41. Bölüm

“Bir Gün Gelir, Belki Kendimizi Aşkta Kaybederiz”

Kalopsia
kalopsia

 

 

 

 

MERHABA CANLAR!

 

 

AY İNANAMADIĞIM BİR BÖLÜMLE GELDİM 🥹

 

 

 

çok uzatmadan, iyi okumalar.​​​​​​…

 

 

Oy ve yorum atmayı unutmayın lütfen,

 

 

sonraki bölüm için oy sınırımız 10, yorum sınırımız 10 (atmasanız da sizin canınız sağolsun be :D)

 

 

 

❤️❤️❤️

 

 


24. Bölüm

 

 

(İkinci Kitap 2. Bölüm)

 

 

“Bir Gün Gelir, Belki Kendimizi Aşkta Kaybederiz”



Uzunlar-V1, Evdeki Saat

Değmesin Ellerimiz, Model

A Canım, Mabel Matiz

Hiç Bitmez Bu Masal, Kolpa

 

Yansı’nın Gidişinden Sonraki 1. Ay

Yalnızlık ne Gece için ne de Yansı için bir yaraydı artık, yalnızca kabuk bağlamış anılardan ibaretti. Ama kardeşinin gitmesiyle yaşanan yalnızlık pek çok şeye benzemezdi, çok daha fazla acıtırdı. Boşluğu kapatılamayacak derece büyük olurdu.

Yansı gideli iki hafta oluyordu.

Gece bir süredir hastaneden elini kolunu çekmiş, gizli bir şekilde Teşkilat korumasına girmişti. Yusuf Alastan’ın Teşkilat tarafından gizlice alıkonması ve Tanju’nun yok olması ile Bülent cephesi sakindi. Gözden ırak bu binada etrafa bakınıyor, dışarıyı seyrediyordu. Cam kenarındaki koltuğa sinmiş, gökyüzüne dalmıştı. Onun kaçışları çocukluğundan bu yana yalnızca gökyüzüne doğruydu. Şu an hissettiği bu bilinmezlik ve boşluk yetimhanedeki ile aynıydı. Sadece daha az acıtıyor ve korkutuyordu.

“Gece?” Adını duymasıyla döndü, karşısında Aybüke vardı.

“Aybüke.”

“Gelebilir miyim?”

“Tabi.” Uzandığı yerden yavaşça doğruldu, ayaklarını oturması adına toparladı.

“Sana Dilruba dememek hâlâ çok tuhaf.”

“Tahmin edebiliyorum.”

“Çok usta bir yalancısın.” dedi Gece, elbette karşısındaki kadına kırgın değildi. Aksine, onunla gurur duyuyordu. “Bu kadar iyi yalan söyleyebilmek hiç acıtmıyor mu canını?”

Sorulan soru ile donakalmıştı Aybüke, daha önce kimse ona yeteneğinin onu acıtıp acıtmadığını sormamıştı.

Kendi bile.

“Daha önce bunu hiç düşünmemiştim.” dedi Aybüke arkadaşının yanına otururken. Rahat bir pozisyon aldığında boşluğa baktı, “Düşünmek lazım. Üzülüyorum, seviniyorum, ağlıyorum, kızıyorum ama hepsi için söyleyebileceğim bir yalanım var. Bir süre sonra alışıyorsun, artık kimse gerçek seni göremiyor. Sonra bir de seni anlamayanlar var; anlaşılmıyorsun, kırılıyorsun, kötü hissediyorsun ama bunlar için de yalanın var. En tuhafı da şu ki kimse hiçbir şeyden şüphelenmiyor. Çünkü sen çok iyi bir oyuncu haline geliyorsun. Kimsin ki sen?” diye konuştu Aybüke kendi kendine. Sesli düşünüyordu. Bakışlarını yeniden ay tenli kadına çevirdi, “Sanırım acıtıyor, Gece. Ama şimdi sana dürüst olmak için geldim.”

Yanında getirdiği dosyalardan bir fotoğraf çıkardı, Gece’ye uzattı. Gece, fotoğraftaki kıza baktı ama tanıdığı birine benzemiyordu. Ama içten içe hissettirdikleri farklıydı…

Fotoğrafta koyu kahve saçlı, açık tenli, ela gözlü bir genç kız vardı. “Kim bu?” Fotoğrafa bakmaya devam etti, devam ettikçe kızın gözlerine çekildi.

“Sana verdiğim sözüm.” dedi Aybüke Gece’yi izlerken. Onun tepkilerini ölçmek istiyor gibiydi. Başını kaldırdı Gece, anlam veremiyordu. Konuşan yine Aybüke’ydi.

“Eleanor Coleman, daha önce bu ismi hiç duymadın değil mi?”

“Coleman? Atlas’ın soyadı değil miydi? Yanlış mı biliyorum?”

“Doğru. Kız ile gittiğin malikanede hiç karşılaştın mı?”

“Hatırlamıyorum ama sanmam. Neden? Kim bu kız, Aybüke?” Fotoğraftaki kız ölen kardeşi ile aynı yaşlarda duruyordu. Eğer ölmeseydi bugün bu yaşta olacaktı.

“O fotoğraftaki kız, senin yıllardır aradığın…” Derin bir nefes aldı Aybüke, “Kardeşin.”

Başını hışımla kaldırdı, Aybüke’ye titreyen gözlerle baktı, “Ne?” Bir kere daha fotoğrafa bakmak istedi ama yapamadı. Şayet bir daha baksa kardeşini görecekti, bir yabancıyı değil. Gözleri doldu, belki de uzun zaman sonra ağlayacaktı.

“Kardeşinin çok uzun bir geçmişi var, Gece. Haklıydın, o ameliyatta bir şeyler oldu ve sana bunu söylemediler. Sen haklıydın.”

Aybüke’nin görüntüsü gittikçe bulanıklaşıyordu şayet Gece’nin gözleri artık taşmak üzere olan bir nehirden ibaretti. “G-gerçekten o benim…”

“Kardeşin. Annelik yaptığın kardeşin. O ölmemiş Gece, hâlâ hayatta.”

Gece çok yetenekli bir cerrahtı, elleri gram titremez, görüşü nadiren bulanıklaşırdı ama şimdi göz gözü görmüyor, elleri durmaksızın titriyordu. Elindeki fotoğrafa yeniden baktığında onu gördü, Güneş’i. Biricik kardeşi.

“Güneş…”

Gülümsüyordu Güneş, bütün hayatını öyle geçirmiş olmadını umdu fakat gerçekler canını acıtacaktı. “N-ne olmuş kardeşime, nasıl büyümüş? Nerede büyümüş?”

“Çok karışık, Gece. Sana her şeyi detaylıca anlatacağım. Kısaca şöyle; Yusuf Alastan’ı zaten tanıyorsun.” Başını salladı Gece, Aybüke ise derin bir nefes aldı ve başladı anlatmaya. Bu anlattıkları tam tamına boşlukla geçen on beş senenin özetiydi.

On beş sene.

“Kardeşinin kanında çok özel ve nadir bulunan bir antikor tespit etmişler bebekken. Ameliyattan önce tespit etmiş olmalılar ki ne olduysa ameliyatta olmuş. Size bakan doktor Alastan’ın doktorlarındanmış. Antikoru Alastan’a satmış çünkü Alastan’ın yıllardır komada kalan sevgilisi için tek umutmuş.”

Sanki bir filmin özetini dinliyordu Gece çünkü bunlar yalnızca bir senaryoya ait olabilirdi.

“Sana verilen cenaze başka bir bebeğe aitmiş, sana göstermemelerinin sebeplerinden biri de bu. Çocuk olman işlerine gelmiş kısaca. Alastan o antikoru ve kanı hem Sevim’in gençlik rutinlerinde hem de sevgilisinin tedavisinde kullanmış. Eleanor’u -Güneş’i İngiltere’de Tanju’nun soyadıyla herkesten gizli büyütmüş.”

“Tedavi? Tedavi işe yaramış mı?”

“Sevim genç kalmış ama Asiye hiç uyanmamış. Onun gözünde Güneş’in vadesi dolmuş olmalı ki geneçlerde olan bir baloya onu da götürmüş. Büyük ihtimalle antikoru satma derdindeydi, Eleanor ilk defa bu sene ülkeye gelmiş.”

Duyduklarını sindirmesi çok zordu, ellerini saçlarına daldırdı.

“Dilruba sen, sen ne diyorsun! Kardeşime ne yaptılar?” Güçsüzdü ama hâlâ ayaktaydı. Ellerini Aybüke’nin omuzlarına attı, destek alıyordu.

“Güneş hayatta mı? Ülkede mi hâlâ? İyi mi?”

“Gece, ne olur sakin ol canım.” Kollarını Gece’ye doladı, sarıldı. “Merak etme, Alastan’ı aldık ve Güneş artık takibimizde. Ona hiçbir şey olmayacak. Sakinleş.”

Durmadan nefes alış veriyordu Gece, bir atağın tam sınırındaydı. En son bu kadsr kontrolsüz olduğu gün Güneş’in öldüğü gündü. Bir diğeri ise yaşadığı gün olmuştu.

“Gece.” Karşısında duran arkadaşını nasıl sakinleştireceğini bilemedi ama dikkati odaya giren kişi ile dağılmıştı.

“Gece?” Odaya hışımla giren adama baktı Aybüke, Ateş’ti.

Ateş hemen karşısında hızla nefes alan kadına baktı. Akciğerlerine çektiği nefes yetmiyor gibiydi. Yükselip duran göğsü birazdan kırılacaktı.

“Gece.” dedi Ateş algısı kapanmak üzere olan kadına. Yanına gitti, Aybüke’nin kollarında duran kadına baktı. Dış dünya ile bağını kesmiş gibiydi. İki elini kadının yanaklarına yerleştirdi, ona bakmasını sağladı. Gözleri gözlerine değiyordu ama onu gördüğüne bile emin değildi.

“Gece, bana bak güzelim. Gece?” Kadının elinde düşmek üzere olan fotoğrafı aldı, çevirdi. Kim olduğunu gördüğünde yüzünde oluşan ani şaşkınlıkla Aybüke’ye döndü:

“Zamanı gelmişti.” diye yanıtladı onu Aybüke.

Ateş, yeniden kriz geçiren kadına döndüğünde yeşillerine baktı, artık Aybüke’nin değil onun kollarındaydı.

“Gece? Duyuyor musun beni? Görebiliyor musun?” Cevap gelmedi, yalnızca boşluğa bakan bir kadın vardı kollarında. Beyaz teni daha da solgundu şu günlerde.

“Krize girmek üzere, kendini çok sıkıyor.” dedi Ateş, bütün dikkati Gece’nin üstündeyi. Tırnakları avuçlarını kanatacak dereceye gelince ellerini tuttu, açmaya çalıştı. Avuç içine kendi elini yerleştirdiğinde artık onun eline batıyordu tırnakları. Acıyı umursamadı Ateş.

“Güneş…” Gözleri kaydı, Ateş’in kollarında bilincini kaybetti. Yere düşerken tutmuştu Ateş, kolları ile bedenini kavradığı gibi odadan ayrıldı:

“Revire haber et, Aybüke.”

“Hemen arıyorum!” diye seslendi arkadan Aybüke. O sırada Ateş ivedi adımlarla kollarındaki kadını revire taşıyordu. Günlerdir yemek yemiyor, yüzü gülmüyordu. Farkındaydı ama elinden bir şey gelmiyordu işte. Son yaptıklarından sonra benden nefret ediyor diye düşünüyordu Ateş. Ne de olsa birdenbire bütün ününü ve mesleğini karalamak tartışmaya sebep olmuştu.

Yarı baygın kadını sedyeye bıraktı, yanı başında duran doktora endişe ile baktı, “Şoka girdi. Son günlerde çok beyazladı, solgun görünüyor. Besin takviyesi de çok düşüktü.”

“Tamamdır, bizde. Görünen o ki yalnızca biraz takviyeye ve istirahate ihtiyacı var, endişelenmeyin.”

Sedyede uyuyan kadına baktı Ateş, ne araladındaki gerginlik ne de Gece’nin öfkesi umrundaydı; sadece iyi olmasını umdu.

“Ben…” Kadına baktı, her ne kadar uyandığında yanı başında olmak istese de uyması gereken sınırlar vardı.

O sınırlara uydu. “Gideyim.”

Aybüke’nin olduğu odaya dönerken aklında yaknızca kendisiyle olan kavgasının sesleri vardı. Hem operasyon hem de aklı zor bir döneme girmişti. Odaya doğru yürüdüğü koridorda düşme sesleri yükseldiğinde dikkatini kapısı yarılanmış kapıya çevirdi. İçeriden kitapların düşme sesi ve bir adamın sesi geliyordu.

Odaya doğru ilerledi, kapıyı açtı. “Oğuz?” Devrilen kitapları tekmeleyen bir adam görmey beklemiyordu ama şaşırmıyordu da. Yansı gittiğinden bu yana Oğuz çok sessizdi. Patlamamış ya da kızmamıştı. Ama içten içe fırtınadaydı.

Kapıda durmuş onu izleyen Ateş’i fark etmemişti. Sinirle raflara vuran adamın yanına koştu Ateş, kollarını kollarına sardı, “Oğuz, kardeşim. Dur, sakin ol n’olur. Kendine zarar vercekesin!”

Oğuz onunduymuyor gibiydi, öfkesi fazlaydı. Boynundaki damarlar kendini sıkmaktan belirginleşmiş, elleri attığı yumruklardan ötürü kanlanmıştı.

“Amına koyayım böyle hayatın! Yeter lan, yeter! Yeter.” Duvardaki kitaplığa geçirdiği yumruk dolabın kırılmasına sebep olmuş, elini kesmişti. Kontrolsüzdü ve Ateş yıllar içinde ilk kez onu böyle görüyordu.

“Oğuz! Dur lan dur, kendine zarar vereceksin dur!”

