32. Bölüm

"Külkedisi Maskeyi Düşürdüğünde"

Kalopsia
kalopsia

Öncelikle merhaba canlar, uzun zaman sonra gelebildim çok şükür. Yeniden çokçokçok özür dilerim. Bundan sonra eski tempoya devam inşallah. BU SEZON FİNALİ DEĞİL, ÇOK UZUN OLDUĞU İÇİN İKİ PARTA AYIRDIM.

Bölüm sonuna da kısacık bir açıklama bıraktım.

BİR SONRAKİ BÖLÜM İÇİN YORUM SINIRIMIZ 5 YORUM🥹🫶🏻🙏🏻

Keyifli okumalar dilerim...

(Not: çok yazım hatası var, hepsini yarın revize edeceğim kusura bakmayın ne olur yorgunluktan…🥲)

 

21. Bölüm

 

"Külkedisi Maskeyi Düşürdüğünde"

 

 

 

İnsan her şeyi bilmek istiyor; bilinmezlik işte… insanı yudum yudum bitiriyor.

Bir de her şeyi bilmek var. Bir bakıyorsunuz her şey ortada ama bu sefer yükün ağırlığı öldürmüş sizi.

Ben bilinmezlikten yavaş yavaş ölmeyi beklerken öğrendiklerim beni bir anda bitirdi.

Bir anda.

 

“Dilruba değil, Aybüke. Aybüke Akman, MİT.”

Bakakaldım, sadece baktım. Karşımda duran kadın benim bildiğim kadın değildi. Bahsettiğim şey sadece bir silah ya da kıyafetten ibaret değil, benim Dilruba’m naif bakardı. Gözlerinin kahvesinde sarı sarı noktalar papatya misali açardı. Böyle sert bakmazdı benim arkadaşım. Bir yanlışlık olmalı, bir yanlışlık olmalı…

Araba şehrin dışına doğru sürmeye başladığında trafik azalmıştı. Son sürat gidiyorduk bir yere. Bana attığı montu üzerime geçirdim. “Sen…” dedim kısık sesle. Karşımda duran kadın etrafına bakmaya devam ediyor, arabayı dikkatli fakat bir o kadar da ustalıkla sürüyordu.

Gözyaşlarımı sildim, dikiz aynasındaki kadına baktım: Aynı esmer ten, aynı kahverengi saçlar ve aynı gözler vardı karşımda ama o, o değildi. Bu bir başkasıydı.

Saçlarının bir kısmı örülüydü. Üzerinde siyah askeri forma ve silah vardı. Ellerine toprak bulaşmış, parmak boğumları hafif kanlanmıştı, benim yüzümden.

 

“Sen kimsin? Aybüke kim, Dilruba?”

Kadın bana baktı:

“Bunu böyle öğrendiğin için üzgünüm, şartlar bunu gerektirdi.”

Bir an bocalayan aklıma kapıdaki adamlar geldi.

“Kimdi onlar? Neden oradaydılar? Gece’yi tutuyorlardı, neden?”

Kadın bir süre sustu, sanki ne söyleyeceğini planlıyor gibiydi. Eğer gerçekten söyledikleri gibi istihbaratta çalışıyorlardı ise kandırıldığımı anlamam bile imkansızdı.

“Şu an burada sana her şeyi anlatamam ama merkeze ulaşınca öğreneceksin.”

“Oğuz? Oğuz iyi mi?”

Kadın telefonuna uzandı, birkaç mesaj attıktan sonra yeniden bana döndü:

“Herkes iyi, merak etme. Onlar da merkeze gidiyor. Oğuz’u orada kendi gözlerinle görebilirsin.”

Olduğum yerde dikleştim:

“Gece?”

Kadın -Aybüke- bir süre cevap vermedi. Kısa süren sessizliğin ardından gelen cevap bende yeni soru işaretleri oluşturmaktan başka bir işe yaramamıştı:

“Şimdi değil, daha zamanı var. Fakat seni bir süre misafir edeceğiz gibi duruyor.”

Araba son süratle gecenin karanlığına karışırken yorgun düşen bedenim montun sıcaklığına sarıldı. Gözlerim kapanmadan önce gördüğüm son şey arabanın iki yanına eskortluk eden motorsikletlerdi. İki yanıma bakındığımı fark etmiş olacaktı ki Dilruba:

“Onlar bizim personelimiz. Korkma.”

Daha fazla dayanamadım, gücüm yetmedi. Gün sonunda yeniden anladım ki bende varolduğunun sandığım güç, kendime kurduğum bir yalandan ibaretti. Güç bana uğramamıştı bile. Benimkinin adı ancak şanstan ibaretti.

 

 

….....

“Yansı.”

Adımın mırıldanışını duyar gibiydim. Kolumu hafifçe sarsan biri vardı:

“Yansı.”

Gözlerimi araladım, nerede olduğumu bir an için hatırlamadım. En son koltukta oturup rapor okumuyor muydum ben? Arabada ne işim var?

Tabi ya, az kalsın kaçırılıyordum, değil mi?

Tek tük arabanın park ettiği otoparka bakındım. Saat gecenin bilmem kaçı, ben hiç bilmediğim bir yerde, tanımadığım bir kadınla başbaşayım.

“Geldik.” dedi Dil-…Aybüke. Etrafa bakınan gözlerimde hangi duygu baskın geliyor bilmiyordum. Ruhumda derin bir korku ve bilinmezlik duygusu savaş veriyordu. Kim bilir içimdeki fırtınalardan hangi biri yansıyordu gözlerime?

“Neresi burası?” diye sordum, üzerimdeki monta sarılıp arabadan çıktım. Ayaklarımdaki terlikler koşuşturmadan ötürü yırtılmıştı. Yalın ayak bastığım betonun soğukluğu tenime işlerken ben bunun derdinde olamayacak kadar bocalamıştım.

“İstihbarat merkezi.” dedi Aybüke, bagaja doğru ilerledi ve ayaklarımın hemen önüne bir çift postal bıraktı:

“Hasta olacaksın, istersen içeride kıyafet de ayarlarız. Hadi gel.” dedi. Görünüşünün sertliğine tezat konuşmaları sanki özellikle yumuşatılmış gibiydi. Ayak ucuma bıraktığı postalları giydim. Bir adım önümden ilerlemeye başladığında uslu uslu takip ettim. Koridordaki bir saatten gördüğüm kadarıyla saat sabahın dördüydü.

Hala İstanbul’daydık fakat sanki burası bir o kadar İstanbul değildi: Uzaktan görünen gökdelenler, geceyi aydınlatan ışıklar burayı gerçeklikten uzak bambaşka bir diyar gibi hissettiriyordu.

Büyüklüğünü gözlerimle dahi ölçemediğim bir binaya yaklaşmıştık, tepesindeki Türk İstihbaratı amblemi bana gerçeği hatırlatmıştı.

Şu an istihbarat tarafından korunmaya alınmıştım, bunun günlük rutinler arasında olan herhangi bir durum olduğunu sanmıyorum.

Aybüke, girişteki kapıya kimlik basmadan girdi, güvenlik onun için bariyeri aralamıştı bile. Aybüke, adama bir işaret yapınca bariyer benim için de aralandı. Herkesin diline hikayeleri ve mitleri ile pelesenk olmuş o teşkilata ilk adımımı attım.

Uzun koridorlardan geçtik, biz yürüdükçe insan sayısı azaldı. Loş aydınlatmalı koridorlar göz yormuyordu: Sadeceliği adeta ciddiyetin rengine boyanmıştı. Baktığım boş beyaz duvar bile bana kaş çatar gibiydi.

Bir kapıya geldiğimizde durduk, Aybüke kapıdaki sisteme parmak izini okuturken ben de tabelayı okudum:

 

Anka Timi

Kapı açıldı, kadın bana geçmem için yol verirken dışarının aksine ılık atmosfere sahip bir oda ile karşılaştım. İçinde mutfağı, oturma alanı, toplantı masası ve ekranlar olan kocaman bir oda gibiydi. En azından benim evimden çok daha büyüktü.

Komşuya gelen misafir çocuğu misali odanın ortasında durdum. Adım atmaktan, etrafa bakınmaktan çekindim. Aybüke’nin bana bir şey söylemesini beklerken gizliden gizliye etrafa baktım. En azından alışıktım bu duyguya: Ait olmama hissi, iyi bilirdim ben bunu.

“Sıcak bir şeyler ister misin?” dedi Aybüke. Durduğum yerde ona döndüm, üstündeki koruma yeleğini çıkartmış, siyah sıfır kol bir bodi ile kalmıştı. Kol kasları çok daha net bir şekilde ortadaydı. Buradan bakılınca korkusuz bir savaşçıya benziyordu Aybüke, gittikçe Dilruba’dan uzaklaşıyordu.

“Yok, teşekkür ederim.” dedim. Hala olduğum yerde topuklarımın üzerine kalkıyor, hafiften salınıyordum.

“Otursana.”

Oturmak için yeltenirken hışımla açılan kapı sesi hareketimi kesmişti:

“Yansı!”

Koltuğa çökerken kapı yönüne doğru bakakaldım. Öyle bir hızda aralanmıştı ki kapı, kalp atışlarım yeniden at koşturuyordu. Kapıda etrafına panik dolu bakışlarla bakan Oğuz’u gördüm. Aybüke’ye nazaran elleri daha kanlı, saçları dağınıktı.

Demek sen o yaraları böyle aldın…

Hemen arkasında sırayla odaya giren birkaç adam ve bir kadın daha vardı. Her biri benzer siyah kamuflaj giyiyor, koruyucu yelek takıyordu.

Oğuz’un yeşil bakışları beni buldu: Eli kapının kolundan yavaşça düşerken bana doğru bir adım attı. Ben hala olduğum yerdeydim.

Bana yaklaştıkça gözlerindeki korkuya şahit oldum. Zaten dokunsan ağlayacağım bir durumdaydım, bana böyle hüzünlü gözlerle yaklaşması çok da iyi değildi.

Karşımdaki adam bana doğru adımlamaya devam ederken Aybüke’nin timin geri kalanını dışarı çıkardığını gördüm. Herkes odadan gittikten sonra kapı kapandı, şimdi kocaman bir bilinmezliğin ortasında sadece ben ve Oğuz vardık.

Kim bilir nasıl bakıyordu gözlerim. Korkuyor muydum acaba, yoksa ondaki hüzün bende de var mıydı? Yanaklarım ıslak mıydı acaba? Kim bilir…

Oğuz, bana doğru son adımını da attığında durdu. Açık kumral saçları iyice dağılmış, yüzü hafiften toprak olmuştu. Sakin görmeye alıştığım çehresinde fırtınalar kopuyordu şimdi.

Normalin aksine benden biraz uzakta durmuştu, aramıza bir kişi daha rahatlıkla sığardu. Ellerimi, şişme montta birleştirdim, monta sarıldım. Kim bilir, belki de sadece sarılmaya ihtiyacım vardı. Ama kendime sarılmakla yetinmeyi öğrenmiş olan iyi bir öğrenciydim ben.

“Nasılsın?” diye sordu Oğuz, gözlerindeki ormanlara yağmur yağmıştı sanki. Gözlerinin beyazına karışmış olan kızıllık, gözlerinde yaşam bulmuş hayatın belirtisi gibiydi.

“İyiyim, galiba.” Olduğum yerde topuklarımın üzerinde durdum, bir çocuk gibi oyalanıp durdum. Yerlere baktım, sonra koltuğa, sonra postallara, sonra… sonra da bakındım işte öylesine. Bir süre sadece karşımda duran gerçeğin dışında her şeye baktım, bir ona uğramadı gözlerim.

“Yansı.” dedi yorgun sesi. Az önce silah tutan kanlı ellerine baktım. Öncekinin aksine bu eller sert duruyor ama her ne hikmetse stresten birbirine dolanıyordu. Parmaklarını çekişini, tırnaklarıyla oynayışına baktım. İzlemeyi seviyordum, ne de olsa bir sergi gezmek kolaydı. Ama hayat ben, hep sanatçı seçmişti. Ben çok uzun zamandır hiç beğendiğim bir resim yapmamıştım, bu gece ise karşımda duran beyaz tuvale dökülen siyah bir leke gibiydi.

“Oğuz…” dedim çatallaşan sesimle. Görüşüm bulanıklaşmış, göz pınarlarım yanmaya başlamıştı. Dudak kenarlarımı düşmekten alıkoyamadım, üzüldüm. Çok üzüldüm hem de. “Bugün bana dürüst olmayı seçer misin?” dedim. Daha fazla engel olamadım tuzlu yaşlarıma. Televizyon karşısına geçmeden önce silmediğim göz kalemim yanaklarımda bir yolun izini bıraktı.

Geçmişi, aklımdan geçenleri, korkumu, hem güçsüzlüğümü hem de gücümü bir kenara bıraktım; hünkür hünkür ağladım. Karşımda benden uzakta durmayı seçmiş olan adama yapıştım, göğsünde ağladım. Ne Aybüke beni arabaya çekerken ne de adamlar beni itip kakarken ağlamıştım ama şimdi farklıydı. İşte şimdi gerçekten on üç yıl önce kaybettiğim o delikanlı karşımdaydı.

Kollarımı bedenine sardım, kafamı göğsüne gömdüm. Kim ne düşünür demedim, ağladım. Çok geçmeden kasılan bedenin gevşediğini hissettim, şimdi bir eli saçlarımda, bir diğeri etrafımdaydı. Eğildi, kafasını her zamanki gibi boynuma gömdü. Ben ağladım, o sarıldı. Aylardır beraber olmamıza rağmen ilk defa tamamen eskisi gibi hissettirdi: Artık eksik olan o kısım tamamlanmış gibiydi.

Bir an beni kendinden ayırdı, dikkatli gözlerle süzdü bedenimi, ellerime baktı, dirseklerime, kafama, yüzüme…

“İyisin.”

“İyiyim.”

Kafasını salladı, adeta kendini ikna etmeye çalışıyordu.

