55. Bölüm

55. Bölüm

NERİMAN VURGUN
herdem6060

55. Bölüm Final

Filiz ve Gülşen ikiz gibi büyümeye devam ediyorlardı. İkisi de öyle çok seviliyorlardı ki, Türkan ve Mine şımarmalarından korkmuyor değillerdi. Ancak hafta sonları tamamen dedeler ve ninelerle geçiriyorlardı. Mine ve Mehmet ayda bir kez mutlaka Adana’ya giderken, bir kez de anne babalarını İstanbul’da evlerinde ağırlıyorlardı.

Ayhan Bey ve Belgin Hanım iki üç günde bir onlardaydı. Miraç ve Berra’da evlendiklerinden beri resmen onlara taşınmış durumdaydı. Bu durum elbette en çok Mehmet’i sinir ediyordu. O kalabalıkta karısına yaklaşamıyordu. Bazen Ekrem Bey’i örnek almıyor değildi ama işte büyüklerin yanında elini bile tutamıyordu. Baran’ın şikayetlerine de böyle durumlar yaşarken daha çok kızıyordu.

“Abi adam altmışına merdiven dayamış, sürekli Serap ablanın üstünde valla delireceğim.”

“Oğlum ikinci baharını yaşıyor… Uğraşma idolüm Ekrem amca!”

“Mehmet anlamıyorsun, genç olan biziz onların bizi basması gerekirken istisnasız her Samsun’a gidişimizde ya kadını mutfak dolabına sıkıştırmış oluyor, ya dış kapıya ya da salondaki yemek masasının üstünde oluyor.”

“Haha haha valla idolüm diyorum anlamıyorsun.”

“O bir şey değil, Serap abla rezil olduk diye kıpkırmızı kesiliyor ve sanırım o utangaçlığı bizim azgın tekeyi ayaklandırıyor.”

Mehmet ve Mahir kahkahalarla gülerken Baran ofluyor pufluyordu. Bu konuyu Türkan’la da konuşmuşlardı. O da çok utanıyordu onları yakaladıkları durumdan ama bir tek babasına işlemiyordu. Bu yaşına dek bir kez bile duruşu bozulmamış, ağırbaşlı sevilen sayılan adam gitmiş, yerine yeni yetme sevgilisinin peşinde koşan bir ergen gelmişti resmen ve acayip sinir oluyordu. Serap’la sessiz sedasız nikahlarından sonra Ela bir süre babasıyla yaşamak istemişti.

“Gülün gülün ağlanacak halime gülün… Allah’tan Ela bunların nikahlarından sonra babasıyla yaşamak istedi. Acaba çocuk bunların bu hallerini mi gördü? Iyy travmaya bak ben bu yaşta atlatamıyorum çocuk nasıl atlatsın?”

“Abart abart!”

“Mahir abart demesi kolay, anneni öyle düşün bakalım.”

“Höst lan ne biçim konuşuyorsun?”

“Yaa sen lafına dayanamıyorsun ben bunu görüyorum görüyor.”

“Allah kolaylık versin kardeşim…”

Mahir empati yapınca Baran’ın yaşadıklarının da kolay olmadığının farkındaydı. Karan’ı Amerika’ya göndermesi, annesinin de zengin biriyle tekrar evlenip Avrupa’ya yerleşmesiyle onun için son iki yılın hiçte kolay olmadığını biliyorlardı. Zamanı değildi belki ama Baran’a teşekkür etmek istedi.

“Baran, senin için zor oldu biliyorum ama Karan’ı buralardan gönderdiğin için teşekkür ederim. Yoksa dostluğumuz bile zarar görebilirdi.”

“Yanlış yoldaydı. Evli bir kadına duymaması gereken hisler duyuyordu. Berra’yı da bu yüzden kaybetti. Allah’tan Sarı gelip anlattı da o saçmalamadan duruma el atabildim.”

“Ben onu iki kez uyarmıştım. Senin hatırına bir şey yapmadığımı da direkt söyledim. Ancak Halil Ayaz için o çocuk bizim olabilirdi çok pişmanım diye araması bardağı taşırmıştı. Seni bile gözüm görmeyecekti.