Normalde çok güçlü bir adamdı Ateş ama Oğuz da onun kadar vardı, tutmak zordu.

“Yeter ulan, yeter amına koyayım yeter! Ne günah işledim de bu kadar acıyor siktiğimin kalbi.”

Söyleyecek sözü yoktu Ateş’in. Susmayı tercih etti, bir duvar gibi orada dikilmeyi, kardeşi düşerken onu tutmayı…

Kolları bir o yana bir bu yana saldıran adamı sarmışken sadece bekliyordu Ateş.

“Ateş, ben yoruldum…Sen hiç, yorulmuyor musun lan?”

“Aşkın yorduğu kadar yorgun olduğumu sanmıyorum.”

Koltuğa yorgunlukla çöktü Oğuz, patakladığı şeyler az da olsa öfkesini dindirmişti. “Hiç mi aşık olmadın?”

“Olmadım.” dedi Ateş Oğuz’n yanına çökerken. Oğuz alık alık boşluğa, Ateş ise boş tavana bakıyordu.

Aslında tavanlar onun için hep farklı olacaktı çünkü o boşluğa birlikte daldığı biri vardı.

“Olma, kardeşim. Şansın varken kaç, aşık falan olma.”

“Kötü mü aşk?”

“Aksine, çok… kutsal. İşte o yüzden olma gerizekalı, şekil A’da gördüğünden ibret al ve kalbine sahip çık.”

“Kalbime sıçayım.” diye mırıldandı Ateş.

“Ne?”

“Haklısın dedim.”

Burun direğini sıvazladı, gözlerinde biriken yaşları sildi, “Çok özledim lan.”

Sırtını dostça sıvazladı Ateş, “Alacağız oğlum, geri alacağız yengeyi. Azıcık daha sabret, sonra bırakmazsın zaten.”

Dağınık bir odada oturan iki güçlü adam…

Dağınık bir odada oturan iki aşk mağduru adam…

Kardeşinin sırtını sıvazlamaya devam ederken boş tavana baktı Ateş, içinde susmak bilmeyen ses bundan sonra operasyonun daha zorlı geçeceğini söylüyordu. “Bahtımı sikeyim.”

 

🖤

 

Günümüz, Londra

Bu hayatta hep yetersiz gibiydim; her dönem bir başkasına yetemedim. Ama en acısı hiçbir zaman kendime yetememiş olmamdı.

Doktordum, hayat kurtarıyordum; belki de birçok insana umut vaadediyordum. Oysa şu an çok umutsuz bir durumdaydım. Sadece gökyüzü değil, ruhum da karanlıktı. Gençliğime geri dönmüş gibiydim, Oğuz yine yoktu. Bu sefer varlığını bilsem bile ulaşamıyordum. Ruhum o kadar yorgun ve kırgındı ki artık aşkımı diri tutacak bir güce bile sahip değildim. Ve benim, kalbimin durumunu anlatmaya yeterli kelimelerim yoktu.

Bana o kelimeleri öğretecek bir Oğuz’um da.

Londra’nın sokaklarında geziyordum; tıpkı yıllar önce İzmir’de Oğuz’a anlattığım gibiydi her şey. Sabah elimde kahvemle işe gidiyor, ara sokaklardaki antikacıları ve kitapçıları geziyordum. Gördüğüm güzel çiçeklerden alıyor, kaygısızca resim yapıyordum. Ama mutlu değildim. Ben, ben bile değildim.

Yol üstünde görüp girdiğim bir ikinci el kitapçıda üst üste konmuş yayınlara bakıyordum. Benden çok daha yaşlıydı birçoğu. Elime aldığım Oxford basımı olan Aşk ve Gurur belki de yalnızca elim kadardı. Yazıları minik, anlattığı aşk fazlaydı. Sararmış sayfalarının arasında bir fotorafa ve kurutulmuş bir çiçeğe rastladım; dokunmadım, aynı şekilde bıraktım.

Geride bıraktıklarım ne durumdaydı bilmiyorum. Ben paramparçaydım, en son ne zaman tam olmuştum ki? Belki de Oğuz’la olduğum herhangi bir andır, hatırlamıyorum. Bir cam gibi kırgındım ve kaç kez yapıştırsam da yine parçalanıyordum işte.

Eskisi gibi güçlü olamayacaktım.

Koskoca beş aydır ne bir haber vardı ne de soran ama olanları biliyordum, terk ettiğim ülkem şu an içten içe yanıyordu. Haberler salgın hastalıklardan bahsediyor, çeşitli grupların saldırılarını ve darbe girişimlerini anlatıyordu.

Her bir kelimesinde içim acıyordu. Ve neredeyse emindim, durum dışarıya yansıtılandan çok daha vahimdi.

Caddede yürümeye devam ederken yanı başımdan geçen insanlar bambaşka bir dünyaya ait gibiydi. Ben ise kendi dünyama geri dönmüştüm; kalabalıkların içinde yalnız olan bir dünya.

Akşam saatleriydi. Ara sokaklarda, çok da popüler olmayan bir barın karşısındayım. On yaşımda aileme mükemmel bir evlat olmak istedim, yirmilerimde babasına benzemeyen iyi bir doktor; otuzunda yaşamayı isterken ölü bakan bir kadına dönüştüm.

Barın ön kısımlarında bir yere oturduğumda elimde sadece su vardı. Yıllarca babamdan kaçtım, alkolden kaçtım çünkü beni benlikten çıkaracağını biliyordum. Şu zamana kadar hiç kendimi unutmak istememiştim.

İçtim.

Kana kana içtim.

Ruhumdaki yangını söndürsün diye içtim ama o daha da harlandı.

Elimdeki boş bardağı barmene uzattım, belki de beşinci bardağımdı. Vücuduma hiç alkol girmemişti o yüzden tek bardak bile yetiyordu sersemletmeye. Müzik ve karanlık yetilerimin çoğunu engellerken başım geriye düşmüştü. Tavan dört dönüyor, insanlar bir ışık yumağı gibi görünüyordu. Bu kadar basitti işte kontrolü kaybetmek. Belki Oğuz gelirdi şimdi bir yerden.

Kaybettiğim kontrolü her zamanki gibi bana verir miydi ki yeniden?

Başım çatlıyordu. Kafamı geriye attığımda yutkunmak çok çok daha can yakıcıydı. Sarhoşluğumu umursamadan yeniden doğruldum, “Bir tane daha.” Barda duran Afrikan-Amerikan bir genç acımayla baktı bana, en azından ben bunları okudum kömür karası gözlerinden.

Acıma.

“İyi görünmüyorsun.” dedi.

“İyi görünmemeliyim.”

Anlamsızca baktı suratıma:

“İyi olursam hiç gelmez.” Köpek gibi özlemiştim kokusunu. Gözlerimi kapattığımda parmaklarımla ezberlediğim yüz hatları karşımda duruyordu. Açık kumral saçları, çarpık gülümsemesi, kaç kez uyuyakaldığım göğsü…

Kafam sandalyeden aşağı sarkarken ne kadar dağınık göründüğüm umrumda değildi. İçiyordum işte, kendimin yere düşmesine izin veriyordum.

Bilincim yavaş yavaş kapanırken bedenimi saran kolları hissettim, bardaki çocuktu bu. “Senin için bir taksi çağıracağım.”

“Hayır! Hayır…” Dengemi kurmak çok zordu. Bana çıkışa kadar eşlik ettiğinde ona teşekkür ettim, bana “mutlu bir şekilde” yaşamam için gönderilen tomarla parayı ona uzattım.

Gökyüzü zifiri karanlıktı, yerler bir yaz yağmuru ile ıslanmıştı. Sokak lambalarının hepsi yanıyordu burada. Parlaktı, çok parlak.

“Oğuz…”

Mesleğim, vatanım, aşkım ve hatta belki de sağlığım ellerimden kayıp giderken öylece durup izlemekten başka hiçbir şey yapamıyordum. Artık kırgınlığımı da yamamıyordum, vazgeçmiştim.

Yine vazgeçiyorum.

Karanlığın ardında kimse yoktu ama tanıdık bir koku burnumu sızlatır gibiydi, ne kötü şeydi bu meret; tıpkı hayal kurup yarım kalmaya benziyordu. İnsanlar işte yarım hayallerden kana kana içerek bir tam hayat kurmaya çalışıyordu. Ne acı bir çaresizlik.

Ayaklarım artık beni taşıyamayacak hale geldiğinde dengemi kurmaya çalışmadım, düştüm. Dizlerim kanadı, kıyafetlerim ıslandı. Belki de hasta olacaktım sabaha.

Hastalanır mıydım ki?

Sokağın ortasında düşmüş boşluğa bakarken kalan üç gram aklımla düşündüm. Cemal Süreya’nın şu sözünü duymuştum, “Öyle büyümüş ki içimizdeki yalnızlık; sevilmeyi beklerken, beklemeyi sevmişiz.”

İşte ben yine akşamlardan birinde onu beklerken gözyaşlarımla sessiz dualar ediyordum. İçimdeki aşktan doğan çiçekleri yaşatmaya çalışıyordum ama zordu. Umutlarımı yarınlara bağlarken az az tükeniyordum. Yine bir soğuk akşam yarınları düşünürken ölecektim. Hissediyordum, ben artık içmesem de ben değildim. Şayet bekleye bekleye delirmişti ruhum.

Az az fakat sonsuza kadar yok oluyordum, bunun izleyicilerinden olmaksa yalnızca acı vericiydi.

 

💔

 

“Temizleyin.” dedi Gece’nin tok sesi. Pür dikkat önünde yatan hastaya odaklanmış, titizlikle ameliyatı gerçekleştiriyordu. Simsiyah duruşunun üstünü örten ameliyat önlüğü ona her şeyden çok yakışıyordu; alması en pahalı olan kıyafetti bu.

“Kıkırdak dokuyu görüyorum. Elevatör.”

“Buyurun hocam.”

Nefes aldığı bile duyulmuyor gibiydi, pür dikkat işine adamıştı kendini. Gözlerinden akan yorgunluğa inat hâlâ iş başındaydı.

“Lateral osteotomiye geçiyoruz. Piezo’yu verin.”

“Piezo hazır.”

“Dokuya zarar vermeyelim. Yüzeyden ilerliyoruz.” dedi Gece hastası ile titizlikle uğraşırken.

“Simetri kontrol.”

“Sol taraf bir milim yukarıda.”

“Onu da alıyoruz. Mikro raspayı uzatın.” Kısa süren sessizliğin ardından ameliyat sona yaklaşıyordu.

“İdeal. Cilt kapama için hazırız. Sütür seti.” Son dikişini attığında titremeyen ellerini yorgunlukla esnetti Gece.

“Elinize sağlık hocam.”

“Elimize sağlık.” Ameliyathaneden çıkarken ağzındaki maskeyi ve eldivenlerini çöpe savurdu. Kuzgun siyah saçlarını örten ameliyat bonesi hâlâ kafasındaydı, Temmuz’un ortalarında İstanbul pek bir sıcaktı.

“Hocam! Telefonunuzu bende unuttunuz!” diye bağırdı arkasından koşan bir asistan. Ardını döndü, ona doğru gelen genç kıza baktı,

“Sağol, kafam dalmış.”

Gitmek üzereyken kızın söyledikleriyle durdu Gece:

“Hocam, iyi misiniz? Günlerdir aralıksız hastanede kalıyorsunuz, dört gündür nöbettesiniz.”

“Abartmayı çok seviyorsunuz.”

“En son hastane önüne çıktığınızda tarih dört gün önceyi gösteriyordu hocam, kamera kayıtlarına bakabilirsiniz.”

Onunla konuşan genç kıza baktı Gece, gerçekten o kadar olmuş muydu? Evet, kalabildiği sürece burada kalmak istiyordu çünkü kaçıyordu. Dışarıdaki hayatından ve de insanlardan, her şeyden…

“Peki, sen işinin başına dön hadi.” dedi Gece kızı gönderirken, kendi odasına doğru ilerlerken ayaklarında terlikleri, üstünde ameliyat önlüğü bâkiydi.

Saat gece on bire gelmişti. Odasının kapısını yorgunlukla açtığında her zamanki gibi karanlıktı. Odasına getirttiği geniş koltuğa kendini sırt üstü bıraktığında cebindeki telefondan galerisine girdi; şu sıralar bakıp durduğu bir iki fotoğraf vardı:

Kardeşi. Güneş’i ve Yansı’sı.

Evet, Yansı ile son beş aydır ne görüşmüş ne de konuşmuştu. Nasıl, ne yapıyor ve hakkında ne olacak bilmiyordu. Kendisi bir bataklığa çoktan batmıştı bu nedenle aklanması neredeyse imkansızdı ama Yansı hâlâ pürü paktı. Koruma amacıyla gönderilmişti ama Yansı’yı tanıdıysa vatanından ayrı çok mutsuz olduğunu adı gibi biliyordu Gece. Bu kadar üzülmesine rağmen elinden hiçbir şey gelmiyordu. Hiç derdi yokmuş gibi şimdi bir de kendinden ve hayattan kaçıyordu.

Telefonundaki genç kızın fotoğrafına buruk bir gülümseme ile baktı, Aybüke ona Eleanor Coleman hakkındaki her şeyi söylemişti. Gece’nin bunu sindirmesi bile tam tamına iki haftasını almıştı.

Buruk gülümsemesini solduran üstten gelen arama bildirimi oldu, açmayacaktı ama zorunlu olduğunu biliyordu.

Yemin etmişti.

Hem de öylesine bir yemin değil.

“Ne var, Bülent?”

“Sevgilim.”

Kusmak istedi Gece, kendini camdan ya da herhangi bir yükseklikten atmak.

“Ne var? İşim var.”

“Son beş gündür aralıksız çalıştığının farkında mısın? Bir dakika bile göremedim yüzünü.”

Görmemesini diledi Gece. Elinde olsa tek kaşık suda boğmak vardı…

“İşim var, Bülent. Aylak aylak gezmiyorum senin gibi, doktorum ben!”

