bıktım usandım!” Adam, minik bir tepecik misali duran göbeğini temizlemeye çalışırken yanındaki adam ona eşlik ediyordu. Aybüke, muhtaç ve üzgün kadın rolleri kesmeye çalışırken içten içe bacağındaki hançeri nereye saplarsa daha çok acıtır diye hesap yapıyordu.
Mervan, başını kaldırdığında karşısında ondan en az on beş santim daha uzun olan kadını görmesiyle duraksadı: Kadının vücudunu saran kan kırmızısı elbiseye, ardından derin yırtmaça baktı. En son gözleri, siyah bir maskeyle örtülmüş olan kahve gözlere döndü:
“Çok özür dilerim, ben…Ben biraz dalgındım.” Mahçup kadın rolleri…Ha bir kurşun ha tehlikleri bir kadın.
Mervan, karşısındaki kadına bakarken duruldu, iğrenç bir sırıtışla konuşmaya başladı. Türkçesi tek tük kayıyor, aksanı bozuk çıkıyordu:
“Sizin gibi güzel bir bayan üzülmesin. Olur böyle sakarlıklar, değil mi?” Kadının eline uzandı, Aybüke birkaç saniye içinde kırabileceği ele direnmeden uzandı:
“Ben Mervan.” Aybüke’nin eline iki öpücük bıraktı.
“O eldivenleri yakacağım, ant olsun.” diye mırıldandı salonun gözde bekarı. Atlas, olanları salonun uzak bir köşesinden izliyordu. Konuşmaları o da kulaklıkları sayesinde duyabiliyordu.
Aybüke, bütün kadınsılığını kullanıp cilve üstüne cilve yaparken adamın keyfi yerine geliyor, sırıtışı büyüyordu. Aybüke’nin yüzü yerine bütün vücudunda göz gezdirip duruyor, Atlas’ın alın damarlarının kasılmasına sebebiyet veriyordu.
“Ya sabır, ya Muhammed.” Boynunu kütletti Atlas. Kulaklığı kapalıydı, sadece dinleme yapıyordu o nedenle duyulması imkansızdı.
“Sandığımdan çok daha kolay oldu.” dedi Çağatay bulunduğu servisten. O da kameralardan başkanını izlemekle meşguldü.
“Çok mahcubum, kendimi nasıl affettirebilirim?” dedi Aybüke, Mervan hala kadının elini tutuyordu.
Mervan, çenesini kaşırken kadının açık kalan bacağına bir kez daha baktı:
“Sizin gibi güzel bir bayanın böyle bir gecede yalnız olması…İsmim ne demiştiniz?”
Aybüke, hafiften de olsa gerilmişti. Karşısında duran adam kurula üye olmuş olan biriydi. Balo sonrası, üzerine yerleştirdikleri çip sayesinde sessiz bir alanda kaçırılacaktı ve herkes düşmanlarından birinin işi olduğunu düşünecekti.
“Lizzie.”
“Lizzie…Daha önce duymamıştım.”
“O zaman bu akşam ikimiz de şanslıyız denebilir, ben de sizi duymamıştım.”
Aybüke’nin bildiği bir şey vardı ise o da erkek gururunun erkeklere karşı kullanılabilecek basit lakin etkili bir silah olmasıydı. Koskoca Filistin üyesine seni tanımıyorum demişti. Mervan da gururunu ve onurunu aklıyla değil de başka bir uzvuyla korumaya çalışan bir adamdı ise Aybüke’ye kendince ceza vermek isteyecek, onu değersiz hissettirmeyi deneyecekti.
“O zaman izin verin, size kendinizi affettirmeniz için bir yol sunayım.” Mervan, elini tutması adına kadına uzatmıştı. Bu açık bir davetti.
“O eli kesip senin çok başka uzuvlarına takmak vardı da…Neyse.” Atlas bir kez daha kıtlattı boynunu, elindeki alkolden büyük bir yudum aldı. Ters bakışları tek bir kadının üstündeydi bu akşam. Hayır, hayır… İki kadının üstündeydi.
Atlas, bile isteye kulaklığını açtı:
“Dilruba nerede?” dedi. Herkesin, özellikle de Aybüke’nin onu duyduğunun farkındaydı. Aybüke, elini kaptırdığı adamla ilerlerken duyduğu cümle ile sinirlenmeden edemedi. Şu an ona bir cevap veremezdi:
“Kusura bakmayın, başkanım. Kulaklık açık kalmış.” Kulaklığını kapattı, eteklerini tutarak yürüyen kadının ardından çaktırmadan bakmaya devam etti.
Aybüke, Mervan ile sohbet edip yürümeye devam ederken ikide bir alkol bardağı alıyor ve Mervan’ın boşuyla değiştiriyordu. Sarhoş etmek planlara dahil değildi lakin son anda alınan bu karar işlerine yarayacak türdendi.
İllegal para akışları, yalandan sahip olunan bir güç ve iş dünyası Mervan’ın konuştuğu konuların hepsiydi. Aybüke, ilgili bir kadın rolü yaparken zorlanmadı: Hayatı son sekiz yıldır zaten rol yapmakla geçmişti.
Atlas, içkisini yudumlarken bir yandan konuklarla konuşuyor, Kurul üyelerinin aileleriyle yakınlaşmaya çalışıyordu. Daha önce bilmedikleri birçok kişi bugün bu baloya katılım göstermişti.
Oysa bu balo sadece çip ve data alışverişi için hazırlanmamış mıydı?
“Bir terslik var.” dedi Atlas lavaboya doğru ilerlerken. Yanından geçenlere sahte birer gülümseme atmayı unutmadı.
“Arabaya gelebilecek misin ağabey?” diye sordu Çağatay, o da kameralardan gördüğü kadarıyla bu kanıya varmıştı.
“Geliyorum.”
Atlas, arka kapıdan dışarıya çıkarken maskesin taktı ve karanlık çökmüş sokakta gizlenmiş servis aracına doğru ilerledi. Kapıyı sürükledi:
“Ağabey.”
“Anlat koçum, neler gördün?”
“Son on yedi dakika otuz iki saniye içinde on bir tane adam aynı anda salondan ayrıldı. Biri lavabolara, biri üst kata, biri asansöre… Hepsi farklı yollardan gitti ama gittikleri yer burası.” Çağatay, masada duran haritadan bir odayı işaret etti.
“Konferans odası olacak kadar büyük.” diye ekledi Çağatay.
“Alışverişi orada yapacak olma ihtimalleri?” diye konuştu Aylin kulaklığa doğru.
“Neredeyse yüzde altı nokta yetmiş sekiz. Alışveriş yapmak için fazla kalabalık bir ortam, hele de bahsettiğimiz ürün tek bir çipten ibaretse.”
“Buraya girmemiz lazım. Oğuz geldi mi?”
“Hayır ağabey, hala sırasını bekliyor.”
“Kılığına girdiği adamın toplantıya katılıp katılmayacağını öğrenmemiz lazım.” dedi Atlas, düşünmeye başladı. Eli çenesinde, dikkati kameralardaydı. O sırada kırmızı elbiseli bir kadın görüş açısında girdi. Atlas sırıtmadan edemedi:
“Beni başkanın kulaklığına bağla, Çaça.”
Aybüke’nin kapalı olan kulaklığı açıldı ve tek bir kişinin sesi duyuldu:
“Dilerim ki keyifli bir vakit geçiriyorsunuzdur, matmazel.”
Aybüke, yanında neredeyse sarhoş olmuş olan adama bakarken gülümsedi, aynı anda kulaklığındaki sesi dinlemeye devam etti. Atlas’ın sesini duymasıyla bocalamıştı. Mervan’ın koluna girmişken Atlas’ın sesini duymak onun işini zorlaştırdığı için kulaklığını kapatmıştı.
“Size ihtiyacımız var.” dedi Atlas, arabadaki ekrandan kadına bakıyordu. Aybüke, hiçbir şeyi ele vermeden normal hayatına devam ediyor gibi görünüyordu.
“Son on dakika-“
“Dokuz dakika on üç saniye.” dedi Çağatay.
Atlas, hayret ve sinirle yanındaki adama doğru yavaşça döndü, ‘Şaka mısın oğlum?’ diyormuşçasına baktı yanındaki gence.