“Haklısın kardeşim…”

Karan doğumdan iki ay sonra Şehbal’i aramıştı. O ara Halil Ayaz’ın altını değiştirirken annesinin telefonun çalıyor demesi üzerine açıp hoparlöre ver demesi üzerine konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Daha doğrusu merakına dayanamamış, Emine annesine yakalandığı halde dinlemekten geri duramamıştı. Düşündükçe hala sinirleniyordu.

“Şehbal nasılsın? Tebrik ederim anne olmuşsun. Geçmişe dayanan arkadaşlığımıza istinaden aramadan duramadım.”

“Sağ ol Karan, başka diyeceğin yoksa bebeğimle ilgilenmeliyim.”

“Şeyy! Şehbal ben seni kaybettiğim için çok üzgünüm.”

“Karan lütfen!”

“Susturma beni hislerimin önüne geçemiyorum. Aptal kafam yüzünden seni kaybettim. O bebek bizim bebeğimiz olabilirdi.”

“Karan sus yeter artık, benimle nasıl böyle konuşabiliyorsun. Seni daha önce de uyardım. Bu cesaretin geçmişte olan duygularımdansa kendine gel. Ben evli bir kadınım hem de kocasını deli gibi seven bir anneyim üstelik… Beni rahatsız etmeye devam edersen Mahir’e bu konuyu iletmekten çekinmeyeceğimi bil.”

“Mahir abiden korkmuyorum. Utanıyorum senle bunları konuştuğum için ama delirmek üzereyim. Annem babam boşandı, annem en yakın arkadaşımla sevgili oldu. Babam sekreteriyle evlendi. Abimin ablamın kendi aileleri var duygusal çöküntü içerisindeyim Berra ve sana çok ihtiyacım var. Hem beni severken nasıl hemen başkasıyla evlenebildin.”

“Beni küçümseyerek ittiğin günden beri benim sana hissim falan yok. Nefret dahi etmiyorum, hiç tanımamış hiç tanışmamış olmayı yeğlerdim. Bu kadar konuşma bile fazla sana seni engelliyorum,” deyip telefonu yüzüne kapatmıştı. Kapı girişinde onu dinlerken saklanmamıştı. Şehbal bir taraftan da bebeği tutmaya çalıştığından hep gözü Ayaz’da iken konuşmuştu. Sinirden kudurmasına rağmen minik faresinin cesaretine, açık sözlülüğüne hayran kaldı.

Oğlunu kucağına alıp, yataktan kalktığı anda yeşil harelerin kızgın bakışlarının korkuya dönmesine üzülürken iki adımda yanına gitti. Büyük elini beline atıp, bebeğiyle birlikte sarıldı. Onun hayatı kolay olmamıştı. Fakir bir ailede büyümüş ve ortaokul itibari askeri okullar yıllarca Türk Silahlı Kuvvetlerinde çalışmış ve Mehmet sayesinde kurduğu güvenlik şirketinin büyümesiyle bu güce kavuşmuştu. Ne zaman hayatına Şehbal girmiş işte o zaman sorumluluktan kaçmak, dertlerden uzaklaşmak ve mücadeleyi bırakmak nasıl huzurlu bir yaşammış anlamış olmuştu.

Dudaklarını orman gözlüsünün alnına bastırırken hem bebeğinin hem karısının kokusunu içine çekti. Huzur buydu ve çocukluğundan beri çektiklerinin mükafatı evliliğiydi. Şehbal’in gergin vücudunun gevşemesiyle hafif gülümsedi.

“Her şeyi duydun.”

“Duydum!”

“Anlatacaktım sana…”

“Biliyorum.”

“Kızdın mı?”

“Sana kızmak mı? Kim bal gibi bu kadına kızabilir.”

Şehbal’in korkulu gözleri gülerken Ayaz’ın mızmızlanması üzerine hafif geri çekildi. Dev gibi adama tam bakabilmek için uzaklaşarak alan yaramıştı. Evde topuklu ayakkabıda giymeyince iyice küçücük duruyordu kocasının yanında ve bu durum Mahir’i deli gibi mutlu ederken, Şehbal’i mutsuz ediyordu.

“Bu sıpada ne zaman sana yaklaşsam mızmızlanıyor.”

“Sıpa deme oğluma…”

“Ver bakayım paşamı,” diye kucağına aldığında iki aylık olmasına rağmen gelişimi çok iyi olan küçük adamı göğsüne yatırdı. Başından öperken oğlunun kokusunda mest olmuş bir şekilde gözlerini kapattı.