“O hastaneyi bana kapattırtma!” diye yükseldi Bülent. Son beş ayda teşkilatın bulduklarına göre Bülent’in psikolojik, ağır bir rahatsızlığı vardı. Takıntı ise bunlardan sadece biriydi.

Gece ise istemeden Bülent’in takıntısı haline gelmişti. Bu fark edildiğinde ise olan olmuştu, Gece artık bir istihbarat mensubuydu.

Bülent’in takıntısından faydalanarak onun yanına bir ajan olarak sızmıştı. Onu öldürmeye çalışsa da, dövse de Bülent’in ondan vazgeçmeyeceğini biliyorlardı.

Maalesef.

“İşim var dedim sana, Bülent.”

“Sevgili misin yoksa iş arkadaşı mı belli değil! Bu gece eve geleceksin.”

“Orası benim evim değil, kendi evim var!”

“Yarın sabah seni görmezsen sonucu ağır olur, Gece!”

Dayanamadı Gece, elindeki telefonu sertçe duvara fırlatırken Bülent’e sevgi dolu cümleler sıralıyordu.

“Ne yaparsın lan döl israfı köpek! O*osp* çocuğu it! Pezevenk! Beş kadınla aynı anda yatan pedofili köpek. Takıntılı şizofren. A-“

Derin bir gülme sesi duymasıyla oturduğu yerden hışımla kalktı, sesin geldiği yöne doğru baktıpında karanlıktaki bedeni seçmek çok zor değildi.

Siyahlara bürünmüş bir Ateş Karal.

Gece’nin masasının başına geçmiş, karanlığı üstüne örtü misali örtmüştü. Kadın o kadar yorgundu ki sessizliğe gömülmüş bu bedeni elbette seçememişti. “Senin burada ne işin var!”

Gülümsemesini durdurduğu an konuştu Ateş;

“Bu daha ne kadar böyle devam edecek?”

Sinirle baktı Gece, “Sen şaka mısın? Narsist falan mısın yoksa? Bil bakalım beni bu bok böceğine sürükleyen kimdi? Dur dur, ben söyleyeyim…” Ellerini bir manşet açar gibi havaya kaldırdı, “Ünlü Şef Ateş Karal.”

Yerinden hışımla kalktı Ateş, siyah saçları hâlâ boneli kadının tam karşısına dikildi, kendinden emindi. Kafasındaki kapüşonu indirdi, bu Gece için sarsıcı olmuştu. İçten içe istemese de karşısındaki adam karizmatikti. Belki biraz fazla, ya da çok fazla…

“Mecburduk, yaptık. Yemin ettin, yemin ettim. Seni Bülent’in sevgilisi olarak görmek benim de hoşuma gitmiyor elbet!”

“Neden?” diye sordu Gece. Ateş’in ağzından kaçırdığı her bir kelimenin hesabını sormak ister gibiydi, “Neden hoşuna gitmiyor? Acı çektiğimi görmek işine gelmez miydi? Nerede senin eski nefretin?”

“Ne nefreti?”

“Bana olan nefretin.”

“Senden nefret etmedim! Aksine-“

Karşısındaki adama dikkatle baktı Gece, kehribar gözlerinde yanan ateşi gördü, anladı, hissetti.

“Aksine ne?” diye sordu Gece. “Ne aksine?”

“Aksine sen benden nefret ettin. Ben yalnızca kendimi korudum, o kadar.”

“Neyden!”

“Hayata karşı olan öfkenden, Gece!” Bir an için ikisi de sustu. Bu gerçeği hatırlamak Gece’yi afallatmıştı.

“Öfkelisin, o kadar öfkelisin ki gözlerinden nefret akıyor. Kanın aksa yerine kin akacak gibi.” Ateş’in aksine susuyordu Gece çünkü haklıydı. Ateş haklıydı. Gece’nin bu suskunluğunu fırsat bilip konuşmasına devam etti:

“Seni araştırabilirdim. Geçmişine dair her şeyi öğrenebilirdim.”

“Öğrenseydin o zaman.” Gece’nin sesi kırgın, gözleri ilk defa birinin karşısında buğuluydu. Ateş, sesi çatlayarak çıkan kadına şaşkın ve hüzünlü gözlerle baktı. Gece gerçekten yorgundu.

“Sen anlat istedim. Hayata karşı bu kadar öfkelenmeni sağlayacak ne yaşadıysan sen gel anlat istedim.”

Karşısında ona bakan zümrüt yeşili gözlere baktı Gece, son beş ayda istemsizce vakit geçirmiş; Yansı’dan çok onu görmüştü. Ona önce dövüşmenin temellerini öğretmiş, düştüğünde el uzatmıştı. Gece her birini geri çevirse de bir gün dahi Gece düştüğünde eli geride kalmamıştı.

“Ya anlatmak istemezsem?” diye sordu Gece, sesi çok kısıktı. Boğazında genzini yakan yumru kelimelerini yutuyordu.

“Anlatmak istediğinde, baktığın yerde duracağım. Orada olacağım.” Göz pınarıa konumlanmış tek damla bir gözyaşı vardı. “Anlatmak istediğin zaman geldiğinde nereye bakarsan bak, baktığın yerde olacağım.”

Tek damla gözyaşı yere düştü.

“Neden?” diye sordu Gece karşısında duran kehribarlara yorgunlukla bakarken. Ateş’in gözleri onun önlüğünde gezindi; siyah elbet ona çok yakışıyordu ama üstündeki bu forma en güzeliydi. İşte şimdi tam bir savaşçı gibi görünüyordu. Fakat bir eksik vardı.

“Bilmiyorum.” dedi Ateş ona bakarken, bir eli yavaşça havalandı, kadının ensesini bulduğunda bağlanmış iplerden birini çekti. Kuzgun siyah saçlarını örten boneyi çıkardı, Gece’nin artık kalçalarına ulaşan saçları serbest kalmıştı.

İşte şimdi tamamdı.

“Zayıflığım senin işine gelir, Karal.” dedi Gece, saçlarına dokunan eller içinde anlamlandıramadığı bir sıcaklığa sebep oluyordu. Yeşil gözlerine yağmurlar yağmak üzereydi.

“Al işte.” dedi “Nereden çıkardın bunu?”

“Hani nerede senin öfken?”

“Ne öfkesi?”

“Bana karşı olan öfken!”

“Yok öyle bir şey! En azından artık yok.”

“Neden?”

“Bunu sorup duracak mısın? Bilmiyorum ulan bilmiyorum!”

“Kavga etmediğimiz tek bir an bile yokken nasıl seninle konuşup rahatlamamı bekliyorsun?”

“Konuşmayabiliriz.”

Bir an için durdu Ateş, söylediklerini sindirdiğinde içinden yalnızca tek bir şey söyledi.

Siktir.

Sıcaklık yanaklarına hücum ederken karanlığa sığındı. “Eğitimini çok boşladık. Yarın sabah depoya gel. Bu sefer eğitimine ben gireceğim.”

“Yarın sabah mı? Telefondakini duymadın mı? Gelemem. Ayrıca, Ethem’e bir şey mi oldu? Neden o yaptırmıyor?”

“Bu sefer Ethem yerine ben varım. Gideceğin yer için bir seçim yapmak durumundasın desene.”

“Bülent ve senin aranda bir seçim mi yapmamı istiyorsun? Neden bunu istersin ki? Böyle bir seçim yapmayacağım.”

“Yapacaksın, yüzde doksana onluk bir ihtimal.”

“Ne? Doksana on mu? Kendinden çok eminsin, Ateş Karal. Nereden biliyorsun seçim yapacağımı?”

“Seçim yapacaksın çünkü Gece Yaman hiçbir zaman görevini ve sivilleri tehlikeye atmaz. Seçim yapmazsan Bülent’in buraya gelip hastalara rahatsızlık vereceğini biliyorsun, o yüzden yüzde doksan ihtimalle kan kusa kusa o eve gideceksin. Ya da oynaması için eline bir koz verip yüzde on ihtimalle bana geleceksin.”

Karşısındaki adamı hayretle dinledi Gece, aslında bir yerde haklıydı. Risk alamazdı, seçimi belliydi.

“Gece.” dedi Ateş’in tok sesi. Gece, o olduğunu belirten bir mırıltı çıkardı.

“Bir gün eğer oturup da sadece zayıf düşmek istersen gideceğin yer o adam olmasın.” dedi Ateş. “Zayıflığını hiçbir zaman gösterme başkasına.”

Oysa daha önce zayıf düşmeyi istemek aklından bile geçmemişti Gece’nin. Kendine dinlenmek adına şans tanımamış, zayıf düşmeye tek bir saniye dahi izin vermemişti. Ama şimdi Ateş söyleyince cazip gelmişti.

“Ne yapmalıyım o zaman?”

“Bana gel.”

Karanlığın ortasında sadece birbirlerine baktılar. Şiddetli bir fırtınanın tam ortasındaydılar, kaderdi yollarını kesiştiren. Puslu atmosferi bozan şey Ateş’in çalan telefonuydu.

“Ben de ne zaman çalarsın diye merak ediyordum.” diye mırıldandı Ateş, Gece ise yeşil yeşil bakıyordu ona.

“Efendim? Tamam, on dakikaya oradayım.” Kadına döndü, “Gitmem gerek.”

Kapıya doğdu yöenldiğinde onu durduran şey Gece’nin sesiydi, “Ateş.” Ağzından duyduğu şu kelime bile çokça savaşa girmeye değer gibiydi. Arkasında kalan kadına döndü.

“Keşke başka bir hayatta çıksaydın karşıma. Belki her şey başka olurdu, belki de yaşamak için bir şansımız olurdu.” Karşısında ona hayretle bakan adama döndü. “Sence? Sence olur muydu bir şansımız?”

Hayret dolu buruk bir ifade yerleşti Ateş’in suratına, “Olurdu.”

Olmasa da bu şansın yolunu çizebilirlerdi fakat bu hayatta Gece çok yorgun, Ateş ise her yerden kısıtlıydı. İki ayrı cam kafesten bakıyorlardı birbirlerine. Ateş odadan çıkıp giderken ikisinin de aklında bir yerlerde yankılanan tek bir cümle vardı:

Keşke bu hayatta da bir şansımız olsaydı.

 

🖤

 

Teşkilat binasının buhranlı odalarından birinde planları gözden geçiriyordu Oğuz. En büyük düşmanlarındandı zaman, akıp gidiyordu. Biriciğini, canını ve kalbini geri almak için geri sayıyordu. Doğu’daki hareketlenmeler için Ethem uzun bir süredir sahadaydı ve Hakan da ona desteğe gitmişti. Özel Kuvvetler Komutanlığına bağlı iki şerefli askerdi kardeşleri. O da masa başında operasyonun yeni dönemi için hazırlıkları tamamlıyordu.

Elmas’ın gerçek kimliği ortaya çıktığından bu yana sabah akşam çalışıyor, Tanju Coleman’a dair ne var ne yoksa inceliyorlardı. Maalesef zeki bir adamdı ve onu bulma çalışmalarının yanında Doğu kesimindeki hastalıkları da bir şekilde kontrol altına almaları gerekiyordu. Sağlık Bakanlığı’nın çalışmalarının yanında salgının kaynağını bulma görevi istihbarattaydı.

Her şeyin dışında binlerce kilometre uzakta yalnızdı sevdası. Ona ulaşamıyor, kafasına göre gidip göremiyordu. Göremezdi de şayet Yansı’nın tez için hazırladığı proje çok değerliydi.

Projenin yapabilecekleri ve kapasitesi oldukça yüksekti. Zamanında Yusuf Alastan’ın peşine düştüğü projenin peşinde şimdi Elmas vardı. Tezini dinleyen profesörler istihbarat tarafından susturulmuştu ama hepsi gün sonunda Elmas tarafından öldürülmüştü. Yansı’nın yakalanma tehlikesi hâlâ bakiydi. Canı hakkında risk alamazdı. Elmas’ın projeyi istemesinin temel sebebi ise Eleanor Coleman’ın kalbindeki sorunu tamamen giderebilecek olmasıydı şayet o da Eleanor’un kanını satmak istiyordu. O antikor belki de milyon dolarlarca değere sahipti.

İşte Gece Yaman kardeşinin bir daha yok olmaması, başkasına para ile satılmaması için Bülent’in yanına girmeyi kabul etmişti. Onun en işe yarayacağı yer orasıydı, Bülent kritik bir oyuncuydu.

Bu fikri ortaya atan kişi ise Ateş Karal olmuştu. Kadını kendinden uzaklaştırmak için hem kendini hem de onu ateşe atmıştı.

Belki bencillik, belki de hataydı.

Oğuz başını kağıtlardan kaldırmazken içeriye giren kadınlar ile konuştu:

“Bir fikrim var.”

“Dinliyorum.” dedi Aybüke’nin yorgun sesi.

“Yansı’yı oradan alabiliriz.” Hevesle konuşuyordu fakat Aybüke bu hevesi karşılamak için bile çok solgun görünüyordu.

“Oğuz, hevesini çok iyi anlıyorum ama risk alamayız, bunu bizzat sen söyledin.”

“Biliyorum ama bir fikrim var, onu koruma ile oradan alırsak operasyona dahil edebiliriz.”

“Ne? Operasyona kafamıza göre kimseyi dahil edemeyiz Oğuz, bunu çok iyi biliyorsun.”

“Kafamıza göre değil, bak.” dedi Oğuz elindeki kağıtla Başkan’a doğru ilerlerken. “Bu raporlara bir bak, son haftanın verileri. İnsanlar göğüs, kalp ve her türlü sistem enfeksiyonundan kırılıyor. Buradaki kaynağı en kolay öğrenme şeklimiz…”

“Hayır. Hayır, Oğuz. Böyle bir şeyi düşünemezsin bile. Riske atamam deyip durduğun kızı oraya mı sokacaksın? Sen delirdin mi?”