Yeniden sarıldım, postalların izin verdiği kadar parmak ucuna yükseldim. Bu sefer sıkı sıkı sarılan oydu: Güçlü kollarının arasında kayboldum, kollarını beni bütün dünyadan sakınmak istermişçesine sardı. Alnıma, şakağıma, saçlarıma ve yanağıma konan öpücükleri hissettim.

“Peki ya şimdi?” dedim burnumu burnuna sürterken, “Şimdi ne olacak?”

Bir nefes daha çekti, ellerimi saçlarına daldırdım. Her bir tutamını özlemle okşadım, son birkaç aydır ilk defa bu kadar yakın hissediyordum onu. İşte buydu; gerçek Oğuz buydu. Bana bir türlü söyleyemediği sırrını kader bana sunmuştu. Şimdi bizim aramıza ne girebilirdi ölümden başka?

“Yansı.” dedi müptelası olduğum sesiyle. Sanki tek kelimesinin ardında pişmanlığını ve özrünü de gizliyordu.

“Seni bundan korumak isterdim.” dedi, hüzünlüydü sesi. “Özür dilerim.”

Yüzünü yüzüme çevirdim, yeşilin en güzel tonu olan gözlerine iyice baktım:

“Ben teşekkür ederim.” dedim, “Çünkü ilk defa gençliğimde bıraktığım o adama döndün. İlk defa seni sen gibi görüyorum. Sen de rahatlamadın mı? Özrünün ardında bir teşekkürün yok mu kadere?”

Bana baktı, o konuşmadı ama ben anladım. “Evet

Kurumuş dudakları dudaklarıma değdi, kirlenmiş yanağındaki tozu baş parmağımla temizlerken öptüm onu.

Kurumuş dudakları dudaklarıma karışırken onu daha da çektim kendime, göğsüme, tam kalbimin üstüne koyup saklamak istedim. Öpücüğü hoyratlaşırken birkaç adım gerilediğimi hissettim. Sırtım bir tezgaha yaslandığında ellerimi saçlarına batırdım. Elleri belimde yerini bulurken dudakları çeneme, gerdanıma ve köprücük kemiğime kaydı. Kulağının ardından öptüm. Belki bencillikti bu düşündüğüm ama şu ana kadarki öpücüklerin hiçbiri böyle hissettirmemişti: Şimdi eksik olan her şey tamam gibiydi.

Kapı tıklatıldı, sarılmayı bırakmasak da aramıza mesafe koyduk. Kapı açıldı, gelen bir kadındı:

“Toplantı odasındayız.” dedi ve gitti. Bu kadın her kimse sert yüz hatlarına sahip, koyu kestane saçlı bir kadındı. Hafiften buğdaya çalan teni yüzündeki tozu gizlemişti.

Oğuz, elimden kavradı ve beni ilerletmeye başladı. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama şu saatten sonrs çok da bir önemi yok gibiydi.

Odadan çıktığımızda aynı koridorun sonundaki bir başka odaya girdik. Bu sefer kapısında bir isim yazılıydı:

Aybüke Akman

İçeri girdiğimizde loş ışıklarla aydınlatılmış, koyu renk mobilyaları olan bir oda ile karşılaştım. Az öncekinin aksine burası bir çalışma odasıydı ve ortadaki geniş masada Anka Timi olduğunu düşündüğüm insanlar oturuyordu.

Masanın başına çekilmiş olan kocaman pano ile donakaldım: Yüzlerce rapor, görsel, ip ve raptiye panoya asılmıştı. Küçük notlar neredeyse bütün panoya hakimdi. Bu karmaşık haritanın önünde duran kadın ise Aybüke’den başkası değildi.

Oğuz’un yönlendirmesi ile bir koltuğa oturdum, şimdi kocaman bir masanın etrafında bilmediğim onca insan ile kalakalmıştım. En azından bu sefer sırtımı yasladığım duvar hemen yanımdaydı: Elimi hala tutuyordu.

“Nereden başlamalıyız, önerisi olan?” dedi Aybüke yorgun bir sesle. Saçları hafiften karışmış, örgüleri az da olsa tiftiklenmişti fakat gücünden eksilen bir şey yok gibi duruyordu.

“Bence ilk önce tanışalım.” dedi bir adam, hemen ardından bana döndü:

“Çağatay ben ama istersen Çaça da diyebilirsin, sana serbest…” Bir an için bakışları yan tarafa kaydı, “hanım yenge. Ahiretlik yengem. Hanım ahi-“

Çağatay’ın sözü yanında oturan kadının ensesine yapıştırmasıyla kesildi. “Sus, Çaça.” Kendime yalan söyleyemezdim… Havalı bir kadındı. Aybüke ve adını bilmediğim bu kadının yanında kendimi mesajlaşırken kullandığım çıkartmalara benzettim.

Aybüke, yüzümdeki karmaşıklığı görmüş olacaktı ki ekibine, “Görevinizi ve rütbelerinizi de ekleyin.” Meraklı bir insan olduğumu bilecek kadar arkadaşım kalmıştı. İşte bu da bana vurulmuş olan başka bir hançerdi: Dilruba gerçekten benim arkadaşım mıydı, yoksa ben yalnızca bir görevden mi ibarettim?

“Yazılımcı ve hackerım. İyi olanlardan tabi. Veri analizi bölümünden yan dal mezunuyum.” Başımı memnun oldum dercesine eğip kaldırdım. Beni zorlamak istemiyor olacaktı ki tekrar yerine sindi.

Hemen yanında oturan kadını buldu bakışlarım, o da beni ciddi bir yüz ifadesiyle inceliyordu. Bakışları sert ve kendinden emindi. “Aylin.” dedi tok sesi, “Aylin Bayer. Saha ajanıyım.” Çenesi her daim yukarıda, omuzları her daim dikti.

“Teğmen Ethem Alaz, özel harekat.” Aylin’in hemen yanında oturuyordu. Bakışları kendinden emin fakat Aylin kadar delici değildi.

“Ali Emrah Kurtulan, ben de saha ajanıyım.”

Bakışlarım, sessizce oturan bir başka adama kaydı. İri yapılı biriydi. Şu ana dek hiç konuşmamıştı ve diğerlerinden farklı olarak o, yeşil bir kamuflaj giyiyordu. Konuşmaktan dahi üşendiğini belli eden bir tonda konuştu:

“Hakan, TSK.” Kısa ve net.

Masada oturan herkes ismini söylemişti, biri hariç:

“Ben Atlas, Onur Atlas Coleman. Saha ajanıyım.” Elini uzatmış bekliyordu. Çekingen bir tavırla sıktım elini, sapsarı saçları, turkuaza kaçan yeşil gözleri vardı. Yüzünün keskin hatları Türk kimliğini ortaya koyan belki de tek etken gibiydi.

“Coleman? Yabancı mısın?” diye sordum. Belki de sormak hakkım değildi fakat her zamanki gibi dayanamadım. Atlas denen bu adam daha cana yakın gibiydi, gülümsedi:

“Baba İngiliz.”

Anladım dercesine başımı salladım. Bakışlarım bu sefer hemen yanımda oturan adama kaydı, Oğuz’a.

“Sen kimsin?” diye sordum, ne de olsa onunla -gerçek onla- ilk defa tanışacaktım. Başta şaşırdığını görsem de uzatmadan cevap verdi:

“Oğuz Karaca, istihbarat ajanıyım.”

Genzinde takılı kalan, bir türlü çıkmayan o gerçek şimdi söylenmişti işte. Oğuz, bir istihbarat ajanıydı. Söylemem demişti hep, buna rağmen kural çiğnemiş, bunu bile belli etmişti fakat aklımın ucundan geçmemişti. İstihbaratta çalışıyor olacağı asla ilk seçeneklerim arasında olmamıştı fakat gerçek buydu işte: Sevdiğim adam bir ajandı.

Şaşkın bakışlarım sonunda masa başında duran kadına döndü: Aynı kahverengi saçlar, aynı kavruk ten ve aynı kahve gözlerdi bana bakan. Oysa o gözlerdeki nefret, yangın ve güç… Dilruba’da olan şeyler değildi.

Aybüke, bakışlarımdaki şüpheyi sezmiş olacaktı ki çenesini kendinden emin bir şekilde kaldırdı, ben buradayım diyordu. Ben Dilruba değilim, Aybüke’yim.

“Ben, Aybüke. Dışişleri bakanlığı özel operasyon başkanlığından bu operasyon süresince tim liderliği konumuna getirildim.”

“Peki ya Dilruba? O kim?” Sormadan edemedim. Böyle güçlü ve gizemli bir kadının benim basit hayatımda ne işi vardı? Yıllardır, haberdar bile olmadığım bir fırtınanın içinde miydim?

“Dilruba, bir maske.” diye net bir cevap verdi, oysa bu cevabı sindirmek söylemesi kadar kolay değildi. Düşünmeden edemedim; onca kahkaha, sırdaşlık, dostluk… Gerçekten hepsi mi yalandı? Dilruba benim can dostumdu, öyle değil miydi?

Bak, işte bu gerçekten can yakıcıydı.

Sustum, sorularımı aklımın bir ucuna iteledim, halı altına süpürdüm. Aklım ilk başta Oğuz’un gelmesiyle dağılmış, tozlanmıştı. Şimdi ise aklımın bütün düzeni alt oluyordu. Tahmin edebiliyordum, burada güçsüze yer olmazdı. Peki benim gibi bir korkağın burada yeri var mıydı?

Korunmaya ihtiyaç duymanın acizliği ile sardım ellerimi kendime. Az önce, daha sadece bir saat önce Oğuz’un sözünü dinlemiş olsaydım belki de her şey farklı olacaktı. Yanlış alınmış ani bir karar… İşte ben buraya bir hata ile gelmiştim ama bir doğru ile ayrılmak da yine benim ellerimdeydi.

Aybüke’ye bakmaya devam ettim, beni benim gözlerimden okusun istedim. Okudu, anladım…

Gözlerini kaçırdığında ayaklandı, herkes sandalyesinde oturmuş birkaç rapora bakarken ben onu izlemeye devam ettim. Oğuz’un kaçamak bakışları üzerimdeydi. Derinden gelen sesiyle konuşmaya başladı:

“Sorguya girdiniz mi?” diye sordu Aybüke.

“Baygın.” diye bıkkın bir cevap verdi adının Aylin olduğunu öğrendiğim kadın.

“Baygın derken?” diye sordu Aybüke, Ethem’e döndü, “O kadar döv diye vermemiştim insiyatifi.”

“Dövmedim, yani dövebilirdim. Korkudan bayıldı dangalak.”

Neyden bahsettiklerini bilmiyordum. Ben onlara kaçamak bakışlarıma izlerken yandan aynı bakışları atan adama bakmamak elde değildi: Oğuz, hemen yanımda oturmuş, endişeli bakışlarla beni izliyordu. Masanın altından eline uzandım, iyiyim ben dercesine parmağını sıktım. İyiydim, iyi olacaktım. Daha doğrusu sanırım bu artık benim için bir seçenek değil, zorunluluktu.

“Uyuyam güzeli uyandıralım o zaman, sıktı.” dedi Aybüke, masaya uzanıp su bardağını doldurdu. Elinde tuttuğu bardakla beraber kapıya yöneldi. Hemen arkasından ise Atlas’ın kalkması gözümden kaçmamıştı.

Geride kalanlar da yavaşça toparlandı, teker teker odadan çıktılar; Oğuz hariç.

“Yansı.” Ona döndüm, “İyi misin güzelim?”

Buruk bir tebessüm yer edindi dudaklarımda, “İyiyim, Oğuz. Endişelenmeyi bırak artık.”

Kaşları az da olsa havalandı:

“Hiç… Ne bileyim, tuhafsamıyor musun olanları? Nasıl bu kadar…Nasıl desem, sakinsin?”

Gülümsedim:

“Normalde panik bir insan mıyım, aşk olsun.”

“Eskiden öyleydin, belki hala öylesindir.” dedi Oğuz, adeta içindeki çekingen çocuk konuşmuştu. Bu gece, yüreğimdeki cam parçaları daha da sert battı.

“Değiştim, Oğuz. Doktor oldum, bazen paniklemeyi unutuyor insan. Soğukkanlılığa alışıyor…” Durdum, parmak boğumlarındaki kana baktım, “Keşke seni dinlerken de soğukkanlılığım benimle kalsaydı, özür dilerim.” Parmaklarından tuttum, dudaklarıma götürdüğüm elinden bir öpücük aldım. O da aynı şekilde fakat daha büyük öpücükler kondurdu elime. Yanağındaki toz toprağı baş parmağımla sildim, dağılmış olan kumral saçlarına göz gezdirdim.

“Yaralarının sebebi de anlaşıldı şimdi.” dedim boynundaki dikil izine bakarken. Parmak uçlarım bu sefer de oraya uzandı. Gördüğüm her bir izi silmek, her yarayı iyileştirmek istedim ama elimden o kadarı gelmedi.

“Şimdi ne yapacağız, Oğuz?” diye sordum yeniden.

Yeşilleri bilinmezliğin verdiği korkuyla baktı bana:

“Bilmiyorum, Fındık. En azından senin açından ne olacak, hiç bilmiyorum. Yoktu… Böyle bir plan yoktu. Ben…ben bilmiyor-“

Dudaklarımı bir kere daha dudaklarına örttüm. Oğuz, ancak sevdikleri için korkardı, bilirdim. Endişesini bir öpücükle durdurmayı denedim:

“Bırak, ne olursa olsun. Korkmuyorum.” dedim.

“Hiç mi korkmuyorsun, bu kadar bilinmezliğin içinde… Daha mesleğimi bile beş dakika önce öğrendin.”

“Korkmuyorum.” diye yineledim kendimi, “Çümkü yanımda sen varsın. Sen varken bana hiçbir şey olmadı, olmayacak. Ben korkmuyorum, çünkü artık yanımda sen varsın.”

Hayata yalan söyleyerek ouun oynuyorum, bir gölge ıyunu benimkisi. Yanımdaki adama güveniyordum, aynı zamanda korkuyordum da. Öyle büyük bir korku değildi benimki, her insanın kalbinde yer etmiş olan korkulardandı. Benimkisi daha çok meraktı. Gerçekten, şimdi ne olacaktı?