Çağatay ise devirdiği çamı anlamış llacaktı ki uslu bir şekilde suyundan yudumladı.
“Pardon ağabey, sen… Sen devam et.”
Atlas son bir sabır diledikten sonra konuşmaya devam etti:
“Son on dakikada-“ Durdu, yanındaki adama baktı. Çağatay’ın içinden yine bölmek, “dokuz dakika otuz dokuz saniye” demek geçiyordu fakat su içmeye devam etti.
“On bir takım elbiseli farklı yollardan giderek üçüncü katta bulunan bir odada toplanıyorlar. Oraya girecekler arasında Oğuz’un kimliğindeki adamın olup olmadığını öğrenmemiz lazım.”
Aybüke, aynı anda rolünü devam ettirirken kahkaha atıyor, gülümsüyordu. Bir anlığına başını eğip ayakkabısına bakarken mırıldandı:
“Gidin ve öğrenim o zaman.”
“Bize iyi bir hırsız lazım, başkanım.”
Aybüke, konuşmanın uzayacağını anlamış olacaktı ki Mervan’dan lavabo için izin aldı, hızlı adımlarla ilerlerken tuvalete girdi, boş olduğunu görünce hızla içeri daldı:
“Ne diyorsun, ne hırsızı. Bul o zaman, ben ne yapayım şu an!”
“Maalesef, şu an destek çağırmam riskli olur, içeriden bir adamımızın yapması lazım. Siz bilirsiniz bu işleri zaten, söylememe gerek yok.”
Alnını sinirle sıvazladı Aybüke:
“Ne istiyorsun Atlas, çık kendin alsana! Ya da ben gideyim, ama hedefle flörtleşip yatağa girmek senin olsun. O zaman tamamım.”
Atlas, sinirle yerinden doğruldu:
“Ne yatağı lan! Yata- yatak mı dedin? Yatak nereden çıktı?”
Kulaklıklardan konuşulanları şu an sadece ikisi duyuyordu. Tabii Çağatay cipsini yerken Atlas’ın ani tepkilerini izlemekle meşguldu.
“Benim için değil, gerizekalı. Yatak kısmını sana özel ekledim. Seversin sen her çiçekten bal almayı.” dedi Aybüke, aynı anda dilini ısırdı. Dediklerinden pişman olmayı sonraya bıraktı.
“Ne çiçeği- Hayır, tamam. Sakinim, sakinim… Bunu sonra konuşacağız.” Sabır çekti Atlas, “Başkanım, oraya gidip o listeyi alıp fotoğraflamanız lazım. Odanın önünde iki koruma var, biri bir liste tutuyor ama kameraya ters.”
“O listeyi nasıl çalacağım tam olarak, o dahi beynin buna da bir çözüm buldu mu? Gözler önündeyim, orada görünmem dahi sansasyon olabilir.” dedi Aybüke.
“Fakat aramızda bunu yapabilecek olan tek kişi de sizsiniz, daha doğrusu sensin, Aybüke. Geçmişi gerçekten unutmuş olamazsın?”
Aybüke, gençliğinde İstanbul sokaklarında yaşamaya çalışmış, kaderini değiştirecek olan adam gelene dek de İstanbul’un çetelerinden bir gruba dahil olmuştu. Çetrefilli geçmişi, onu harika bir hırsız haline getirmişti. Hatta o dönemin MİT mensubu olan adam bu yeteneğinden hayranlık duyduğu için bu genç kızın peşine düşmüştü.
Hangi basit sokak hırsızı bir MİT müsteşarından cüzdanını çalabilirdi ki?
Derin bir nefes aldı Aybüke, ellerini yıkadı ve ıslak ellerini boynuna dokundurdu:
“Bunu neden yapayım? Tekrardan neden bir hırsız olayım? Senin bu işi rahatlıkla yapabileceğini çok iyi biliyorum, Atlas. Çocuk yok karşında, kandırmaya kalkma.”
“Evet, listeyi çalamam belki ama fotoğraflarım. Ama bunu senden daha hızlı kimse yapamaz, bunu da sen biliyorsun. Bana söylediğini hatırlamıyor musun? “Bazen omzundaki rütbelerle değil, sokakların sana verdiği rütbeyle hareket edersin.””
Derin bir nefes daha aldı Aybüke, bu cümleyi söylediği zamanı hatırlamıyordu ama an bir mıh gibi işlenmişti aklına. Neden mi? O operasyon onların ilk öpücüğüne vesile olmuştu da ondan.
“Tamam. Odayı söyle.”
Atlas odanın koordinatını verdikten sonra Aybüke kulaklığıjı kapatmadan önce son bir kez konuştu:
“Bana üç dakika verin.”
Aybüke, son kez aynadaki yansımasına baktı ve kırmızı rujunu tazeledi. Lavabonun sağ tarafında kalan yangın merdivenlerine doğru ilerledi, hızla çıkmaya başladı ve aşağı doğru inen bir garsona selam verdi, tepside büyük bardak bir şarap vardı:
“Neyin peşindesiniz o kadar merak ediyorum ki…” dedi garson yanından geçerken. Evet, garson Aylin’di ve ona o içkiyi başkana götürmesini söyleyen kişi Atlas’tan başkası değildi. Az önce konuşulanlar tek hattan yapılmıştı, yani Aybüke ve Atlas dışında kimse duymamıştı.
Aybüke, kata ulaştığında sarsak adımlarla ilerledi. Uzakta, kapısında iki koruma olan odaya doğru ilerlerken yüksek sesli bir şarkı söylüyordu:
“These boots are made for walking
And that’s just what they’ll do
One of these days these boots are gonna walk all over you!”
Sarhoş kadın rolünün hakkını verirken koridorda bulunan kameradan izlendiğini biliyordu. Hala araçta olan Atlas, yüzünde engelleyemediği kocaman bir gülümseme ile kadını izliyordu.
“Şarkı seçimi ilginç.” diye söylendi Çağatay, ağzına bir cips daha attı, “Daha klasik ilerleyebilirdi.”
Yanındaki adama aldırış etmedi, o bu şarkıyı seçmesinin nedenini çok iyi biliyordu. Hikaye yeniden geçmişin ipliğine bağlıydı. Dayanamadı Atlas, kahkaha attı. Gençlik anıları keskin bir biçimde canlanmıştı. O dönemler turuncu saçları olan Aybüke yine canlandı gözlerinin önünde.
Aybüke, sarsak adımlarla ilerlerken sol tarafta duran adama çarptı, bütün şarap beyaz gömleği kırmızıya boyarken iki adam da hareketlendi:
“Hey! Ne yapıyorsun, dikkat etsene! Ya sabır!”
“Hiiii! Ayyy, çok özür dilerim ben. Dağ gibi adam olunca duvarı siyah sandım.” Kahkaha attı Aybüke, ellerini adamın üzerinde gezdirirken yuvarlak bardağı halı döşenmiş olan yere attı. Silindir şeklindeki bardak adım atmak için yeltenmiş olan adamın ayak altına kadar gitti, diğer adam yere düşerken sesli bir küfür savurdu. O sırada Aybüke, ellerini savurganlıkla gezdirdiği adamın cebinden listeyi almıştı. Onları döverek almak da vardı ama dikkat çekmemesi gerekiyordu, bu gece o, Mervan’ın koluna taktığı kadın rolündeydi. İşi, maalesef, böyle ucuz numaralara kalmıştı.
Adamlar kendi hallerine yanarken Aylin ve Ali, koridorun iki farklı girişinde gelebilecek olan konukları oyalamak için bekliyorlardı.
Korumalar, ilerlemeye çalışan Aybüke’ye yeltenecekken bir ses duyuldu:
“O Mervan Bey’in! Dokunmayın, gitsin.” Baş şefleri olmalıydı konuşan adam. Aybüke, gülümsemeye devam ederken bulduğu ilk tuvalete girdi, eldivenine sakladığı listeyi tarattı. Adamlar, biri gelmediği sürece listeye ihtiyaç duymayacaklar; yokluğunu fark etmeyeceklerdi. O nedenle koridorun iki girişi de tutuluyordu. İhtiyacı olan süre sadece bir dakikaydı.
