46. Bölüm

“Cennetten Kovulanlar”

Kalopsia
kalopsia


 

 

Oy ve yorum atmayı unutmayın lütfen, emeğimin karşılığı sizlerin görüşleri🖤

Oy sınırımız 10, bence on oyu hakediyoruz🥲

 

Keyifli okumalar dilerim,

 

 

26. Bölüm

“Cennetten Kovulanlar”

 

“Yüzsüzdür insanoğlu,

kimse bilmez fendini

Kime iyilik yaptıysan

ondan koru kendini...”

 


-Mehmet Akif Ersoy

 

 

Övülmek Tanju Coleman’a göre değildi, daha tarafından övüldüğünde gurur duyacağı bir akıl çıkmamıştı karşısına. Fransa’nın sokaklarında arabasıyla ilerlerken elinde çevirdiği kral kartına - papaz kartına- dikkatle bakıyordu. Şu güne dek aptalı oynamış bir kraldı Tanju, zamanı geldiğinde ise kendi infazını kendi vermişti. Şimdi ise kartlar yine onun lehinde açılmıştı. Papaz kartı yeniden ondaydı.

Aptallık ve zeka Tanju için ipten bir köprüydü, Tanju ise o iki yanda gidip geliyordu. Adımlarının kontrolü ondaydı. Yusuf Alastan’ın aksine onun lideri Kurul değil, kendisiydi. Ve Elmas’ın bu hayatta en keyif aldığı şey, insanlara aptal maskesi ile yaklaşıp karşısındaki aptallıkları izlemekti.

 

“Efendim, bize verdiğiniz konuma geldik.” dedi şöför ön taraftan. Elinde çevirip durduğu kartı ceketinin cebine yerleştirdi Tanju, gözlüklerini de taktıktan sonra Fransa’nın turistik caddelerini ardında bıraktı, Kurul’un Fransız üyesi olan Rosalia’nın gönderdiği adrese giriş yaptı.

Kadının kaldığı bina yüzlerce koruma tarafından sarılmış, dairesinin içi dahi silahlı adamlarla çevrelenmişti. Kapı açıldı.

“Rosa.” dedi Tanju yapay bir samimiyetle. Kim ne derse desin ikisi de yüzlerinin ardındaki oyunların farkında, yalnızca içeriklerinden bihaberlerdi.

“Senin için Rosalia, Tanju.” dedi Rosalia Fransız aksanıyla. “Çalışma odama geçelim.” dedi Rosalia önden ilerlerken. Tanju’nun adamları dışarıdaydı. Kadının evinde ilerlerken uzun koridorlara dikkatlice baktı Tanju. Zeki ve acımasız bir kadındı Rosalia. Kurul’daki tek kadındı.

Rosalia’nın getirdiği odadaki koltuğa kuruldu Tanju, karşısında oturan Fransız kadına dikkatle baktı. Mini elbisesi, kırmızı ruju ve eldivenleriyle nereden geldiğinin imzasını taşıyordu.

“Neden geldin, sevgili Tanju?” diye sordu Rosalia bacak bacak üstüne atarken. Delici bakışları karşısındaki adamı ezmek ister gibiydi.

“Kurul’un yeni üyesine merhaba yok mu Rosa? Kırılıyorum.”

“Aslında evet, haklısın. Konuşmamız gereken şeyler var. Sen ki Alastan’ın salak damadı, saltanatın celladı oldun. Tebrikler.”

Gülmekle yetindi Tanju. Fakat Rosalia konuşmasına devam etti:

“Alastan’ın sana verdiği bütün görevleri yavaş yavaş güme atmak, bütün malları kendi zimmetine geçirip parasını harcaman; bir aptalın maskesi ile herkesi kandırman takdire şayan. Bunları yapabilek için mi evlendin karınla en başta?”

Sırıtıyordu Tanju, Rosalia’nın bunları kendi kendine çözebilecek zekada olduğunun farkındaydı. “Cevabın ne olmasını istersin, sevgili Rosa?”

“Bir kadın olarak kullanılmış olmak gurur kırıcı. Yıllarca aptal yerine konmak, kendini güçlü sanarken aslında aptalın teki olduğunu öğrenmek yıkıcı.” Rosalia’nın gözleri Tanju’nunkilerden kopmuyor, sorularına cevap arıyordu. “Ama bir Kurul üyesi olarak bu planı yıllar öncesinde işlemiş olup bu denli ileri görüşlü olabilmek hem etkileyici…” Masadaki şaraba uzandı, “Hem de seksi.”

Tanju, ona uzatılan şarap bardağına baktı; Rosa’nın bardağıydı. Ruj lekesi olan yerin tam üstüne dudaklarını değdirdi, bütün şarabı kafasına dikti. Şuh bir şekilde güldü Rosalia:
“Bu bir güven anlaşması mı?” dedi şayet şarabı zehirlemiş olabilirdi.

“Ne demek istersen.” dedi Tanju bardağı elinde döndürürken.

“Neden geldin, Tanju? Ne istiyorsun?”

“Hemen sadede mi geçmek istiyorsun?”

“Konuşacak bir şeyimiz kaldı mı Coleman?”

“Konuşmayabiliriz.” dedi Tanju kadının koltuğunu dibine doğru çekerken. Karşı karşıya gelmiş, bacakları değer olmuştu. Güldü, hatta kahkaha attı Rosa:

“Maalesef, tipim değilsin Coleman.” dedi Rosa nefesi Tanju’nun dudaklarına çarparken. “Evli adamlar ilgi alanıma girmiyor.”

“Öyle mi?” dedi Tanju kaşları şaşkınlıkla havalanmışken. Elleri kadının çıplak bacaklarında dolaşıyordu. “Belki benim için bir istisna yaparsın, Rosa.”

Karşısındaki adamın cürreti Rosalia’yı bozguna uğratmıştı. Cesurdu, tıpkı yeni yetme bir aptal gibi. “Sen kimsin ki, Tanju Coleman?” Koltuktan kalktı, adamdan uzağa oturdu. Burası onun ülkesi, bunlar onun kurallarıydı. Yalnızca güldü Tanju. Yıllardır takmaya alıştığı maskesi belki de kendinden bir parça haline gelmişti. Ağırlık yaratmıyordu. Bu odadaki aptal kimdi?

 

“Buraya gelme sebebini söylemezsen seni bir tehdit olarak algılayacağım, Tanju. Buraya sadece benimle yatmak için gelmiş olamazsın.”

“Olamaz mıyım gerçekten?” diye sordu Tanju bir sigara yakarken. Ciğerlerine çekti kara dumanı, zehir bir başka zehri etkilemez olmuştu artık.

“Aptalsın ama o kadar değil.” dedi Rosalia adamı dikkatlice süzmeye devam ederken.

“Belki de etkine kapıldım, Rosa. Olamaz mı? Lütfen dürüst ol, senin de rüzgarına kapıldığın kimse olmadı mı?”

Cevap kısa ve netti, “Hayır.” Fakat elbet doğruluğu tartışılırdı. “Git, Tanju. Karının yatağında debelen.”

Rosalia odadan çıkacakken Tanju tarafından tutulmuş, hışımla geri çekilmişti. Duvara yasladığı kadının gözlerinde göz kırpmadan baktı Tanju. Elleri mini elbisenin altına ustalıkla sızıyor, can alıcı bölgelere dokunuyordu. Ne yaptığını iyi biliyordu.

“Neden korkuyorsun, Rosa?”

Adamın dokunuşları karşısında gözleri zevkten dönmüş, inadı kırılmıştı. “Ne korkusu?” dedi. “Ben korkmam, Coleman.”

“Tabii ki korkmazsın. Sen cesur bir kadınsın. Bırak, seni dünyanın en mutlu kadını yapayım.” Rosalia için kayış kopmuş, kendini adamın kollarına bırakmıştı. Sesli dile getirmemişti fakat Tanju bir kadını nasıl baştan çıkaracağını, zirveye ulaştıracağını iyi biliyordu. Bir adamla günaha girmek Rosalia için bir sorun değildi, bunu Tanju ile yapmak onda bir şey değiştirmeyecekti.

 

Tanju kadını fazlasıyla yorarken Rosalia’nın başı dönmüş, gözleri körleşmişti. Terden ıpıslak olmuş, yorgunluktan uyuya kalmıştı ki bu anormaldi. Tanju ise odanın köşesine fırlattığı kıyafetlerini yeniden giymiş, yatakta yorgunlukla yatan kadına bakmıştı. Maskesini çıkardı, odadaki aptal elbette Rosa’ydı.