 

 

“Su ile ne yapacak?” diye merakla konuştu Ali, camlı sorgu odasının ardında liderini izliyordu. Odanın ortasında başında bir bez ve kulaklık ile duran adama baktı, uyanması bir saati almıştı.

Aybüke, camın ardındaki izleyenlerini umursamadan odaya girdi, yavaş lakin kendinden emin adımları soğuk duvarları yıkadı: Öyle bir kuş yakalamışlardı ki belki de son oyun bugün itibari ile başlayabilirdi. Her şey bugün nihayetine kavuşabilirdi.

Adamın kafasındaki kulaklıkları bir yana savurdu, mahkumun kafasındaki çuval kalırken Aybüke, elinde tuttuğu su bardağını adamın önüne iteledi:

“Su.” dedi boğuk sesi, “İç.”

Güldü adam, kafasındaki kumaş görüşünü engellese de pişkinliği bâki idi.

“Seni torpille mi koydular? Böyle basit numaralara kanmam ben, karşında aptal yok.”

Durdu Aybüke, dudağının sol kenarında oluşan gülümseme görülmeye değerdi: Atlas, bulunduğu camekandan o gülüşü yakaladı. Bu, tehlike çanının sesiydi.

“Karşımda aptal yok demek…” Sandalyeyi itekledi, ters bir şekilde oturdu. Karşısında elleri bağlı duran adama baktı:

“İçmeyecek misin gerçekten, son beş saattir susuzsun oysa.” dedi bardağı biraz daha ilerletirken.

“Suyun içine ilaç koymadığınızı nereden bileceğim? Yalan, yalan söylüyorsun!”

Güldü Aybüke, adeta sesi bir fırtınanın habercisiydi. “İlaç vermemizi gerektirecek kadar önemli misin? Yoksa itiraf etmekten mi korkuyorsun. Hadi, açık ol. Burada baş başayız.”

Su bardağı biraz daha ilerledi, masanın tam ucunda konumlandı. Tek bir darbede bütün su, adamın üzerine dökülebilirdi. Tabii ki mahkum bunun farkında değildi.

Aybüke, kinaye dolu bakışlarını adamın vücudunda gezdirdi, bileklerinde kelepçelerden oluşmuş bir kızarıklık vardı.

Ayakkabısının tabanını yere vurdu; tak, tak, tak.

“Söyle bakalım, Mervan.”

“Ne istiyorsunuz benden! Ben bir şey bilmiyorum, sizi bu yaptığınız için pişman edeceğim.”

Göz devirdi Aybüke, Mervan’ın hala kim tarafından kaçırıldığını bilmemesi gıcık ediyordu.

“Hala kim tarafından kaçırıl- daha doğrusu tutuklandığını bilmiyorsun, değil mi?” Alaycı bir gülüş hakimdi kadının sert çehresine, “Ahmak.”

Mervan, yerinde hareketlendi: Karşısındaki kadına ulaşmak istese de bunu yapamadı, vücudu sersemlemişti:

“Hareket edemiyorum, hareket edemiyorum! Ne yaptınız lan bana!”

Aybüke bunu beklemiyordu, ilaç vereceklerinden haberi yoktu. Kafasını camekanın olduğunu yöne çevirdi, arkadakiler görünmüyordu lakin kimin yaptığını tahmin edebiliyordu. Herhangi bir işaret için cama baktı.

“Adama ilaç mı verdi?” diye sordu Ali.

“İlaç boşa gitmiş, bu hödük zaten konuşur. Ödlek.” dedi Aylin, o sırada Çağatay’ın atıştırmalıklarından birini tıkınmakla meşguldu.

Sırıttı Atlas, “Azıcık korkutmak bize zarar vermez, biraz eğlenmiş oluruz. Sıkıcısınız.” Ardından kapı çalar gibi cama üç kez, sertçe tıkladı.

Tak, tak, tak.”

Aybüke, görmediği lakin duyduğu bu ses ile gizliden gizliye gülümsedi: Gereken mesaj gelmişti. İlacı adama Atlas enjekte etmişti.

İlaç, kişiyi sadece sakinleştiriyor, biraz da ağzını açıyordu. Öldürücü bir etkisi yoktu:

“Üzgünüm, sanırım zehir sandığımdan daha hızlı etki ediyor.” dedi Aybüke Mervan’a. Kafasında çuvalı olan adamın çırpınışlarını izledi.

“Zehir mi! Kimsiniz lan siz, polis misiniz! Siz benim kim-“

Masaya sert bir yumruk indi:

“Kim olduğunu biliyoruz, o yüzden buradasın Mervan Khan! Asıl soru şu…”

Diğer elini de masaya yasladı, masanın üzerinden adama doğru eğildi, “Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun?”

Hayır, elbette bilmiyordu. MİT, her zamanki gibi karanlık dünyanın krallarının da korkulu rüyasıydı. İsmi olan, şanı yürüyen lakin asla görünmeyen MİT…

Yutkundu Mervan, aklına bir şeyler geliyordu fakat dillendirmedi.

“Konuş.” dedi Aybüke. Su dolu bardağı biraz daha iteledi, “Bak, panzehirin burada.”

Mervan, bunu duyduğu gibi bardağa yönelse de bardak, hızla çekilmişti.

“Konuş.” dedi Aybüke bir kere daha, adamın kulağının hemen dibindeydi. Sesi, korku salıyor olsa da Mervan, gösterişten ibaret olma gururunu bükmeyeye çalışıyordu.

“Ne istiyorsunuz?”

Güldü kadın, “Ruj.”

“Ne?”

“Ruj. Sen, son yıllarda Türkiye’nin en köklü kozmetik markalarından birine ortak olan kişi değil misin?”

Güldü Mervan:

“Keşke isteğini daha erken dile getirseydin, ayaklarına sererdim.”

Şuh bir kahkaha odayı doldururken Aybüke, sandalyedeki adamın ardında durdu. Başını, kulağının hizasına getirdi, fısıldadı:

“Sen, hisselerini satın aldığın kozmetik markası altından kadın ticaretini daha kolay yapan o adam değil misin, Halit Mervan Khan?”

Buz kesti Mervan, nefes almayı dahi erteledi. Dibindeki bu kadın her kimse haddinden fazla biliyor, haddinden çok konuşuyordu.

“Kimsin sen?” diye sordu Mervan, sesindeki merak göz ardı edilemeyecek kadar barizdi.

“Senin hikayenin sonu, o kadınların hikayesinin ise başlangıcıyım.”

Geri çekildi Aybüke, suya yeltendi. Bir başka bardaktan bir yudum aldı:

“Çok güzel, içmeyeceğine emin misin?”

“Kalsın. Bana panzehiri ver.”

“Bana aradığım cevapları ver, panzehir senin olsun. Bak, burada.”

“Ne cevabı istiyorsun be kadın! Bilmiyoruz dedik ya bir şey!”

Aybüke hışımla ayağa kalkınca sandalyesi de devrilmişti. “Pekala, şöyle yapalım. Sorduğum her soruya adam gibi cevap veriyorsun, ya da geberiyorsun. Nasıl? Bence adil bir anlaşma. Başlıyorum.”

Aybüke, masadaki dosyaya uzandı:

“Halit Mervan Khan, sever misin Filistin’i?”

“Nasıl bir soru-“

“Cevapla!”

Buz kesti adam, odanın soğukluğu bu kadının yanında bir alevdi.

“Elbette, seviyorum ülkemi.” Sesi bir fısıltı misali kısıktı.

“Ne güzel…Ne kadar almıştın sattığın bölgeler için? Buraya eklemeyi unutmuşlar.”

Tam tamına beş milyar dolar sadece ona ait olan ve satılı gerçekleşen bölgelerden kazanmıştı. Alıcılar için kârlı bir alışveriş iken, satılan insanlar için üzücü bir başlangıçtı.

“Ben…Neyden bahsettiğini bilmiyorum, neler saçmalıyorsun?” Adamın adem elması yutkundukça hareket ediyor, ecel teri alnındsn dökülüyordu.

“Terlemişsin, Mervan.” dedi Aybüke neşeli ve farklı bir ses tonu ile, “Belki de akan ilk alın terim budur, ha?”

Soğuk mavi duvarları yalnızca kağıt sesi ve saatin yelkovanı doldurdu.

“Kurul üyesisin, değil mi?”

Mervan, bunu beklemediğini gösterircesine yutkundu, bedeni buz kesmişti. Kolay kolay hareket etmiyor, nefes almıyordu. MİT, öğrenmiş miydi Kurul’u? Daha neler biliyorlardı?

“Kurul mu?”

Göz devirdi Aybüke, gece gece bu adamı konuşturmakla uğraşamazdı. Bardağı elinde aldı, masanın ucuna doğru sürdü:

“Birkaç dakika içinde gebermek istemiyorsan sorularıma doğru ve hızlı cevap ver. Yoksa mazallah…” Bardağı masanın kenarına sürdü, Mervan’ın eline değmesini sağladı, “Ben sakar bir insanım.”

“Bilmiyorum, bilmiyorum! Üye değilim ben!”

Adamın açılmaya başlamasıyla dikleşti Aybüke, ses kayıt cihazını bir kere daha kontrol etti ve dinlemeye başladı:

“Kurul’a üye değilim ben. Filistinli bir adamım işte, beni illegal ticaret şüphesinden mi aldınız!”

“İllegal ticaret şüphen yok, lavuk. Biliyoruz zaten yasadışı işlerini ama konumuz bugün için o değil!”

Sinirleniyordu Aybüke, iki elini sertçe masaya çarptı ve yüzünü adamın yüzüne yaklaştırdı. Çuvala rağmen dibinde duran sinirli kadını hissediyordu Mervan.

“Bana tehdit kullandırtma, iki dakikada şakıtırım seni. Kolay kolay sökül işte.”

Sustu Mervan, karşısındaki kadının neler yapabileceğinin farkında değildi elbet. Derin bir nefes aldı Aybüke, isteseler kaba kuvvetle bu ödlek anında konuşurdu.

“Bugün formunda değil gibisin.” dedi kulaklığındaki ses. Aybüke, sıvazladığı başını kaldırdı, konuşan kişi Atlas idi.

“İyi misin?” dedi Atlas, camekanın ardından yalnızca o kalmıştı. Diğerleri küçük bir iş için ayrılmış, Atlas’ı yalnız bırakmışlardı. Atlas, ezbere bildiği kadının yorgun tavırlarını da fark etmişti elbet. Sorgu gayet pasif geçiyordu.

“Yorgunum.” diye mırıldandı Aybüke. Son birkaç saat içinde olanlar onu da bir bilinmezliğe sürüklemişti. Yapacaklarını oturup da düşünecek beş dakikası bile olmamıştı. Derin bir nefes aldı, yüzünü sıvazladı ve hışımla Mervan’a döndü:

“Kurul’a üye değilsin, Filistin ayağı mısın?”

“Hayır diyorum, anlamıyorsunuz! Siz Türklerin anlama kıtlığı-“

Yüzüne inen yumrukla duraksadı Mervan, burnu kırılmış bile olabilirdi.

“Sana konuş demedim, it! Soruyu cevapla! Yoksa şu an yazlığınızda sakladığın sevgilini karşına getiririm!”

Masadaki suyu Mervan’ın kucağına fırlattı. Dökülen su ile beraber panikleyen Mervan kıpırdanmaya başlamıştı:

“Hayır! Hayır, tamam. Tamam, konuşacağım. Tamam ama panzehiri vereceksin.”

“Anlat.”

“Ben yalnızca emir kuluyum, para ile iş yaparım. Kim bana para verirse onun işini hallederim.”

“Sahibin kim?”

“Para.” dedi Mervan. Bu, Aybüke’yi güldürmüştü.

“Nasıl da tanıyor kendini köpek.”

Savurduğu sandalyeyi kaldırdı, ters bir şekilde oturdu. Başı dönüyordu sanki, kaygı bütün vücuduna işlemeye devam ederken midesi bulanıyordu. Oturup plan yapması, düşünmesi gerekiyordu ama beş dakikası bile yoktu!

 

Kapı açıldı, şakaklarını sıvazlayan elini çekti ve gelen kişiye baktı. Atlas; ayağında postalları, üzerinde ise siyah kargo pantolonu ve tişörtü ile odaya girmişti. Sessizce kadının olduğu yere ilerledi, bir köşeye sindi. Gelmesinin özel bir amacı yoktu, sadece orada olmak istemişti.

“Varlığın varlığıma kuvvet.”

Derin bir nefes daha…

“Kurul ne zaman toplanacak?”

“Bilmiyorum, ben toplantılara katılmam. Onların işine karışmam, sadece iş görürüm.”

“Anlattığın kadar masum değilsin.” dedi Aybüke.

“İnanmamak için bir sebebiniz yok.” dedi Mervan.

Yerinde dikleşti Aybüke, buz gibi sesi ile:

“Madem o kadar masumsun, baloda ilaca sahip olanlardan biri de sen değil miydin? Baloda öldürülen insanların arasında sen neden gebermedin?”

 

Baloda; istenmeyen müttefikler, ortadan kaldırılması gereken kişiler ve dahası odaya sızan bir gaz sonucu katledilmişti. Bu o kadar sessiz gerçekleşmişti ki kimse odada gerçekleşen katliamın farkında olmamıştı. Ekibin hepsi ilaç içmişti, bu nedenle hepsi hala hayattaydı.

“Bana Alastan’ı anlat.”

“Yusuf mu?” diye şaşkınlıkla sordu Mervan.

“Hayırdır, şaşırdın?”

“O ihtiyarla nasıl bir işiniz olabilir ki?”

Tek kaşı havalanmıştı Aybüke’nin. Ayak işi yapan birisi bir Kurul üyesi ile nasıl böyle konuşabilirdi? Yusuf Alastan’ın itibarı ne haldeydi?

“Kurul üyesi ile böyle konuştuğuna göre korkusuzsun.” diye kinaye ile sordu Aybüke. Aşağılayıcı bir gülüşş kaçtı Mervan’ın ağzından:

“O ihtiyar Kurul üyesi olamayacak kadar paslandı. Yerine geçecek bir oğlu bile yok. Onun işi çoktan bitti.”