Tarama tamamlandığında hızlıca olay yerine geri döndü, bu sefer masumca ilerlerken elinde katladığı listeyi adamın ayak ucuna savurdu. Adamın gözleri kadının gözlerine kenetlendiği için korumalar dışarıdaki uyaranlara kapalıydı.
“Mervan bey’in miş miş. Hay… neyse.” diye mırıldandı Aybüke.
O sırada Çağatay bilgisayarına aktarılan listeyi analiz ediyordu.
“Listede Oğuz’un kimliğini aldığı adam da var ağabey.”
Atlas, ayaklanırken iki elini vurdu:
“O zaman bu gecenin yıldızı Oğuz Karaca. Zamanı geldi, ara.”
Minibüsten indiği gibi içeriye döndü. Ana salona girdiğinde eğlenen insanlara baktı, selam vererek annesinin yanına doğru ilerledi:
“Dayımlar yok mu?”
“Buradadır, işi var sanıyorum.” dedi Sevim, morali Tanju’nun haberiyle iyice bozuktu şu sıralar.
“Dilruba nerede?” diye sordu Atlas, etrafına bakındığında az önceki güzel kadından bir ize rastlamadı. Oysa bu geceyi onunla bir kez dans ederek kapatmak çok güzel olabilirdi.
“Sen gidince kendine yeni bir eğlence buldu sanıyorum.” dedi Sevim kafasıyla bir köşeyi işaret ederek. Atlas, o yöne doğru döndüğünde kahkaha atan bir Dilruba ile karşılaşmayı beklemiyordu. Kadının bu neşesine ve yanında onunla beraber gülen adama çatık kaşlarla baktı.
Herkes görevini özenle sürdürüyor, hazırlıklarını tamamlıyordu. Balo salonunun kapıları bu sefer beyazlamış saçları, cam çerçeveli gözlüklü ve suratındaki kırışıklıkları yaşından fazla olan bir adam için aralandı: Victor Sarkov, plastik makyajın altında ise Oğuz Karaca.
Oğuz, bir ayağı tökezleyerek yürümeye çalışıyor, profesyonel bir oyunculuk sergiliyordu. Çevresinde ona selam vermeye çalışan insanlara baktıktan sonra haberini aldığı odaya doğru ilerledi: Herkes için hazırlanan maske kutularının bazılarına beyaz bir kart da vardı. Kapıdaki güvenliklere kartı gösterdi, beyaz kapı aralandı. Dışarıdan gayet normal bir oda gibi görünen bu yer aslında karanlığa gömülmüş olan ve projeksiyonun açılmış olduğu bir konferans odasıydı: Orta seviye bir büyüklüğü vardı fakat içeride ona bakan on dört kişi vardı:
“Viktor! Biz de seni bekliyorduk. Başlıyoruz, otur lütfen.”
Viktor -Oğuz- boş olan koltuğa doğru ilerlediğinde duvardaki yansımada bir slayt değişti: Bu bir dünya haritasıydı fakat bazı bölge ve ülkeler boyanmıştı.
“Bu harika günde hepinizi görüyor olmak harika. Kurul ile beraber hazırladığımız planımızı artık hayata geçiriyoruz.”
Oğuz, dikkatle konuşulanları dinlerken odadakilere göz gezdirdi. Alastan görünürde yoktu.
“Elmas nerede, Jacob? Kendisi katılmayacaklar mı?” diye sordu oturanlardan birisi.
“Bir süreliğine iş için seyahat edecekler.”
Alastan’ın iş seyahatı yapacağını bilmiyordu Oğuz, aynı şekilde kulaklıktan olan biteni dinleyen Çağatay, Aylin, Ethem, Hakan, Ali ve Aybüke de.
“Yusuf Alastan’ın programı doğu asya ve güneydoğuda kullanılmak üzere alındı.” diye konuştu sunumu yapan adam, “Planımızın son hali daha tam oturmadı lakin bugün alacağımız kararlarla eminim ki-“
“Uzatma, Jacob. Anlat.” dedi ağzında purosuyla oturan bir başka adam.
“Pekala. Bildiğiniz üzere hepimizin şu anki hedefi Muhammed’i Filistin başkanlığına aday göstermek. Muhtemel bütün adayların hepsi sabah adaylıktan çekildi.”
Odada kısık sesli gülüşmeler yankılandı. Oğuz, dikkatli bir şekilde etrafına bakıyor, olan biteni anlamaya çalışıyordu.
Ne oluyordu bu lanet odada?
“Muhammed, halkın büyük çoğunluğunun oyunu aldı bile. Seçimler bir ay sonra, kazanması kaçınılmaz.”
Adamlardan biri elindeki şampanyayı havaya kaldırdı:
“O zaman Filistin başkanı Muhammed’e!” Adam, şerefe kaldırdığı bardaktan içkisini yudumladı. Yaşlı kuzular ordusu iğrenç kahkahalar atmaya devam ederken odada oturan kurt, avlarına tek tek baktı. Gülmedi.
Adamlar, plandakıkları siber saldırıdan bahsederken Oğuz, gizliden gizliye kulaklığını kontrol etmeye çalıştı: Kulaklıklar çalışmıyordu.
O sırada arabada olan Çağatay, sinyal kesintisine şaşkınlıkla bakıyor, Aybüke ile konuşuyordu:
“Başkanım, jammer kullanıyorlar, Oğuz’un bulunduğu odadan sinyal alamıyoruz.”
“O zaman Oğuz’un o odadan sağ salim çıktığına emin olun, öğrendiklerini bize anlatmadan ölme gibi bir lüksü yok.”
“Odaya giremiyorum, servis yasağı var.” dedi bir yandan Aylin.
Odadaki toplantı devam ediyordu:
“Rusya’nın siber atağı için adamlarım destek vermeye hazır.”
“Bir fitilin ardından savaş kaçınılmaz olacak, ip söküğü gibi gelecek her şey.”
“Filistin’in fiyatında anlaştı mı Kurul?”
“Elbette.”
“Dünya ülkeleri kaçışan balıklar gibi o toplantıdan bu toplantıya koşuyor.” Kahkaha attı adam.
“Amerika’nın birlikten ayrılacağı kesinleşti mi?”
“Yüzde yetmiş olasılıkta. Bu kararın sızması bile insanlara korku verdi.”
“Panik iyidir. İnsanlara yaşama gücü, bize ise eğlence sağlar.”
“Bizim eğleneceğimiz kesin fakat onlar yaşayacaklar mı, hiç sanmam.”
Gülüşmeler devam etti:
“Viktor? Bugün aşırı sessizsin, karının ölümü seni kutsal bir nefretle yıkar diye düşünmüştüm.” dedi başka bir adam odanın ucundan.
Oğuz, bir anlık duraksadı. Adam hakkında araştırma yapmışlardı fakat şu an içine düştüğü durum hakkında gram planı yoktu: Çip alışverişinden çok daha büyük şeyler dönüyordu bu odada.
Yaşlı bir adamın yapacağı şekilde öksürdü:
“Sessizliğimi ancak kafamda dolaşan tilkilere sayın. Hala Viktoria’nın ölümü ensemde.”
Evet, Viktor’un ölen karısının adı Viktoria idi.
Omzunda bir el hissetti Oğuz, Jacob denen adam oradaydı:
“Ölüm iyidir, sevgili Viktor. Sana unuttuğun gücü ve nefreti hatırlatır. Bu savaşta bize ancak ölümü tatmış kişiler yardım edebilir.”
“Jacob! Haydi artık bize şu çipten bahset.”
Ekranda bir data dosyası belirdi. Jacob denen adam bilgisayarına takılı olan çipi çıkardı, aynı saniyelerde ekran kapandı. Adam, elinde tuttuğu çip ile orta masaya doğru yürüdü:
“Alastan’ın muhtaç olduğu o çip, işte bu.” dedi Jacob.
“Bazen bu adama üzülesim geliyor, hayır. Şakaydı.” Güldü adam.
“Açılışı yapalım mı beyler?” diye sordu Jacob, çipi satışa çıkaracaktı.
Bu odada her ne dönüyorsa öğrenmeleri artık bir zorunluluktu: Kulaklık çalışsaydı belki Oğuz bu uğurda ölebilir, risk alabilirdi fakat jammer Oğuz’un yaşayacağının garantisi olmuştu.