 

Tanju’nun istihbaratı büyüktü, Rosa’nın bacak içindeki ve kalçasındaki dövmeden haberi olmuştu. Rosalia, kimsenin bilmesine olanak tanımadığı için kapattırmamıştı dövmeleri ama Tanju öğrenmişti, dövmelerde şifre vardı. Ve o dövmeleri görebilmenin tek yolu kadının bütün kıyafetlerinden arınmasıydı.

Arınmıştı.

Bütün çplaklığı ile yatan kadının dövmelerine baktı. Günahlarının iziydi bunlar, bu günahlardan ise yalnızca Tanju’nun haberi vardı. Rosalia, Kurul’un ona öldürmesi için verdiği bir adama aşık olmuş, adamı öldürmek yerine saklamıştı. Adam hayattaydı. Ve Rosa’nın koruması altında Kurul’un istemeyeceği işler yapmaya devam ediyordu.

Dövmelerde sembollerle gizlenmiş şifreleri aldı, telefonunu da ceketinin cebine; kral kartının yanına koydu. Odadan ayrılan da geride kalan da cenetten kovulmuş günahkarlardı; biri ateşe yaklaşmış, biri ise kendi hikayesinin ilk cümlesini yazmıştı:

Kendini zeki hissetmek için dahi olmana gerek yok, yalnızca aptallarla dolu bir çukur bulman yeterli.

 

Apartmanın önünde bekleyen aracına bindiğinde telefonundan Bülent’i aradı, çoktan Fransa’ya inmiş olması gerekiyordu. “Bülent.”

“Adresini verdiğin mekana doğru ilerliyorum Tanju, geldim.” Telefonu kapattı Tanju, Bülent ile buluşmak için ayarladığı restoranta doğru sürdü.

 

🕯️⚖️

 

İnsanın en tehlikeli celladı, aynada gördüğü kişiden başkası değildir. Tanju’nun ayarladığı restoranta girdiğinde gözleri bütün asaleti ile oturan adamı buldu. “Tanju.” dedi Bülent baş selamı vererek.

“Otur lütfen dostum.”

“Dost?” dedi Bülent şaşkınlıkla karşısındaki adama bakarken. Oturamamış, yarı oturur halde bakakalmıştı bir süre. “Beni şaşırtıyorsun Tanju.”

“Tanımadığın birinin her sözü seni şaşırtır Bülent, artık tanışma vaktimiz geldi.” dedi Tanju.

“Sanırım burada kendini tanıtması gereken tek kişi sensin, Tanju Coleman. Tabii, gerçek ismin de buysa.”

Yemekler masaya yerleştirilirken garsonlar gidene dek sükunetle beklediler, ikisi de birbirlerinin gözüne bir yabancı gibi bakıyor, cevap arıyorlardı.

“Yusuf’u sen mi öldürdün?” diye aniden sordu Bülent. Tanju’yu cinayetle suçulyordu ama Tanju’nun yüzünde bir katilin acımasızlığı yoktu, aksine gülüyor, Bülent’e beklenti ile bakıyordu. “Alastan’In bindiği özel jeti sen düşürdün, değil mi?”

“Senin gibi zeki adamlar böyle şeyler sormamalı Bülent, cevabını zaten biliyorsun.”

Güldü Bülent, Yusuf’un ölümden kaçmak için bindiği o uçağı elbette Tanju düşürmüştü.

“Nereye gömdün? Mezarı var mı?” diye sordu Bülent etini yemeğe devam ederken. “Eski dostumu mezarında ziyaret etmek isterim.”

“Yok.” dedi Tanju ağzına etinden bir parça atarken. “Çünkü ölmedi.”

Başını yemekten hışımla kaldırdı Bülent, karşısındaki adam delirmiş olmalıydı çünkü şirkete Alastan’ın uçağının düştüğü anlar ulaşmıştı.

“Ne saçmalıyorsun sen? Nasıl ölmedi?”

Karşısındaki adamın telaşının aksine korkutucu bir serin kanlılıkla mendille ağzını temizledi, suyundan bir yudum aldı, “Teşkilat bindiği uçağı başka bir şekilde yansıtmıştı sisteme, takip ettiğiniz uçak düştü ama Alastan’ın asıl uçağı düşme tehlikesini atlattı. Yunasitan açıklarına ineceklerdi ama pilot kimse işinin ehliymiş.”

“Ne anlatıyorsun sen!”

Derin bir nefes aldı Tanju, “Teşkilat uçakları sistemden değiştirmiş. Düşen uçak başka bir uçak. Ceset yoktu. Alastan Teşkilat’ın elinde anlayacağın.”

“İmkansız.” dedi Bülent kendinden emin bir şekilde. “Yusuf Teşkilat’a yakalansa medya da Kurul da çalkalanır. Bu kadar sessiz olamazlar.”

“Güzel bir nokta.” dedi Tanju etkilenmiş şekilde. “Bu kadar sessiz olduğuna göre ve medya hala hapisteki bir adamı yazmadıysa hapiste değil demektir.” dedi Bülent’e bakmaya devam ederken. Masaya yanaştı, ellerini birleştirdi. “Demek ki sevgili Alastan’ı gizlice kendi hayatına sükunetle devam ediyor şeklinde göstermişler. Şu an sıcak bir evde emekliliğinin tadını çıkarıyor demektir.” Düşünceli bir şekilde baktı Tanju, “Herkesten uzakta, gizli ve sessiz bir tatil. Mantıklı bir bahane. Teşkilat onu iyi saklamış olmalı.”

Bülent bu duydukları sindirmeye çalışıyor, bir yandan düşünüyordu. “Bunca bilgiyi nereden biliyorsun? Teşkilattan adamın olamaz, anında yakalarlardı.”

Histerik bir kahkaha attı Tanju.

“Bu kadar eğlenecek bir şey söylediğimi düşünmüyorum.” dedi Bülent bir yandan ona bakarken.

“Söylediklerimin çoğu varsayım ama öğrendiğim bir iki şey oldu elbet.” Kahkaha atmayı sürdürüyordu. “Sevgili oğlum Atlas bir Teşkilat mensubu olarak bana çok yardımcı oldu.”

İçtiği alkol boğazında kalırken gözleri fal taşı gibi açılmıştı Bülent’in. Karşısındaki adamın yalan söylediğine adı gibi emindi şayet bu, bu kadar kolay söylenecek bir hadise değildi. O konuşmadan Tanju söylemlerine devam etti. Sesi daha kısık, bakışları daha derindi:

“Kurul’da yeni bir dönem başlıyor, Bülent. Sağlam durmayı başaranlar hayatta kalacak, diğerleri veda etmek zorunda kalacak.”

“Lider senmişsin gibi konuşuyorsun.” dedi Bülent.

“Bütün kozlar sende iken neden lider olmayı dileyesin ki? Lider ismen kim olursa olsun, asıl lider kozları elinde tutandır.”

“Neymiş bu kozlar?” diye sordu Bülent geri yaslanırken. Konuşma meraklandırıcı bir hal almıştı. Gülümsedi Tanju:
“Öğrenmen sarsılmana sebep olur, anında düşersin.”

“Madem o kadar ağır, sen nasıl ayaktasın sevgili Elmas?”

“Siz beni aşağılamakla meşgulken benim gözlem yapıp düşünecek çok vaktim oldu. Ama buna rağmen sana bir teklifim var sevgili dostum.”

Bülent’in kaşı merakla havalanmıştı, “Dinliyorum.”

“Benimle yürü, böylece dimdik dur. Gücüne ihtiyacım var, Bülent.”

İşte Tanju’nun yüzündeki neşe şimdi Bülent’e bulaşmış, yüzünü güldürmüştü. Devam etti Tanju:

“Ya karşımda dur ve düşmanım ol; ya da yanımda dur, benimle beraber yıkımın keyfini çıkar.”

Bülent’in acımasız sırıtışına karşılık olarak cebinden bir iskambil kartı çıkardı, Bülent’in önüne yerleştirdi.

“Kart?” diye sordu Bülent, kartı eline aldığında bir kraliçe kartıyla karşılaştı. Kraldan sonra gelen kart, Papaz kartı- Kraliçe.

Yemekleri bittiğinde garsonlar tabakları almış, iki ortak vedalaşmışlardı. Tanju, ülkeyi terk etmek üzere havalimanının yolunu tutmuşken yanındaki adamlarından birinin sorusu üzerine ona döndü, “Onun gücüne ihtiyacınız yok efendim, yanılıyor muyum?”