Şaşırmıştı Aybüke, oysa Elmas’ın parçalanmış bir itibara rağmen yaptıkları gayet büyük şeylerdi:

“Elmas’ı Kurul’dan atacaklar mı?”

Duraksadı Mervan, kafasını kaplayan çuvala rağmen şaşkınlığı barizdi:

“Kim?”

“Elma-.” Durdu Aybüke, öfkesinin yerini şaşkınlık aldı, “Elmas? Tanımıyor musun?”

“O da kim?”

“Yusuf Alastan…” Sesi bir fısıltı misali çıkmıştı. Kafasında yüzlerce şey dönerken düşündü Aybüke, nasıl olur da Elmas ismini bilmezdi?

“Elmas’ı tanımıyorum ama Yusuf’un işi bitti. Bana panzehiri ver, sorularını yanıtladım. Vücudum uyuştu!”

Karşısındaki adam bir şeyler gevelemeye devam ederken boşluğa daldı Aybüke:

“Elmas’ı hiç duymadın mı? Kim Elmas?”

“Tanımıyorum! Hiç duymadım!

İşte bu şaşırtıcıydı. Söylediklerinin aksine Kurul’un kalbinde olan bu adamın Elmas’ı duymaması imkansızdı. Sağ arka çaprazında duran adama döndü, şaşkın bakışları yeşil gözleri buldu: Atlas da onun gibi şaşırmıştı. Bozguna uğratan bu itiraf neyi anlatmalıydı?

“Elmas ismini hiç duymadın mı?” diye sordu Atlas yeniden.

“Hayır, hayır! O her kim ise tanımıyorum! Belli ki aradığınız adam ben değilim, ilacı verin artık.” Arka çaprazında duran adama döndü, aynı şaşkın bakışlar onun yeşillerinde de vardı.

“Yusuf Alastan’ın rumuzu ne o zaman?” diye sordu Atlas Mervan’a.

“Bildiğim kadarıyla herhangi bir rumuz kullanmıyor, o yaşlı bunak her şeyi eski usül yapmaya hevesli. Takma isimler onun işi değil, Alastan deyip geçiyor herkes.”

 

Saatler geçtikçe satranç tahtası daha da karışıyor, bir sonraki hamleyi yapmak daha da zorlaşıyordu. Öyle bir duruma dönüşmüştü ki artık adım atmak neredeyse birer intihardı. Bu adamın söyledikleri ne anlama geliyordu?

Aybüke; elindeki bardağın parçalandığını bile fark etmedi, bir hışımla ayaklandı, odadan çıktı. Geride kalan Atlas masada duran kulaklığı tekrar Mervan’a taktı ve az önce odadan çıkan kadının peşine takıldı. Sorgu odasını geride bırakmıştı Aybüke, çıktığı çatı katı bile ciğerlerine yeteri kadar hava vermiyordu sanki. Karanlık semaya hakim olan alacakaranlık etrafı hafiften aydınlatıyor, şehir ışıkları uzaktan birer noktacık olarak görünüyordu.

Saçlarını karıştırdı, derin bir nefes aldı.

“Her şey daha da karmaşık bir hâl aldı, nefes alamıyorum.” dedi kendi kendine Aybüke. Sadece istihbarat değil, kişisel hayatı da ayağına dolanan, asla çıkmayan bir pranga gibiydi: Sevdiği fakat bırakması gerektiği.

Göğsünü daraltan sadece stres değil, korkuydu. Bir uçurumdan atlamanın korkusunu yenebilirdi insan; fakat o uçurum kenarına sevdiği biriyle durup atlamayı beklemek imkansızdı. Sevdiğiniz siz vazgeçmedikçe vazgeçmem diyordu, gün sonunda siz de geri adım atıyordunuz. İşte böyle bir uçurumdaydı Aybüke.

Daha birkaç saat önce, köhne bir çıkmaz sokakta yüreğine bir hançer misali saplanan şeyler duymuştu. Ne onları sindirecek, hakkında düşünecek; ne de Yansı ve Gece için plan yapacak zamanı olmuştu. Yoktu işte, yoktu! Ne zaman vardı düşünmek için ne de kalmış aklı.

 

Elleri saç diplerini yoldu, acısı dinginlik verdi. Arkasından kapıya yaslanmış olan adamı fark etmedi.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu ardındaki ses.

Bir anlığına ardını döndü Aybüke, güneşin doğumu adamın sarı saçlarını parlatıyor, gözlerinin yeşilini birer yakuta çeviriyordu.

“Sen her zaman böyle benim dibimde mi biteceksin?” diye sordu, tekrar önüne döndüğünde ise şehre bakmaya devam etti.

Adam, yaslandığı yerden doğruldu ve kadına doğru bir iki adım daha attı. Hayır, hâlâ bütün engeller aşılmamıştı. O nedenle her zamanki yerine, Aybüke’nin sağ arka çaprazına geçti. Atlas, bu hareketiyle Aybüke i’nin sorusuna cevap vermiş oldu.

“Şimdi ne yapacaksın?” diye sordu Atlas, aynı şekilde o da şehre bakıyordu: Koca İstanbul, oysa hepsi ayaklarının altına sığmıştı.

“Bilmiyorum! Hiçbir şey bilmiyorum, bilmek istemiyorum artık! Alastan’mış, kızların güvenliğiymiş, devletmiş…Tek tek gelin lan!”

Kadının bu krizlerine alışıktı Atlas; hatta çok daha büyük buhranlara şahitlik etmişliği vardı. Aybüke’nin uzun süren bu sakinliğini takdir etmişti ama böyle bir patlama da bekliyordu.

Binlerce metrekarelik arazinin ortasındaki çatıda bağırdı Aybüke. Her lider, her insan, her savaşçı gün gelince yorulabiliyordu işte… Hepsi yoruluyordu yorulmasına elbet ama her birinin gidebileceği bir limanı yoktu. Aybüke’nin de yoktu, en azından birkaç saat öncesine kadar.

“Aybüke.” dedi Atlas, sesi kadının çığlıklarına tezat bir fısıltı gibiydi, “Yalnız değilsin. Gel, izin ver ben de sırtlanayım şu yükü.”

Aybüke’nin kaçamak bakışları yanındaki adamı buldu. “Gerek yok.” dedi monoton sesi. Bu konuşan mantığıydı. Susmayı tercih eden ise her zamanki gibi kalbiydi.

Gülümsedi Atlas:

“Bir insan hiç mi değişmez?” Güldü. Aybüke, duyduğu kısık kahkaha ile bakışlarını yanına çevirdi.

“Beğenmiyorsanız kapı orada, Atlas bey. Buyurun. Ama pardon, bir Dilruba olamadık, siz onu tercih ederdiniz, değil mi?” dedi Aybüke.

Daha çok güldü Atlas, bu sefer şaşkınlıktan…

“Evet, Dilruba’yı daha çok seviyordum.” dedi Atlas, tahmin ettiği gibi Aybüke’nin öldürücü bakışları onu bulduğunda konuşmaya devam etti:

“Onu daha çok seviyordum çünkü ona yaklaşabiliyordum. Görev icabı da olsa yakından bakabiliyordum gözlerine. Dilruba bana sevdalandığım birini hatırlattı, Aybüke. O yüzden onu daha çok sevdim.”

Bakakaldı Aybüke: Atlas’ın bahsettiği bütün o kadınlar aynı kişiydi, hepsi oydu ama neden her biri bir o kadar farklıydı?

“Sevda çok büyük bir kelime, Atlas.” demekten alıkoyamadı kendini. Göz pınarına konmuş tek bir damla gözyaşı doğmakta olan güneş ile parladı.

“Benim hissettiklerim için ise küçük kalıyor.”

Sustu Aybüke, sadece karşısındaki adamın çehresini izledi. Atlas devam etti:

“Dilruba’nın dikenleri acıtmadı, neden mi? Çünkü onlar ona ait olan şeylerdi, sana ait hiçbir şey yakmaz canımı. Ama, sen şimdi başkan olarak öyle hançerler saplıyorsun ki… Dikenim diyorsun, onlar senin dikenin değil. Yara vermek istiyorsun, veriyorsun da. Ama bana zarar verme derdindeyken kanattığın ellerinin farkında değilsin! Dikense diken, eyvallah. Ama beni aklından çıkaracaksın diye kendini daha fazla yıpratma.”

Aybüke’nin hissettikleri bozguna uğramıştı:

“Aklımda değilsin! Saçma sapan hayallere dalma.” dedi Aybüke soğuk bir tonla. Kadına doğru bir adım attı Atlas, nefesi nefesine karışacak kadar yakındı.

Cevap vermedi Atlas, dudağının kenarında oluşan minik bir tebessüm yeterliydi.

Sabahın serinliği bedenlerini sararken Atlas kolundaki ceketi kadına giydirdi. Aybüke, üzerine atılan kocaman ceketin içinde kaybolurken buz kesti.

“Neden böylesin?” diye sordu Aybüke, sesinde istemsizce beslediği bir bıkkınlık duruyor gibiydi. Asıl gizlediği şey ise kelimelerin ardındaki vicdan azabıydı.

Atlas, kadının üzerindeki ceketi düzeltmeye devam ederken fırsattan istifade saçlarından bir nefes çekti.

“Nasılım?”

“Onur…” Aybüke, kollarını sarmış elleri kendinden uzaklaştırdı ama bırakmadı. Onur demişti, yalnız eski Aybüke Onur derdi.

“Bana beslediğin bu şey, vicdan azabı mı? Vicdanını mı rahatlatıyorsun böyle davranarak?”

Atlas şaşırmadan edemedi, “Vicdan mı? Gerçekten mi, Anka?”

Anka… Duraksadı Aybüke, bu ismi duymayalı epey bir zaman oluyordu.

“Onur…Hayır. Bunu yapmış olamazsın.” Sözleri adeta kendisini ikna etmeye çalışıyor, aklı ve kalbi yorucu bir savaş veriyordu.

“Senin söyleyememen benim susacağım anlamına gelmiyor. Korkuyorsun, değil mi? Duymaktan korkuyorsun gerçeği.” Atlas’ın kelimeleri Aybüke’nin siperlerine atılan birer taş gibiydi. O siper kırılırsa bir daha oluşturması çok daha zor, hayta belki de imkansız olabilirdi.

“Bağırma! Herkesi buraya toplayacaksın!”

“Toplayalım lan, yemin ederim toplayalım. Hatta bekle, hoparlör sistemine bağlanacağım.” Atlas, dediğini yapmak üzere adım atmış fakat Aybüke tarafından durdurulmuştu:

“Saçmalama!” Bütün gücüyle itelediği adamı yeniden karşısına aldı.

Güneş, artık ufuk çizgisinden sırıtıyor, mavi kubbeyi al rengine boyuyordu. Atlas ve Aybüke -Onur ve Anka- acılarını ve sırlarını bir minderin altına silkelemişti. Yıllar geçtikçe o acıların üzerine basa basa yürümek artık yük olmuştu. Bir gece yarısı biten bu sevda, bir gün doğumunda yeniden dile geldi. Atlas, dokuz koca yılın ardından aşkını yeniden haykırdı. Bu, belki onların felaketi veya kurtuluşu olacaktı:

“Seviyorum lan, seviyorum. Köpek gibi aşığım sana. Hâlâ! Sevdalıyım kızım, daha ben bunu sana nasıl anlatayım! Aybüke, dokuz yıldır geberdim lan aşkımdan. Nasıl bu kadar görmezden gelebildin?”

Bozguna uğradı Aybüke, aklı zaten karışmış; bir fırtına yer edinmişti. Şimdi ise yapan yağmur daha hızlıydı, sağanağın altında şemsiyesi dahi yokken onu kim koruyacaktı? Çünkü artık, Aybüke’nin gücü tükeniyordu.

“Atlas…Yapma.”

“Dünkü çocuklar değiliz Aybüke, Allah rızası için ya! Kızım, hiç mi sevmedin lan beni?”

Aybüke’nin kahve gözleri yeşillerde gördüğü kor alevle titredi: Ormanlar yanıyordu Atlas’ın bakışlarında.

“Onur, yapma. Yapma, benim gücüm kalmadı. Yapma.”

Kadının sesi bir fısıltı gibiydi. Güçsüzlüğünün temsili miydi bu?

Atlas, alnını onun alnına dayadı. Kızıl ışıkları kadının gözlerinde gördü, güneş en güzel onun gözlerinde parlıyordu. Alnını alnına yaslamasıyla özlemini duyduğu koku burnunu sızlattı.

“Aybüke, yapmayalım. Bir gün öleceğim, Aybüke. Gün gelir de bu sandığımdan daha çabuk olursa sana geç kalma istemiyorum. Seni seviyorum, sen sevmeyi unutmuş olsan bile.”

Aybüke, içinde zincirlediği bütün benliğinin o an serbest kaldığını hissetti:

“Sevmeyi unutmak mı? Sevmeyi unutmak, öyle mi!” Sert darbeleri karşısındaki adamın göğsüne indi:

“Tek acı çeken senmişsin gibi konuşma! Hayatımda ilk defa hayal kurmuştum, Onur. Hepsi yıkıldı, hepsi yerle yeksan oldu. Bekledim, hayata tutunmaya çalıştım. Ama bunca acıma rağmen sevdiğimi unutmadım. Özlemden geberen tek sen değilsin!”

Bir kere daha vurdu Atlas’ın göğsüne, bir kere daha ve bir kere daha…

“Bana bakma, bana dokunma, beni sevme, bana değer verme! Unut beni, unut beni yoksa ben seni görevden alacağım!”

Göğsüne inen sert darbelere rağmen gözlerini karşısındaki kadının gözlerinden çekmedi: Acı vardı o kahvelerde; yarım kalmışlık, sevda ve kırgınlık vardı. Genç bir kız çocuğunun yıllar önce kırılmış kalbi vardı.

“Aybüke.”

“Onur, yapma! Yapma, çok zor. Çok zor, anla artık.” Aybüke, yumrukladığı göğse baktı. Nefesleri hıçkırıklara dönerken Atlas adeta donmuştu.