Şehbal bu görüntüyü görünce biraz önceki korkunun yerini nedense adama dair bir yükselme almıştı. Oğlunun başına kondurulan öpücüklerde o dolgun dudakları öpmek istedi. Ayaz’ı emzirmişti, altını değiştirmişti ve uyutacaktı. Peki uyutuyorum derken yine yanında uyursam diye aklına gelince bu riske girmek istemedi.

“İşten geldin duşunu alıp, üzerini mi değiştirsen hem Halil’i uyutmam lazım.”

“Tamam balım!”

Karısının planlarından habersiz oğlunu Şehbal’e verdi ve saçlarından öpüp banyoya yöneldi. Zaten dışardan gelir gelmez genelde yıkanmadan oğluna dokunmazdı. Hem içindeki siniri de bastırmış olurdu. Karan’a acayip bilenmişti, ilk iş Baran’a söyleyecek sonrada ağzını burnunu dağıtacaktı. Soyunurken aklından geçenlerle yine bedeni gerildi. Ilık su iyi gelecekti.

Şehbal ise koşa koşa Halil Ayaz ile aşağı indi. Esme annesi ve Emine annesi salonda akşam yemeği saatini bekliyorlardı. Esme annesi torununu görür görmez kollarını uzatınca gülümsedi.

“Anne siz Ayaz’ı pusetinde uyutur musunuz bende yukarıdaki kirlilerini toparlayayım.”

“Uyutmam mı? Oğul balım gel bakalım, babaannenin göğsüne sen,” diyen kayınvalidesinden sonra koşar adım yine yukarı gitti. Hemen kirlileri toparlayıp, giyinme odasına gitti. Hamilelikte Türkan ve kendisi yirmi kilo almışlardı. Gerçi on kilosu doğumda gitmişti ama eski halinden eser yoktu.

Yeni aldığı mürdüm renkli tül kısa geceliği giydi. Koltuk altlarını kokladı. Terliyse hemen diğer odada duş almalıydı. Mis gibiydi zaten Ayaz’ı yıkarken bir su dökünmüştü. Saçlarını açtı. Önüne arkaya biraz kabarttı. Yüzünde makyaj yoktu. İlk ruj sürmeyi düşünse de Mahir’in sevmediğini bildiğinden vazgeçti. Topuklu tüylü pembe terliklerini giydiğinde tamamdı. O ara banyo kapısının açıldığını duydu. Mahir’in belinde havlu saçlarını tek eliyle kurutarak giyinme odasına gelmesiyle yatakta karşılama fikri çöp olsa da kocasının şaşırmış hali her şeye değerdi.

“Balım!”

“Delidumrul’um”

“Kapıyı kilitledin mi?”

“Hı hı!”

“Bu gecelik yeni mi?”

“Evet, beğendin mi?

“Bayıldım!”

Şehbal yerinden kımıldayamayan adama küçük adımlarla gelirken elindeki havlunun yere düşmesini gözleriyle takip etti. Adamın heybetli vücuduna ağzı sulanarak baktı. Dudakları kurumuştu. Diliyle alt dudağını yalarken kahve harelerin siyaha dönmesini seyretti. Direkt belindeki havluyu çekip attı.

Mahir hala duruyordu. Öyle gergindi ki aklına böyle bir an gelmemişti. Şu an karısı Mısır tanrıçaları gibi bir güzellikte dururken aptallaşmıştı. Dimdik erkekliğini küçük elleriyle kavraması üzerine inledi. Bir adım geri gitti. Aşağı yukarı sıvazlanan penisi resmen ihtiyaçla sızlamaya başlamıştı.

Ellerini usulca kaldırıp, memelerini sıktı. Baş vermiş uçlarından başparmaklarını gezdirirken geri geri gelerek yatağa kadar ulaştılar. Şehbal’in göğsünden itmesiyle Mahir yatağa düştü. Öyle gönüllüydü ki yatağa girmeye karısının ufacık teması yetmişti. Tamamen yatağa yerleşince dizlerini yatağa koyup bacaklarından itibaren üzerine gelen kadını hayal gibi seyretti.