Güldü Tanju, “Biz erkekler egomuzun okşanmasını çok severiz. Bencil yaratıklarız. Aslan kesilmeyi bilenler egosunun okşanmasıyla bir tekire döner. Tekir ise sahibini kolay kolay terk etmez. Fazla piyondan da bize zarar gelmez.”

“Elinizde kaç kart kaldı efendim?” diye sordu adam. Tanju ise keyifle ceketinin cebinde duran kartları çıkardı. Elinde dağıtmak üzere bazı kartlar vardı. “Bütün kartlar bende, biri hariç.” dedi gülerken. “Maça Ası bende değil. O yıllar önce sahibini buldu.”

 

♠️♠️♠️

 

Güçlü olmak, bazen hissetmemek sanılır. Sert duvarlar örmek, bazen korunmak değil, kaçmaktır. Oysa aşk, ne duvar tanır ne de kaçışı kabul eder. En sert kalplerde bile bir yer bulur kendine, kimi zaman istenmeden, kimi zaman inkâr edilerek. Aşk gelir; çünkü gelmemesi için edilen her yemin, onu daha da davet eder. Aylin Bayer için ise aşk davetsiz fakat en güzel misafirdi.

 

İngiltere’den kendi saatinde dönmüştü, herkes dikkat çekmemek amacıyla farklı yer ve zamanlarda ülkeye giriş yapmıştı. Şimdi Aylin, sırtında sırt çantası ve kulağında kulaklıkla yürüyordu. Ethem göreve gideli haftalar oluyordu. Tek tük haber alabilmişti ancak tenini teninden ayırmadığı adamın yokluğu onda büyük bir boşluk yaratmıştı. Onun yokluğunda böyle hissedeceğini birkaç yıl önce söylemiş olsalardı gülüp geçerdi fakat gerçekler şaşırtıcıydı.

 

Kendi evine gitmek için trene binmiş, müzik kulaklarında onu dış dünyadan soyutlarken yorgunlukla gözlerini yummuştu. Batan güneş trenin camlarından süzülüp yerleri kızıla boyarken gözleri ellerine ilişti. Çizik doluydu ve tırnak etleri iş stresinin verdiği yük nedeniyle koparıktı. Kendi ellerinden yıllarca tiksinmişti, oysa Ethem onun elini ilk tuttuğundan bu yana ellerinin her bir köşesini öpmüştü. Bileğinin orada, atar damarına sınır olan bir çizik vardı. Eski bir operasyondan kalma ölümcül bir iz, o zamanlar korkulu bir an; şimdi ise bakıldığında hatırlanan bir anı.

 

Kendi durağına geldiğinde istasyonun merdivenlerine yöneldi. Karanlık daha çökmemişti ama gökyüzüne şahane bir gün batımı hakimdi. Merdivenlere çıkmak yerine sağa saptı, merdiven altındaki lavabo boşluğuna saptığı gibi geri döndü, onu yol başından beri takip eden adamın kolunu çevirip duvara yasladı.

 

Takip edilmişti ve bunun farkındaydı.

 

“Kimsin lan sen? Kim!” Merdiven altında duvara yasladığı adam cüsseliydi fakat kurtulmak adına bir hamlede bulunmuyordu. Aylin, adamın başındaki kapüşona uzandı. Ani şok ilk o an vücuduna nüfus etmişti. Konuşamadı.

 

“Ah! Bu sefer kırıldı kolum.” dedi adam, şoka uğrayan kadının tutuşu zayıflamıştı. Yavaşça yüzünü ona döndü, başındaki şapkadan kurtuldu, gülümsedi:

“Aylin’im.”

 

Karşısında duvara yaslanmış, ellerini kavramış adama ağzı beş karış açık bir şekilde baktı. Konuşmak adına ağzını açtığı o an gözyaşları birer birer düştü.

“Ethem.” İsmi dudaklarından bir nefes olarak çıkmıştı. “Ethem.” Ve her söyleyişi bir şükürdü. Kollarını sevdiği adamın boynuna sıkıca doladı, haftalardır hasret kaldığı kokuyu içine çekti. Aylin bir yana; Ethem, uğrunda ölmeyi göze aldığı sevdasına bütün gücüyle sarıldı. Boynundaki kokudan içine çekti. Hasret kalmıştı tenine.

“Aylin’im.” dedi yüzü kadının boynuna gömülü iken. Aylin ise yüzünü geri çekmiş, soluğu Ethem’in dudaklarında almıştı. Hoyrat ya da şevk dolu bir öpücük değildi bu, özlem dolu; naif ve sevgi doluydu.

Sakalları uzamış, saçı sakalına karışmıştı. Aylin’in elleri Ethem’in yüzünün her bir miliminde gezmeye devam ederken konuştu:

“Ne zaman döndün sen?”

“Bugün, senin İngiltere’de uçağa biniş saatinde ben de Ankara’ya varmıştım. Yeni geldim buraya anlayacağın.”

Aylin, Ethem’in koluna hafif fakat etkili bir silke savurdu:

“Ne diye takip ediyorsun beni salak? Adam gibi gelsene yanıma. Ya sana zarar verseydim?”

Her haline yanıp tutuştuğu bu kadına karşı içli bir nefes verdi Ethem, “Her şeyin kabulum, fıstığım.”

“Mal.” Gözlerini devirdi Aylin ama bir yandan elleri hala Ethem’in uzamış sakallarını okşuyordu. “Hadi gel, aklayıp paklayalım seni.” dedi Aylin elinden tutarken. Aylin’in evi istasyona yakındı. Beş dakika sonra eve girmişlerdi.

Ethem, yorgunlukla kanepeye çökerken Aylin çantasını bir kenara atıp yanına tünemişti.

“Çok yorgun gözüküyorsun.”

“Biraz.” dedi Ethem Aylin’e sarılırken. Büyük bir isteksizlikle kalkmış, banyonun yolunu tutmuştu. Sevgilisinin banyoya girmesi ile rahat bir şeyler giymiş ve mutfağa geçmişti Aylin. Buzdolabı ile beş dakikalık bir bakışma yaşamışlardı. Harika yemek yapmazdı Aylin, hatta çoğu zaman yemek yapmazdı şayet elinden gelmezdi de. Yemekleri bu zamana dek Ethem yapmıştı. Bu gece bir farklılık olsun istiyordu. Hızlıca, en azından, bir yemeği çok iyi yapması gerekiyordu çünki Ethem’in ailesinde gözden düşmek istemiyordu. Aylin’in annesi buna alışmış olsa da başkalarının kötü düşünmesini istemiyordu.

Bu da Aylin’di işte.

“Neyimiz varmış bir bakalım…” Dolabı o kadar uzun açık tutmuştu ki arada ötmesin diye kapatıp geri açıyordu. Birkaç domates, sebze ve sosa uzandı. Kapattıktan sonra mutfak dolabında bulduğu makarnayı çıkardı.

“Ethem!” diye seslendi. “Aşkım, makarna yer misin?” Sesleniyordu ama bir cevap gelmemişti. Kapısı aralık duran banyoya doğru ilerledi, “Aşkım?” Kapıyı araladığında gördüğü adam için bir kere daha şükretti. Ethem, beline sardığı havlu ile ayna karşısında durmuş traş oluyordu. Bakışları aynadan Aylin’inkileri buldu.

“Aşkım sesleniyorum, duymadın mı?” diye sordu Aylin. Canının yorgunluğunun farkındaydı.

“Duymadım sevgilim, kusura bakma. Ne diyecektin?” Yorgun duruyor, gözlerinden uyku akıyordu ama yine de gülümsüyordu sevgilisine. Aynı gülümseme Aylin’e de bulaşınca müstakbel kocasının elindeki traş makinesine uzandı, tezgah ile Ethem’in arasına girdi. Köpüklü sakallarını traş etmeye koyuldu.

“Makarna yer misin diye soracaktım da.”

“Sen mi yapacaksın? Valla mı?” diye sordu.

“Niye şaşırdın? Aşk olsun.” Gülümsemesi sürerken traş etmeye devam ediyordu. Yüzüne dokunan elleri öperken gözleri arada kapanıyordu Ethem’in. Haftalardır dağda, yarinden uzaktaydı.

“Aylin.” dedi sessizce.

“Hm?”

“Ben bu hafta izinliyim. Sen de izin al, Rize’ye gidelim.”

Aylin’in elleri şaşkınlıkla kaakaldı, “Rize? Bu hafta mı?”