Kafasını kaldırdı Aybüke, gözlerinde yaşlar vardı ama ağlamıyordu:

“Çok önceden yapmamız gerekeni yapıyorum, Atlas. Sen yapamazsan…Ben yaparım.” dedi Aybüke, gitmek için geri döndü. ‘Bir adım’ dedi kendine, ‘Sonra bir tane daha; bir tane daha ve gidiyorsun işte…”

Atlas, adım adım ondan uzaklaşan kadına bakakaldı: Hayır, bir kere daha aynı vedayı etmeyecekti Atlas.

Sadece üç büyük adımda kadını yakaladı. Aybüke, onu çeken kol ile adeta donakaldı, saniyeler sonra dudakları bir başka dudaklarla örtülmüştü.

Atlas, kolundan çektiği gibi öpmüştü Aybüke’yi. Durmadı, geri çekilmedi: Atlas’ın dudakları hoyratça öpmeye devam ederken Aybüke sadece hareketsizdi.

Konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki Atlas’ın dili o boşluğu kullandı: Artık bütün benliği ile öpüyordu Atlas. Aybüke, çok geçmeden gözlerini yumdu. Eli, Atlas’ın ensesine tırmanırken o da aynı şekilde öpmeye başladı. Atlas’ın boğazından gelen derin ses bazı şeylerin artık kontrolden çıktığını gösteriyordu. Nefesleri bir olmuş, algıları kapanmıştı: İkisinin de düşündüğü yalnızca dudaklarıydı.

Kucağına aldı Atlas kadını; Aybüke, kendini bir anda havada buldu. Dudaklarını nefes almak için bile ayırmıyorken duvara doğru ilerledi Atlas. Alt katlara inen kapıya yasladı Aybüke’yi.

Aybüke, belki de yıllar sonra ilk defa bu kadar kontrolsüzdü. Elleri, sevdiği adamın ensesinde ve omuzlarında cesurca geziyor; dudak ve dili adeta savaş veriyordu.

“Atlas..” Ne dediği anlaşılmasa da ismini sayıkladı. Atlas’ın dudakları izin verdikçe nefes aldı. Elleri, en sevdiği sarı saçların içinde kaybolmuşken bacak arasında engel olamadığı bir sıcaklık oluşmuştu.

Sevdiği adamın dudaklarını boynunda hissetti.

“Kokun…” dedi Atlas, dudakları Aybüke’nin köprücük kemiğinde izler bırakıyordu, “Kokun bana yaşadığımı hissettiriyor.”

Nefesi boğazında kaldı, sanki ikisinin nefesi tekti. Kanlarında akan şehvet akıllarını durdurmuştu adeta, oysa onların işi akıl oyunlarından ibaret değil miydi? Nasıl bir güçtü ki bu onların bile aklını durduruyordu?

Yaslandıkları kapı Atlas’ın darbeleriyle açılıp kapanıyor, ses çıkartıyordu fakat bu, o anda Atlas’ın umursayacağı bir şey değildi.

Atlas’ın dudakları kulak arkasından boynuna, dudaklarına ve omuzlarına değdi. Aybüke’nin bacak arasındaki sızı artıyor, durumu daha da dayanılmaz kılıyordu. Başıgeri düştü, boynunda adam için yer açtı. Şu an ne kural dinleyecek ne de dur diyecek hali vardı.

Bacak arasına değen sertliği hissetti, dudaklarından gelen kan tadı artıyordu.

“Dünya yanarken…” diyecekti ki Aybüke, ağzından kaçan tiz bir inlemeye engel olamadı. Nefes nefeseyken konuşmaya çalıştı fakat durmadan onu öpen bir adamın etkisinden çıkmak o kadar kolay değildi:

“Her zaman dünya yanarken bunu yapıyor olmamız gerçekten tam bizlik bir hareket.” dedi gülümserken. Hissettiği haz, aklını başından almıştı.

Atlas’tan gelen derin hırıltı kadının kanını kaynatıyor, kontrolü zorlaştırıyordu. Aybüke’nin eli hala Atlas’ın ensesindeyken yüzünü kendine daha da bastırıyordu. Atlas, tesiri altında kaldığı tenden kafasını kaldırdığında Aybüke’nin ifadesi bozguna uğramıştı. Atlass’ın gözlerine çöken karanlık adeta yeşillerini yok etmişti. Gözlerindeki o bakış ise…farklıydı. Yanaklarında yer yer olan çilleri kızarıklarla beraber belirginleşmişti. O da tesiri altında kaldığı bu kokuya doyamamış gibiydi. Dudakları değerken konuştu Atlas:
“Eğer sonunca bunu yapıyor olacaksak, bütün dünyayı -her gün- yakarım. Her gün.” Dudakları yeniden kadının kırmızı dudaklarını buldu.

“Sessizsin.” dedi Atlas öpücükleri arasında.

“Sizin sevgililerinizi bilmem ama ben dayanıklı bir kadınım, Atlas Coleman.” Aybüke’nin sesindeki meydan okuma her daim Atlas’ı etkiliyordu. Sadece güzelliği değil, inadı bile sarhoş edici derecede güzeldi. Bir insanı böyle sevmek nasıl mümkün olabilirdi?

Gülümsedi Atlas, Aybüke’nin parmakları onun gamzelerinde gezindi:

“Bizim bir iddiamız vardı, Aybüke Akman. Bilmem hatırlar mısın?”

Birkaç saniye düşündü Aybüke. Hatırlamıştı: Atlas’ın Dilruba’yı - yani Aybüke’yi- birkaç ay içerisinde sevgilisi yapacağı yönünde bir iddiaydı.

Ve Atlas, bunu kazanmak üzereydi.

“Ne olmuş?” Geri çekildi Aybüke, ne diyeceğini merak ettiği için onu öpmesini engelledi.

“Bağırmamı falan mı isteyeceksin?”

Bu sefer sesli bir kahkaha saldı Atlas. Aybüke, bakakaldı. Gençken gülüşü bu denli yoğun değildi, diye düşündü. Gülüş çizgileri, gamzeleri… Yaş aldıkça yüzüne gelen olgunlukla Onur Atlas Coleman gerçekten çok…çok…

“Seni bağırtmam için bir iddiaya ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum.” Sesi bir afrodizyak misali yakıyordu insanı.

Aybüke, yeniden inatlaşacaktı ki kalçasının sert bir şekilde kavranmasıyla nefesi kesildi, kapıya sert bir şekilde geri itildi. Bacak arasındaki sıcaklık artık arşa ulaşmışken istemsizce kendini karşısındaki bedene sürttü. Atlas’ın dudakları göğüs ucunu bulmuşken sesi istemsizce dudaklarından firar etti:

“Atlas!”

Atlas’ın bir eli hızlıca kadının ağzını buldu, örttü.

“Her ne kadar çığlıklarını duymak istesem de, burada olmaz.” Sözü adeta kendineydi. Nefes nefeseyken sakinleşmeye çalıştı. Arkalarındaki kapı, Atlas’ın kucağındaki kadını hareket ettirmesinden ötürü kapanıp açılıyor, ses çıkartıyordu.

“Ya, bu rüzgar ne çok arkadaş! Çat pat çat pat sabahtan beri!” Çatıya çıkan merdivenlerde görevlinin sesin duyduklarında ikisinin de endişe dolu bakışları kesişti.

“Basıldık.”

İkisi de yüksek sesli bir kahkaha atacaktı ki Aybüke’nin sesini Atlas’ın eli engelliyordu. Elini ısırdı.

“Ah!”

İkisi de sinirleri bozulmuş bir şekilde gülmeye devam ederken paytak adımlarla çatının diğer kapısına doğru koşmaya başladılar. Aybüke, bir adım daha atacakken durduruldu, Atlas onu yanına çekti ve omuzlarındaki vatkayı düzeltirken alnından öptü.

“Yakalanacağız, Atlas. Ne duruyorsun?”

Atlas’ın gözlerindeki koyuluk yerini yeniden yeşilin en güzel tonuna bırakmaya başlamıştı.

“Beni bırakma, Aybüke. Gel, yarım kalan her şeye biz -sadece ikimiz- devam edelim. Her şeyine tamamım, yeter ki bırakma beni be kızım.”

Aybüke, ağzını açacaktı ki Atlas onu böldü:

“Yemin ederim bir kere daha hayır dersen İbrahim abiye yakalatırım bizi, duymayan kalmaz. Hamileyim der yıldırım nikahıma alırım seni kızım!”

Aybüke’nin ifadesi donmuştu. Aslında sadece seni seviyorum demek istemişti. Öyle yüksek sesli bir kahkaha attı ki gözlerinde okunan şaşkınlık işi daha da komik bir hale getiriyordu. Sesini bastırmak için elini örtse de yeterli değildi. Kahkahadan ötürü göz pınarları sulanmıştı.

“Ne gülüyorsun, kızım. Kuruyup gideceğim yeminle. Senden sonra dişi sineğe bile bakmadım diyorum, ölüyorum anlasana!”

Aybüke’nin kahkahası daha da şiddetlenirken Atlas’ın yüzündeki endişe artıyordu. Çünkü söylediklerinde ciddiydi, artık beklemeye tahammülü yoktu. Sevdiği kadını artık yanında, hayatında, kollarında ve belki de evlerinde görmek istiyordu.

Merdivenlerdeki adım sesleri yaklaştığında Aybüke Atlas’ı kolundan kavradığı gibi çatıdaki bir başka duvarın arkasına itekledi. Kör noktaydı, İbrahim denen amca onları göremezdi.

“Namusuma mı oynanıyor şu an? Sanırım hamileyim. İbrahim abi! İbr-”

“Bir kes sesini!” diye sessizce bağırdı Aybüke. Öfkeli görünse de mutluydu, Hatta belki de çok uzun zaman sonra ilk defa böyle bir mutluluğu tadabilmişti ruhu.

“Tamam, sus. Sus, nafaka öderim susarsan.” Aybüke de ne dediğinin farkında varmış olacaktı ki ikisi de kısa bir sessizliğin ardından yeniden kahkahaya boğuldu.

Aybüke, eli ile Atlas’ın ağzını kapatırken bir yandan da İbrahim amcanın kapıya attığı mazlum bakışları kesiyordu.

“Atlas…”

Atlas, olan biteni göremiyordu ama bakışları Aybüke’nin üzerindeydi. Kadının gözlerinde dehşetin kırıtnılarını görünce sordu:

“Aybüke?”

Birkaç saniye sustu, kızarmış olan dudağını dişledi:
“Biz galiba kapıyı kırdık…”

 

 

…....

 

Bir insan kaç kez veda eder?

Mesela bir çocuk, kaç kez çocukluğuna küser?

Bir insan, kaç kez kendinden bile gitmek ister?

Sayamadım, sayamıyorum.

Şubat soğuğu yoktu bu koridorlarda, aksine. Buradaki soğukluk ruhları esir alan türdendi. Koridorlar soğuk, bazı odalar da içindeki insanlar dolayısıyla sıcak.

İstihbarat. Kale. Türkiye Cumhuriyeti Milli İstihbarat Teşkilatı.

Evet, evet tam olarak buradaydım saatlerdir. Niçin, neden, kim, nasıl, ne zaman… Onca soru sormam gerekirdi belki de ama buradaki kimsenin bana cevap vermeyeceğinden neredeyse emindim, Oğuz’un bile.

Ekibin hepsi ile tanışmıştım, en azından bildiğim kadarıyla. Aylin denen kız beni beklemem için bir odaya getirmişti. Bu odanın onların ekibine ait olduğunu, başka kimsenin de giremediğini söylemiş; mutfağın, televizyonun yerini gösterip gitmişti. Bir saattir ne Oğuz ne de ekibe dair hiç kimse görünürde yoktu. Üstümdeki pijamalar ve Dilr-Aybüke’nin bana verdiği kocaman monta sarılmış, camdan dışarı bakıyordum. Saat sabahın altısı falan olmalıydı. Şehir hala karanlıktı, gerçi güneş doğsa dahi aydınlanacakmış gibi gelmiyordu.

Kocaman camlardan kendi yansımama baktım: Saçlarım da bir hayli dağınıktı. Elimde tuttuğum kahve fincanı soğumuş, ortama eşlik eder olmuştu.

Yanımda ne telefonum vardı ne de bir şey.

Ben düşüncelerimle savaşırken odanın kapısı açıldı, yansımadan geleni gördüm.

“Müsait miydin?” dedi Aylin. Üzerinde hala siyah korunaklı kıyafetleri vardı. Sert çehresine nazaran yarım saatte bir bana bakmaya geliyordu.

“Tabii.” dedim yorgun sesimle, zaten şu an bakacak bir hastam, yapacak bir işim ya da herhangi başka bir şey yoktu, değil mi?
Yanımdaki koltuğa oturdu, yorgun olduğu belliydi. Kaslı kollarında yer yer çizikler vardı.

“Timin birkaç işi vardı, yakında Oğuz da gelir.”

Baş sallamakla yetindim. Kısa bir süre için ne o konuştu ne de ben. “Sana kıyafet getirdim ama olur mu, bilemedim. Bak istersen.” dedi ve bana yanında duran katlı kıyafetleri uzattı.

Sanki algılarımla beraber vücudum da uyuşmuştu: Hareket etmek, yürümek, konuşmak veya herhangi bir şey yapmak bir yük haline gelmişti.

“Teşekkür ederim.” dedim kıyafetlere uzanırken ama belimin ağrısıyla yüzümü ekşitmek zorunda kaldım.

“İyi değilsen revire götürebilirim.” dedi Aylin sakin bir sesle. Ona baktım:

“Hastane neden olmaz?” diye sordum. Hayır, hastaneye ihtiyacım yoktu akat bundan sonra ne tür şeylerin başıma geleceğini merak ediyordum. Hayatım boyunca korumalar veya polislerle mi gezmem gerekecekti? Peki ya doktorluğum, yapabilecek miydim mesleğimi?

“Şu an için binadan ayrılmaman en iyisi. İkinci bir emre kadar hepimiz buradayız.”