“Delirdim, Aybüke. Delirdim! O orada burada çekeceğinden çok daha fazla acı çekiyor. Yalnız, yapayalnız hem de! Duvarlarla yalnız bıraktık tam beş aydır! O dayanamaz Aybüke, çok üzülür. Orada olacağına benim korumamla çevre illerdeki bir hastaneye girsin. Enfeksiyon bölgesinden uzak ama istihbarat toplayabileceği bir yer.”

Durdu Aybüke şayet karşısındaki adam gayet ciddi duruyordu. Kim bilir kaç gün aralıksız çalışmıştı da göz altıları bu denli kızarmıştı?

“Ben…bilmiyorum, Oğuz. Mantıklı bir karar mı emin değilim.”

“Ben hiçbir bok bilmiyorum ama senin bildiğinden eminim. Onu görmüşsündür, halini biliyorsundur. İyi değil, değil mi? İyi değil, günden güne ölüyormuş gibi hissediyordur.”

“Nereden biliyorsun, Oğuz? Belki de mutludur.”

“Ben onu tanımıyorum Aybüke Başkan’ım, ben onu ezbere biliyorum. Ezberimden hiç silmedim, silmem de.”

Oğuz kendinden emin bir şekilde bakarken Aybüke şüphelerinde boğuluyordu. Evet, Yansı’yı operasyona alabilirlerdi ama bu onu korumanın tam aksi tehlikenin ortasına atmak olurdu. Ama aşk için risk almaya değer miydi?

Belki.

“Oğuz.”

“Aybüke, söz veriyorum. Onu koruyabilirim. Biliyorum.”

“Beni zorluyorsun, hem de çok fazla.” Kıyamıyordu da kardeşine, “Daha fazla şans oyunu oynayamayız, biliyorsun değil mi?”

“Bu bir şans oyunu değil. Tek bir atış yalnızca ve ben atışta hep tek atarım. N’olur, bana güven Aybüke. Yapabilirim, burada da korurum onu. Biliyorum, o vatanı olmadan yapamaz. Bu operasyon daha ne kadar sürecek bilmiyoruz bile.”

Sağa sola baktı Aybüke, dalıp gitmiş Aylin’e baktı. Vereceği karar ya bir hata olacaktı ya da doğru oynanmış altın bir hamle.

“Tamam lan tamam. Kabul ediyorum, tamam.”

Satranç tahtasında şu zamana kadar dönmüş olan oyun aslında bir hazırlık maçıydı. Fakat bir oyuncu ciddiyetle oynadığı maçtan çıkardığı bütün derslerle çok daha güçlü dönecekti. Gerçek oyun için piyonlar dizilmeye başlanmıştı.

Ve durum şu an için 0-1 idi.

 

 

 

♟️

Ateş restorandan ayrılmış, evrak işlerini halledip deponun yolunu tutmuştu. İstihbaray eğitimleri için kullanılan donanımlı bir salondu depo. Son beş aydır Gece’nin eğitimlerini de orada yapmışlardı: Savunma, dövüş, iz-takip, dayanıklılık ve işkence simülasyonları…

Beş ayda elbette bir istihbaratçı kadar donanımlı olamazdı lakin fena da gitmiyordu. Ateş eğitim tarihlerini bizzat takip etmiş, Bülent’e karşı nasıl savunacağını öğretmişti. Ateş’in şef kimliğinden ötürü çok zamanı olmuyordu ama Ethem Gece ile iyi anlaşmış, onun eğitiminde destek olmuştu.

Kafasında kapüşonlu, üstünde spor kıyafetleri ile depoya doğru gidiyordu. Motorunu son sürat sürüyor, gelip gelmeyeceğini düşünüyordu. Büyük ihtimalle gelmeyecekti ki zaten etik olarak gelmemesi en doğrusuydu. Bir görevi vardı ve tam şu anda o görevi icra ediyor olmalıydı. Ateş ise bugün tüm gün izinliydi, yani akşam da Gece’yi çalıştırabilirdi. Ama özellikle sabahı seçmişti, nedeni bilinmez içten içe bazı şeyleri görmek, öğrenmek istiyordu.

Öğrenmemesi gereken şeyleri.

Depoya yaklaştığında motorunu kenara park etti, sürgülü metal kapıyı araladı. İçerisi karanlıktı, ışıkları yaktı.

Kimse yoktu.

Kol saatine baktı, 09.13

Bildiğine göre Gece, Bülent’in yanına buçukta gitmiş olacaktı. Kafasını iki yana salladı, saçlarını karıştırdıktan hemen sonra üstündeki sweati bir kenara fırlattı. Ellerini bandajla sararken bir yandan onu düşünüyordu. Bu düşüncelerden sıkılmıştı; ya tamamen aklından çıkıp gitmesi gerekiyordu ya da bir daha girdi mi çıkmaması. Oysa Gece bir gün vardı, bir gün yok.

“Aklını skeyim Ateş, sus artık sus.” Ellerini bandajladıktan hemen sonra kenarda asılı duran kum torbasına yöneldi. Hamleleri sert, etkileri güçlüydü. Saçları yavaş yavaş terden alnına düşmeye başlarken onun öfkesi artıyordu. Her bir darbe farklı bir amaçla atılıyordu.

Biri Bülent’e,

Biri hayata,

Biri aklına,

Biri Bülent’e,

Biri şartlara,

Biri bulundukları evrene,

Biri olasılıklara,

Biri Bülent’e,

Biri olmuşlara,

Biri olmamışlara,

Biri olamayacaklara,

Biri Bülent’e,

Ve bir diğeri de olabilecek olanlara.

Darbe ve nefes sesleri deponun boş duvarlarında yankılanırken gelen giden kimse yoktu. Bir an için gözüne saati ilişti, 09.26.

Git gide bitiyordu zamanı.

Neden şartlar böyle olmak zorunda ki diye düşündü Ateş, belki onunla bambaşka bir hayatta çok farklı koşullar altında tanışmış olabilirdi. O hep hayal ettiği gibi bir şef olurdu, Gece ise mutlu ve başarılı bir doktor. Kimse mesleğini baltalamaz, takıntı haline getirmezdi onu. Belki de ikisi de kendince mutlu olurdu.

Ama bu sadece hayalden ibaretti.

Gerçekler farklıydı, kaçılamayacak kadar da mühim.

Yumrukları hızlandıkça hızlandı, kum torbasının küçük bir dikişi patlamıştı. Ve saat 09.39 olmuştu. Son kez yarı açık duran kapıya baktı, kimse yoktu.

Gece Yaman’ın seçimi Bülent olmuştu.

Gece, Ateş’i seçmemişti.

Tıpkı yüzde doksanlık ihtimalde rakamların anlattığı gibi.

Metal kapıyı kapatmadı, vücudunu esnettikten sonra çöktü, iki kol üstünde ivedilikle şınav çekmeye başladı. Çok kısa bir süre sonra tek eli sırtında çekiyordu şınavı. Toyluk zamanlarında iki el üstünde on şınav bile zordu fakat şimdi öylesine büyümüştü ki…Zaman çok tuhaftı. Bugün senden aldıklarıyla yarın seni zengin edebilirdi. Seni iyileştirebilir, büyütebilirdi.

Ne kadar öyle kaldır bilmiyordu, zaman algısı idman anında yok gibi bir şeydi. Kollarını değişe değişe şınavına devam etti. Saat takılı koluna geçtiğinde karşısında duran saate baktı,

09.57

Bir şınav daha çekti, bir tane daha, bir tane daha ki bütün dokuları aklıyla beraber uyuşana dek…

“Eğer buna biraz daha devam edersen dokularına kalıcı zarar verecekesin.”

Durdu. Bu ses tanıdıktı. Ya da aklı sadece salakça bir oyun oynuyordu. Arkasını göremiyordu, donmuştu. Birkaç adım sesi ile beraber yanı başında duran kişinin ayakları görüş açısına girdi. Kadın spor ayakkabıları…

“Hatta şimdiden sağ kolunda bir uyuşukluk hissettiğine yemin edebilirim.”

Kafasını kaldırdı, karşısındaki kadına şaşkınlıkla baktı. Hatta ağzı iki karış açılmış bile olabilirdi.

Gece Yaman buradaydı.

Seçmişti. Onu seçmişti.

Ayaklandı, karşısında duran kişiye baktı. Yine siyah bir tayt ve atlet giymişti. Saçları bozuk bir atkuyruğu şeklindeydi. Yüzünde hiç makyaj yoktu ve tek tük çilleri belirgindi. Azdı ama güzellerdi.

“Geldin.”

Karşısındaki adama kendinden emin bir ifadeyle baktı, gözlerine daha iyi bakabilmek adına çenesini hafifçe kaldırdı:

“Ben yüzde onlardan ibaretim, şefim. Bak işte, karşındayım. Ve sen bunu biliyordun değil mi? O yüzden o kadar emindin kendinden.”

“Neyi?” diye sordu Ateş oysa neyden bahsettiğinin gayet farkındaydı. Güldü Gece:

“Benim her daim yüzde onu seçeceğimden. Risklere oynamayı sevdiğimi biliyorsun çünkü sen de hep risklere oynarsın. Benziyoruz, Ateş Karal.”

“Bu sefer kendinden emin olan sen gibisin?”

Cevap olarak çenesini daha da dikti Gece. Gülen kişi bu sefer Ateş’ti.

“Güzel. Çok güzel.” dedi harfleri uzatarak; kocaman gülümsedi, Gece için onun gülümsemesi belki de en hoş şeylerden biriydi. Güzel gülüyordu, çok güzel.

“Bu iddianı sahada da görmek isterim, Gece Yaman.”

“Hay hay, şef.” Göz kırpmıştı Gece bunu söylerken. Onun rahatlığının aksine Ateş’in evi barkı yanıyor olabilirdi.

Neydi o öyle?

Ardı dönük ringe ilerlerken yüzünde anlamsız bir sırıtış vardı.

“Üstünü giyeceksin herhalde?” Ardını döndü, Gece’ye baktı. Neyden bahsettiğini anlamamıştı ta ki üstüne bakana dek.

“Çok sıcak.”

“Öyle mi? Ciddi olamazsın.” dedi Gece yapay bir şaşkınlıkla.

“Sen benimle dalga mı geçtin az önce?” diye sordu Ateş ciddiyetle, oysa en son antrenmanlarda bu kadar eğlendiğini hatırlamıyordu.

“Asıl sen benimle dalga mı geçiyorsun? Giy şu üstünü hadi.”

“Sıcak.”

“Ateş, ringde dikkatimi dağıtamazsın. Şansını zorlama.”

“Dikkat dağınıklığı? Ne için? Neden dağılsın dikkatin?” Aptalı oynamak bazen gerçekten de eğlenceliydi. Gece ona ciddiyetle bakmaya devam ederken o sırıtıyordu. Çantasına doğru yürüdü, bir tişörtü Gece’ye doğru salladı. Üstüne geçirdi, saçları da vücudu gibi ıslaktı.

“Oldu mu?” diye sordu Ateş ringe dönerken, Gece ise cevap olarak kokarcaya benzer bir surat yapmakla yetinmişti. İşte o an Ateş’in gür kahkahası depoyu doldurmuştu.

Son beş aya nazaran belki de Gece’nin bu kadar gardsız olduğu tek saatlerdi.

“Ne yapıyoruz?” diye sordu Gece ringde elleri belinde karşısındaki adama bakarken.

“Ethem seni ne kadar iyi eğitmiş ona bakıyoruz.” dedi Ethem ellerindeki bandajları sökerken. Bittiği an hızlı bir manevra ile ardındaki kadına ulaştı, keskin ama kontrollü hareketlerde Gece saniyeler içinde yeri boylamıştı, “Lan!”

“Cık, cık, cık. Ethem çok da iyi iş çıkaramamış desene.”

Gece, yerde kalkmak için yeltenirken sakindi, ta ki şu cümleyi duyana dek:

“Belki de öğrencisi kötüydü.”

Öyle mi dercesine baktı karşısındaki adama, yeşil harekeri yeniden öfkeyle harmanlanmıştı.

“Diyorsun.” dedi Gece kısık sesiyle.

“Diyorum.” dedi Ateş kendinden emin ifadesiyle. Sakince ayaklandı Gece, onun kadar iyi değildi elbet ama kısa süre için düşmanını etkisiz hale getirmeyi öğrenmişti. Bir anda Ateş’in karnındaki iki noktaya hızla vurdu, sendelemesini fırsat bilerek tekmesini omzuna doğru uçurdu. Amacı omzunda çıkıp düşürmekti ama beklemediği bir şey oldu, ayak bileğinden tutulmuştu. Dönerek takla atmayı denese de nafileydi ama bu bile Ateş’i şaşırtmıştı. Denediği şey zor bir hareketti.

“Fena sayılmazsın, çaylak.”

Buna rağmen durmadı Gece, Ateş’e saldırmayı sürdürdü. Aynı şekilde Ateş de onun hamlelerini teker teker savuruyordu. Bir an için kadını kolundan hafifçe kavradı, onun tekmesini boşa çıkarmak adına onu mindere savurdu.

“Gece, kaç kilosun?”

“Ne alaka?” dedi Gece yerde nefeslenmeye devam ederken.

“Taşıdığım çantayı koltuğa fırlatmak daha zor. Anlaşıldı, başında durup beslemek lazım seni.”

Yeniden ayaklandı Gece, avuç içleriyle bir hamle daha savuracakken bileklerini Ateş tarafından kavranmıştı, işte o an dirseklerinden bileklerine uzanan bileklikleri kaymıştı. Tuttuğu narin bileğe baktığı an gözlerinde şimşekler çaktı. Gece’nin derdi hâlâ savaşmaktı ama Ateş onu kollarının altına almıştı bile. Buz kesmiş gözlerle kadının bileğine bakıyordu.

“Gece, bu ne?” Gece’nin iki bileği de morarmış, hatta yeşile dönmüştü.