“Ne olacağımız ve ne zaman öleceğimiz meçhul bizim, şu hayata gözlerimi yummadan önce karım ol istiyorum. Otuz sekizime gireceğim, yaşlanmadan çocuklarımın annesi ol istiyorum.” Alnını Aylin’in alnına yasladı, “Hadi sözlenelim artık. Zaten Atlas gelmeden düğün yapmayacağız.”

İçli bir nefes verdi Aylin, konuşmadı ama başını olumlu anlamda sallamakla yetindi. Heyecanlıydı lakin korkuyordu. Korkmaya hakkı vardı, Ethem bunu biliyordu.

Traşı bitirir bitirmez sevgilisinin elinden tuttu, yorgunlukla yatağa bıraktı kendini Ethem. Yanına Aylin’i de çekecekken, “Bir şeyler ye sevgilim, aç uyuma.”

“Uyanınca bakarım. Hadi gel, sen de yorgunsun.” Konuşması boğuktu ama anlıyordu Aylin.

“Ben izin için Aybüke’yi arayayım, geleceğim.” Telefonuna uzandı, balkona çıktı. Atlas’ın yokluğu bütün timi derinden sarsmış, empatisi dahi kurulamayacak bir acıya sürüklemişti. Herkes öldü diyordu ama tim biliyordu, o haber ulaşana dek hala bir ümit vardı. Şu an için ise ortada ne bir haber ne de bir ceset vardı.

Umut hala vardı.

“Alo? Aybüke.”

“Aylin? Bir şey mi oldu?” diye sordu Aybüke.

“Döndün mü?”

“Evet, çıkıyorum şimdi havalimanından.”

“Bu hafta için izin almak için aradım da, dilekçeyi falan yarın yazıp mail atmış olurum.”

“Hayırdır? İyisin değil mi? Ethem dönmüş.”

“Onun için izin zaten, o da izinli iken Rize’ye gidelim dedik. Söz için.”

Bir süre ses gelmedi fakat ardından Aybüke’nin yorgun ama neşeli sesi duyuldu, “Sonunda gelin oldun gidiyorsun. Hak ettiniz bunu. İzni ben hallederim, bir şeye ihtiyaç var mı düğün için falan?”

“Şimdilik yok düğün.” dedi Aylin sessizce. O da aynı anda caddeden geçen arabaları izliyordu. Şimdi söyleyeceği şeyin Aybüke’yi yeniden üzmesinden çekiniyordu. Kimse bilmiyordu ama Aylin, Atlas’ın Aybüke’ye nasıl baktığını görmüştü. “Atlas dönene dek düğün yapmama kararı aldık. Sadece nişanlanacağız.”

Tahmin ettiği gibi kısa bir süre sessiz kaldı Aybüke, “Öyle mi?” dedi. Kırgındı yüreği, bunu kimseye yansıtmamak için elinden geleni de yapmıştı. “Bir şeye ihtiyacın olursa ararsın, izni ben halledeceğim. İyi geceler.”

“İyi geceler, Aybüke.”

İnsan mutlu olduğu anlarda en yakınının da mutlu olmasını diliyor. Aksi durumda insanın sevinçi bir suçluluk gibi boğazında takılıp kalıyor. Kardeşinin canı yanarken mutlu olmak en azından Aylin’e ağır geliyordu. Şükredeceği çok şey vardı. Odasına döndüğünde çoktan uyumuş olan sevgilisinin yanına kıvrıldı, saçlarını okşadı. Son beş aydır olduğu gibi yüreğinde bu gece de Atlas’a ait koca bir boşluk, o boşluğu yamayan umut kırıntısı ve her zamanki gibi korku vardı. Son beş aydır kara bulutlar Anka Timi’nin üstüne çökmüş, güneş ışığı bulutları delip geçmek bilmemişti. Ama Aybüke’nin koyduğu bu ismin bir anlamı vardı, ne olursa olsun bu tim küllerinden doğardı.

 

🦋

 

 

Elimi tutan adamın çehresini izlerken onu uyandırıp uyandırmamak arasında gidip geliyordum. Parmak uçlarımı sakallarında gezdirmeyi özlemiştim. Uçaktan inmiştik, ülkeme yeniden ayak bastığım ilk an derin bir nefes almıştım. Vatansız insan nasıl tam olurdu ki?

Havalimanında bizi alacak bir aracı beklerken Oğuz omzumda yorgunlukla uyuyakalmıştı. Bir yandan saçlarını okşarken bir yandan kendimi yelliyordum. Türkiye İngiltere’nin aksine Temmuz ayında kaynayan bir kazan gibiydi, fakat ben onun sıcağına bile razıydım.

 

Oğuz’un telefonu çaldığında kıpırdanmaya başlamış, anında uyanmıştı. “Efendim?” dedi, bir eli ise omzumdan sarmıştı beni. “Anladım. Görüş mümkün mü?”

 

Ne konuşuyordu tek bir fikrim yoktu ama elleriyle oynamak şu an için daha cazip gelmişti. “Anladım. Tamam.” dedi ve telefonu kapattı. “Araç gelmiş sevgilim, otoparktan bineceğiz.”

Başımı sallayıp valizime uzandım ama o her şeyi çoktan almıştı bile. El ele otoparka ilerlerken hasret kaldığım herkesi ve her şeyi görmek için sabırsızlanıyordum. Bütün hayatıma veda etmiş, şimdi geri gelmiştim. Kamplara gitmeden önce de İzmir’e, annemlerin yanına gitmem gerekiyordu şayet annemler beni yurtdışına eğitime gitmiş olarak biliyordu. İnanmışlardı çünkü Teşkilat yalan söylerse inanmaktan başka bir seçenek yoktu.

 

Otoparkta bizi bekleyen siyah bir araç vardı. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. “Gece nerede kalıyor? Bizim ev boşaltılmış olmalı.”

 

“Sen ev işini Gece ile konuşsan daha iyi olur sevgilim, ne zaman istersen bende kalırsın zaten.” Elimin üstüne narin bir öpücük kondurdu. “Seni Gece’nin yanına götürüyorum, dışarıdalarmış. Haberleri yok.”

“Ya!” Heyecanla Oğuz’a sarıldım, çok özlemiştim Gece’yi. Arabanın içindeki aynadan kendime baktım, mavi saçlarımın örgüsünü açtım. Saçlarımın dalgalarını parmaklarımla düzeltirken Oğuz’un da saçlarıma aynı şeyi yaptığını fark ettim. Saçlarımı narince eline dolamış, kıvırıyordu. Çantamdan tek tük yanıma aldığım makyaj malzemeleriyle gözlerimin altındaki morlukları azaltmaya çalıştım, bu denli çöktüğümü hemen Gece’ye yansıtıp moralini bozmak istemiyordum.

 

Oğuz’un elleri saçlarımda gezinmeye devam ediyor, okşuyordu. Omzuma bıraktığı öpücükler ise durmadan gülümsememe sebep oluyordu. İnsanın bu kadar sevilebileceğini bana Oğuz öğretmişti. Bu denli seven adamı ne kadar sevsem yeterli olurdu ki?

Araç işlek bir caddede durduğunda heyecanla arabadan indim. İstanbul’un kokusu da sesi de başkaydı. Gökyüzü beş ay sonunda ilk defa boncuk mavisiydi. Gördüğüm deniz ise petrol siyahı değil, mercan mavisiydi.

“Gece buradaymış.” dedi Oğuz bir kafeyi işaret ederken. “Ben bölmeyeyim, hadi sen git. İşiniz bitince ararsın beni.” Alnımdan öptü ve araca geri bindi. Ona el salladıktan sonra kafeye girdim, beklenti ile etrafa bakındım. Değişmiştim. Saçlarım, algılarım ve belki de vücudum… Depresyondan on sekiz kilo vermiştim.

Derin bir nefes aldım, üst kata çıktığımda cam kenarında genç bir kız ile beraber oturan kuzgun siyahı saçlı, ay tenli arkadaşımı gördüm. Oradaydı.

Tedirgin adımlarla onlara doğru ilerledim. Bir adım, iki adım… Yaklaştıkça genç kızım söyledikleri netleşti. Gece, pürdikkat onu dinliyor; bana gülümsediği gibi gülümsüyordu. Artık masalarına çok yakındım, birkaç adım uzağındayken Gece’nin gözleri sadece bir saniyeliğine beni buldu. İlk görüşünde beni tanıyamamış olacaktı ki saniyesinde yeşilleri yeniden bana döndü. Gülümsedim.

Ağzı şaşkınlıkla açılırken bir eliyle koltuğundan destek aldı, ayaklandı. Karşısında beni gördüğüne inanamıyordu, tıpkı benim hayal gördüğümü düşünmem gibi. Tam tamına yüz yetmiş dört gün sonra kardeşime kavuşmuştum.