Dizlerine dondurulan öpücükle kımıldayacak oldu. Ancak Şehbal bileklerine oturmuştu. Dudaklar yukarı doğru çıkarken sesli sesli nefes vermeye başladı. Baldırlarında gezen dudakların yerini dil darbeleri aldığında hırlar gibi sesler çıkarmaya başladı. Erkekliği artık göbeğine çıkacak kadar dikelmişti. Testislerinin mıncıklanmasıyla kendini tutmayı bıraktı.

“Bal karım, ne olur?”

“Söyle kocam, dudaklarım dilim nerende olsun?”

“Ağzına al ve beni tüketene dek em onu?”

“Emret!”

Şehbal kadınlığında atan damarı umursamamaya çalışarak emret dedikten sonra penisi sol eliyle tuttu. Sonra başına bir iki dil darbesi attı. Başını kaldırmış ne yaptığına bakan adamının gözlerinin içine bakarak ağzına aldığı gibi hafif ısırması bir oldu. Mahir’in sesli inlemesinden sonra saçlarını kavraması arasında saniye farkı vardı. Başını aşağı yukarı yaparak kendinden geçmek üzereydi. Böyle devam ederse boşalacağından Şehbal’i koltuk altlarından tuttuğu gibi kaldırdı ve kadına fırsat vermeden erkekliğin üstüne oturttu. Aynı anda sesli inlediler.

“Seni dağ ayısı canımı yaktın.”

“Beni çıldırtmak üzeresin tarla faresi.”

“Şimdi o tarla faresi seni kemirsin de gör,” dedikten sonra adamın boynuna dişlerini geçirdi. Mahir alttan vurarak birleşmelerini doruklara çıkarırken Şehbal’de dişleriyle adamın boynunu mosmor etme derdindeydi.

“Dayanamıyorum, lütfen bana eşlik et.”

“Çok az daha kocam, daha hızlı!”

Mahir hızla doğruldu ve kadının bacaklarını beline dolayıp sırtının yatağa gelmesini sağladı. Şehbal’in omuzlarının üstünde tablo gibi haline tekrar aşık olurken, tüm gücüyle karısının kuytularına girip çıkmaya başladı. Birkaç dakikanın sonundan Şehbal’in ismini söyleyerek boşalması üzerine o da kendini bıraktı. Ağırlığını vermeden karısının bedenine kendini bıraktı. Nefes nefese karısının memelerinin arasında sakinleşmeye başladı.

“İyi ki sen, iyi ki bal karım.”

Mahir aklına gelen sevişmeleriyle bacak arasındaki hareketlenme üzerine oturuşunu düzeltmek zorunda kaldı. Allah’tan Mehmet ve Baran işle ilgili konuşmaya başlamışlardı da gündüz gözü karısı yüzünden rezil olmaktan kurtulmuştu. Hafif gülümsedi. Öyle şehvetliydi ki böyle rezilliğe can kurban dememek nankörlük olurdu. O gazla ayaklandı.

“Ben evime gidiyorum. Karımı ve oğlumu özledim.”

“Bende gidiyorum. Gülşen’im ve karım burnumda tütüyor.”

“Bende Aydın babamlara gideyim. Türkan orada,” diye surat asan adama kahkaha attılar. Üç sevilen ve seven adam olarak huzurla sevdiklerine gitmek için ayrıldılar.

***

Akın evine geldiğinde hemen mutfağa girdi. Karısı düzenlenecek bir organizasyonun toplantısında olacağı için geç gelecekti. Üç aydır evlilerdi ve hayatının en güzel günlerini yaşıyordu. Tabi ki kıskançlıkları haricinde içinden değişik bir adam çıkmıştı. Hamza ve Tayyar’ı ne zaman görse deliriyordu. İkisini de en dış kapıda görevlendirmişti.

Evlendikten sonra ayrı eve çıkmak istemişti. Hem Ömür’ü görme ihtimallerini ortadan kaldıracaklardı. Ancak Mehmet buna müsaade etmedi. Bekarken ona tahsis ettiği evde yaşamaya başlamışlardı. Ömür sadece yatak odasını değiştirmişti. Onun haricinde kendi evindeki kullanacağı eşyaları da getirerek evi istediği gibi değiştirmişti. Ufak tefek halı perde değişikliklerinin yanı sıra mutfaktaki bütün tabak çanakları atmış. Çeyizine diye alınan her şeyi çıkarmıştı. Öyle bir şeyleri kenara koyulmasından nefret ederdi. Akın da Mehmet de gelin olarak her istediğini almasını söylemelerine rağmen Ömür, Akın’ı hiç yormamıştı.