“Ne?” Ateş’in baktığı yere bakınca bileklerinin açıldığını gördü. Kendini kurtarmaya çalışsa da az öncekinin aksine Ateş güç uygulayarak kadının sırtını göğsüne yasladı, debelenmesini engellerken bileklerini inceliyordu.

 

“Gece, bileklerine ne oldu dedim sana!”

“Yok bir şey, ameliyatta oldu. Deli dana gibi bağırıp durma!”

“Ameliyat? Ameliyat demek, ameliyatı olan sensin galiba!”

“Bırak Ateş, yok bir şey.” dedi adamın kolları aradında debelenirken ama kurtulmak imkansız gibiydi. “Bırak.”

İki kolunu sıkıca kadına dolamıştı, istemsizce boynundan kokusunu duymuştu. Saçları çenesine değiyordu, başka bir zaman olsa şu konum için dua edebilirdi fakat şu an için derdi yalnızca Gece’nin pürü pak teniydi.

Onun bakmaya kıyamadığı teni morartmışlardı.

“Ateş, bırak.”

Kollarını çözdü Ateş, elleri belinde volta atmaya başlamışken sinirden alnındaki damarlar belirginleşmişti. Tam o sırada beklemediği oldu, ardındaki kadını bir anda sırtında buldu. Her şey o kadar ani gelişmişti ki gard almamıştı şayet bunu yapabilecepini düşünmemişti.ki sanşye sonra yerde, sırt üstü yatıyordu, hemen üstünde ise onu bastıran kadın vardı. Bir an için bulundukları konuma baktı, “Sen- nasıl-“

“İyiyim ben! Bir şeyim yok, göt kafalı aklına sok şunu.”

“Ne kafalı?”

“Göt kafalı-“

Ateş hızlı bir manevra ile üstündeki kadını altına almıştı. Şimdi Gece Yaman Ateş’in hemen dibinde uzanıyor, Ateş’in elleri başının iki yanında şınav pozisyonunda duruyordu. İkisi de birkaç saniye için gerçekeri unuttu, oldukları yeri de hatırladıkları söylenemezdi. O an sadece onlar vardı; yeşil ve kahve.

“Ateş, çık üstümden-“

“Gece.” dedi Ateş’in tok sesi.

“Hm?” dedi Gece ama dibindeki adamın etkisine girmemek elde değildi. Ne oluyordu Allah aşkına karnında? Neydi bu kelebekler hormonlar falan?

Hayırdır?

“Bana geldin, farkında mısın? Seçim yaptın, Gece. Şu an buradasın, bunun ne demek olduğunun farkındasın, değil mi?”

Gece’nin zümrüt misali parlayan gözleri karşısındaki adama bakıyordu. Kahvelerinde sanki dünyanın bütün toprağı ekiliydi.

Ne güzel o gözler, yeşil yeşil…

Ne güzel o gözler, kızıl kahveler ve sarı hareler…

Konuşmadı Gece ama Ateş’in onun adına da bir cevabı vardı, “Biliyorsun tabii ki. Sen yüzde onluklardan ibaretsin, insan kendini bilmez mi?”

Suskunluğunu sürdürdü Gece, yalnızca ağır bir şekilde yurkunmakla yetindi.

“Beni seçtin Gece. Sen seçtin.”

Bizi seçtin sen, Gece.

“Ben…” Konuşması tiz bir çığlıkla bölündü, “Gece!” Sesin geldiği yöne baktıklarında karşılarında hiç görmek istemedikleri biri duruyordu. Deponun metal kapısının orada onlara hayretle bakan bir Bülent.

Ateş, Gece’nin üstünde şınav pozisyonunda duruyordu. Elbette tuhafsamak doğaldı. Fakat Ateş’in aklını kurcalayan şey o değildi. Bakışlarını döl israfından çekti, yemyeşil gözlere dikti. Gece hâlâ hayret ve korkuyla Bülent’e bakıyordu.

Ama sahteydi, değil mi?

“Seni o gün restoranda ilk gördüğümde bir ateş parçası olduğunu sanmıştım. Oysa şimdi görüyorum ki çevresini de beraberinde yakan yangının tekisin.”

“N-ne diyorsun Ateş, kalk üstümden çabuk!”

“Akıllı kadınları severim Gece ama zeki olanları ayrı bir hoşuma gidiyor.”

Bülent’e son bir bakış atarken sırıtmadan edemedi şayet anlamıştı. Gece’nin planını anlamıştı.

En sevdiği yeşillere döndü, son kez bakıştılar. “Ateş…” O an onlar için kayıta alınmıştı şayet Ateş Karal bir saniye daha beklemeden Gece’nin pembe dudaklarına yapışmıştı.

Ateş bacayı en sonunda yakmıştı. Kavga buraya kadardı, bundan böyle Ateş’in cephesi yalnızca aşk için olacaktı. Yenilen ve yenen belliydi. Bu, Ateş’in en güzel mağlubiyetiydi. Ringin şampiyonu ise aşktan başkası değildi.

“…Bülent’in buraya gelip hastalara rahatsızlık vereceğini biliyorsun, o yüzden yüzde doksan ihtimalle kan kusa kusa o eve gideceksin. Ya da oynaması için eline bir koz verip yüzde on ihtimalle bana geleceksin.”

Kozun adı Ateş Karal’dı. Şef olan Ateş Karal.


 

❤️‍🔥

İngiltere

Vedalar her daim acıtır. Bazen veda sayesinde gelen kurtuluşun ışığı gözleri acıtır, bazen veda ile paramparça olan kalp. Ama vedalar her daim acıtır. Beş ay sürmüştü Oğuz’un acısı, bundan önceki on üç yıl da ızdırap gibiydi. Ama sözü vardı, dönecek ve onu yeniden bulacaktı. O şehir oydu.

Oğuz her daim Yansı’sını bulurdu.

Ne haldeydi bilmiyordu, bu son beş ayda neler yapmıştı onu da öyle. İrtibatlar kesilmiş, tamamen korunmaya alınmıştı. Bu kadar korunması da acıdan başka bir şey getirmemişti.

Belki de içten içe hâlâ aynı küçük kız vardı Oğuz’un aklında; onu sarıp sarmalamak istiyor, her şeyden korumak istiyordu.

Ama o büyümüştü. Bunu kabul etmemek ise Oğuz’un aptallığı olurdu.

Aybüke ile yaptıkları konuşmadan birkaç gün sonra ekip olarak bir araya gelmiş, çeşitli yol ve kimliklerle İngiltere’ye giriş yapmışlardı. Havası soğuk, insanı farklıydı. Öyle vatan gibi hissettirmiyordu soğuk topraklar. Etraf bir film karesinden çıkmış gibiydi belki ama ne yarardı fotoğrafı baş köşene assan, içinde bir anısı olmadan hiç döner mi gözler oraya?

Londra’nın merkeze yakın bir alt geçidinin yanı başı mevsim festivali sebebiyle kaynıyordu. Alt geçidin gri duvarı grafitilerle boyanıyor, mini kafelerin müzikleri insanların gürültüsüne karışıyordu. London Eye hemen köprünün karşı tarafındaydı, Thames nehri ise karanlıktı. Alt geçide giden köprüden yürüyen güzeller güzeli bir kadın vardı. Mavi saçları beline kadar uzanıyor, dikkat çekiyordu. Kulaklarında kulaklıkla yavaş adımlarla köprü altında doğru ilerliyordu. Festival alanının aksine daha karanlıktı ama koyu mavi saçları adeta parlıyordu. “Hey! Dikkat et.”

Dalgınlıkla çarptığı yöne baktı, grafiti yapan gençlerden biriydi.

“Çok özür dilerim.” Grafitiye döndü, bir kısmı fazlaca bozuktu, “Dilerseniz özür olarak grafitiye yardım edebilirim.”

Tek kaşı havada bir şekilde bakıyordu genç, Afrikan-Amerikan bir oğlandı. “O kadar olduğuna emin misin?”

“Denemesi bedava.” dedi mavi saçlı kız gencin ona uzattığı sprey boyayı alırken. Harfleri kaplayan karmaşık sembollerin detaylarını yapmaya başladı. Kulaklığında müzik son ses çalıyor, elindeki sprey boya pürüzsüzce akıyordu. Onların yaptıkları bu kalabalığın içinde hayalet gibiydi.

Çok değil, beş dakika sonra birkaç adım geriledi, kocaman duvardaki esere baktı. Konuşmadı fakat yanındaki genç işine hayretle bakıyordu. “Tamam mı?”

Başını evet anlamında salladı mavi saçlı kadın.

Kulaklığındaki frekansı değiştirdi, “Resim yeteneğim günden güne gelişiyor.” dedi kendi kendine. Mavi saçlı kadın köprüaltını geçtikten sonra ardında sigarasıyla duvara yaslanmış bir adam vardı, kirli sarı saçları ve siyah paltosuyla insanların arasına karışmıştı.

Dudakları arasındaki sigaradan son bir nefes aldığında karşısındaki grafitiye baktı: Toplamda üç gizli amblemi uzaktan seçebiliyordu adam. Bir zambak, bir beyaz daire ve siyah bir sonsuzluk işareti. Amblemlerin başkası tarafından fark edilmesi imkansızdı şayet koca duvarı kaplayan grafitinin içine kocaman bir şekilde, belirli sınırları olmadan çizilmişti.

Bu, Aylin’in imzasıydı.

Elindeki sigarayı siyah sonsuzluğun bir parçasına bastırarak söndürdü.

“Hey, ne yapıyorsun!” diye bağıran gence bakması yeterliydi şayet yeşilleri öfke ile kararmıştı. “Sakin ol, dostum. Tamam, hepsi senindir.” dedi çocuk geri çekilirken.

Aylin de İngiltere’e gelenler arasındaydı. Yansı’nın yanına gitmeden önce yapmaları gereken minik bir görevleri vardı ki ilk etap tamamlanmıştı. Aylin, mavi peruğu ile Yansı’nın kılığına girmiş, Londra’da Yansı’nın günlük rotasından geçmişti. Takip edilip edilmediğini Yansı’ya sorsalar büyük ihtimalle hayır derdi ki bu gayet normal olurdu. Potansiyel takipçiler genelde asker ya da ajanlar oluyordu. Aylin, Yansı’nın kılığında gezmiş ve olabilecek bir takip riskini ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Sonucu ise İngiltere’ye yıllar önce yerleştirilmiş olan saha ajanlarından yardım alarak grafiti aracılığı ile yapmıştı.

Gençlerin arasında duran ve aktif olarak görev yapan iki istihbaratçı genç vardı.

Graffiti diyordu ki; zambak yani Elmas’a dair iz yok, beyaz daire ise “Yansı temiz.” diyordu. Tek kat ince çizgili siyah sonsuzluk işareti ise Kurul’un örgütüne daie bir hedefin konumlandığını gösteriyordu.

Bu kısa operasyonun ikinci fazı ise satıcıların arasına karışmış Kurul ajanını etkisi hale getirmekti. Ulaştıkları verilere göre Kurul’un ayak işini yaptırdığı birkaç çete vardı ve bunlsrdan biri deşifre edilmişti. O etkisiz hale getirilip yerine bir istihbarat mensubu konulacaktı.

Bu adamı bulup deşifre etmek tam tamına beş ay sürmüştü.

Oğuz, elleri cebinde ilerlemeye devam ederken satıcıların sıklaştığı yere geldiğinde renkli arabaların yanında durdu, hedefi oradaydı. Boynunda ise hafifçe tişörtten taşan bir sonsuzluk dövmesi vardı. Bu dövmenin aynısı yerleştirecekleri üyeye de yapılmıştı. Her şey hazırdı.

Satıcı arabasına doğru yanaştı, adamın sattığı yiyecekten almak yerine önce gözlerine odaklandı. “Sert olsun.” dedi. Satıcı anlamıştı, bu “özel” yiyeceklerden almak isteyenlerin kullandığı gizli bir koddu. Oğuz’a baktı, sırıtırken yeniden hazırladığı sandviçi ona uzattı, “Ödemeyi toplu olarak Perşembe gecesi Salvatore’un mekanında alacağız.”

“Elbette.” Elindeki madde dolu sandviçi de aldı, köprüaltına doğru ilerledi. Zehri çöpe fırlattı ve buluşma noktasına doğru ilerleyen mavi saçlı kadına doğru yürüdü. Görev tamamlanmıştı. Şimdi sırada buraya gelme amaçlarını gerçekleştirmek vardı.

İstihbaratın Yansı için tahsis ettiği güvenli ev şehrin merkezinden biraz uzaktaydı. Farklı yolları kullanıyordu tim, şehri saran farklı sokaklardan yürüyerek aynı noktada buluşacaklardı: Yansı’nın evi.

Nasıldı? Ne yapıyordu? Ne hissediyordu?

Bilmiyordu Oğuz. Tıpkı kendinin de ne hissettiğini ve hissetmesi gerektiğini bilmediği gibi.

On sekiz dakikaya yakın bir süre sonra Yansı’nın mahallesine giriş yapmışlardı. Dikkat çekmeyecek şekilde konumlanmış, en sonunda siyah kapının önünde buluşmuşlardı.

“Peruktan kaşınmaktan kafa derim soyuldu.” dedi Aylin kafasındaki peruğu sökercesine çıkarırken.

“Sentetik mi bu?” dedi Ali eline fırlatılmış olan mavi saç yığınına bakarken.

“Evet.” dedi Aybüke belindeki silahı düzeltirken. Hayretle yanındaki kadına döndü Aylin, gerçekten bu kadar ucuz peruklara mı layıktı?

“Aybüke!”

“Ne?” Yandan yandan bakıyordu Aybüke.

“Para içinde yüzüyorsun, aşk olsun. Kafamın bitlendiği ihtimalini bile düşündüm”

“Elimizde bu vardı, idare et.”

“Ajan olmak çok zor.”

“Yansı yenge ne zaman gelir?” diye sordu Ali bir yandan.