“Yansı?” dedi inanamayan bir ses ile. Gözlerinin buğulandığına şahit olmuştum. Ellerimi açarak ona doğru koştum, o da bana doğru geldiğinde sıkı sıkı sarıldım. Kemiklerimizi kıracak kadar sıkı sarılmıştık birbirimize, oysa o temastan nefret ederdi.

 

İlk kez sıkı sıkı sarmıştı kolları beni. Masadaki kız şaşkınlıkla gülümsüyor, bizi izliyordu. Gençti.

“Yansı’m.” dedi Gece saçlarımı okşarken. Sarılmayı sürdürdü, elleri sırtımı sıvazladı. “Yansı, çok özledim seni. Nerede kaldın sen, nerede…”

Birbirimizden ayrıldığımızda el ele tutuşuyor, hasretle birbirimize bakıyorduk. Gece o an yüz yıl geçse de inanamayacağım bir şekilde yanaklarımdan öpmüştü. “Nerede senin tombik yanakların! Kaşık kadar kalmışsın. Geç, geç otur yemek yiyeceksin.”

Beni oturttuğunda gelen garsona sevdiğim pizzayı söylemiş, sipariş vermişti. Bana döndü, parmakları ile saçlarımı okşadı. Ben ise ellerini tutuyor, ay yüzüne bakıyordum. Karşımızda oturan kız bize tatlı bir heves ve gülümseme ile bakarken ilk konuşan Gece oldu. “Yansı ablası, tanıştırayım; Eleanor. Eleanor, bu Yansı. Benim çok yakın arkadaşım, hatta bir diğer kız kardeşim.

“Merhaba.” dedi Eleanor, elini sıkmak için uzatmıştım. Tatlıydı ama yüzü fazla soluktu. Sıfır kol bir atlet giymişti, kolundaki serum girişleri ve ilaç tedavilerin izleri gözüme çarpan detaylar olmuştu. Bunları Gece’nin de gördüğüne emindim.

“Ben Yansı, tanıştığıma çok memnun oldum güzellik.” Tam o sırada pizzan önüme gelmişti. Gece, önümdeki bıçakla dilimleri ayırmaya başlamıştı bile. Oysa gram iştahım yoktu.

“Sen bayılırsın pizzaya, hadi. Ye.”

“Aç değilim kuzum, sen ye.”

“Kaşık kadar kalmışsın Yansı.”

“Sen de kilo vermişsin!”

“Önce sen. Sonra ben de yerim. Hadi, aç ağzını.” dedi sosa batırdığı dilimi ağzıma tıkarken. Elinden aldığım dilimi yemeye çalıştım, midem aklıma tezat yemek istemiyor; istifra için dakika sayıyordu.

“Ee, Eleanor. Anlat bakalım, nasılsın? Neler yapıyorsun?” diye sorduğumda Gece’nin yüzünde gülücükler açıyor, neşeleniyordu. “Siz nereden tanışıyorsunuz?” diye sordum Gece’ye.

“Eleanor benim bir… arkadaşımın tanıdığı. Onun vesilesiyle tanıştık, bir iki gün bana emanet.”

“Ne güzel. Çok sevindim. Nerelisin Eleanor?”

“İngilizim, Yansı Hanım.”

“Hanım?” Şaşkınlıkla Gece’ye döndüm, bu tür kibarlıklara alışkın değildim. “Lütfen abla de. Sadece Yansı da diyebilirsin fıstık.”

Cevap olarak güldü Eleanor, o da pizzasından bir dilim ısırdı. Ülkeme döndüğüm ilk günden ısınmıştı içim, sırada ruhumu iyileştirmek vardı.

“Neler yapıyorsun Eleanor? Lisede misin?”

“Ben evden eğitim gördüm Yansı Han- abla. Bir yılım daha var diploma için, bu sanırım on birinci sınıf oluyor değil mi?”

“Kaç yaşındasın?”

“On beş.”

“Burada dokuzuncu ya da onuncu sınıfa gidenler bu yaşta oluyor, sen sınıf atlamışsın demek ki. Zeki şeker. Tatil için mi geldin Türkiye’ye.”

“Kış ayından itibaren dönüşümlü olarak ülke değiştirdim. Amcamlar bunun benim için doğru olanı olduğunu söylemişti.”

“E okul? Sen hiç okula gitmedin mi?”

Hayır anlamında başını iki yana salladı.

“Hep evde mi öğrenim gördün?”

Bu sefer cevabı evetti. İçim acıdı, bir çocuğun okula gitmemesi ne demekti? Evet, belki matematik ya da feni öğreniyordu lakin bir çocuğun sabah yataktan kazınma hissini tatmadan, okula gitmemek için mızmızlandan; öğretmenlerinden uyarı almadan, hata yapmadan nasıl hayata hazırlanmasını bekleyebilirdi ki bir aile?

Konuşmadım, yalnızca Gece’ye baktım. O da şaşkınlık ve kırgınlıkla bakıyordu Eleanor’a. Bunun yanında gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir pırıltı da hakimdi.

 

“Ee, peki nasıl buldun burayı?” diye sorarak ortamın yoğun atmosferini bozmaya çalıştım.

“Çok sevdim Türkiye’yi. İngiltere bazen çok soğuk olabiliyor. Gökyüzü burada her gün canlı bir mavi, deniz masmavi.”

Neden bahsettiğini çok iyi anlıyordum ama o benim onu ne kadar iyi anladığımı anlayamazdı.

 

Pizzamızı bitirdiğimizde restorandan ayrıldık, Gece Eleanor’un elini; benim ise ceketimin kolunu tutmuştu. “Söyleyin ne yapmak istersiniz. Bugünümü size ayırdım.” dedi Gece.

Dirseğimle yumuşak bir şekilde Eleanor’u dürttüm. “Şanslıyız! Normalde işimden baş kaldırmaz, ben sürüklerim.” Gözlerini devirdi Gece, Eleanor ise kahkaha atarak güldü bu halimize.

 

“Sinemaya kı gitsek?” dedim.

“Baktık ama güzel bir şey yoktu vizyonda.” dedi Gece.

“Alışveriş merkezine gidelim?”

“Ne yapacağız orada?” diye sordu Gece.

”Akvaryum?”

“Cık.”

“Müzeye gidelim?”

“Burada güzel ne müzesi var ki?”

“Ay Gece!” dedim olduğum yerde durup, “Allah aşkına sus. Soğuk ve kapalı bir seçenek sunmaya çalışıyorum şayet güneşe mermi sıkacağım. Yandım! Sen sus, biz Eleanor ile karar verelim. Değil mi, Eleanor?”

Eleanor gülerek baş sallamıştı bu önerime. Gece sıkı sıkı tutmuştu elinden. Eleanor’un Gece için önemli biri olduğu netti.

 

“Sen seç Eleanor, ne var aklında?”

“İstanbul’da eski kitapçılardan oluşan sokaklar var diye duymuştum.” dedi Eleanor. Duraksadım şayet bu benim onun yaşındayken İngiltere için kurduğum hayalin aynısıydı. Ülkeler ve zamanlar farklı, hayaller ve zevkler aynı.

“Bayıldım ben bu fikre.” dedim gülümserken. O sokakları ezberlemiştim fakat her gidişimde yeni bir şeyler oluyordu. Gitmeyeli neredeyse bir yıl olmuştu.

“Buraya yakın, yürüyelim.” dedi Gece kollarımıza girerken. Üç kız yan yana, el ele kitap kokan sokakların yolunu tuttuk; kendi yarım kalmış hikayelerimize binbir farkı hikaye sığdırabilmek için.

 

 

💙🖤🤍

Yaylanın çimenine

Oh nenni koçari

Keçi vurur çanin

Haydi haydi koçari

Oh bi sarayım seni

Oh nenni koçari

Geçsun yürek yangıni

Haydi haydi koçari…”

 

Radyodan yükselen müzik Karadeniz’in sisli ve yeşil atmosferine karışıyor, kültürü bölgeye giren herkese anında yaşatmaya başlıyordu. Ethem ve Aylin en sonunda Rize’deydi. Aylin yan koltukta uyuyor, Ethem ise şarkıya uygun bir şekilde direksiyonda ritim tutuyordu. Ara ara yana bakıyor, Aylin’in üstünden kayan ceketi düzeltiyor; ellerine öpücük konduruyordu. On üç saatlik yolculuğun yalnızca en başında arabayı sürmeyi teklif eden Aylin geri kalan sekiz saatte uyumayı tercih etmiş, kalan dört saatte ise endişelerini Ethem ile durmaksızın paylaşmıştı.