Miraç yüzünden isteğinden iki ay sonra evlenmişlerdi. Hala ilk yakınlaştıkları gün aklına geldiğinde heyecandan yüreği içine sığmıyordu. Resmen Lilly’e teşekkür edecek kıvama getirmişti. Eğer kadını kıskanmasa sanki ona hiç yaklaşamayacak gibiydi. O gece ilk kez kalmak için evine davet etmişti. Ömür’ün utangaç halleri onu öyle eğlendirmişti ki sırf daha çok utandırmak için söyledikleriyle güzel memeleri görmeyi beklemiyordu.

“Ben sözümü tuttum, Lilly’e hiç yaklaşmadım. Öğleden sonra geldiğimizde sende gördün. Senin sözün hala geçerli mi?”

“Eee tabii ki!”

“Hımm! Hadi soyun!”

“Ne?

Akın kahkaha attı. Çilli yüzünün kıpkırmızı oluşuna baktı. İki eliyle yüzünü kavradı ve dudaklarını birleştirdi. Adam akıllı bir öpücük başlattı. Bugüne dek hep kaçak göçek öpücüklerle yetinmişti. İlk kez müsait bir yerdeydiler ve genç adam bu fırsatı sonuna dek değerlendirecekti. Dilini kadını ağzına soktuğunda ikisi birden inlemişti. Kucağına çektiği kadının bacaklarını açıp ata biner gibi üstüne oturmasını sağladı. Boynuna dudaklarını değdirip, derin bir soluk aldı.

Ömür’ün üzerindeki gri salaş tişörtün eteklerinden tuttu. Sonra durdu kadının gözlerine baktı. Konuşmadan izin istedi. Sadece gözlerini açıp kapatarak sessiz iznini verdiğinde bir çırpıda çıkan kıyafetin altından tozpembe dantelli sütyenden taşan yuvarlıklardan gözlerini alamadı. Demek eve gelince iç çamaşırını değişmişti. Bugünkü beyaz düz bir sütyendi. Kendi için hazırlandığını düşünerek heyecanı arttı. Elleri titreyerek memelere dokunduğunda Ömür’ün sert soluğuyla gözlerini kucağındaki kadının gözlerine dikti.

“Çok güzelsin.”

“Lilly’den de mi?”

“Herkesten… Nefesimi kesiyorsun,” deyip dudaklarını sütyenin üzerinden görmek için can attığı memelerinin arasına bastırdı. Küçük küçük öpücükleri göğüs oluğuyla boynu arasında gezerken sütyenin kopçasına elleri gitti ve tekrar gözlerine baktığında gerekli izni aldı. Anında çıkarılan çamaşırdan gözlerini kapattı.

Koca elleriyle ilk önce yoğurdu. Başparmaklarıyla uyarılmış uçları daha çok büyüttü. Dudaklarına saldıran kadına açlıkla karşılık verirken içindeki fırtınaya inanamıyordu. Dudakları ayırıp nefes nefese kaldıklarında fırtınanın yönünü sol göğüs uçununa çevirdi. İlk dil darbesiyle hafif doğrulan ve erkekliğine sürten kadınla pembe tomurcuğu dişlerinin arasına aldı.

Ömür’ün inleyen sesleri sabrının azalmasına sebep oldu ve durdu. Yoksa sonuna dek gitmek isteyecekti. Sevgilisinin buna hazır olmadığını biliyordu. Dudaklarını tekrar boynuna geçirdi. Yanda gözüken tişörtü eline alıp tekrar giydi.

Ömür’ün ona minnetle bakmasıyla ne denli doğru bir karar verdiğini anladı. O gece birlikte uyudular. Ertesi günde Mehmet’e bir an önce evlenmek istediğini söylemişti. Ömür’ün bu konularda rahat olmadığını bir gece önce net anlamış bir an önce parmağına yüzüğünü takmak istemişti.