“Birazdan işten çıkmış olur. O arka kapıdan giriyor hep, biz onu ön kapıda karşılayacağız.”

“İş mi?” diye sordu Oğuz şayet sevgilisi hakkında her şey sır olarak tutulmuştu.

“Bizzat kendisi anlatsın.” dedi Aybüke elini Oğuz’un koluna yaslarken. İki kez yavaşça vurdu, desteğini böyle gösterdi. Aslında o el her daim oradaydı. Arada göstermek ise yalnızca naçizane bir hatırlatmaydı.

“Yansı’nın gelmesine son iki dakika elli yedi saniye.” dedi Çağatay kulaklıktan.

“Nereden eminsin genetik arıza? Saniye saniyesine nereden eminsin sen bu kadar? Robot mu bu? İnsan insan.” dedi Ali kulaklığın ötesindeki arkadaşına.

“Benim hesaplarım yanlış çıkmaz, şekerim.” dedi Çağatay ağzına bir cips daha atarken.

“İnşallah yol ortasında durası gelir de görürsün gününü.”

“Bebeğim, anlaşılan senin sinirlerinle oynamışlar, yine bana sardın.”

“Sussana lan, öglena.”

“Cık, cık, cık. Seni özel hatta alıyorum, sen gel alacağım ben senin sinirlerini.”

“Höst!” Adeta telefonda konuşur gibi didişmeye devam ederken Aylin’in ensesine yapıştırması ile sustu Ali. Bunun hesabını ülkeye dönünce ağır soracaktı.

“Yansı çok yaklaştı.”

Artık kalbinin sesi kulaklarını sağır etmişti, belki de beş yüz atıyordu kalbi. Beş ay, tam beş aydır bir hayalet misali yaşıyordu Yansı. Ve Oğuz biliyordu, Yansı’nın korktuğu ve sevmediği ne varsa bu beş ayda toplanmış ve ona sunulmuştu. Adı ise sözde korumaydı. Oysa bu, onu kendinden korumayı unutmuştu. En acıtan düşman kişinin bizzat kendisiydi, hele de Yansı gibi yalnızca kendine gaddar olanlar vurmakla da kalmıyor, öldürüyordu.

Belki de Yansı’nın eve girmesine saniyeler kala beklenmedik oldu, “Başkan’ım! Merkezde hareketlilik var, Oğuz ağabey gidip bakmak isteyebilirsin!” dedi Çağatay kulaklığın ardından.

“Ne hareketi? Ne oluyor?”

“Fuar alanında sonsuzluk işareti dövmesine sahip iki şahıs tespit ettim. Kavga falan çıkardılar sanırım, buradan anlayamıyorum.”

“Oğuz.” dedi Aybüke, “Aramızda bu göreve en uygun olan sensin.”

Başkanına umutsuz gözlerle baktı Oğuz, eğer şu an Yansı’yı göremezse Türkiye’ye dönene dek beklemesi gerekirdi. “Aybüke…”

“Sana söz veriyorum, sen dönene kadar burada kalacağız. Planı ilerleteceğim ama şimdi sana ihtiyacım var. Söz veriyorum, hadi.”

Son kez baktı siyah kapıya, aslında sevdası hemen ardındaydı. “İngiliz polisi oraya yönlendiriliyor, Başkan’ım!”

“Polislerin gelmesiyle adamlardan tutuklanan olursa bir süre daha İngilteresden çekilirler, izlerini bulamayız. Beş ay uğraştık bunun için, şimdi bırakamayız! Oğuz, hadi! Adamı kurtarman gerek, seni tanıdı.”

Derin bir nefes aldı, ardına bakmadan geldiği sokaklardan koştu. “Bahtımı da s’k’yim, sizi de s*k*yim, Kurul’u da!”

Soğuk gri sokakları geçtikçe gürültü artıyordu. Çeteye ait herhangi bir adam yok olmadan bir şekilde iz sürmeleri gerekiyordu. Alana doğru ivedi adımlarla koşarken gördüğü manzara pek iç açıcı değildi.

Az önce konuştuğu adamın tezgahı boştu, insanlar sebepsizce kavgaya tutulmuştu. Polis sirenleri yaklaşırken ne yapması gerektiğini düşündü Oğuz, telefonunu çıkardı.

“Murat, değişimi şimdi yapıyoruz!” Murat, çetedeki adamın yerini alacak olan istihbaratçıydı. Oğuz bir yandan koşarken bir yandan Murat’a planı anlatıyordu.

“Ödemeyi falan beklemeyeceğiz, elimizden geleni yapmamız lazım. Buralar karıştı.”

“Hemen iniyorum sahaya.”

Oğuz, buldukları en nadide iplerden birinin ucunu bırakmayacaktı elbet, koştu. Durmadan, yorulmadan, soluklanmadan koştu. Yansı için biraz daha beklemesi gerekecekti, ne de olsa sevda çeşitli vazgeçişlere dairdi: Hem vatan sevdası, hem yürek yangını.

Oğuz’un yanı sıra geride kalanlar ise şimdi siyah bir kapının eşiğinde bekliyordu. Beş ay önce aniden tanıştıkları kadın ile şimdi yeniden yüz yüze bakacaklardı. Bu, belki Oğuz için zor olduğu kadar Aybüke için de zordu.

Çağatay’ın dediklerine göre Yansı evin arka kapısından giriş yapmıştı, kapının önündeki merdiveni çıktı. Zile bastı. Aylin, Yansı’nın günlük kıyafetlerine benzer şeyler giymişti. Ali siyah üst ve kargo pantolonlarıyla genç bir delikanlı gibiydi. Aybüke ise her zamanki siyah mantosu ve deri eldivenleri ile duruyordu.

Bir süre için açılmadı kapı, bir kere daha bastı. Kamera sisteminden net görebilmesi adına saçlarını yüzünden çekmiş, gözlüklerini çıkartmıştı. Çok geçmeden beklenen oldu, kapı yavaşça aralandı. Tam beş ayın sonunda Yansı Akar en sonunda tanıdığı yüzlere kavuşmuştu. Kafesin kilidi en sonunda açılmıştı, Oğuz tarafından kırılarak.

 

 

 


İşten eve doğru yürüken kulaklığımda son ses Fatma Turgut’un kelimeleri vardı. “Biz hiç beceremedik sevmeyi de, terk etmeyi de.” diyordu. “Aşk kokan dudakların karşısında direnmeyi de.”

Bugün Londra ayrı bir soğuktu. Artık işte kafamı dağıttıktan hemen sonra eve dönüyor, yorganım altına giriyor öylece yatıyordum. Çalışmaktan izleyemediğim, dinlemediğim ya da yapmadığım ne varsa yapmaya çalışıyordum yoksa ölecektim. Aklımda baş başa kalmak celladımla yan yana durmak gibiydi. Evin arka kapısına yaklaştığımda anahtarlarımı çıkardım. Her zamanki gibi yalnızca loş bir aydınlık vardı perdelerden süzülen. Çantamı bir kenara atarken kapının çalmasıyla durdum.

Kapı çalıyordu.

Bana herhangi bir mesaj atılmamıştı ve kapı çalıyordu.

Tam beş ay sonra hem de.

Önce durdum, buna ne tepki vermem gerektiğini kavrayamadım. Çok kısa bir süre sonra yeniden çaldı zil. Zilin sesi güzeldi, aslında hep çalsa hiç rahatsız etmez gibiydi.

Kağıya doğru yürüdüm, yanda duran ekrandan baktığımda beynimin uyuştuğunu hissettim. Belki de aklım sadece bana aptalca bir oyun oynuyordu. Kapının şu son beş ayda çaldığını duymam ilk değildi lakin diğer hepsi birer sanrıdan ibaretti.

Bu öyle durmuyordu.

Kamerada en önde duran kadına baktım, tanıdıktı. Aybüke’ydi…

Kapıyı yavaşça araladım, ne gördüklerim yalandı ne de duyduğum o zil. İşte buradaydı, tam karşımda. “Aybüke?”

Özlediğimi fark ettiğim esmer çehre bana bakıyordu ama Aybüke Başkan gibi değil, dostum Dilruba gibi.

“Yansı.” Sesi de bakışları gibi yumuşaktı. Belki de beş ay sonra yumuşak bir giriş yapmak istiyordu. Hemen arkasına baktığımda Aylin ve Ali’yi gördüm. İkisi de başkanının hemen arka çaprazında durmuş, bana bakıyordu.

“Aybüke…” Gözlerimin dolduğunu ancak görüşüm bulanıklaştığında anladım, çeneme bir ıslaklık ulaştı. Gerisi basitti, bir yaşı bir diğeri takip etti. Hıçkıra hıçkıra ağlamak değildi bu; yüzüm ifadesiz, ruhum kırgın ve yaşlarım durmak bilmezdi. Yaş akıtmak için ağlamalı mıydı insan? Hayır, ağlamasına gerek kalmıyormuş, bugün bunu öğrenmiştim. Kalp o kadar kırgın olunca aradaki çatlaklar bile su sızdırabiliyormuş. Benim yaşlarım daha çok ruhumdaki çatlaklardan sızıyor gibiydi.

Ne yapacağımı bilemedim, karşımda dimdik duran üç ajana yolu açtım. Kenara çekilmemle eve girmişlerdi. Birkaç saniye daha baktım karşımda eldivenlerini çıkaran kadına, “Aybüke, siz…” Konuşamadım ama o beni anlıyor gibiydi. Onları beş ayın ardından görünce yaptığım şey Aybüke’ye sıkıca sarılmaktı. Ellerimi onun geniş omuzlarına sardım. Ev gibi kokuyordu, benim vatanım kokuyordu. Ben çok uzun zaman sonra ilk defa yorgandan başka bir şeye sarılıyordum. Özlemiştim…Çok.

Bir kere daha etrafa baktım ama ondan hiçbir iz yoktu. “Aybüke? Oğuz…gelmedi mi?” Oysa ben ilk o gelir diye düşünmüştüm.

Buruk bir gülümseme gönderdi Aybüke, ona sarılan ellerimi kavradı, “Geldi. Oğuz da İngiltere'de ama bir işi çıktı. O da gelecek.”

Yalan yok, kalbimi sıkıştıran o görünmez elin bir anda gevşediğini hissettim. Oh, diye içli bir nefes verdim. Son beş aydır genzime takılıp kalmış bir nefesti bu.

“Şey, geçin içeri isterseniz ben…” Saçma bir paniğe düşmüştüm, belki de son beş aydır doğru düzgün insan görmememden ötürüydü. Çok şükür ki Aybüke önde olmak üzere üçü de salona doğru ilerledi. Aybüke’nin karşısında kalan en uzaktaki tekli koltuğa tünedim. Beş ay içinde yüzüne bir yorgunluk gelmiş gibiydi, göz altları hatırladığımdan çok daha mordu. Saçlarında tek tük beyazlar vardı. Her birini elimdeki fırçayla kapatabilmeyi diledim; yaraları pembe ve mavilere boyayıp güzelleştirmeyi, beyazlayan saçlarımızı özgürce boyamayı, morluklara lavantalar çizmeyi…

“Yansı.” Boşluğa daldığımı ancak ismimi duyduğumda fark ettim. Bana kalsa hâlâ bir rüyadaydıgm, birazdan aynı yatakta bir başka ‘aynı’ güne uyanakcaktım. “Nasılsın?”

“Bunun cevabını ben de bilmiyorum, Aybüke.” Ellerimle oynamaya devam ettim. “Sence nasılım? Oradan bakınca nasıl görünüyorum?”

“Entelektüel.” dedi gülümsemeye çalışırken. Saçlarıma bakıyordu, “Yakışmışlar.”

“Pasta için…teşekkür ederim. Saçlar için de.” Bunun üstüne bir süre konuşmadık. Ben kendime yabancı, onlar ise şimdiki bana yabancı gibiydi. Tuhaftık. Tuhaftım.

“Her şey,..bitti mi? Neden buradasınız?” diye sordum en sonunda.

“Aslında her şey yeni başlıyor.” dedi Aylin oturduğu yerden, üstünde benimkilere benzer kıyafetler, elinde ise benim saçımla aynı renk bir peruk vardı. Buraya gelmeden önce göreve gitmiş olmalılardı.

“Nasıl?”

“Yansı.” dedi Aybüke ciddiyetle bana dönerken, işte şimdi yeniden karşımda o gün vefa ettiğim Başkan vardı. “Buraya hem seni almaya ve ülkene dönmen için gereken koşulu sunmaya geldik.” Yerimde kıpırdandım.

“Koşul? Ne koşulu?”

“Aslında, Oğuz’un isteği üzerine geldik. Şu an için planlarımda seni almak yoktu. Sen…”

“Doğru mu anladım, Oğuz benim erken dönmem için ısrar etmese ben daha burada kalmaya devam mı edecektim?”

Gözlerini yumdu Aybüke, ondan önce cevabı veren yine Aylin’di.

“Evet.”

Zoraki bir gülümseme yerleştirdim dudaklarıma, “Anladım.” Belki de bencil olan bendim. Ne de olsa vatan göreviydi bu, beni isteyerek bırakacaklarını sanmıyordum. En azından öyle umdum.

“Yansı, bizim -daha doğrusu Oğuz'un yönlendirmesi ile- sana bir teklifimiz var. Beş aydır seni korumaya çalışıyoruz fakat üst düzey koruma çok yalnızlık ve fedakarlık getirir. Sormak istiyorum, mutlu musun?” dedi Aybüke. Düşündüm, mutlu değildim, yalnızca şükür sebeplerim vardı. Fakat hayat yalnızca sebeplerle yaşamak için çok canlıydı.

“Sağlıklıyım, güvendeyim…” Mutlu değilim ben, Aybüke.

Saçlarıma bir kere daha baktı, gözlerinde hüzün vardı. “Teklifi ister kabul et ister etme ki etmeme hakkına kesinlikle sahipsin, ne olursa olsun seni koruyacağız.”