Bu odadaki bilgiler dışarı mutlaka sızacaktı ve bunu yapacak kişi Oğuz Karaca’ydı.
⚔️🖤❤️🔥⛓️
“Hadi ama Christen! Formunda değilsin bu akşam, tanrım.” Dudaklarındaki purodan bir nefes daha çekti adam, poker masasında oturan rakiplerine iğrenç bir kahkaha savurdu.
O masada oturan dört kişi vardı: Biri Türk, biri Yunan, biri Alman ve bir diğeri ise Amerikan bir mafya babasıydı.
Tabii ki bunlardan birisi Ethem Alaz’dı. Ethem, balo başından bu yana karakterinin başarısız poker oyununu sürdürüyor, bizzat adamdan çaldıkları parayı teker teker harcıyordu.
Minicik kumaş parçaları giydirilmiş olan kadın garsonlar kumar oynayan adamların yanı başında oturup liderleri eğlendirirken Ethem’in gözleri tek bir kadında takılıydı: Aylin kumarhanede garsonluk için kumarhaneye inmişti.
“Bir el daha?” diye sordu Alman.
“Elbette.” diye sırıttı Ethem, bu akşam Christen adında bir Amerikalının rolündeydi.
Oyun; kartlar, seçimler, riskler ve tutulan nefesler eşliğinde devam ederken kadın bir garson yanaştı Ethem’in sol yanına. Kadın, neredeyse çıplak olan kalçasıyla Ethem’in koltuğunun sol yanına oturdu. Elleri, cüretkar bir biçimde adamın omuzlarında gezmeye başlayacaktı ki Ethem çekildi. “İstemez.”
Karşısındaki rakibi güldü, “Poker’da kaybeden aşkta kazanır derler ama sanırım sen ondan da yana değilsin, Christen.” Ethem’in aksine o, yanı başında duran kadını bir kere daha öptü, elleri kadının kalçasını tutuyor ve sıkıyordu.
Ethem, bir hata yaptı. Tam o sırada sağ çaprazından yürüyen müstakbel eşine göz ucuyla baktı: Onun da eteği aşırı derece kısaydı fakat diğerlerine kıyasla en uzun etek ondaydı.
Alman, Ethem’in bu bakışını gözünden kaçırmamştı. Mayhoş bir kahkaha attıktan sonra ilerleyen kadına doğru seslendi:
“Sen!”
Aylin duymadı, ilerlemeye devam edecekken kolundan tutan korumaya ters ters baktı, adamın işaret ettiği yöne doğru döndüğünde ona bakan adamla karşılaştı:
“Buyrun?”
“Bu gece için fazla yorulmadın mı sence de?” Adam, Aylin’in kolundan tuttu, yanında durana adamına kadının elindeki tepsiyi alması için işaret verdi.
Ethem, kanının kaynadığını hissetti. Aylin, bozuntuya vermemeye çalışsa da Ethem’in kendisini tutamamasından korkuyordu.
Alman’ın onu çekmesiyle koltuğun sağ tarafına oturdu, Alman’ın elleri onun belinde fakat ihtiras ile bakan gözleri Ethem’in üstündeydi.
Onun tek amacı rakibini öfkelendirmekti.
Ethem, nefret akan sırıtışı ile yavaşça boynunu çevirdi. O kadar yavaş hareket ediyordu ki bu bile Aylin’i korkutmaya yetmişti,
“Haydi, oynayalım.” Bir süre için kontrolü sağlamıştı Ethem, gireceği çıkmazın bilincinde olmasa karşısınds olan adamla beraber bu odadaki herkes çoktan ölmüştü.
Aylin, adamdan kurtulmaya çalışsada başarısız oluyor, sakin bir şekilde olayı çözüme kavuşturamıyordu.
Alman’ın elleri Aylin’in kalçasını bulduğunda Ethem, bunun bir çıkmaz olduğunu hissetti. Kulakları kızarmış, alnındaki damarlar belirginleşmişti. Sertçe Aylin’in koluna uzandı ve hışımla kadını kendisine doğru çekti.
Alman, şaşkınlık ve alayla gülerken Ethem’e baktı:
“Tanrım, Christen. Kadınını aldım sanırım.” Derin bir kahkaha daha attı, “Kusura bakma, bir gecelik paylaşırsın diye düşünmüştüm.”
“Yatağıma aldığım kadına bakmana dahi izin vereceğimi düşünmen ne kadar büyük bir…hata.” Ethem, Aylin’in kolunu istemeden sıkmıştı. Aylin, acıyan kolunu umursamadı, sadece bu akşamı sorunsuz halletmek istiyordu. Bu gece kimse tek bir soruna sebebiyet dahi veremezdi, herkes gerekirse bir şeylerden feragat edecek fakat bu akşamı tamamlayacaktı.
Ethem, kızarttığı kolu fark etmesiyle elini gevşetti, kadını kucağına doğru çekti. Bu gecelik bu kadar garsonculuk yeterdi. Göğsüne yaklaşan kadının kulağına doğru konuştu:
“Bu gecelik bu kadar yeter yoksa ben…Kontrol edemeyeceğim kendimi, Aylin.”
“Tamam. Tamam, sadece sakin ol. Burada kalacağım.” Aylin, diğer kadınlara göz gezdirdi: Her biri yanı başlarında durdukları adamlara çeşitli yollarla haz vermeye çalışıyor, tahrik etmekle uğraşıyorlardı.
“Sanırım bunu yapamayacağım.” diye mırıldandı Aylin, kucağında oturduğu için Ethem’e iyice yakındı. “Midem bulanıyor.” diye ekledi Aylin, bu Ethem’in gülmesine sebebiyet vermişti.
Çok geçmeden kulaklıklarından bir ses duyuldu:
“Aybüke başkan adamı binadan çıkardı, tekrar ediyorum hedef arabasına doğru ilerliyor. Oğuz’un toplantısı bitmek üzere diye sanıyorum, kulaklığa erişim geri geldi. Jammer kapatıldı. Kumarhane kısmı, siz görevinizden yavaşça çekilebilirsiniz.” dedi Çağatay.
Aylin, derin bir nefes aldı, “İşler gerçekten çirkinleşmeye başlıyordu, sonunda.”
Ethem, son kartını da savurduktan sonra bir küfür savurdu. Yine kaybetmişti, aslında kazanmıştı demek daha doğru olurdu: Bu akşam kaybettiği her oyun rakiplerinin olmayan gururunu okşamak adına yapılmış birer gösteriden ibaretti.
Kucağındaki kadını da kaldırdı, ikinci kata ilerleyeceğini belli ederek odayı ksdınla beraber terk etti: Planlar dahilinde bu yoktu fakat zafer, bazen plansızlıkların içinden oluşan başka bir plan sayesinde geliyordu.
Odayı terk ettiklerinde Ethem:
“Alman beni takip edecektir, ben şahsi arabayla çıkıyorum. Takibi atlattıktan sonra merkezde buluşuruz.”
Aylin konuşmak üzereyken dudaklarının örtülmesiyle beraber kalakaldı: Ethem, derin bir aşkla öptüğü kadının boynundan kokusunu çekti. “Yemin ediyorum bana ödül vermen lazım, bir daha böyle bir sabrı göremeyebilirsin.” Yanağından son bir öpücük daha aldı.
“Vereceğim ben sana ödülünü, bekle sen. Konuşacağız.” Ethem’in bacağına minik bir tekme attı:
“Ah! Yine ne yaptım? Beni burada öpücüklere boğman lazım şu an.”
“Öpeceğim ben seni, bekle sen.”
Aylin, arka çıkışa doğru ilerlemeye devam ederken Ethem de ardından yetişti:
“Hadi.” dedi adam kadının elini tutarak.
“Neye hadi?” Ters ters yanındaki adama baktı kadın.
“Ne neye hadi? Git değiştir üstünü, bekliyorum.”
Aylin gözlerini devirdi, yanındaki adama döndü:
“Sence yanımda kıyafet var mı Ethem?”
“Yok mu?” Ethem. Umutları suya düşmüş bir çocuk misali baktı yanındaki kadına, Aylin ise gözlerini devirmişti. “Kızım don giyiyorsun resmen, insan yanına bir şey almaz mı!”