O sırada kapı açıldı, içeri giren kişi bu sefer tanıdıktı…en azından ben öyle sanmıştım.

Aylin, yerinden kalktı ve kapıya doğru ilerledi. Oğuz’a bir şeyler söyledikten sonra kocaman alanda sadece ben, Oğuz ve konuşmadıklarımız kalmıştı; dün, bugün ve yarın.

Ona baktım, izledim. Gözlerinin altı yorgunluktan kızarmış, açık kumral saçları karışmıştı. Hafiften çenesine gölge düşüren kirli sakalları canıma kastedebilirdi, tabii eğer normal bir çift olsaydık.

Yavaş adımlarla hemen yanıma oturdu. Aylin’in verdiği kıyafetler hala kucağımdaydı, onları da çekip aldı.

“Yansı, Yansı’m.” Ellerimi tuttu, elleri sıcaktı. Gözleri yakından daha da kırmızı görünüyordu. Kim bilir benim durumum neydi?

“Oğuz.” Sesim belki de bütün hayatım boyunca ilk defa bu denli ciddi çıkıyordu. “Artık bana anlatmak ister misin?” Şayet bu diyeceğim bencillik olabilirdi fakat yeteri kadar sabırlı olduğumu düşünüyordum.

En azından hayata şu kadar da olsa bencillik yapma hakkım vardı, değil mi?
Bir süre konuşmadı, bakışları bedenimde gezindi, gözleri boynuma değince duraksadı. Boynumda ne vardı, bilmiyordum ama elini kaldırıp parmak uçlarıyla değdiğince hissettiğim ağrı bana yaşananları hatırlattı.

Boğularak yürütülmeye çalışmıştım.

“İyiyim.” dedim. Peki gerçekten iyi miydim? Hiç sanmıyorum.

Gençliğimizde her daim bu pembe yalanı söyleyen Oğuz olurdu. Benim yüzümden dayak yer, iyiyim Yansı derdi. Benim yüzümden yorulur, iyiyim Fındık derdi. Benim yüzümden yalan söyler, iyiyim Fındık derdi. Şimdi bakıyorum da, belki de hayatın bana bu kadar haşin olmasının sebebi benim bencilliğimdi. Belki de kaçtığım geçmişimle oturup yüzleşmem gerekiyordu.

İnsanoğlu işte… Başına bir felaket uğramadıkça oturup da düşünecek bir dakika boşluk bile bulamıyor. İnsan işte, varlığını reddedip kendini bir yarış atına çeviren tek canlı.

“Özür dilerim, Yansı’m. Çok özür dilerim.” Gözleri yavaş yavaş doluyor, dik duran omuzları benim yanımda çöküyordu.

“Oğuz, kaldır omuzlarını. Bana yaslan.” Kirpiklerinin altından bana baktı, tekrar ettim. “Bana yaslan.”

Onu kollarıma doğru çektim, sarıldım. Yüzü, boyun girintime değdiği an yaşla doldu: Ağladı. Yansımadan bize baktım; farklıydık. O ilk defa çok yorgun, ben ilk defa bu kadar…Hayır, güçlü değildim. İlk defa bu kadar duygusuzdum belki de, bilmiyorum. Bildiğim tek şey gücün bana uğramadığıydı.

“Oğuz, ağlama. Lütfen, iyiyim. Bana bak, hadi. Anlat.”

Boynumdaki morluktan öptü, kendini toparlamaya çalıştı. Tekrar bana baktığında gözlerinde özgür kalmış olan tek bir parıltıya rastladım.

“İstihbarat ajanısın demek.” dedim. Baş sallamakla yetindi. Elimden aldığı kıyafetleri sıktığını fark etmemişti fakat benim dikkatimden kaçmamıştı.

“Astronomi? Astronom değil misin? Böyle şeyleri filmlerde görmüştüm…İki meslekleri olabiliyordu.” Evet, bunları ancak filmlerde görmüştüm çünkü delice sevdiğim, sıra arkadaşı olduğum adamın ajan olacağı aklımın ucundan geçmemişti.

“Astronomi diplomam var ama ikinci üniversite olarak.”

Anladım dercesine baş salladım.

“İstihbaratta çalışma hayalin var mıydı? Bana hiç bahsetmemiştin.” Olabildiğince umursamaz ve olgun bir tavır sergilemeye çalışıyordum. Oysa yapmak istediklerim farklıydı. Her şeyi öğrenmek istiyordum mesela, bir çocuk gibi her yeri karıştırıp izler bulmak… Fakat şu an kendimi kaybedemez, dış dünyaya kapanamazdım. Çünkü belki de hayatımda ilk defa Oğuz’un bana ihtiyacı vardı. İçimde büyüttüğüm kırgınlığın intikamını ondan çıkartamazdım.

“Bu bir çocukluk hayali değildi, Yansı. Bu, benim babama verdiğim bir sözdü, son sözüm.”

Durdum. Fırat amca da işin içindeydi, bu onu çok daha kırılgan yapıyordu. Sarılmak, bütün izlerini silmek istedim ama şimdi görüyordum ki onun izlerini silmeye benim bile gücüm yetmezdi.

Yine aynı sonuca uğradı aklım: Bencildim ben, bencil.

“Fırat amca?”

Gözleri dolmuştu, bir yaş düştü yakut gözlerinden. Elimin tersiyle sildim, yetmedi uzandım; tıpkı onun zamanında yaptığı gibi, ben de sevdiğimi gözyaşından öptüm.

“Babam…” Yutkundu. “Babam, Fırat Karaca şehit düşen bir istihbarat ajanıydı, Yansı. Ben seni…” Gözlerini yumdu, nefes aldı, “Bizim yollarımız bu yüzden ayrıldı.”

Bir oyuncu misali oynattığım mimiklerimin hepsi bozguna uğradı. Ne demekti bu şimdi? Oğuz’dan hep dürüst olmasını istemiştim ama bu bana bile fazla gelebilirdi.

“O-o ne demek?” Sesim çatallaştı, bir yumru boğazıma oturdu. Ağlamayı sevmememin tek nedeni belki de o yumruydu, sanki damarlarımı sıkıyordu görünmez bir el. Acıtıyordu, hem de çok.

Duymak istediklerim bana tam tamına on üç yıl, bir ay, dokuz gün sonra ulaştı:

“Babam, istihbaratta çalışan bir ajandı. O geceden iki gün önce babam Almanya’ya taşınacağımızı söyledi. İtiraz edemezdik, gidecektik. Ne için ve nereye gittiğimizi ne ben ne annem ne de bir başkası bildi. Ben seni o yüzden bıraktım, Yansı. Sadece seni değil, her şeyi geride bıraktım.” Bana baktı, yeşil gözlerine adeta yağmurlar yağdı. Hiçbir şey söyleyemedim, onun acısı büyüktü. Bendeki çizik bile bu denli can yakıyordu ise, kim bilir o nasıl üzülmüştü?

Ben nasıl hiç fark etmemiştim ruhundaki bu kırgın çocuğu?

Bir elimi yanağına uzattım, baş parmağımla ıslak kirpiklerini okşadım:

“Oğuz, sen çok güçlü bir insansın.” dedim. Bana baktı, kırgındı ama yalandan da olsa tebessüm etmeye çalışıyordu.

Onun duymak istediği bu değildi. Eminin herkes ona ne kadar güçlü olduğunu, güçlü olmak zorunda olduğunu hatırlattığı için içindeki bu çocuk bu kadar kırgındı.

“Ama benim yanımda güçlü olmanı istemiyorum. Benim gibi güçsüz kalıp, bu gece sadece benim yanımda benimle ağlar mısın?”

Bir insana onun yanında olduğunuzu, ona destek olduğunuzu söyleyebilirdiniz ve eminim bu ona güç verirdi. Bazen “seninle gurur duyuyorum”lar, “seni seviyorum”lar, “sen çok güçlüsün”ler güç verse de yeterli olmayabiliyordu. Özellikle de güce değil de güçsüzlüğe muhtaç kalanlarda…

Güçsüzlük ne ayıptı, ne de bir son. Ne gardını indirmekti güçsüzlük, ne de bir vazgeçiş. Bir limandı o, herkesin ihtiyaç duyduğu ama kimsenin uğramadığı, bazılarının da terk etmediği koca bir liman.

“Bu gece, sadece benimle ağlar mısın? Sanırım şu an sadece buna ihtiyacım var.” İhtiyacımız var…

Durdu, hiçbir şey söylemedi. Bu gece, aramızda kurulmuş onca duvar yıkıldı. Ne otuz yaşındaki ben vardım bu odada ne de otuz bir yaşındaki Oğuz. Biz vardık: İki yaralı çocuk. Hikayesini anlatmamış, geçmişinden kaçmış, yarım kalmış iki çocuk.

Sarıldı, ağladı.

Sarıldım, ağladım.

Ve ben kendimi bu gece ilk defa bu kadar güçlü hissettim.

 

…...

Saat sabahın sekizi olmuş, güneş tepeye dikilmişti. Oğuz, iki saat de olsa kollarımda uyuya kalmıştı. Ben de mayışmıştım. Aylin ve Ethem bizi uyandırıp toplantı odasına çağırdıklarında üstümü değitirmiş, saçımı toplamıştım. Şimdi elim Oğuz’un avucunda kenetlenmiş bir biçimde dururken yürüyorduk. Kapısında Aybüke’nin isminin yazdığı odanın kapısını araladığımızda içeriden sesler geliyordu:

“Aybüke?” dedi Aylin, odanın bir köşesindeydiler.

“Hm?” dedi Aybüke elindeki raporları incelemeye devam ederken.

“Sen…öpüştün mü?” Hem Aybüke’nin hem de Atlas’ın elindeki kalemler yeri boyladı. Atlas’ı kimse fark etmedi fakat Aybüke, Aylin ile sessizce konuşuyordu.

“Ne?” dedi Aybüke.

Aylin kollarını birleştirmiş, duvara yaslı bir biçimde duruyordu:

“Bence de ne ama dudakların…”

“Ne varmış dudaklarımda?”

“Benim de dudaklarım böyle oluyor Aybüke, gayet normal.” dedi Aylin, sesi gayet sakin ve monotondu.

“Ee? O zaman? Ne o, çok mu şiş?”

Sırıttı Aylin:
“Benim de dudaklarım böyle oluyor ama genelde o gece Ethem ile sevişmiş oluyoruz.”

“Aylin!”

Odanın köşesinden yükselen sese doğru baktı herkes, ne konuştukları duyulmasa da dikkat çekmişlerdi.

“Ruj denedim ben. Şu.. dudak şişirenler var ya.” dedi Aybüke, elindeki kağıt dosyayı istemsizce dudaklarına örtmüştü.

“Ruj? Markasını söylesene, çok iyi şişirmiş. Dolgun dolgun, al al duruyor. Sevgilin olmadığını bilmesem Aybüke başkanım…”

“Söylerim Aylin, söylerim. Numarasını da söylerim, sen merak etme.”

Tam o sırada Aybüke’nin gözleriyle kesişti gözlerim. Masada dönen muhabbet başkaydı. Elinde telefonuyla hararetli bir biçimde oturdu Ethem:

“Ethem abi, bir sıkıntı mı var?” diye sordu Ali. Ethem de o sırada sandalyesine kurulmuş, derin bir nefes almıştı:

“Bir şey değil ya, bizim İbrahim abi sinirliydi onu toprakladık.” Her birinin sesinden adeta yorgunluk akıyordu.

“Bina görevlisi İbrahim abi mi? Niye, ne oldu?” diye sordu Aylin Ethem’in yanındaki yerini alırken.

“Çatının giriş kapısından biri kırılmış. Ona öfkeliymiş.” dediğinde Aybüke ve Atlas kısa bir an için donmuştu. Aybüke utanç duygusundan yerin dibine girebilir; Atlas ise sevinçten arşa çıkabilirdi.

“Kapıyı mı kırmışlar?” diye şaşkınlıkla sordu Ali.

“Rüzgar tak tak vurup durmuş kapıyı diyorlar ama…Lan Atlas sen ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi?” diye sordu Ethem şayet bıyık altından sırıtan Atlas, Ethem’in dikkatini çekmişti.

“Sen mi kırdın lan yoksa? Hem, dudaklarına ne oldu senin, yara bere içinde kalmış, ensen de kırmızı.Yine ne bok yedin lan çatıda?”

Atlas, anın şaşkınlığı ile Ethem’e bakarken Aybüke de durumun tuhaflığından ötürü hızlıca son bulması için dua ediyordu.

Hayır demedi Atlas, sırıtmaya devam etti. Az da olsa kızların muhabbetine kulak misafiri olabilmişti.

“Ruj…” dedi Atlas, gülümsüyordu, “Ruj tazeledim.”

“Ruj tazeledin?” diye tekrar etti Ethem. Aybüke’nin usta oyunculuğundan ötürü kimse onu bu olayla bağdaştıramamıştı.

“Aybüke başkan o ruju sana tazelettirsin de gör gününü, pezevenk.” demekle yetindi Hakan. Normale kıyasla çok uzun bir cümle kurmuştu. “İlişkinin yasak olduğunu biliyorsun ama hala damlardan öpücük avlıyorsun.” diye tamamladı Ethem.

Atlas ise onların aksine sırıtıyor, alttan alttan güüyordu. Yönünü Aybüke’ye çevirdi, her zamanki eğlenceli ama flörtöz karakterine bürünerek konuştu:

“Cezanızı iple çekiyorum, başkanım. Ne olur gecikmeyin.”

Atlas’ın imasına göz devirmekle yetindi Aybüke. Atlas’ın normal zamandaki maskesi de böyle olmalıydı ki kimse sorgulamıyordu onları. Şayet ben normal bir zamanda tanımış olsaydım aralarında olan bir çekimden şüphe duyardım.

“Sen bekle sen…Ben vereceğim senin cevabını.” diye içten içe mırıldandı Aybüke. Masa başına geçti ve birkaç fotoğrafı masaya, tam önüme koydu.

“Yansı, iyi misin?” diye sordu. Kibarlık etmek açısından yavaşça baş salladım fakat aklım normale göre uyuşuktu, düşünemiyordum.