“Gece? Gece de operasyona dahil sanırım ama hiçbir şey bilmiyorum. Havaalanında gördüm onu en son ve…O güvende mi? Onu beni koruduğunuz kadar korudunuz mu?”

Cevabı veren yine Aylin idi şayet Aybüke’nin bu cevabı vermesi zor olmalıydı:

“Hayır, korumadık.”

“Güvende mi?”

“Operasyona dahil olmak istedi, onun teklifini ona götüren Ateş’ti. Kabul etti…kardeşini yaşatmak için.”

“Ne?” Şok olmuştum. Ne demeliydim şu an? Allah aşkına neler olmuştu şu son beş ayda!

“Merak etme, hepsini anlatacağız.” dedi Aybüke aklımdaki soruları okuyormuşçasına. Ortamdaki soğukluğu ve gerginliği azaltmak adına yerimde kıpırdandım, “Teklif? O ne hakkında?” Oysa şu an sadece Gece’yi aramak ve nasıl olduğunu görmek istiyordum.

Aylin’e döndü Aybüke, “Oğuz’u bekleyelim mi?”

“Bence onlar kendi aralarında hallederler. Biz teklifimizi yapalım, yeter.”

“Pekala.” Derin bir nefes aldı Aybüke, bana döndü, “Ülkenin son durumundan haberdar mısın?”

“Haberlerde yüzeysel olarak çeşitli bölgelerdeki salgınlardan bahsediyorlar ama buraya gelmeden önce doğu kesiminde görev yapan arkadaşlarım çok kötüydü.”

Başını evet anlamında salladı, “Doğru. Biz operasyonun başka bir sahasında görev alıyoruz ama Sağlık Bakanlığı hastalığın siyasi kökenini bulmak amacıyla istihbarattan destek istedi. Salgını araştırmak için bir alt ekip kuracağız. Onlar orada çeşitli görevlerde olacak, çoğu zaten başka meslekteki mensuplarımız.”

“Ateş gibi mi?”

“Evet, Ateş gibi. Oğuz’un tavsiyesi üzerine seni de -istersen- planın küçük bir kısmına dahil etmek istiyoruz. İşin aslı şu ki bunu seni ülkeye geri döndürmek için bir bahane olarak kullanacağız. Bu sayede ekip üyesi olarak göründüğün için direkt koruma altına gireceksin.”

“Yani, operasyonda etkisiz eleman mı olacağım? Ama aynı zamanda korunacağım, hiçbir şey yapmazken?”

“Evet.” dedi Aybüke, konuşmasından bile gergin olduğu belliydi. İkimiz de bir süre için sustuk, düşünüyordum. Bu beş ayda düşünmek için çokça zamanım olmuştu. Kendimle alakalı bir karar bile vermiştim.

Bu, kararımı uygulamak için iyi bir fırsattı.

“Hayır.” dedim birden bire. “Teklifinizi kabul etmiyorum.” Ekibin gözlerinden ani bir şaşkınlık geçti, Aybüke ise artık daha farklı bakıyordu.

“Emin mi-“

“Şartları beğenmedin, değil mi?” dedi Aybüke Ali’nin konuşmasını bölerek.

“Evet.”

“Nasıl bir şart istiyorsun tam olarak, ben anlayamadım?” dedi Aylin. Elbette yapısı Aybüke’ye nazaran daha sertti.

“Aylin.” dedi Aybüke uyarırcasına, oysa kızması benim için tercih olurdu. Birileri artık beni el bebek gül bebek değil de gerçekten güçlü biri olarak görmeliydi, sandıkları kadar güçsüz değildim.

“Aybüke, bence Aylin’i uyarmamalısın.”

Aybüke ve Aylin bakışlarıyla anlaşıyor gibiydi. Kısa bir süre sonra ikisi de sustu. “Salgın alanlarına yakın ama güvenli bir mesafade kalan bir hastaneye yerleştiliceksin, eğer kabul etmeye karar verirsen. Biz kalkalım, şartları siz Oğuz ile konuşun. Ne de olsa bu teklifi en başta yapan kişi Oğuz.”

“O nerede?”

“Ufak bir işi çıktı. Siz konuşana kadar ülkeden ayrılmayacağız, o zamana dek burada kal ve dilersen hazırlık yap. Sana kalmış.” Ayaklanmış ve kapıya doğru yürümüşlerdi, onlarla beraber ayaklandım.

“Siz nereye gidiyorsunuz?”

“Bizim de ufak bir işimiz var. Seni geri almaya geldiğimizde uçağa gidiyor olacağız.”

“Aybüke.” dedim, durdu ve bana döndü, “Bitti mi?” diye sordum. “Dönüyor muyum artık?”

“Bitti, Yansı.” dedi bana bakarken, gözlerine yaptığı koyu göz makyajı gözlerini ortaya çıkartmıştı. “Dönüyorsun.”

Evden ayrıldıklarında karanlığın ortasında yeniden yalnız kalmıştım. Oğuz gelecekti…Ve onun gelişi ile bütün bu süreç son bulacaktı. Yalnızlığın sonuna geldik, Yansı.

Evde yeniden yalnız kaldığımda koltuğa oturdum, bekledim. Duvardaki saatin sesi odada yankı bulurken ben kapının yanındaki koltukta Oğuz’u bekledim.

Gelecekti.

Duvardaki saatle bir dakika boyunca bakıştım. Bir dakika bir dakika elli yedi saniye oldu, yelkovan on tur daha attı, on dakika doldu. On dakika yirmi beş oldu, parmaklarım dakika tutmak için yetersiz kaldı. Koltukta mayışmıştım, gözlerimi açık tutmak zordu. Bir göz kırpışımda beş dakika geçiyordu artık. Azıcık başımı koydum, zil çaldığında net bir şekilde duyacak bir konumdaydım.

Genelde kısa uykularımda halüsinasyon benzeri rüyalar görmem çok sıktı. Bu sefer kestane kahvesi saçları olan, ela gözlü genç bir kız gördüm. Rüya mı gerçek mi ayırt etmek zordu. Kalp atışının ritimleri kulağımda canlandı, onun kalbi benimkiyle bir atıyor gibiydi. Bana döndü, gülümsüyordu. Ellerini uzattı, tutmak için uzandım. Öyle duru bir güzelliği vardı ki…Ellerini tutsam kirletirim gibi geliyordu. Ellerime baktım, kan revan içindeydi. Ayaklarıma kadar uzanan ameliyat önlüğüm üstümdeydi, ağzımda bir maskenin varlığını da çok geçmeden hissettim. Ameliyattan çıkmış olmalıydım.

Ellerini gülümserken bana uzattı ama ellerim kandan ötürü kıpkırmızıydı. Buna rağmen uzattım ama yetişemedim. Tutamadım ellerini, ela gözlerini karanlık sarmıştı. Bir anda yıkılmaya başladı her şey, şimdi yalnızca ellerim değil, her şey kan içindeydi. Bağırdım, benden uzaklaşan çocuğa doğru “Dur!” diye bağırdım ama nafileydi. Her yer karanlıktı artık, yanımda duran bir aynayı gördüm. Kendimi gördüm, önlüğüm, bonem, maskem ve ellerim…Her şey kan içindeydi. Ayna ben bakana dek sağlamdı, bir anda çatladı.

Ayna birden bire çatlamıştı ve o an sol çaprazımda beliren kadını fark ettim. Ona baktım, bu kömür karası saçları ve yemyeşil gözleriyle Gece’ydi. Tanıdık birini görmenin sevinciyle ona baktım ama o benden daha beter bir durumdaymış gibi duruyordu. Benim aksime o doktor önlüğünü çıkarmış, elinde tutuyordu. Önlüğü kan içinde kalmıştı. Benim vücudumdaki kanlar onun sadece önlüğüne bulaşmıştı. Ne steteskobunu takmıştı ne de önlüğünü giymişti. Ameliyathaneye girmiş bir misafir gibiydi.

“Gece, önlüğü giysene!”

Baktı, gözleri bir hayli yorgundu. Elindeki kanlı önlük yere düştü, bana son kez bakıp ardını dönerken önlüğünü almak için yeltenmedi. “Gece!”

Karanlık ameliyathanede sedyeye baktım, uyanmadan önce gördüğüm son şey örtünün üstünde atmaya devam eden simsiyah, kömür karası bir kalpti.

Uyandım.

İrkilerek yerimden kalktığımda ev daha da karanlıktı. Etrafa baktım, birini görmekti umudum ama çıt çıkmıyordu. Saate baktım, akşam olmuştu.

Oğuz hâlâ gelmemişti.

Oturduğum yerde saç diplerimi sıktım, ayılmaya ihtiyacım vardı. Ya da aksine, bilincimi kaybetmeye…

Vestiyere attığım çantamı aldım, ceketimi de giydikten sonra evden çıktım. Belki de Oğuz gelene dek evde kalmam gerekiyordu ama onu beklemeyecektim, isterse beni her koşulda bulabilirdi.

Yolumu son zamanlarda tek tük gittiğim bara çevirdim. Ben, ben değildim ve bunun farkında olup da bir şey yapmamayı seçmek gerçekten acınasıydı. Bardan içeri girmemle her zaman benimle uğraşan genci görmem bir oldu,

“Tanrım! Yine mi sen? Lütfen bu gece sarhoş olma, uğraşmak istemiyorum!”

“Üzgünüm, kendini hazırla.”

Yerime yerleşirken bana uzattığı bardağı aldım, telefonumu çıkardım ama bildirim yoktu. “Yazmadın bile, uyuz köpek.”

“Bu beklediğin birileri ne zaman geliyor.” dedi barmen.

“Sözde buradaymış.”

“Bugün yine kötü olman mı gerekiyor?”

“Aslında bu gece yalnızca inadına içesim var.” Elimdeki bardağı kafama diktim. Boşaldıkça dolan bardağımı kafaya dikip durdum, hâlâ alkole karşı herhangi bir direnç geliştirmemiştim. Her gece içmiyordum zaten, yalnızca yalnızlığımın sesi sessizliği bastırdığı zamanlar burada buluyordum kendimi.

“Saçların dikkat çekici.” dedi yabancı bir ses, o tarafa döndüm. Görüşüm bulanıklaşmıştı:

“Sen Oğuz değilsin.” dedim. Karşımdaki adamın aklı karışmıştı, sanırım bunu Türkçe söylemiştim.

“Oguz? O da kim?” dedi İngilizce. Ğ’yı telafuz edemiyordu.

“Ah, bunu sana söylememeliyim. Bu yanlış olur, değil mi?” diye konuştum kendi kendime, sesim ayyaş çıkıyordu. Kendime inanamıyorum…

“Ama yanlış yaparsam gelir.” dedim kendi kendime, yanımda duran adama döndüm. “Oğuz aslında-“

Ağzıma kapanan bir el ise susturulmuştum. Duyma yetim de görüşüm gibi zayıflamıştı, eli ağzıma kapanan adam İngilizce neler diyordu anlamadım.

“Oğuz aslında kimse. Değil mi, güzelim?” Dibime kadar giren bu koku…

Halüsinasyonların kokusu alınabilir miydi?

Koca cüsseli adam hemen arkamdan sarılmış, ağzımı kapatmıştı. İçki değil de kokusu bağımlılık yapıcıydı. Bu benim Uyuz’umun kokusuydu.

“Uyuz?” demeye çalıştım ama sesim boğuktu. Başımı geri, onun göğsüne yasladım ve gözlerimi zar zor açmaya çalıştım. Uzun, sarıya kaçan bir sakalla karşılaştım. Çehresi tam net olmasa da eskisi gibi cazibeliydi. Bu benim sevdiğim adamdı…

O İngilizce bir şeyler söylemeye devam ederken ben sanki bir hayaletmişim gibi gözlerimi kapadım, burnumu boyun girintisine yasladım. Dünya yansa umrumda değil gibiydi.

“Sen de kimsin dostum, onu tanıyor musun?”

“Elbette tanıyorum, dostum. Ama seni tanımıyorum, tanımak da istemiyorum. Bence sen en iyisi git.”

“Ne güzel konuşuyorduk, sorunun ben olduğuma emin misin?”

“Eminim eminim, hadi git.” Bunu söyledikten sonra Türkçe mırıldandığını duydum, “Siktir git artık itin evladı.”

“Oğuz.” dedim kokusunu içime çekerken, “Gerçeksin, değil mi?” Türkçe konuşuyordum.

“Güzelim.” dedi saçlarımdan öperken, “Özür dilerim, geciktim.” Saçlarıma öpücükler kondururken belimden kavradığını hissettim. “Hadi kalk sevgilim, seni kendine getirmemiz lazım. Haydi.” Yavaşça beni sandalyeden kaldırdı, ayakta durmakta zorlanıyordum.

“Hey, onu nereye götürüyorsun!” Kolumu tutan bir el hissettim, yanıma gelen adam olmalıydı. Net göremiyordum ama Oğuz’un burnundan soluduğunu duymuştum.

“O eli…” dedi sinirle koluma dokunan ele bakarken, “O eli senin…” Boynunu korkutucu bir sakinlikle kıtlattı.

“Sevgilim, iki dakika sandalyeden destek alarak durabilir misin? Evet, tut buradan.” Ayakta durmak için sandalyeye tutunmuştum. “Oğuz…”

Adama döndüğünde ikisinin cüssesi arasındaki fark barizdi. Sarhoş aklımda güldüm bu görüntüye, Oğuz gerçekten mini bir dev olabilirdi.

“Şimdi, buradan gidiyor musun yoksa illa uğraştırmak mı istersin?”

“Ne bu kabadayı hareketler, dostum! Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz!” diye diklenmeye düyeltenmişken yüzünün ortasına geçirilen kafa ile sendeledi, saniyesinde yerdeydi, “Ah!”

“Oğuz!” Adama ciddi anlamda kafa göz girmişti, usta bir sakinlikle etrafına baktı. Kapıyı çalıp kaçan çocuk gibiydi, inanılmaz.