“Sus, Ethem. Sus ve yürü,”
“Donumu çıkartıp vereceğim şimdi kızım, iyi değilim diyorum!”
Aylin, arkasından yürüyen adamı görmezden gelmeye çalışarak hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdü. Tenha bir rota kullandıkları için rolden çıkmışlardı.
İki aşık görevini tamamlarken Oğuz, öğrendiği planların ağırlığı altında ezilmekle meşguldu. Biraz önce kulaklığından kısık bir sinyal duymuş, jammerın kapatıldığını anlamıştı. Toplantıda kimsenin dikkatini çekmemişti, tahmin ettiklerinden daha kolay bir görev olmuştu fakat öğrendiklerinin ağırlığı bir hançer misali bükmüştü sırtını. Ağırdı, çok ağır.
Odadan sekiz adam ayrıldı, Oğuz da ayrılmak üzere hareket etmişken Jacob:
“Viktor? Sen tedaviyi dinlemek için kalmayacak mıydın? İsmin gizli listede var.”
Gizli liste mi? Tedavi? Neyden bahsediyordu yine bu adam?
“Ah, tabi. Aklımı toparlayamıyorum şu ara.” Tekrar yerine kuruldu, yaşlı adam rolünü tahmininden iyi çıkarmıştı. Hatta Türkçe konuşurken çıkarması gereken bozuk İtalyan aksanı özel olarak çalışmıştı:
“R’leri bastırman lazım Oğuz!”
“Merhaba, Carlos.” dedi Oğuz, r’leri bastırarak.
“Öyle değil Oğuz.” Alnına avuç içini vurdu Aybüke, sekize yakın dil bildiği için en iyi öğretmen o idi. “N’leri yutmaya çalış şimdi.”
Aybüke’den sağlam bir azar yemişti fakat ürün güzeldi, herkes inanmıştı bu yalana.
Jacob’un bahsettiği tedavi için oturdu, bu sefer projeksiyon yerine herkese birer kağıt dosya dağıtıldı:
“Alastan bu kadını takibe aldırmış, kendisinin durumunun kötü olduğunu bilmiyordum. Medyadan saklama işini çok iyi beceriyor yaşlı bunak.” dedi bir adam.
Aynı şekilde bir başkası da, “Onu bunu geçtim de, bu kadınla ne gibi bir işimiz olabilir bizim?”
“Bizim değil, Elmas’ın.” Oğuz duydukları karşısında şaşırmadan edemedi. Az önce Alastan’a yaşlı bir bunak demişlerdi. Şimdi onun işini mi göreceklerdi?
Hayır, düşündüğüm şey olamaz…
“Elmas, bu doktorun bu gece kaçırılmasını istedi.” dedi Jacob, önündeki dosyayı açtı. Diğer herkes de dosyasına yeltenirken bir adam:
“Neden?” diye sordu.
“Bilmiyoruz, daha bir açıklama yapmadı.”
Herkes dosyasına bakarken Oğuz da önündeki dosyaya uzandı, kapağını araladı ve iite o an bütün dünyası başına yıkıldı. Az önce sırtını eğri bırakan o ağırlık bir kum tanesine dönüştü. Yaşarken öldü, nefesi kesildi. Boynuna bir urgan bağlandı, ölmese de ölmek istedi.
Dosyada bir kadın fotoğrafı vardı.
“Yansı?”
🫣🥀💔🩺
Atlas Coleman, balo salonunda süzülen genç bir kadından gözlerini ayıramadı. Az önce yanında duran adam şimdi yoktu. Etrafa kuşkulu gözlerle bakınan kadına doğru yanaştı, bir elini kaldırdı:
“Dans?” Kadın, yanına gelen sarışına baktı, ardından gözleri gözlerini buldu.
“Bu gece için fazla yorgunum, Atlas bey. Sanırım böyle idare edeceğim.” dedi Dilruba. Atlas gülümsedi ve kadının bir elinden tuttu, yavaşça kendisine doğru çekti:
“Eminim yorgunluğunuzu giderebilirim.”
“Bunu yapmasak daha iyi olur, emin olun.” dedi kadın, hışımla arka taraftaki bir koridora doğru ilerledi. Atlas da aynı şekilde kadının arkasından yürüdü, ikisi de kalabalığa izlerini kaybettirmişlerdi. Atlas, karanlık bir koridora geldiğinde duraksadı: Dilruba görünürde yoktu. Etrafına bakındı, her yer boştu. Tek bir tıkırtı dahi bırakmamıştı ardında bir iz olarak.
Atlas, kadının ani yok oluşu ile bocalarken kulaklığında müptelası olduğu ses yankılandı:
“Hedefi almak için çıkıyoruz, görev tamam. Oğuz ile merkezde buluşacağız.” dedi Aybüke. Bunu söyledikten sonra onun için oluşturulmuş çıkış rotasına ilerledi. Kırmızı elbisesini sürüklerken dikkatle binadan ayrıldı. Çöp bidonlarının atıldığı ara bir sokağa çıktığında karanlık semaya baktı, derin bir nefes çekti ve hızla buluşma noktasına ilerlemeye başladı. İlk adımında kolunun biri tarafından tutulduğunu hissetti:
“Benim! Benim!” Atlas, ona doğru gelen tekmeden kurtulmak adına bağırmıştı. “Benim, Atlas.”
“Ses çıkarsana, ne diye ajan gibi geliyorsun.”
“Ajanım çünkü?”
“Haha.” Gözlerini devirdi Aybüke, tekrardan yoluna gidecekken omzundaki ağırlığı hissetti:
“Üşüteceksin, yanına mont da almamışsın.” dedi Atlas, siyah pardösüsünü kadının omuzlarına bırakırken. Aybüke derin bir nefes aldı, yeniden karanlık semaya baktı. Bulundukları çıkmaz sokakta tek bir sokak lambası dahi yoktu:
“Neden yapıyorsun bunu?” diye sordu Aybüke, sesinde gizlediği bir sitem vardı, “Yapma.”
“Neyi?” diye sordu Atlas, yeşil gözleri kadının kahvelerine odaklanmıştı.
“Bunu.” dedi Aybüke sırtındaki pardösüyü çıkarırken, “Bana iyi davranma, aramızda hiçbir şey yokmuş gibi iyimser olma, en azından benim yanımda Atlas olma! Uzak dur benden Atlas, sekiz sene önce yaptığın gibi yine uzaklaş benden! Yapma şunu, hastane odama çiçekler bırakma. Odama gelme, bana bakma, beni sevme artık Atlas!”
Aybüke, karşısındaki adamın omuzlarına sert bir darbe geçirmiş, içinde yıllardır tuttuğu öfkesini kusmaya başlamıştı. Kavanoz dolardı, dolardı ve biraz daha… Ta ki zaman gelip de taşana kadar:
“Beni, seni operasyona aldığım için pişman etme!”
“Beni sen operasyona almadın, sen bana muhtaçtın. Alastan olduğum için muhtaçtın. Bu mahkumiyet olmasa zaten seçmezdin! Yanlış mıyım, Aybüke başkan? Beni sen seçmedin, kaderin getirdi. O yüzden bana yalandan ahkam kesme burada. Ben normal değilsem, sen de bir o kadar karışıksın!”
Kısa süren sessizliği bozan yine Atlas oldu:
“Şimdi yapacak mıyız bunu? Şu anı mı seçtin? Yıllarca kapında süründüm ulan, tamam. Tamam, yüzleşelim çünkü ben çok sıkıldım.”
Aybüke, karşısında onun gibi yükselen adam karşısında şaşkınlığını saklayamadı. Onun aksine Atlas hep daha sakin olur, dingin kalan taraf olurdu. Aybüke, asla dinmemiş bir fırtına, Atlas ise onun ardında açmak için bekleyen güneşti. Peki ya şimdi?
“Ne istiyorsun Aybüke? Ne yapmamı istiyorsun?”