Bu aklımdaki fırtınanın önceki sessizliğiydi.

“Sana…anlatacaklarım var fakat dün geceden başlayarak şu andan itibaren duyduğun, gördüğün ve bildiğin her şey sana bağlanmış olan bir yüktür, devlet yükü.”

Sesi otoriter, yüzü ciddiydi. Diğerlerine baktım; az öncekinin aksine her birinin suratını adeta taş kesmişti.

“Evet, elbette.” dedim sessizce. Masanın altına sakladığım elimde bir hareketlilik hissettim: Oğuz elimi tutuyordu.

“Biz, teşkilat olarak uzun süredir bir kuruluşun peşindeyiz.” dedi Aybüke ve teker teker anlatmaya başladı. Hayatımın şu saniyeden itibaren aynı olmayacağını biliyordum. “Bu bir kurul ve uluslararası birçok üyesi var. Türkiye’deki bir adam da bu listede. Bu adamın dosyası bana bir yıl önce geldi. Çeşitli izlemeler yaptık, bir plan ve altyapı hazırladık. Takibe aldığımız süre zarfında başkanlık benden bir ekip kurmamı ve bu hedefi kullanarak Kurul’a ulaşmamı istedi.”

Bir süre sonra durdu, adeta benim sindirmem için bekliyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etmesi için bir baş hareketi yaptım:

“Bunlar çok tehlikeli adamlar, Yansı. Darbeler, illegal ticaretler, yer altının büyük bir kısmı, kumarhaneler, ulusal ve uluslararası maddi çıkar ilişkileri, yasa dışı ilaçlar, kimyasal silahlar ve aklına ne gelirse bu adamlardan geçiyor. Her ülkenin de bir dominant lider üyesi oluyor: Biz Türk liderin peşindeyiz ve maalesef yolumuz seninle kesişti.”

“Ben?” Oğuz’a döndüm, o da anlatmamıştı bu olayların benimle ilgili olan kısmını. Sanırım tahmin ettiğim gibi ipin ucu Oğuz’a bağlanmayacaktı.

“Şimdi sana bu liderin ve çevresinin kimliğini açıklayacağım ve anlayacaksın.” dedi Aybüke. Anlamadım. Hatta acıyı hissetmeyen beynimin bile acıdığını hissettim. Aylin, ona yakın duran bir fotoğrafa uzandı ve bana doğru kaldırdı: İşte bu aklımın ucundan dahi geçmemişti

“Gece?”

Fotoğrafta kardeşim vardı, Gece vardı! Tıpkı onun gibi simsiyah giyinmiş bir adamla hararetli hararetli konuşuyor, bir şeyler anlatıyordu. Adam, Gece’den daha kısaydı ve yüzünde anlamsız bir saçmalık vardı. Endişelendim, az öncekinin aksine yüreğimin sıkıştığını hissettim. “Gece’nin ne işi var o fotoğrafta Dilruba? Gece’nin de mi başı dertte yoksa?” Sesim normale göre daha yüksek çıkmıştı.

“Gece bir süre önce ne olduğunu bilmeden bir şeye bulaştı ama kontrol altına almayı başardık. Güvende, şimdilik bu kadarını bilsen yeter.” Konuşması tane tane ve anlaşılırdı. Beni sakinleştirmek ve anladığını göstermek istiyordu. “Bu fotoğraflarda odaklanman gereken kişi Gece değil, yanındakiler.” dediğinde başımı kaldırıp aynı fotoğraf karesine baktım. Yakınlaştım, yakınlaştım, yüzü çok tanıdık…

“İmkansız!” diye bağırmaktan başka bir şey gelmedi elimden. “Bu-bu…” Yarım kalan sözümü Oğuz tamamladı:

“Bu adam geçenlerde hastaneye gelip seninle tezin hakkında özel olarak konuşan adam. Yusuf Alastan, yani Lider.”

Kısa süren bir sessizliğin ardından konuşan yeniden Aybüke oldu:

“Şimdi sıra sende. Bize o gün odada konuşulanları anlatır mısın, Yansı?”

Kaygıdan ötürü parmak etlerimi kanattığımın farkında bile değildim. Çok geçmeden de dudaklarımdan akan bir kan tadı geldi. Kanıyordum; içten dışa. Hem yüreğim, hem ellerim.

“Ben tam olarak hatırlamıyorum…” Düşünmeye çalıştım, kendimi zorladım. Belki de iki haftadan çok olmuştu o adamı en son görüşüm.

“Hatırlaman çok önemli, Yansı. Burası kilit nokta, lütfen kendini zorlamaya çalış.” dedi Ethem.

“Odaya çağırıldım, hasta yerine o adamlar vardı. Oturduk, bana tezimi sordu ve yatırım yapmak istediğinden söz etti.”

“Kabul ettin mi?”

“Hayır, hayır etmedim. Çok fazla alıcı var, hemen karar veremem dedim ve geçiştirdim.”

“Geçiştirme ihtiyacı duyacağın kadar sıkmıştı yani seni?” diye sordu Oğuz. Evet anlamında baş salladım.

“Devam et.” dedi Aylin oturduğu köşeden. Elinde hala Gece’nin fotoğrafı duruyordu.

“Bana kibar davrandı, ısrarcılığı için özür falan diledi ve sonra…” Hatırlamaya çalıştım. Bana herhangi bir şey anımsatma ihtimaline karşı odadaki nesnelere baktım:

Kitap, masa, bardak, fotoğraf, perde, ışık, beyaz, renk, insan, kıyafet, kırmızı, dosya, rapor…Rapor!

“Rapor! Rapor gösterdi bana. Şey…Anonim bir hasta olduğunu söyledi, tezin bu kişide yarayıp yaramayacağını sordu.”

Aybüke hışımla yerinden kalktı, çekmecesinden bir dosya aldıktan sonra dosyayı uzattı:

“Bu muydu? Aynı kişi olup olmadıklarını anlayabilir misin?” diye sordu ve raporu almam için uzattı. Dosyayı aldım, değerleri okudum. O gün bana gösterilen dosyadakiler gibi değişik değerlere sahipti:

“Bu o. Bu o kalp hastası çocuk.”

“Çocuk olduğunu söylemedik, nereden anladın?” diye sordu Atlas sorgularcasına.

“Ben bir doktorum, elbette detaylara dikkat ederek çıkarımlar yapabiliyorum.” dedim sakince.

“Tam tahmin ettiğimiz gibi.” dedi Aybüke, odada volta atmaya başlamıştı. Herkes düşünceli bir hale dalmışken adeta varlığım bir saniyede unutulmuş gibiydi.

“Kızda ne olduğunu bulmamız lazım.” dedi Aylin.

“Kız belirli bir yaşa kadar kayıtlı hastaneye gitmiş, sonrası eksik.” dedi Ali. Onları dinledim, konuşurken bile ameliyat yapan bir cerrah misali dikkatli ve odaklıydılar. Bölmek istemesem de yardımcı olabileceğimi biliyordum:

“Kıza ne testleri yapmışlar?” diye sordum. Ali cevapladı:

“Küçük bir kız çocuğu, doğduğundan bu yana sıklıkla kan tahlilleri, kontroller, cerrahi işlemlere maruz kalıyor. Tabii kızın art niyetin farkında olmadığını düşünüyoruz.” Ali, diğerlerinin aksine daha sakin, daha naif ve daha genç gibiydi. Onun hikayesini dinlemeyi aklımın bir köşesine iteledim.

“Kıza ulaşmadan hiçbir şey yapamayız.” dedi Ethem, aynı saniyelerde derin bir nefes verdi.

Herkes kendi işi ile ilgilenmeye dalmışken kendimi bir ot tanesi gibi hissettim: Kaldırımların arasından fırlayan tek tel bir ot.

Elimi tutan ele baktım: Nasırlı ve yaralıydı. Benimkilerin aksine sertlerdi. Üzerindeki izlerde gezindi parmaklarım. her birinde yanında olmak istediğimi düşündüm.

Ama ben hiçbir yarasında onunla olamamıştım.

“Fındığım?” dedi müptelası olduğum ses. Diğerleri bir şey tartışırken ben de aklımı kurcalayan o soruyu sordum:

“Oğuz bana ne olacak şimdi? Ne yapacağım?”

Bir an durdu, diğer bütün kaslarının olduğu gibi yüzünün de gerildiğini hissettim. Hafiften dikleşti, sanki kendisini sert esecek bir yele hazırlar gibiydi.

“Oğuz?” Konuşmadı, Aybüke’ye döndü ve herkesi susturan o cümleyi şıp diye söyledi:

“Bence sıra Yansı’ya geldi, Aybüke. Biz hazırız, planını dinliyoruz.”

Aybüke’nin benim için bir planı vardı ve ben dinlemeye hazırdım, öyle mi? Sanırım bu bir seçenek değildi. Oğuz bana hazırsın demişti, “En azından hazır olmak zorundasın.”

Etrafıma son bir kez baktım, herkes sessizce Aybüke’nin konuşmasını bekliyordu:

“Yansı.” dedi Aybüke, bu sefer derin nefes alan oydu. Kendinden emin bir şekilde söyledi:

“Bu akşam Türkiye’den ayrılıyorsun.”

 

…...

Güven iki taraflıdır. Tek taraflı olan güvenin ismi yalnızca ahmaklıktır.

Gece hayatı boyunca güvenmekten kaçmış, onu bir zayıflık olarak görmüştü. Belki de bu önyargı çocukluğunun ona verdiği bir mirastı. Güven, onun için sırtında birçok kez iz bırakmış bir hançerden ibaretti. Artık istese de güvenecek gücü kalmamıştı.

“Gece hocam, telefonunuz üçüncüye çalıyor.” dedi Yeşim hemşire, o sırada Gece bir hastasının ameliyatındaydı. Dikkati tamamen hastasının üzerindeyken ağzından çıkan anlamsız mırıltılar Yeşim hemşire için adeta birer meydan okumaydı:

“Hastam varken rahatsız etmemenizi söyledim. Ameliyatta olduğumu söyleyin.” Dikkati yaptığı iş üzerindeyken konuşması bile zor olabiliyordu. Gece Yaman, boşuna yükselen bir yıldız olarak adlandırılmıyordu.

“Ama hocam…” dedi Yeşim, bir cevap gelmeyince el mecbur telefonu açtı ve ameliyathanenin kapısında doğru ilerledi:

“Alo, merhaba. Gece hanım şu an bir ameliyatta. Kendisine olan mesajınızı dilerseniz ben iletebilirim.”

Telefonun ardındaki kişi derin bir nefes aldı. Telefonu konuşan kişinin kulağına yakın tutan kişi ise yorulmuştu:

“Şefim, baksanıza ameliyattaymış Gece hanım. Bence kapatalım, sonra yine ararız.” dedi Mehmet lakin kelimeleri Ateş’in ters bakışlarıyla adeta boğazına dizildi.

“Kolum, bacağım, dalağım, bicepslerim size feda olsun, şefim! Dileyin, sabaha kadar böyle durayım arayalım yengeyi.”

Ateş, o sırada bir sipariş ile uğraştığı için telefonu havada genç aşçılardan biri olan Mehmet tutuyordu. Ateş’in attığı sinirli ve ölümcül bakışlar karşısında bu sefer yutkunmak zorunda kaldı:

“Memo.” dedi Ateş sakince.

Yutkundu Mehmet, “Buyrun şefim?”

“Telefonu beklemeye al iki dakika, Memo.” dedi Ateş tuhaf bir sakinlikle.

Yeniden yutkundu Mehmet, “Tabii, şef.”

Telefonun sessize alındığından emin olduktan sonra son kez Mehmet’e baktı ve sesi, bütün mutfakta yankılandı:

“Yenge ne lan, yenge ne andaval!”

“Şef, valla ağız alışkanlığı-”

“Memo…Memo! Seni kaynatır suyuna sote yaparım Mehmet!”

“Şefim, ben çürüğümdür-”

“Mehmet!”

“Vallahi sustum, ağzımı açarsam namerdim. Küsüyorum size, Şefim.” dedi ve telefonu bekleme modundan çıkardı. Minik bir öksürükten sonra konuştu Ateş:

“Kusura bakmayın bir gecikme oldu, kiminle görüşüyorum acaba?”

“Yeşim ben, yeşim hemşire.”

“Demek Yeşim hemşire…” dedi Ateş. Şansı yaver gitmiş, turnayı gözünden vurabilmişti. Bingo.

“Gece hanımı bugün en kısa müsaitliğinde restorana davet ettiğimi iletir misiniz? Gelmek istemeyecektir ama lütfen bana olan bir kahve borcu olduğundan bahsedin.”

“Tabii, ileteceğim. İsminiz ne demiştiniz?”

“Ateş, ben. Ateş Karal.”

Telefon kapandı, Mehmet gitti. Ateş, son yirmi dakikadır uğraştığı tabağı servise gönderdikten sonra ofisine geçti ve lambayı yaktı. Çekmecesini açmasıyla beraber ortaya çıkan çizelgeden Gece’nin ne zaman geleceğini kontrol etti. Kopyalanan çizelgenin başlığı az da olsa belliydi:

*** Hastanesi, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Ameliyathane Çizelgesi

Uzm. Dr. Gece Yaman Ameliyat Çizelgesi

Masada duran telefon çalmaya başladı:

“Efendim, Çağatay?”

“Çizelgeler ulaştı değil mi abi, bir sıkıntı yok? Haber alamayınca sormak istedim.”

“Her şey yolunda aslanım, sağol.”

“Abi, bir şey sorabilir miyim?”

“Sor koçum.”

“Gece’nin ameliyatta olduğunu bile bile onun telefonunu neden aradın?”

İşte bu soru Ateş Karal’ın bugün oynayacağı tiyatronun konusuydu. Bugün, bu restoran bir sahne; Ateş Karal ise rejisi olacaktı.

“Anlarsın aslanım, geldiğimde konuşuruz.”

Telefonu kapattı ve çizelgeyi yeniden yerine yerleştirdi. Tabloya göre bu, Gece’nin bugünkü son operasyonuydu. Yani bir saat içerisinde Gece restorana gelecekti, hazırlık yapması gerekiyordu. Yerinden kalktı, aynanın karşısına geçti.