Yerde kıvranan adama baktım, burnunu tuta tuta dönüyordu. Güldüm. Adam yardım için bağırmaua devam ederken Oğuz sakince yaklaştı, “Öncelikle sakin ol ve bir büyüğüne haber ver, dostum.”

Barda duran genç yanlarında bitmişti, Oğuz ne dediyse yerde yatan lavuğu kolundan sürükleyerek tezgahın arkasına çekti,

“Onu zaten hiç sevmemiştim, temizliğini ben yaparım.” dedi Oğuz’a doğru. Oğuz ise teşekkür niyetine başını salladı. Yeniden bana döndü, ellerimi kucaklanmak isteyen bir kız çocuğu nidasıyla kaldırdım. Önce sıkıca sarıldı, boynumdan kokumu çekerken minik bir buse kondurdu, “Hadi gidelim.”

Bir elini belime, bir diğerini ise bacaklarımın altından geçirmişti. Ellerimi boynuna sardım ve bardan çıktık. Algım gidip gelirken en son tanıdık siyah bir kapıdan girdiğimi gördüm. Burası benim evimdi.

İçeri girdiğimizde beni yatağa bırakmıştı, üstümdeki ceketi ve ayakkabıları çıkarmak ile uğraşıyordu. Birkaç saniye duraksadı, elleri saçımdaydı. “Saçların yakışmış.”

Ben uzanıyordum, o ise yanı başımda yatağın dibinde dizleri üstünde oturuyordu. Bana içmem için getirdiği su ve ilaçla kendime gelmeye başlamıştım. “Neden içtin?” diye sordu Oğuz. “Neden kurallarını yıktın?”

“Gelmiyordun. Ama biliyordum, ne zaman düşsem beni kaldırırsın sen. Düştüm, bile isteye hem de. Bilerek düşmek tökezlemekten daha çok acıtıyormuş, Uyuz.”

“Bir daha sakın benim için düşme, kendine zarar verme. Sen hep dik dur, ben zaten hep sana gelirim.” Alnını alnıma yaslamıştı. Aslında içten içe kırgındım ona ama aşkım ağır basıyor, diğer bütün duyguları ezip geçiyordu. “Sakın.”

“Ülkeye dönüyor muyum?”

“Evet ama…”

“Oğuz ben teklifi kabul etmedim.” Şaşkınlıkla gözlerime baktı.

“Neden?”

“Ben sandığınız kadar güçsüz değilim, Oğuz. Gece de dahil olmak üzere hepiniz varınız yoğunuzla savaşırken ben burada oturmaktan başka bir iş yapmadım. Doktorum ama hasta bile bakmadım! Şimdi gerçekten işe yarayabileceğim bir fırsat ayağıma kadar geldi, sizin teklifinizi tek bir şartla kabul etmeye karar verdim.”

Bana sorgulayıcı bakışlarla bakıyordu. Konuşmadı, beni bekledi. Ama ne söyleyeceğimi tahmin ediyor olmalıydı, yeşillerinde korkunun izini gördüm.

“Ülkeye döneceksem öyle hiçbir şey yapmadan devletin korumasından yararlanmayacağım. Ya beni korumazsınız, geride kalan diğer onca insan gibi yaşar giderim.” Bunun benim için ölüm riski olduğunu biliyordum ama teklifimi kabul ettirmek için buna ihtiyacım vardı, “Ya da o salgın kamplarına doktor olarak girer, ajanlığı bizzat içeriden yaparım. Öyle uzakta bir hastanede el bebek gül bebek oturmam.”

Şok etkisi öyle yaratılmaz, böyle yaratılır.

Karşımda duran adam gözlerinde korkuyla bakıyordu. Yeşilleri titredi, ciddileşti.

“Ne diyorsun sen, Yansı?”

O ciddileşince ben de pısırık gibi kalmadım elbet, yattığı yerden dikleştim:

“Duydun beni, Oğuz. Sizde teklif varsa bende de şart var. İster kabul et, ister etme.”

Zaaflarına oynuyordum, kendi istediğimi yaptırmak için belki de bencillik yapıyordum ama şu hayatta ölmeden önce saklanıp durmaktansa bir boka yaramak istiyordum!

“Beni ölümden kaçırıp duruyorsunuz ama ben kaçırdığınız yerde de ölebilirim. Zaten öleceğiz ve ben geberip gitmeden önce bir boka yaramak istiyorum, Oğuz! Vatanım hastalıktan kırılıp giderken ömrüm boyunca İngiltere’de mi saklanacağım! Şayet fikrin buysa sen beni hiç tanımamışsın.”

“Orası nasıl zannediyorsun? Hastalıktan, virüsten geçilmiyor, Yansı! Ne bu senin için, çocuk oyuncağı falan mı!”

“Bağırma bana!”

“Bağırtma o zaman!”

“Ne bu ya, pamuklara sar, yürütme beşikte taşı bir de! Ben otuz yaşıma kadar senin korumanla gelmedim, bugünden sonra da korunmam gerekiyorsa devlet için çalışır, hakkımla korunurum!”

“Hakkınla korunuyorsun zaten!”

“Çocuk mu kandırıyorsun sen ya, ne bu? Benim üstünlüğüm ne diğer masumlardan? Madem herkese bana geçilen kıyağı geçemiyorsunuz, beni de görevde kullanırsınız. Kabul ederim.”

“Ölürsün, Yansı! Ölürsün! Dayanabilecek misin sen orada?”

“Ben bir cerrahım, Oğuz! Her gün ölümle burun buruna geldim, hastalardan kaç kez bıçak çekenlerle uğraştım. Sence ölümün tarihi ya da zamanı bize bakan bir şey mi? Asıl sen hastalıktan kırılan bir yerde yapamazsın, saatlerce bir umut hastanın başında nöbet tutan da onların gerçek anlamda kalbine dokunan da siz değilsiniz! Vatan size emanetse millet de bize emanet! Deli dana gibi bağırmayı kes o yüzden.”

Yatakta iki dizimin üstüne kalkmıştım çünkü Oğuz çok uzundu, bir şekilde üstten bakmam gerekiyordu ama ayaklarının üstünde bile benden uzunken bu çok kolay değildi:

“Belertme gözlerini!” dedi.

“Belertmiyorum!” Belertmenin âlâsını yapıyordum. Burnundan bir nefes çekti, öfkeliydi paşam. Ellerini beline koydu, gözlerini kapattı:

“Sen şimdi…Kabul etmiyor musun gelmeyi?”

“Etmiyorum! Şartımı kabul edene kadar da gelmeyeceğim.”

“Gelmiyorsun yani.”

“Gel-mi-yo-rum!”

“Hiç mi özlemezsin lan beni!”

“Özlemimden geberirim ama gel-mem!”

“Ne yapacaksın, eski hastanende çalışmaya devam mı edeceksin?”

“Evet. Belki de başka bir hastane, bilmiyorum. Ona sonra bakarım!”

“Vazgeçmeyeceksin dimi lan inadından?”

Çenemi yukarı diktim de diktim,“Asla.” Beklenmeyen oldu, bir anda yatakta geriye doğru sendeledim şayet Oğuz onda daha önce görmediğim bir hırçınlıkla dudaklarıma yapışmıştı. Geriye düşmememi sağlayan şey belimdeki eliydi. Dudakları hoyratça dudaklarımı öpüyordu. Nefes almak için ağzımı aralamamla dilinin dudak arama karışması bir olmuştu. Daha önceki bütün öpüşmelerimiz sakindi ama bu…

Ellerim ensesinde birleşmişti, saçlarına ellerimi daldırmayı; dudaklarını öpmeyi delicesine özlemiştim. Beni burada bırakmayı seçerse şayet çok üzülürdüm.

Belim geriye doğru kavislenmişti, tutuyordu yoksa düşerdim.

“O zaman benim de bir şartım var ulan.” dedi dudaklarıma doğru, ne dese kabul edecekmişim gibi geliyordu şayet nefes nefese kalmıştım.

“Ne?” dedim soluklanmaya çalışırken.

“Evlen benimle.”

“Tamam kab-“ Bekle, ne? “Dur, ne?”

Yeşilleri bana bakarken ışıl ışıldı. Ellerimi yanaklarından çektim, dayanak olması adına omuzlarına yasladım yoksa şaşkınlıktan şuraya düşerdim. Kalbim en son yine İngiltere’de, onu tekrar gördüğümde bu denli hızlı artmıştı.

“Evlen benimle. Evlenelim, ben de seni her şeyden çok daha iyi koruyayım. İşte o zaman çadır kentlere girmene izin veririm. Evlen ki elim kolum bağlanmasın, Fındık.”

Alnını alnıma yasladığında onun kalp atışını hissedebiliyordum. Ciddi olup olmadığını anlamak için karanlığın içinde yıldızlar misali parlayan gözlerine baktım.

Ciddiydi.

Benim suskunluğumdan yararlanıp bir kere daha sordu,

“Benimle evlenir misin, Fındık? Evlensen ya sen benimle.” Cevap vermezsem beş kere daha sorabilirdi.

“Ben…” Evlenirim ulan! Evlenirim, üstüne de üç çocuk yaparım!

Evet diyorum, evet evet evet!

“Evlenirim. Evet. Evlenelim, Uyuz.”

Gözlerimdeki yaşların varlığını ancak o başparmağı ile temizleyince fark ettim. “Beni senden mahrum bırakma be kızım.” Burnum burnuna değiyor, kokusunu durmadan içime çekiyordum. Dudaklarına özlemle yapışan bu sefer bendim. Onu kendime çektim, öpüşmemiz sertleşirken üzerime doğru eğilmesiyle dizlerimin üzerine çöktüm. Dudaklarımız ayrılmazken başımın altına yastık çekmişti. Koca cüssesinin yarısı yatağın dışında kalsa da ağırlığı beni ezmeye yetiyordu. Sırtımda taşıdığım en güzel ağırlıktı kendisi.

(Öhöm, öhöm diyorum siz anladınız.)

Elleri tişörtümün altına kaymış, sıcak eli belimin oyuntusunda geziniyordu. Üstündeki ceketi çıkarıp bir yana savurdum. Beklemedim, vücudunu sarmış olan tişörtü de çıkarması adına uçlarını kavradım. Dudaklarımız ilk o an ayrıldı, sadece iki saniye içinde tişört odanın diğer ucuna fırlamıştı. Kasları beni deli edecek türdendi, karnı ise sımsıkıydı. Ellerimi karın kaslarında gezdirirken aklımda tek bir soru vardı:

Sen anatomi sınavına çalışırken neredeydin be adam?

Elleri tişörtümüm altında gezinmeye devam ederken vücudu vücuduma sürtünüyor, içimdeki ateşi harlıyordu. Karnım, hazdan ağrımak üzereydi. Bir eli göğsümü kavradığında sıkmasıyla dudaklarına doğru inledim, sütyen kopçamın açılması da işte tam o anlarda olmuştu. Üstümdeki tişörtü çıkarması adına belimi kavislendirdim, boğazından çıkan derin ses aklımı kaçırmama sebep olacaktı. Kalçalarım önündeki şişkinliğe temas ettikçe bazı şeyler daha da harlanıyordu. Karşısında çplak kaldığımda utansam da bir süre sonra onun bana sarılan bedeni anlamsız bir güven verdi.

Sende utanç duygusu var mıydı be Yansı?

Elleri göğüs ve kalçalarımda gezerken sürtünmekten neredeyse ölecektim. İnlemelerim duvarlarda yankı bulurken beni geriye yatırdı, o yatağın yanına çökmüştü. Yatakta beni kendine doğru çektiğinde bacaklarımı kışkırtıcı bir yavaşlıkla araladı. Karşısında her anlamda çplaktım.

Nefesi kadınlığıma değiyor, belimin kavislenmesine sebep oluyordu. Bacak arama öpücük konduruyor, yavaşça benliğime doğru yaklaşıyordu. Öpücükleri en hassas noktamı bulduğunda yüksek sesle bağırmıştım. En hassas bölgemde akla sığmayacak şeyler yapıyor, hazzın doruklarını yaşatıyordu. Düşmanı falan boşverin, ben sanırım kalpten gidecektim. Hazın verdiği cesaretle başını bacaklarımla sıkıştırdım, kendime bastırdım. “Oğuz!”

Doruklara ulaştıktan bir süre sonra dudakları yeniden dudağımdaydı. Sarıldım, sıkıca sardıldım hem de. Kalbi kalbime yakındı ve bu olması gereken mesafeydi.

Kim ne derse dersin, hangi düşman karşımıza çıkarsa çıksın ve hayat bizi ne kadar bekletirse bekletsin bizim döneceğimiz yuva belliydi. O bana, ben ise yalnızca ona aittim.

Bundan sonra cephede yalnız olmayacak, el ele duracaktık. Ve içimden bir ses her ne kadar Oğuz için şükretse de asıl savaşın şimdi başladığını söylüyordu.

Her ne kadar istekli olsam da içimi kemiren bazı sorular vardı. Mesela o kamplarda gerçekte ne vardı? Kim benim ülkemi savaşa sürüklüyordu ve bu zehrin kaynağı kimdi?

Ama en önemlisi, biz bu savaşı kazandıktan sonra hayatta kalmayı başarmış olacak mıydık?

❤️‍🔥

 

BÖLÜM SONUU

ALLAH’IM ÇOCUKLARIM EVLENİYOR!🤎💚

 

Merhaba canlar, nasılsınız?

Beğendiniz mi bölümü?
Gece’yi şu sıralar çok farklı görüyorum, şaşırtıyor…

Düşüncelerinizi çok merak ediyorum, oy ve yorum atmayı unutmayın lütfen🥹 En büyük motivasyonum sizlersiniz❤️


Kocaman kocaman sarılıyorum her birinize, sevgilerimle…

Bir sonraki bölüme dek sağlıcakla kalın❤️🖤🪶

 

Bölüm : 27.05.2025 18:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...