 

Ethem’in ailesinin kaldığı yer yüksekteydi, dağa çıkarken sis sarmalamıştı etraflarını. Saat sabahın beşi bile değildi fakat Karadeniz bütün güzelliği ile camların hemen ardındaydı.

Virajlı yollar arttıkça uykusundan uyanmış, birkaç saniye alık alık etrafa bakınmıştı Aylin. “Ethem?” dedi Aylin esnerken. Saçları dağılmıştı.

“Arabada bu kadar deli yatmayı nasıl başardın fıstığım?” diye sordu Ethem neşeyle. Nişanlısının dağılan saçlarını biraz daha karıştırdı.

“Ethem! Yapma. Ya!” Arabanın içini kahkaha sesi doldururken Ethem’in hızı yavaşlamış, artık tepeye çıkmışlardı. Aylin ise dağınık saçı ve şiş gözleri ile alık alık aynaya bakmaya devam ederken şu cümleyi duymayı asla beklemiyordu:

“Geldik!”

Hışımla yanına sırıtan adama baktı, ardından gözlerini ön cama çevirdi. Karşısında duran genişlice bir ev vardı:

“Af buyur?”

“Geldik. Hadi, inelim.”

“Saçmalama! Tipime bakar mısın bir Allah aşkına? Madem yaklaştık önceden niye uyandırmıyorsun köpek!”

Aylin’in endişeli hallerinin aksine Ethem kahkaha atıyor, arabdan inmek için yelteniyordu.

“Ethem, dur! Bir hazırlanayım öyle çalalım kapıyı. Görmesinler beni- Ethem! Kime ne anlatıyorum ki?”

“Anne! Biz geldik annee!” Eve doğru çığlık çığlığa bağırırken Aylin saçlarını açıp silkelemeye çalışıyor, üstüne çeki düzen vermeye çalışıyordu. Arabada çıkarıp attığı çorabı bulamaması ise işin cabasıydı.

“Aşkım hadi-“

“Aşkına sı’arım Ethem! Çorabımı bul.” dedi Aylin panikle. Evin kapısında beliren yazmalı kadın onlara doğru gelirken tam yedi saniyede hem çorap hem de ayakkabılarını giymiş, araba dışına çıkmıştı. Öldürücü bakışlarını Ethem’e çevirdi:

“Ne güzel bakıyorsun öyle zeytin gözlüm.”

“Geberteceğim seni, sen bekle.”

Onlara doğru gelen yazmalı kadına en sevecen bakışı ile bakmaya çalıştı Aylin. Tipinin düzgün görünüyor olması için içten içe dua ediyordu.

“Ana!” dedi Ethem kadının elini öpmek için eğilirken.

"Uy benim asker uşağum gelmiş!" Ethem’i evire çevire öperken bakışları usul usul bekleyen Aylin’i buldu. Birkaç saniye için Aylin’i süzmekle yetinmiş, bakışları en sonunda yeniden gözlerinde durmuştu.

“Ne de guzellmiş ha gelinum, senin anlattığından daa guzellmuş Ethem!"

‘Gelin ben oluyorum galiba’ salaklığı ile gülümsedi Aylin, karnında anlam veremediği bir kramp vardı.

“Merhaba, efendim.” dedi Aylin kadının elini öperken. Kadının pamuk elleri Aylin’in saçlarını bulmuş, okşamıştı.

“Uyy nedur daa bu! Ana dediğun günler daa gelir inşallah gelun hanum."

“Amin amin.” dedi Ethem sırıtırken. Aylin’in elinden tuttu, eve doğru ilerletti. Adamın kulağına doğru fısıldadı Aylin, “Annenim ismi Remziye’ydi değil mi?” Mırıltı ile onayladı Ethem.

“Babanın ismi ne?”

“Remzi.” dedi Ethem bütün ciddiyeti ile.

“Remzi… Ciddi misin?”

“Valla.” dedi Ethem, Aylin ise el altından gülüşünü sönümlemeye çalışıyor, derin derin nefes alıyordu.

Eve girdiklerinde yerde kilimler, tahta ve ahşaptan mobilyalar göze çarpan ilk şeylerdi. Bir Karadeniz rüyasına dalmak gibiydi eve adım atmak. Adım attıkça gıcırdıyordu tahtalar fakat ev olağanüstü bir manzaranın dibinde, Karadeniz’in tepesindeydi. Bütün aile burada kalıyor olmalıydı şayet ev, minik bir konak boyutundaydı.

Ev sessizdi şayet saat daha beşe ancak gelmişti. Dikkatli adımlarla odalara bakına bakına ilerledi Aylin, bir kapı pervazına geldiğinde sessizce içeri doğru adım attı. Başını önüne çevirdiği an korkuyla sıçraması bir olmuştu, “Ay!”

 

Salona benzer bir odada bütün koltuklar dolmuş, oturanlar pürdikkat kapı girişinde yarı yamuk duran kızı izliyordu.

Daha güneş tam doğmamıştı bile!

“Hoş geldun gelun hanım.” dedi soğuk duran bir kadın. Yüzünde, Remziye Hanım’ın aksine nevale hir soğukluk vardı.

“Hoş geldun.” dedi bir başka donuk ses.

“Yengem bu mu?” diye sordu bir çocuk sesi.

Kapı pervazında tüyleri soyulmuş tavuk misali durdu Aylin, “Ethem.” diye seslenmeye çalıştı ama sesi bir yerlerine kaçmış gibiydi. Sesi hangi cehennemdeyse hemen gelebilir miydi!

“Ethem…”

“Efendim aşk-“ Aylin’in yanına gelmesiyle salondaki manzara ile karşılaşan Ethem de bozguna uğramıştı. Kendi akrabaları olmasına rağmen bu manzara onun için bile korkunçtu.

“Canım tanıştırayım…” dedi Ethem umutsuzlukla , “Ailem. Ailem, gelininiz.”

Sessizliği delen şey ise “Yenge!” diye bağıran bir çocuğun Aylin’in bacağına yapışmış olmasıydı. Kollarını bacaklara sarmış, ayaklarını kaldırıp yine Aylin’in bacaklarına dolamıştı.

Başına neler gelecekti bilmiyordu Aylin ama manzara şu an için tahmin ettiği kadar kaotik başlamıştı.

“Bismillahirrahmanirrahim.” dedi Aylin mırıldanarak.

“Ya hak, bismillah.” dedi Ethem aynı anda mırıldanarak. El ele tutuşup bu savaşı da atlatacaklardı- en azından birkaç günlüğüne sosyal mesafeyi koruyarak gezmeleri gerekecekti.

“Saat daha beş, yenge. Şafak operasyonu mu var?” diye söyledi Ethem. Fakat bu şakaya ne cevap veren olmuştu ne de gülen.

“Abi bana peneş ebise aldııın mı?” dedi minik bir kız çocuğu kenardan. Aylin’in bakışları orayı bulmuş, oturduğu yerden onları izleyen güzeller güzeli kıza bakmıştı.

“Peneş?” dedi Aylin mırıldanarak.

“Prenses demek.” dedi Ethem kardeşine doğru ilerlerken.

“Prensesim, aldım tabii. Arabada. Sen niye kalktın bu kadar erken, hadi git yat.”

“Anamlar kaldırdı.” demesiyle Ethem’in bakışları ailesine döndü. Sert bakışlarıyla oturan kadın ayaklandı, topuklu terlikleri sabahın sessizliğini delip geçerken konuştu:

“Kalkiysuniz da kahvaltuyu hazir edelim.”

“Sabahın beşinde mi, yenge?” dedi Ethem.

“Evet, sabahun beşinde damat bey.” Saçlarını savurarak salondan ayrıldı, arkasından takip eden kadınlar ise son kez sevgi dolu bakmışlardı Aylin’e.

“Ethem, sen bir gelsene telefonumu unutmuşum ben onu alalım.” dedi Aylin Ethem’i kolundan sürüklerken. Dışarı çıktıklarında ilk konuşan Ethem olmuştu:

“Yemin ederim ben de bu teşkilatı beklemiyordum ama geçer.”

“Benim telefonda konuştuğum kızlar ve annen çok tatlıydı. Bunlar kim?”

Güldü Ethem fakat başına geleceklerden de korkuyordu:

“Eltilerin?”

Aylin’in gözleri beş karış açılmışken kanının çekildiğini hissetti, “Hayır. Hayır… Ağzını kırarım senin Ethem!”