“Bana bunun için çok kızacaksın ama başka çarem yok, ay tenli kadın. Beni affet.”

Ofisinden çıktı ve restorandaki randevuları oluşturan görevlinin yanında ilerledi:

“Her şey tamam mı?”

“Tamamdır, Ateş bey. Son müşterimiz de az önce kalktı. Şu an bütün restoran teşkilat mensuplarından ibaret. Onu bekliyoruz.”

“Gelsin bakalım…”

Bütün restoran kamufle edilmiş, müşteriler teşkilat üyeleri ile yer değişmişti. Burada yaşanacak olan her şey bugün burada kalacaktı; kısmen.

“Geliyor!” diye bir ikaz duyuldu restoranda. Çok geçmeden kapıdan içeri o tanıdık yüz girdi:

Yusuf Alastan ve Bülent.

Sekreter ve garsonlar müşterilerini ağırlamak üzere pervane olurken Yusuf, her zamanki gibi uzak ve tenha bir köşeye oturdu: Uzakta duracağı lakin her bir yanı dik izleyebileceği sessiz bir köşe.

Tiyatronun izleyicileri, Alastan ve Bülent denen süs köpeği, yerlerine kurulurken Ateş’in asıl misafiri; asıl oyuncu giriş yapmıştı mekana.

“Şefim, misafiriniz geldiler.” dedi sekreter. Ateş, bakışlarını çevirdiğinde siyahlara hükmeden o ay tenli kadını gördü.

“Gece…” Belki birazdan burada yaşanacak olanlar için istihbarat ajanı Ateş Karal’ın bir açıklaması olabilirdi fakat Ateş’in, kalbinin bu kadının yanında daha da hızlı artmasına bir açıklaması yoktu.

Gece, sert bakışları ve her zamanki dik duruşuyla bakınırken yeşil bakışları bir adamda durdu. Ona doğru bir adım attı, bir tane daha, bir tane daha…

“Şef Ateş Karal!” dedi Gece, sesindeki yorgunluğu hissetmek mümkündü, “Benim bilmediğim bir kahve borcu söz konusuymuş.” Gece’nin aksine gülümsedi Ateş.

“Hoşgeldin.” dedi Ateş ve devam etti, “Madem kahve borcu yalanına inanmadın, şu an neden buradasın?”

Durdu Gece, nöbetten ötürü yorgunluk akan bakışlarını karşısındaki adamın kahvelerine korkusuzca dikti:

“Beyaz bir yalana inanmaya değersin diye düşündüm.” dedi Gece. Ateş’İn bozguna uğrayan ifadesine gülümserken omzundaki çantayı çıkardı, bir masaya koydu ve oturdu. Ateş ifadesizce orada durmaya devam ederken Gece gizlediği bir keyif ile siparişini verdi:

“Her zamanki kahvemden o zaman, şefim. Madem çağırdınız.” dedi ve Ateş o gün ilk defa Gece’nin dudağının kenarında oluşan gülümsemeyi gördü.

“Madem geldiniz.” dedi ve gülümsedi, birazdan hepsinin gideceğini bile bile hem de. Mutfağa geçti, kahve çekirdeklerine uzandı ve sükunetle gözlerini yummuş oturan kadına baktı:

“Şefim? Ekipler hazır.” dedi sekreter kulağının arkasından. Ekipler hazırdı, peki ya oyuncular?

 

Sekiz dakika otuz yedi saniye sonra kahve hazırlanmış, bizzat Ateş’in elinde servise çıkmıştı.

Sekiz dakika kırk yedi saniye sonra restoranı güvenlik ekipleri sarmaladı.

Gece, yorgunlukla yumduğu gözlerini araladı ve restorana giren polis ekiplerine baktı: Etrafta birini arıyor gibi duruyorlardı. Elbette Gece’nin aklına gelen ilk isim Ateş’ti fakat tehlikede olan o değildi.

“Komiserim, buyrun? Bir sorun mu var acaba?” diye sordu Ateş. Restoranın çevresini tek tük kameramanlar sarmaya başlamıştı bile. Herkes, ünlü şef Ateş Karal’ın tutuklanma anını görmek için sıraya geçmişti.

Çoğu kişinin hevesi kursağında kalacak gibi duruyordu.

Komiser, Ateş’e bir şeyler anlattıktan sonra Ateş’in eli tek bir yönü gösterdi: Gece Yaman.

Polis ekipleri yorgun ve bitap düşmüş kadına doğru ilerledi. Gece, bir hışımla ayağa kalktı ve yorgunluğuna rağmen her zamanki gibi dimdik durdu:

“Buyrun memur bey, bir sorun mu vardı?” Bakışları sert, kaşları çatıktı.

“Bizimle karakola kadar gelmek durumundasınız, Gece hanım.”

İşte bu, Gece’nin bugün duymayı tahmin ettiği bir şey değildi. “Pardon, anlamadım. Neden?”

Polisler bir şey söylemiyor, yalnızca tek biri bir iki cümle söyleyip susuyordu. “Gece hanım, hakkınızda soruşturma başlatıldı. Susma hakkına sahipsiniz…”

Gece söylenenleri anlamıyor, olayı kavrayamıyordu. Belki de yeni çıktığı otuz altı saatlik nöbetin sonucu oluşan halüsinasyonlardan ibaretti bütün bunlar. Ellerini saçlarına geçirdi ve ona uzaktan öylece bakan adama baktı. Ateş, tek bir mimik dahi göstermiyor, yalnızca olan biteni izliyordu.

“Pekala, yalnız avukatımı arayıp haber vereceğim. Bir saniye.” Gece, bıkkın bir tavırla çantasına uzanırken komiser de telefonla konuşuyordu. Telefondaki her ne söyledi ise ekiplerin tutumu anında değişmişti. Kadın polisler önce Gece’nin kollarını kavradılar, ardından bir suçlu misali restoran çıkışına sürüklediler. Gece, bağırmadı. Sadece derin bir ah çekti ve son kez ardından onu izleyen o adama kalp kırıklığı ile baktı.

O gün, Gece’nin belki de yıllar sonra tekrar kazandığı o minicik güven duygusu yok olmuştu.

Restoran kapısındaki flaşlar patladı, herkes tek bir kadını çekti: Gece Yaman.

Ateş, her ne kadar bunların sonuçlarını tahmin etmiş olsa da Gece’nin susacağını, yalnızca arkasından son kez ona bakarken gözünden tek damla yaş düşeceğini tahmin etmemişti.

Bugün Ateş’in gördüğü kadın başkaydı. Bugün o kadının gözlerinde yaşayan kırgın bir kız çocuğu vardı. Ve Ateş, daha önce görevden ibaret olan bir çocuğa bu kadar çok sarılmak istememişti.

“Gece hanım, Gece hanım bir açıklama yapacak mısınız?

“Gece hocam, kayıtsız işlem yaptığınız dedikodular arasında bu doğru mu acaba?”

“Gece Yaman-”

“Gece-”

“Gece hanı-”

Yüzlerce ses, onlarca izleyici, birkaç hata, bin pişmanlık, bir sonuç ve bir yarım kız çocuğu. İşte bu tiyatronun sonucu bu idi. Bugün, bunca acıya rağmen tiyatronun asıl izleyicisi her şeyi izlemiş, görmüştü. Ateş Karal’ın görevi tamamlanmıştı.

Fakat Ateş, daha önceki hiçbir görevin bu denli acıttığını hatırlamıyordu.

 

…...

“Ne demek avukatını arayamazsın! Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz!” Gece’nin sesi bulunduğu sorgu odasının adeta duvarlarını inletiyordu. Karakola geleli yarım saat oluyordu fakat Gece’ye ne tek bir soru sorulmuş ne de avukat aramasına izin verilmişti.

“Buraya hangi şikayet üzerine çağrıldığımı bile anlatmıyorsunuz, bakın beyefendi zaten yorgunum! Nezarete mi atıyorsunuz sokağa mı ne yapıyorsanız yapın artık!” Gece’nin sert yumruğu bu sefer de masayı titretmişti.

Karşısındaki polis sakin fakat içten içe karşısındaki kadından ürkmüş bir şekilde otururken zamanın en hızlı şekilde geçmesini dua ediyordu:

“Ben soracağım sen mi cevaplayacaksın soruları, susma joker hakkını kullanamazsın sen! Sen polissin polis!”

Adam susmaya devam etti:

“Lan çıldırtmak mı derdiniz beni? Şaka mısınız ya siz, bak ciddi soruyorum.”

Adam yine susmyı tercih edecekti ki gelen bir polis kulağına bir şeyler fısıldadığında yerinden kalktı:

“Çok şükür be, sonunda.” dedi ve odadan çıktı. Gece, karanlık sorgu odasında bir başına kalmıştı.

“Yok, yok ben hala uykusuzluğun etkisindeyim, böyle saçma bir gün olamaz.” dedi kendi kendine, saç diplerini sıktı.

“Vallahi delirmiş, bence girmeyin Ateş bey.” dedi komiser sorgu kapısının önündeki adama.

Güldü Ateş, “Siz onu merak etmeyin Haluk abi, o bende. Hadi eyvallah yeniden, çok büyük iş başardınız.” dedi ve sorgu kapısını araladı. Tahmin ettiği gibi, Gece bir başını yaslamış masada duran kelepçe ile uğraşıyordu.

“Yine susmaya geldiysen yemin ederim küfrederim polise hakaretten içeri almak zorunda kalırsın!” diye yükselmişti ki bakışları tanıdık simayı bulunca duraksadı, “Ateş?”

Ateş, sessizce masanın diğer tarafındaki sandalyeye doğru ilerledi, oturdu. Gece onu şüpheli gözlerle izliyor, bir sonraki hamlesini öngörmeye çalışıyordu.

“Ne işin var senin burada, nasıl aldılar seni buraya?” Gece’nin ifadesi sert, kaşları çatıktı.

“Neden buradasın?” diye sordu Ateş, o sırada onun da eli masada öylece duran kelepçesin diğer ucunu buldu.

“Bilmiyorum.” dedi Gece. “Sen hayırdır, avukatım olarak mı geldin yoksa?”

“Kısmen.” diye cevapladı Ateş onu. Gece, şaşkın ifadesi ile karşısında oturan adama bakmaya devam etti:

“Bu da ne demek şimdi?”

Gece, neler oluyor bilmiyordu fakat Ateş’e karşı içinde birikmiş olan bir kırgınlık vardı. Evet, belki aralarında arkadaşlık bağı bile yoktu ama en azından yanımda durur diye düşünmüştü Gece.

Yine yanılmıştı.

Bir anda kıkırdamaya başlayan kadına döndü Ateş, “Ne oldu? Neye gülüyorsun?” diye sordu Ateş.

“Kendi ahmaklığıma, boşver sen. Uykusuzluk sarhoşluk etkisi yarattı. En azından nezarete koysalardı da uyusaydım.”

Bu sefer gülen Ateş idi. Kısa süren bir sessizliğin ardından konuşan Ateş oldu:

“Gece.”

“Hm?”

“Ben…” Biliyordu Ateş, bugünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu, onun işlediği ilk günah değildi belki fakat cezasını çekeceği ilk günahı olacaktı. “Seni göz altına aldıran kişi benim.”

Derin bir sessizlik.

Kirpiklerinin altından yeşil bakışlarını karşısındaki adama dikti Gece, saatler geçtikçe daha da yoruluyor, algısı kısıtlanıyordu:

“Şu an kötü bir şaka falan yapıyorsan kes sesini, Karal.”

“Gece! Seni gözaltına ben aldırdım.”

Güldü Gece, sinirden kaynayan kanı adeta ellerine hücum etti; sert bir yumruk masayı boyladı. Ayağa kalktı ve yeşil gözlerini Ateş’in kahvelerine dikti, korkusuzca baktı:
“Herkesin önünde beni rezil eden, kariyerimi baltalayan, medyada konu olmamı sağlayan, her şeyi mahveden kişinin sen olduğunu mu söylüyorsun?” Gözlerindeki yemyeşil ormanlara alev yağmurları yağdı. “Konuş.”

“Benim.” dedi Ateş tok sesiyle, şu anki yüzü şef Ateş değil, ajan Ateş’ti. “Seni gözaltına alan benim çünkü şu an sana ihtiyacım- ihtiyacımız var.”

Sustu Gece, yalnızca dinledi. Son kez derin bir nefes aldı Ateş, kendini uzun soluklu bir savaşa hazırladı. Elini, masanın üzerinden ona doğru eğilmiş olan kadına doğru uzattı:

“Ben, Milli İstihbarat Teşkilatı ajanı Ateş Karal. Sonunda gerçekten tanıştık, Gece Yaman. Yoksa Alastan’ın yanında teşkilat için çalışan muhbir Gece Yaman mı demeliyim…Sen söyle.”

....

 

BÖLÜM SONU BAM BAM BAM!

Öncelikle tam tamına üç hafta sonra merhaba. İlk defa bu kadar uzun süre ayrı kalmak durumunda kaldım çünkü iki haftası sınav haftamdı ve bir hafta da ancak bölüm kurguladım, dinlendim, dershane falan derken ben pert çıktım biraz. Bölüm uzunluğundan ötürü sezon finalini biraz daha uzattım. Bu sezon finali değildi ama bir sonraki bölüm olur diye düşünüyorum. Yemin ederim bu bölümde beynim yandı hem yorgunluktan hem de çıkardığım zihin haritalarından. Çok ipucu olan bir bölüm oldu. O zaman soruyorum:

 

SİZCE ATEŞ GECE'YE NEDEN BÖYLE BİR ŞEY PLANLADI?

SİZCE YANSI GİDECEK Mİ?

SİZCE MERVAN SORGU ODASINDA ELMAS'I TANIMADIĞINI SÖYLERKEN DOĞRU MU SÖYLÜYORDU?

 

BUNLARIN VE ÇOK DAHA FAZLASININ CEVABI SONRAKİ BÖLÜMDE!

Allahaısmarladık canlar...

Bölüm : 02.04.2025 23:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...