Gözlerini kapadı Aybüke, uzun zaman sonra akmayı bekleyen yaşlar vardı gözlerinde. İstemese de söyledi mantığının ona bağırdığını:
“Benden uzaklaş Atlas. Tıpkı-“
“Tıpkı sekiz sene önceki gibi mi? Sen gerçekten buna inanmış olamazsın, değil mi? Sen unuttun mu Aybüke? Sen beni gerçekten unuttun mu?” dedi Atlas, adeta yıllardır içinde filizlenmiş olan korkuyu, öfkeyi ve aşkı haykırıyordu. Aybüke’nin onu unutmuş olmasından korktu, şu güne kadar unutmadığına emindi ama şimdi yüreğinde yer edinmiş tarifsiz bir acı vardı:
“Aybüke, sen bizi unuttun mu?”
Konuşmadı Aybüke, lâl oldu, sustu. Oysa içten içe atmak istediği sayısız çığlığı vardı.
“Neden susuyorsun Aybüke, neden bağırmıyorsun? Neden çığlık atmıyorsun Zümrüdüanka? Neden hala suskunsun!”
Cevap gelmedikçe Atlas’ın kalbinde büyüyen acı daha da derinleşti. Aybüke, gitmek için yeltenmişken genç adam kadını kolundan kavradı:
“Hiçbir yere kaçmıyorsun, Anka.”
“Burada durup tek bir kurşuna gidersek görürsün!”
“Şu an yaptığının farklı bir şey olduğunu mu düşünüyorsun sen? Kalbimden çekip vursan ama bağırsan yeridir. Susma Aybüke, yıllardır seni susturanlara inat bağır artık. Ben senin çığlıklarını özledim, yıllar önce akademiye getirilen o aksi, dik başlı kızı özledim. Sen aynaya baktığında hiç mi özlemiyorsun? Saçlarının ucunda mı yaşatıyorsun hala o kızı?”
Aybüke’nin saçlarını ucu kızıllığından kalan boya nedeniyle sarıydı.
“Bütün her yerde seni aradım ben, Anka. Sekiz yıl neler yaşadım, hiç haberin yok değil mi?”
“Ne yaşadın Onur, huh? Ne yaşadın benim yaşamadığım!”
Atlas, aniden yükselen kadına şaşkınlıkla baktı. Onur demişti ona, belki de gözlerinde kırıntılarını aradığı o kız şimdi karşısına çıkmaya hazırdı.
“Benim isteyerek gittiğimi düşünüyorsun ama değil! O küçük kavgayı sebep bildik, boşanmak zorunda kaldık. Ben gittim çünkü tehdit ettiler, Aybüke. Tehdit ettiler beni, hem de seninle.”
Aybüke’nin kendinden emin ifadesi bozguna uğrsmıştı. Gözlerinin dolduğunu saklamamayı seçti:
“N-ne? Kim? Ne tehditi?”
“Sen sadece boşanmamızı istediklerini düşünebilirsin ama Mustafa beni senin hayatınla tehdit etti. Ben kabul etmeseydim atılırdın Aybüke, önüne sayısız engel koyacaklardı. Geldiğinden daha beter olacaktın. Ben gitmeseydim bugün karşımda olmazdın, Aybüke. Beni seninle tehdit ettiler, göğsümden vursalar yeriydi.”
Aybüke, kolunu tutan adamı buğulu görmeye başladı.
“Ne?” Fısıltı gibi çıktı ağzından kelimeler, dayanamadı. Gözlerinden birer yaş aktı.
Atlas ile zoraki bir şekilde boşanmışlardı. O dönemin müsteşarı ve akademi başkanı, şimdiki Mustafa başkan, Alastan dosyası eline geçer geçmez Atlas’ı sorguya almıştı. Daha o zamanlar bir aylık evlilerdi. Atlas, görevden uzaklaştırılmış, yüzlerce teste tâbi tutulmuştu. Onca işkence ve testten sonra bu gizli evliliği öğrenen Mustafa bu iki genci en ağır şekilde tehdit etmiş ve boşanmalarını emretmişti.
Öyle bir yerden vurmuştu ki kabul etmeme gibi bir şansları yoktu. Mustafa adeta ikisinin de eline birer tabanca vermiş, namluları birbirinin kalplerine doğrultmuştu. Seç, demişti ardından. Sanki seçme seçeneği bırakmış gibi…
Atlas, boşanmanın ardından bir buçuk yıl boyunca itiraf kamplarında eziyet görmüş, bir hayvan misali yaşamak zorunda kalmıştı. Aybüke bunları bu kadar detaylı bilmiyordu.
Mustafa, Aybüke’nin manevi babasının isteği üzerine ona sahip çıkmıştı. Genç yaşına inat yüksek potansiyele sahip bir öğrenci olduğu için onu Atlas’ın bilinmez durumu ile harcamak istememişti. Aslında Aybüke, Mustafa’nın geliştirdiği bir üründen ibaretti ama bulunduğu konum, tamamen Aybüke’nin kendi eseriydi.
“Yıllar sonra görev var dediler, onca yıl sonra vatanıma ayak bastım. Karşımda seni buldum, Aybüke. Ben seni hiç unutmamışken senin beni unutmandan korktum. Hala bana soğuk yapıyorsun, kaçıyorsun benden. Neden? Ben yıllarca seni aradım: Her sokakta, gideriz dediğimiz her kitapçıda, yansımada… Yoktun. Çok özledim be kızım, özleminden geberdim. Çok özledim, Aybüke. Yemin ederim çok özledim…”
Aybüke gözlerinde biriken yaşları tutmadı, her bir yaş sicim sicim aktı. O an için Aybüke başkan olmayı bir yana bıraktı; o an için o, yıllar önce yarım kalmış olan o kızdı.
“Gitmeseydin, ben o engelleri de aşardım, Onur. Ama en azından tutunacağım tek bir dalım olurdu.”
Atlas, eline tutuşturulan pardösüyü yeniden kadının omuzlarına bıraktı, ağlayan kadının çenesinden tuttu. Akan ilk gözyaşı çenesine ulaşmıştı, çenesinden öptü. İkincisi hala yanağındaydı; yanağından öptü. Bir diğeri hala gözlerindeydi, sevdiği kadını gözlerinden öptü. Alnını alnına yasladı, tam tamına sekiz yıl sonra bırakmak zorunda kaldığı kadının izini buldu: Çok uzun zaman sonra karşısında silahlarını kuşanmış olan başkanı değil, sevdiği kadın; ilk başlarda nefret ettiği ama sonra delicesine aşık olduğu on yedi yaşındaki kız vardı.
Alınları hala yaslıyken konuştu Atlas:
“Viraha ne demektir bilir misin, Zümrüdüanka?”
Başını salladı Aybüke, ağlamaya devam etti. Buruk bir gülümseme ile konuştu Atlas, onun da yeşil gözlerine yağmak üzere olan yağmurlar vardı:
“Sevdiğinden ayrılmanın yarattığı acı, derin boşluk öylesine büyük ki… Ayrılığın sana getirdiği hasret, çektiğin özlem o kadar büyük ki…Tek bir kelimeye sığdıramamışlar yıllarca. Sonra viraha demişler buna. Benim gönlümdeki bütün o duyguların adına viraha demişler, Aybüke.”
Tam o an gömleğinin kolunu sıyırdı Atlas, kolundaki küçük dövmeyi karşısındaki kadına gösterdi: Viraha yazıyordu.
Aybüke, hayranlık ve kederle dövmeye bakarken gülümsemeye çalıştı:
“MİT’e döneceğimi bilmediğimden yaptırdım, azıcık azar yedik tabi ama artık çok geçti.” dedi Atlas, her zamanki gibi karşısındaki kadını güldürmeye çalıştı.
Aybüke, salya sümüğün arasından minik bir kahkaha savurdu. Tam o sırada Aybüke de pardösünün örttüğü kolunu kaldırdı, dirseğinin altında kalan kısmı eliyle silmeye başladı. Föndoten etkisini kaybederken bileğinde yer edinmiş minik bir yunan mitoloji figürü vardı: Bütün dünyanın yükünü omuzlarında taşımakla cezalandırılmış olan Tanrı Atlas’ın resmiydi, üzerine konmuş minik bir pusula vardı ve kırmızı kısım kuzey yerine güneyi gösteriyordu. Atlas, dövmeye bakarken gülümsemeden edemedi. Bir zamanlar Aybüke ona, “Bazen atlaslar bile yanlış yönü gösterir.” demişti.