Bakmakla yetinmişti Ethem, Aylin ise kaderin cilvesine; evin olduğu yöne umutsuz bakışlarını çevirmişti. Ethem’e çektirdiklerinin karmasını yaşayacağını tahmin etmişti ama hayatının bu denli saldıracağını asla kestirememişti.

“Ethem…” dedi acıyla.

“Aylin’im.” dedi

“Ethem…”

Ah Ethem, ah!

 

💚

 

 

Önünde kilitli dolaptan bulduğu kutu, yere fırlatılmış duruyor, elinde az önce bulduğu fotoğrafı tutuyordu. Bazıları sevgiliyken, bazıları düşmanken ve bazıları evliyken çekilmiş fotoğraflardı. Hepsinde Aybüke vardı ama çoğunda Atlas eksikti.

Evlendikleri zaman kaldıkları küçük ama tatlı ev yıllardır kendi kaderine terk edilmiş biçimde kilitli bekliyordu. Yıllar sonra ilk defa bu evin kapısından girmişti Aybüke, oysaki çıkarken bir daha girmeyeceğine emindi. Yanılmıştı. Ve bugün girerken, tıpkı çıkarken olduğu gibi yine tek başınaydı.

Evi toz toprak kaplamıştı fakat her şey bıraktığı gibiydi. Atlas burayı saklamış lakin Aybüke olmadan kullanmamıştı. Zamanında özenle yerlerini silip süpürdüğü evine bugün toz toprak içindeki botlarıyla girmişti. Atlas’ın burada bıraktığı kilitli kasada tek bir şey bulmuştu; karton bir kutu. İçini açtığında ise sayısız ayna karşılamıştı onu, geçmişe ışık tutan yüzlerce ayna; onlarca fotoğraf.

 

Yoktu. Tanju onu nereye saklamışsa tek bir tüy iz bırakmamıştı ardında. Sanki Atlas hiç varolmamıştı, bir rüyadan ibaretti. Mutlu olmaktan hep bu yüzden kaçınmıştı Aybüke; güzel şeylerin elinde kalacağına inanır, düzgün giden hiçbir şeye dokunmak istemezdi. Ellerinde kara bir leke vardı ona geçmişinden bulaşan. Yıkasa da geçmek bilmiyordu. Aşkına çok uzun zaman sonra kavuştum derken ellerinden kaçıp gitmişti yeniden. Yoktu. Hani neredeydi? Başkan olabilirdi ama beş ayın sonunda istediği kadar kapsamlı arama yapacak bir ekip çıkaramıyordu şayet Atlas ülke sınırları içerisinde değildi. Dünyanın bir yerinde kaybolmuştu fakat nefes alıyordu, hissediyordu Aybüke. Ölmemişti Atlas. İnsan, bir diğer yarısı ölünce hissetmez miydi?

“Nasıl bulayım seni bu kadar büyük dünyada? Neresinden tutayım ben şimdi Atlas?” dedi elindeki fotoğrafa bakmayı sürdürürken.

Geçmiş kara bir lekeydi. Defterin arasına tozlanmak üzere sıkıştırılmıştı. Herkesin olduğu gibi Aybüke’nin de geçmişten gelen zincirleri vardı. İnsan zar zor koptuğu zincirinden tekrar tutar mıydı? Atlas için tutacaktı.

Kilitli kasanın kapısını yeniden araladı, fotoğrafları kutuya geri koyduktan sonra kasanın gerisinde kalan iki telefonu aldı. Biri onundu, biri ise Atlas’ın.

Yedek telefonunu açtığında deri ceketinin cebine yerleştirdi, kutuyu kolunun altına aldı ve eve, evine son kez bakarak kapıyı yeniden kilitledi. Ne zaman bu kapıyı yeniden açacağını bilmiyordu ama tek temennisi yanında sevdiği adamla açmak istediğiydi.

 

Karanlık sokaklar tanıdıktı. Sığ caddeler anılarla bezeli, geçmişin kara lekesiyle kaplıydı. Işık olmadan da yolunu bulurdu Aybüke. On altı yaşında İstanbul’a kaçtığında bu sokaklar saklamıştı onu, şimdi yine bu sokaklar ona aşkını bulmada yardım edecekti. Ortaköy’ün ara sokaklarında ilerlerken pazarın içindeki dükkanlardan birine girdi. Kasada duran adamın yanına gittiğinde kapüşonunu çıkardı, başıyla selam verdi. Kasada duran adamın gözleri kadını bulduğunda titremiş, şaşkınlıkla açılmıştı.

“Merhaba, Hüseyin ağabey.” Aybüke’nin aksine adam konuşamıyor, yalnızca karşısındaki kadına bakıyordu. Gözleri kadının gözlerinden ayrılmaz iken arkadaki raflardan birini kaldırdı. Kepenglerin inme saatiydi, dükkan kapanmıştı. Dükkanın alt katına indi Aybüke, tanıdıktı yol. Alt katta aynaların ardına saklanmış kapıyı açtığında bir alt kata daha indi. Girdiği ortam karanlık ve adam doluydu. Yalnızca tek tük kız vardı. Yüksek sesli gülmeler ve konuşmalar duvarlarda yankı bulurken Aybüke ortama girmişti. Gelen yabancı ile bütün dikkatler ona çekilmişti. Simsiyah giyinmişti, silahı belinde; kapşonu hala kafasındaydı.

“Kime baktın?” dedi Aybüke’nin yaşlarında bir adam. Oda kalabalıktı, kapşonunu açmasıyla sert bakan gözleri adamınkileri bulmuştu.

“Sana.” dedi Aybüke kendinden emin sesiyle. Yüzünün görünmesiyle fısıldamalar başlamış, hayret nidaları dökülmüştü.

“Aybüke?” dedi adam, gardını indirmiş ve saf şaşkınlığı ile kadını süzmeye başlamıştı.

“Sana ihtiyacım var, Pamir. Bana yardım edecek misin?” diye sordu Aybüke. Bunca insanı belki de en son on beş sene evvel görmüştü. İstanbul’a geldiğinde Pamir denen gencecik bir oğlan ve aile dediği adamlar sahip çıkmıştı Aybüke’ye. Gün gelmişti, yollar ayrılmıştı.

“Gel.” dedi Pamir şaşkın bakışlarını sürdürürken. Aybüke, yoluna aşikar olduğu odaya doğru ilerledi; çoğu şey bıraktığı gibiydi.

Pamir ardından gelmiş, ofisinin kapısını kapatmıştı. Aybüke’nin dönüşü en az bir aylık dedikodu vermişti gruba. Pamir koltuğuna kurulurken Aybüke çoktan sandalyeye oturmuş, elleri bağlı adamı bekliyordu.

“Dünün sarhoşluğu devam mı ediyor yoksa sen gerçek misin Aybüke?” diye sordu karşısındaki insanı süzerken.

“Karşında uzaylı varmış gibi bakmaya devam mı edeceksin?” diye sordu Aybüke.

“Karşımda uzaylı olsa daha az şaşırırdım. Hayırdır, dünyanın sonu mu geliyor?”

“Kaygılanma. Çetenize baskın düzenlemiyoruz.”

“Çete?” dedi Pamir şaşkınlıkla, gülüyordu, “Unutman normal ama senin çete dediğine biz aile diyoruz sayın Başkan.”

“Unutmadım.” dedi Aybüke sert bir sesle. Ellerini eski masanın üstünde buluşturdu, Pamir’in gözlerine doğru baktı, “Bunun için gelmedim. Benim…Yardıma ihtiyacım var.”

“Senin? Yardım?” Güldü Pamir, Aybüke ise sükunetle izlemeye devam ediyordu. “Koskoca Aybüke Başkan’ı bizim gibi illegal çetelere kadar getiren ne olmuş olabilir?”

“Pamir.” dedi Aybüke yapma dercesine. Bu odada en son on yedisi, belki on sekizinde oturmuştu. Yorgunlukla düşürdü omuzlarını, kara gözleri istemsizce buğulandı. Eski gücünden eser kalmamıştı.

Pamir ise bu güçsüzlüğü fark etmiş, yerinde dikleşmişti.

“Aybüke, sen iyi misin?” Aybüke ise yorgunlukla gözlerine baktı adamın, gözlerinde biriken yaşlar aniden çullandı esmer tenine. Ağlıyordu, hem de hıçkırarak. Ayaklandı Pamir, Aybüke’nin çökmüş omuzlarından tuttu, ardında geçti; sarıldı.

“Ne oldu, Aybüke?”