“Peki bu Atlas size doğru yönü gösterebildi mi?” diye sordu kendini işaret ederek.
“Biraz meşakkatli oldu ama… evet. Gösterdi sanırım.”
“Ben dünyanın azarını yedim, başkanım. Umarım siz de yemişsinizdir.” Dalga geçti Atlas, ağlayan sevdasının yaşlarını tutmak istedi.
“Fondöteni bundan çok yıl önce icat ettiler, Onur. Ama sen bilirsin yine de.”
‘Öyle mi?’ dercesine baktı Atlas, gülümsedi. Ve bu sefer, Aybüke de kocaman gülümsedi.
Hayat çetin bir sınavdı, bu iki çocuk ise hayatları boyunca sürdürdükleri savaşın ortasında bulmuştu birbirlerini. Bir toz bulutunda sekiz yıl kaybolmuşlardı fakat gerçek aşk, her karanlığı delecek türden güçlüydü. Bu denli büyük bir aşkı devirmeye kimin gücü yeterdi?
❤️🩹🥀🖤🪶
“Hakan? Orada mısın?”
“Harekete geçiyoruz, adam beklenilen konuma ulaştı.”
“Alın. Rabbim utandırmasın.”
“Sağolun.”
Hakan, konuçlandığı yerden diğer time el hareketi yaptı: ‘Vakit geldi.”
Mervan denen adamın ev güzergahı üzerinde olan bir arazi pusuya alınmıştı, TSK ile beraber yapacakları sessiz bir operasyon ile adamı alacaklardı. Mervan’ın hukuki bir çıkış yapmaması adına ise her türlü önlem alınmış, hukuki bütün dayanaklar hazırlanmıştı. Normalin aksi olan tek şey onu polisin değil, MİT’in tutuklayacak olmasıydı.
Hakan, sürdüğü arabayı boş yolda yana çevirdi. Bütün yolu siyah arabası ile kapatmış, penceresinden ona doğru gelen arabaya bakıyordu. Üzerine giydiği askeri ekipman ile arabadan çıktı, yolun ortasında durdu ve ellerini arkada birleştirdi. Kocaman şehrin ışıkları altında tek başına, dik başıyla kurbanını beklemeye başladı kuzu.
Uzaktan ona doğru gelen araba durduğunda ağzındaki kürdanı bir yana savurdu. Dev cüssesiyle yavaşça adım attı. Arabanın içinde olsa dahi Mervan denen adamın gözlerindeki korkuyu net bir şekilde görebiliyordu. Tahmin ettiği gibi bu arabadan da üç koruma çıktı: Hepsi saniyeler içerisinde el konmuştu. Askerler, gizlendikleri çalıların ardından bir kurt misali çıkmış, saniyeler içinde üç adamı bayıltmıştı. Mervan, korkuyla çevresine bakarken ona dikkatle bakan siyah gözlere baktı: Saf nefret vardı o gözlerde.
“Bizimle geliyorsun, Mervan Khan.”
Mervan, panikten sağa sola gidiyor ama karşılaştığı devlerle duraksıyordu. “Zorluk çıkarma da bin, gerçekten kolumu kaldıracak halim yok.” dedi Hakan, cebinden çıkardığı sigarayı yaktı. Yüzündeki kar maskesinin dudak kısmını açtı.
Mervan, gizliden gizliye arabasındaki acil durum buyonuna ulaşmaya çalışırken Hakan’ın bunu fark etmemesi imkansızdı:
“Bence olay çıkarmak istemezsin, uslu uslu yanaş ya da sümük gibi dövüldükten sonra da teslim olabilirsin, seçim senin. Üç saniyen var. Bir, üç.”
Hakan, adamı tutmaları için askerlere işaret verdiğinde Mervan’ın görüşü kafasına geçirilen torba sayesinde kapanmıştı.
“Gidelim.”
Herkes minibüse yerleştikten sonra sürücü koltuğunda oturan genç asker sordu:
“Nereye gidiyoruz komutanım?”
“Başkanlığa sür.”
“Emredersiniz.”
Hakan, dudağındaki sigarayı pencereden dışarı attığında telefonuna uzandı:
“Görev tamam, geliyoruz.”
…
🪖
Bütün ekip saat sabah üç sularında başkanlık binasına gelmişti. Aybüke ve Aylin, üzerindeki kıyafetlerden kurtulmuş, yüzlerindeki makyajı silmişlerdi. Şu an yolda olan tek kişi Oğuz’du.
Aybüke ve Aylin, siyah kamuflajlarını giydikten sonra toplantı odasına gelmişlerdi. Tahmin ettikleri gibi bütün ekip silahlarını kuşanmış, hazır bir biçimde başkanlarını bekliyordu.
“Oğuz’dan haber var mı?” diye sordu Aybüke, o sırada Mervan’ın tutulduğu hücredeki kanera görüntülerine bakmaya başladı.
“Balo binasından ayrıldıktan sonra takip kontrolü yaptı. Beş dakika içerisinde geleceğini düşünüyorum.” diye yanıtladı Çağatay.
Bunun üzerine Aybüke’nin telefonu çalmaya başladı:
“Oğuz? Ner-“
“Başkanım onu kaçıracaklar! Proj-projesi yüzünden Aybüke, kaçırılan doçentler gibi onu da kaçıracaklar!”
Aybüke, telefona doğru telaşla bağıran adamı anlamaya çalıştı. Korku, bütün vücuduna hakimdi. Serin akıllı kalmaya çalıştı:
“Oğuz, ne diyorsun? Sakin ol. Neredesin şu an?”
“Başkanlığa iki dakika.”
“Tamam, serin kanlı kal. Kim olduğunu unutma, Oğuz. Senin hayatında böyle hatalara yer yok. Başkanlıktayız, hazır bekliyoruz. Gerekirse saniyesinde göreve çıkarız.”
Telefon kapandı. Oğuz, sürdüğü arabanın direksiyonuna bir darbe daha indirdi ve attığı bağırış şu ana kadar attığı çığlıkların en yükseğiydi:
“Benim yüzümden! Benim yüzümden, engelle dedi kadın sana, sunmasın dedi projeyi! Gururunu s**eyim Oğuz!” Yumrukları direksiyona inmeye devam ederken başkanlık otoparkına girdi, anahtarı çıkar çıkmaz oradaki güvenliğe bırakıp son hızla içeriye koştu. Toplantı odasına geldiğinde plastik makyajı temizlenmiş, üstü başı dağılmıştı:
“Kaçıracaklar Aybüke!”
“Oğuz!” Aybüke, odaya giren adamı görür görmez ayaklandı. Gücü, tek başına onu tutmaya yetmezdi. Ethem ve Atlas da sinir krizi geçiren adamı omuzlarından tutup oturtmaya çalıştı:
“Gitmemiz lazım! Durdurmayın, vakit kaybediyoruz!”
“Oğuz!” Aybüke’nin tok sesi sonunda Oğuz’un aklına girmeyi başarmış gibiydi:
“Sakin ol! Böyle bir durumda çocukluk yapacak halimiz yok, sakin ol ve anlat. Anlat ki hareket alalım.”
“Toplantının sonunda birkaç kişiye Elmas’ın Yansı’yı ürettiği tedavi yöntemi için kaçıracağı konuşuldu. Elmas yoktu, işi yapmaları için odadaki birkaç adama vermiş. Yansı’yı kaçıracaklar, ne halt dönüyor bilmiyorum ama alacaklar onu. Dosyada fotoğrafı vardı Aybüke…Yapamaz o, kaldıramaz. Çok üzülür, mesleği bile bırakabilir. Aybüke… ne yapacağım ben.”
Aybüke, karşısında çaresiz duran lakin bir o kadar da güçlü duran adama hüzünlü gözlerle baktı. Aşk, son derece eğitimli bir ajanı dahi yerlere çöktürecek kadar güçlüydü.
Aylin, karşısında yıkılan ve kardeşim dediği adama baktı; onu bu şekilde göreceğini hiç düşünmezdi. Bir anlığına orada Ethem’in veya kendisinin olduğunu düşündü.
İşte bu yüzden ertelemişti hep evliliği.
Oğuz’un omzuna elini bastırdı:
“Kurtaracağız onu, sakin kal ama Oğuz. Sen sakin kalırsan başarabileceğini çok iyi biliyorsun.” dedi Aylin, o da Oğuz gibi dizlerinin üstüne çökmüştü.
“Proje sunumunu yaptı mı?” diye sordu Aybüke, masaya yaslanmış ve bir sonraki hamleyi düşünüyordu:
“Evet. Seni dinlemedin, yapamadım Aybüke. Projeyi sunmasını engelleyemedim.” dedi Oğuz, belki de mesleğinde yaptığı ilk ve en ağır yanlıştı.
Aybüke düşünmeye devam etti, fazla vakitleri yoktu. Mervan’ın sorgusu beklemek zorunda kalacaktı.
“Hazırlanın, onlar harekete geçmeden önce hareket etmemiz gerek.” Herkes başıyla onayladı. Anka Timi, silah deposundan silahlarını kuşanırken Atlas ve Ethem, Aybüke’ye doğru ilerledi:
“Başkanım…”
“Birini burada bırakıp sorguya başlaması gerektiğini mi söyleyeceksiniz?” dedi Aybüke silahını kuşanırken. Yanındaki adamlara döndü, tahmin ettiği gibi ikisi de bunu beklemediğini belirterek bakıyordu kadına.
“Sizi tanıyor olmam şaşırtmamalı.” dedi Aybüke, saçlarını sıkı bir atkuyruğu yaptı ve yanlarından geçti. Birkaç saat önce gözyaşı dökmüş kadından eser yoktu: Karşılarına dikilen kişi Anka Timi lideri Aybüke Akman’dı.
“Ethem, Ali! Siz Mervan’ı sorguya alacaksınız. Biz dönene dek her şeyi öğrenmiş olun.”
“Konuşmazsa?” diye sordu Ali.
Sırıttı Aybüke:
“O kısmı Ethem halledecektir ama yine de söyliyeyim. İnsiyatif sizde.”
Herkes odayı boşalttı. Zırhlı araca geçtiklerinde Oğuz sürücü kısmındaydı. Yansı’nın adresini bilen tek kişi oydu.
Karanlığı delip geçen bir hız ile sürüyordu Oğuz. Korkuyordu, hem de çok fazla. İsterse bütün dünya ona doğru gelebilir, hayat bütün ağırlıkları omzuna yükleyebilirdi fakat o, sevdası için korktu. Yansı, onun kadar güçlü olmayabilirdi. Böyle bir durumda gücünün yeteceğinden emindi fakat hunu engellemek de istiyordu.
Bunu ona yaşatamazdı. İşin ucunda diğer bütün doçentler gibi ölebilirdi ve bu neredeyse yüzde seksenlik bir ihtimaldi.
Çok geçmeden dar bir sokağa ulaştılar, ekip araçtan hızlıca indi, Oğuz ise aracı başka bir sokağa sakladı.
Herkes, evin çevresini sardı, Oğuz ise apartman içine girdi, ezbere bildiği şifreyi de girdikten sonra kapıyı tıklattı. On saniye içinde açılmıştı kapı:
“Oğuz?” Uykulu gözleriyle Yansı sağlıklı bir şekilde karşısında duruyordu.
Tuttuğu nefesi verdi Oğuz, “Çok şükür.”
“Ne oluyor?” dedi Yansı gözlerini ovuştururken. Görüşü açıldığında karşısında bir dağ misali dikilen adama beş karış açık bir ağız ile baktı. Üstü siyah kamuflajla kaplıydı ve hem üstünde hem de pantolonunda silahlar vardı. Göğsünde ise onu koruyan bir koruyucu yelek.
“Oğuz sen… Neden böyle giyindin?”
Yansı, içinde büyüttüğü şüphenin sanki bir anda yok olduğunu hissetti. Oğuz gerçekten de bir askerdi, değil mi?
“Bana söylemek istediğin bir şey mi var?” diye sordu sessizce. Üstüne bakmaya devam etti, bir elinde ise silah vardı.
“Var. Var ama…”
Silah sesi bütün sokakta yankılandı.
Oğuz, Yansı’nın salonuna saniyeler içinde ışınlandı. Tül perdeyi iteklediği gibi sokağa baktı: Gece bir adamın kolları arasında boğuluyordu. Adam, Gece’yi şantaj olarak kullanıyordu. Gece’nin üzerinde ameliyat kıyafeti vardı, nöbetten çıkmış olmalıydı.
Sokağın diğer ucunda ise pusuda bekleyen timi vardı. Gece’yi almak için uğraşıyorlardı:
“S**eyin!” Oğuz, hızlıca apartman kapısına doğru ilerledi. “Sakın buradan ayrılma, sakın Yansı!”
“Gece-“
“Her yeri kilitle ve hiç kimseye bakmaya çalışma, sakın çıkma güzelim. Allah rızası için saklan, geleceğim.”
Oğız, hızlıca aşağı indi ve apartman etrafına bir kere daha baktı. Timi, Gece’nin durumu ile ilgilenirken o etrafa sızmış olabilecek adamları aramaya başladı. Bina çevresinin abluka altına alınmadığını gördüğünde derin bir nefes almak üzereydi ki panduflarıyla apartman kapısına çıkmış kadını görmesiyle nefesi ciğerini yaktı. Kadına koşacakken sol yandan gelen adamları görmesiyle bağırdı:
“Yansı! Yansı, hayır!” Adamlar, Yansı’nın kollarını tutmuştu ki arkasındaki adam aniden yere devrildi. Oğuz, kim olduğunu göremedi ama etrafındaki bütün adamları döven bir kadındı: Aybüke.
Aybüke, Yansı’nın kollarını tutan adamı, ardından silahlıları indirdi. Aynı şekilde Atlas da ona desteğe gelmişti. Adamların işi biter bitmez Aybüke kızın kolunu kavradı, kendisiyle beraber koşturdu.
“Gece, Gece iyi mi? Gece!”
“O iyi. Şimdi sus ve koş!”
Aybüke, sokağın bir yanına park edilmiş olan aracı açtığı gibi kızı arkaya oturttu. Şöfor koltuğuna geçtiği gibi saniyeler içinde araba olduğu yerden çıkmıştı. Yansı, kalbinin durmak üzere olduğunu hissediyordu: Kalbi, Oğuz’u öptüğünde bile bu denli hızlı atmamıştı.
“N-ne oldu? Kim onlar-“ Tir tir titriyordu kadın. Elini göğsüne dayamış, nefes almaya çalışıyordu. Onu beraberinde götüren kadının kim olduğuna bakmamıştı bile.
Aybüke, yan koltuğunda duran montu arkaya attı. Yansı, saniyelik de olsa dikiz aynasından esmer kadına bakmaya çalıştı.
Hayatının ikinci şokunu tam da şu an yaşadı. Bildiği bütün gerçekler sarsılırken bu gördüğü, sert bir darbe daha vurdu.
Gözlerini bir kere daha açıp kapadı. Etrafına bakınıp duran, arabayı son hızla süren kadını yanlış görüyor olamazdı. O dilini yutmuşken kadın ondan önce konuştu:
“An itibariyle devlet koruması altındasın, Yansı Akar. Devlet kurumuna gidiyoruz.”
Kelimeleri zor da olsa ağzından çıkarmaya çalıştı:
“Dilruba?”
Kadın, dikiz aynasından ona baktı ve asla unutmayacağı o cümleyi söyledi:
“Dilruba değil, Aybüke. Aybüke Akman, MİT.”
…
BÖLÜM SONU! BAM BAM BAM
Sanırım yazdığım en heyecanlı bölümlerden biriydi fakat emin olun bir sonraki bölüm bundan çok daha iyi olacak. Neden mi?
Bir sonraki bölümümüz sezon finali!🥹
İnanamıyorum, kitaba başlamadan mnce bu sahneyi yazmak için delirdiğimi hatırlıyorum.
Daha aksiyon dolu bir bölümde görüşmek üzere… Öğreneceğimiz bir iki sırrımız daha kaldı…
Yorum yapmayı ve oylamayı unutmayın ne olur🥲 motivasyon kaynağımsınız.
İyi akşamlar canlar❤️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
13.04k Okunma |
895 Oy |
0 Takip |
40 Bölümlü Kitap |