“Yardım et bana, Pamir. Kimse anlamıyor, öldü deyip duruyorlar ama ölmedi.” Kelimeleri hıçkırıklar arasında kaybolurken Pamir hüzün ve şaşkınlıkla bakıyordu kadının yüzüne.

“Kim öldü, ne diyorsun Aybüke? Dur, dur ağlamadan anlat.” Masadan aldığı mendille kadının yaşlarını sildi.

“Kayboldu Pamir.”

“Kim? Ben tanıyor muyum? Kim!”

“Atlas.” dedi Aybüke Pamir’in gözlerine bakarken, “Atlas’ı kaçırdılar.”

Bu ise Pamir’in ikinci kez bozguna uğramasını sağlayan haber olmuştu. “Ne?”

“Devlet gerektiği kadar kapsamlı arama ekibi sürmüyor sahaya.”

“Nedense içimden bir ses bunun sebebinin Mustafa denen başkan olduğunu söylüyor.”

Başını olumlu anlamda salladı Aybüke. Gözyaşlarını sildi, sert bakışlarını yeniden kuşandı. “Başka seçeneğim kalmadı, Pamir. Onu bulmam lazım. Yardım et.”

“Ülke dışında mı?”

“Evet.”

Yerinden kalktı Aybüke, Pamir ise hemen ardında çıktılar odadan. Orta alana geldiklerinde ikisi yıllar sonra yan yana ekibin önündeydi.

“Biri hayal gördüğümü söylesin.” dedi karanlıktaki adamlardan biri. Fısıltılar devam ederken Pamir bütün heybeti ile elini kaldırmış, susturmuştu.

“Dedikoduyu sonraya saklayın. Ailenin üyelerinden biri kayıp.” dedi karanlığı delip geçen sesi.

“Kim?” dedi genç bir kız. Diğerlerine nazaran daha rahattı. Koltuklardan birine yayılmış, elindeki gofreti ısırmakla meşguldu. Aybüke’nin gözleri kızı bulduğunda içine anlamsız bir sıcaklık yayılmış, yamadığı anılar istemsizce aklına sızmıştı. Kızın deli kanı ve renkli saçları tanıdıktı.

“Sen tanımıyorsun, Çitlembik. Eski bir…dost.” Pamir’in gözleri yeniden Aybüke’yi buldu.

“Yanındaki kadın gibi mi?” diye sordu Çitlembik lakaplı kız. Pamir’in ters bakışları hışımla onu bulduğunda yeniden konuştu, “Ne var Allah aşkına? Bakma öyle, yanındaki hatun içeri girdiğinden beri kimse susmak bilmedi.”

“Evet.” dedi Pamir’in keskin sesi konuşmayı bitirmek istercesine. Kızın ters bakışları Aybüke’den çekilmemişti ama susmuştu.

“Kim kayıp Pamir?” diye sordu daha olgun adamlardan biri. Karanlıktaki sese doğru döndü Pamir, “Onur kayıp.”

Aybüke içeri girdiğinden bu yana kesilmeyen fısıltılar şimdi gürültüye dönmüştü. Bu kalabalık ve dahası Aybüke’yi de Onur’u da çok iyi tanırdı.

Onur’un ismi geçtiğinde herkes dikkat kesilmiş, ilk şoktan sonra Pamir’e dikkat kesilmişlerdi. “Ne olduğunu öğreneceğiz. Aybüke anlatsın hepimize.” dedi sözü Aybüke’ye bırakırken.

 

Çevresini sarmalamış kalabalığın ortasına adımladığında eski anılar Aybüke’nin aklına hücum ediyor, üzerini çizdiği anılar teker teker günyüzüne çıkıyordu.

“Ben…” Kendini eski ailene yeniden tanıtmak ağır bir yüktü, sandığından çok daha can yakıcıydı, “Aybüke. Onur kayıp, son beş aydır kendisinden bir iz ya da habere ulaşamadık. Bunun için sizden yardım istiyorum. Kabul ederseniz, hayatımı kurtarırsınız.”

Pamir’in ailesinde kabul edilmeyen hiçbir görev teslim alınmazdı şayet bir kere kabul alındı mı mutlak sonuca ulaşmadan - devletin aksine - o dosya kapanmazdı.

Kısa süren sessizliğin ardından fısıltılar yükselmiş, kalabalığın sözcüsü ileri adımlamıştı. “Onur bizim ailemiz. Sen de öylesin, Aybüke. Kabul et ya da etme, bizde aileye terslik olmaz.”

Adam, kadının önünden yürüyüp giderken Aybüke’nin gözlerinde şimdi umudun bir kırıntısı vardı. Pamir ile yeniden odaya döndüklerinde çetenin ana liderleri de odadaydı. “Şimdi.” dedi Aybüke. “Sizlere anlatacağım her bilgi devlet sırrı niteliği taşır. Paylaşamaz ya da lehinize hiçbir şekilde kullanamazsınız. Şayet yakalanırsanız iş benden çıkar.”

“Hangi dağda kurt öldü Başkan? Başkan olduğunu duyunca bir daha hiç gelmeyeceğine emindik oysa.” dedi liderlerden biri.

“Konumuz bu değil, eski hesabı sonraya sakla. Beni de kurban yapmayı bırakın. Kendiniz sütten çıkmış ak kaşıkmışsınız gibi davranmayı da bırakın.”

Ağzı ile lakayık bir ıslık çalan eleman konuştu, “Yanımızda eski Aybüke değil de Dışişleri Bakanlığında çalışan bir başkan olduğunu unutmayın millet.”

“Boş yapma İzel.” diye yükseldi Aybüke. Aslında nefret değildi aralarındaki, kırgınlıktı. Geçmişten bugüne gelen ve gram onarılmayan bir çatlak; dinmeyen bir acı.

“Onur kayıp. Kaçırdılar ve beş aydır yok! Elimden hiçbir bok gelmiyor! Hiçkimse operasyon ekibi çıkarmama onay vermiyor!” Sesi karanlık duvarlarda yankılandı. “Başkanlığına sı’ayım, hiçbir şey yapamıyorum! Kim bilir ne halde. Elleri saç diplerini çekiyor, bir şekilde öfkesini dindirmeye çalışıyordu ama nafileydi. “Allah kahretsin ki dünyanın neresinde onu bile bilmiyorum.”

Aybüke’nin öfkesi algısını ele geçirirken omzuna dokunan elden bihaberdi. “Aybüke.” dedi yumuşak bir ses. “Sakin ol.”

Aybüke, kafasını çevirip baktığında eskilerden tanıdık bir yüz ile karşılaşmıştı: Aslı.

“Bu Onur senin kocan olan Onur değil mi?” diye sordu bir başkası.

“Evet, eski kocam.”

“Ne?” dedi İzel şaşkınlıkla, “Ne demek eski kocam?”

“Boşandınız mı?” diye sordu Aslı.

“İmkansız lan, imkansız.” dedi bir başkası. Burada Mustafa ile yaşanan trajediyi bilen tek kişi Pamir’di.

“Sonra anlatırım.” dedi Aybüke sandalyeye çökerken. Ayaklarını masaya uzatmış, başını sıvazlamaya başlamıştı.

“Hala aşıksın ama değil mi?” diye sordu Ilgaz. “Yani…siz çünkü.”

Cevap gelmedi ama herkes cevaba çoktan hakim gibiydi. “Sus, Ilgaz.” dedi İzel ağrı kesiciyi Aybüke’ye doğru fırlatırken. “Bizi alakadar etmez.”

“Aybüke.” dedi Pamir oturduğu yerden. “Eyvallah, güvenip gelmişsin ama devletin bulamadığını bizimle bulabileceğine inanıyor musun?”

“Evet.” Cevap hızlı ve netti.

“Anlat bakalım eski lider, ne var elinde?”

Ceketinin cebine uzandı Aybüke, bir kart çıkardı. Elinde tuttu, karşısındakilere çevirdi.

“Yani?” diye sordu İzel Aybüke’nin elindekine bakarken.

“Bu ne?”

“Bir kart?” diye sordu Pamir.

“Maça Ası.” dedi İzel.

Başını olumlu anlamda salladı Aybüke, “Maça Ası.”

Maça Ası kartı, Aybüke Akman’daydı.


 

 

Dilerseniz kartların güç sıralamalarına ya da anlamlarına internetten bakabilirsiniz😘

 

Her hafta bir bölüm atma düzenine dönmeye çalışacağım. Oy ve yorum atmayı unutmayın lütfen, çok büyük motivasyon oluyor🙏🏻

 

Bölüm : 01.07.2025 15:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...