Güler yüzlü yardımsever sözünü sakınmayan halleriyle o kadar seviliyordu ki, sinir oluyordu. O ne kadar soğuk herkese mesafeliyse Ömür tam tersi sımsıcaktı. Sadece bana sıcak ol kadın dememek için kendini zor tutuyordu. Sadece insanlara da değil, doğadaki bütün hayvanları elinde olsa evinde besleyecekti. Nasıl yıllarca aynı yerde çalışıp, Ömür’e bu kadar çok kişinin ilgi gösterdiğini anlamamıştı ki, ona hayran hayran bakan herkesi dövmek istiyordu. Bir an önce nişanlanmak için uğraşmasının sebeplerinden biri de buydu.

Miraç ve Berra’nın düğününden bir hafta sonra isteme olmuştu. Ahmet baba ve Suzan annesi her şeyiyle ilgilenmişti. Ömür’ün babasının bizde hayırlı iş pek uzatılmaz, biz buradayız kızım İstanbul da diye söylemesi üzerine adama babam canım babam diyerek sarılmamak için zor durmuştu.

“Vayyy şerefsiz, lan bizim kayınpederler vermemek için kendini paralarken seninki resmen hemen düğün olsun diyor.”

“Abi burada bari şansım gülsün.”

“Tamam lan ajitasyona bağlama hemen, senin şansın Ömür…”

“Çok şükür abi, ailesi de ailem olur hem…”

“Olur tabi oğlum! Bir de torun verin bak nasıl oluyor?”

“O günleri görür müyüm?”

“Akın ağzının ortasına bir tane çakarım şimdi, ne demek görür müyüm?”

“Abi çok mutluyum çok korkuyorum rüya da gibiyim…”

“Allah’ın izniyle bundan sonra hep mutlu olacaksın ve artık yalnız değilsin.”

Mehmet söz verdiği gibi düğünün bütün masraflarını karşılamıştı. Akın’ın kimsesi olmadığı için tanıdıklarını Sakarya’da yapılan düğünlerine davet etmişti. Bir ay içinde evlenmişlerdi ve ilk düğün gecelerinde birbirlerinin olmuşlardı. Acıya ve kaybetmeye alışkın biri olarak öyle çok korkuyordu ki bu mutluluğu kaybetmekten bazen uykuları kaçıyordu.

Talihinin döndüğüne bir türlü inanamazken Ayhan Bey ve Aydın Bey’in de kendi gibi kimsesiz büyüdüklerini ve eşlerinden sonra nasıl mutlu bir hayatlarının olduğunu öğrenmişti. Ondan sonra korkuları biraz daha azalmıştı.

Kapının açılma sesiyle kaşlarını çattı. Saatine baktığında Ömür’ün gelmesine daha çok olduğunu düşündüğünden hemen ayaklandı. Karısını görünce şaşırdı.

“Hayatım!”

“Akın!”

“Erken geldin. Hem niye solgunsun hasta mısın?”

“Akınn!”

“Ömür ne oldu?”

Akın gelip, belinden karısını kendine yasladı. Kıvırcık saçlarını geriye atıp en sevdiği yere boynuna gömüldü. Kokusunu içine çekip, öpücük kondurdu. Ömür’ün ellerini de saçlarında hissedince hafif gülümsedi. Ancak karısından duyduğu itirafla kaşlarını çattı.

“Ben sana ufacık beyaz bir yalan söylemiş olabilirim.”

“Anlamadım, ne yalanı?”

“Toplantım yoktu, hastaneye gitmem gerekiyordu.”

Akın anında ayrıldı. Ömür’ü saç telinden ayak parmağına dek inceledi. Gayet sağlıklı duruyordu. Ömür’ün kızarmış yanaklarına heyecanlı yüzüne ve parlayan gözlerine anlamsız baktı.

“Hasta mısın?”

“Akınn!”

“Ömür ne ne… Akın Akın… Kalbime mi indirmeye çalışıyorsun?”

“Hamileyim!”

“Hasta mısın? Ne hastalığı…”

Ömür kahkaha attı. Akın’ın korkudan sararan yüzüne baktı. Onu kaybetmekten korktuğunun farkındaydı. Özellikle bazı geceler onun uyuduğunu düşünüp Allah’ım ne olur bu mutluluğumu elimden alma diye dua ettiğini duymuştu. Hamileyim lafını hastayım diye anlayıp, korkudan sararmasına kıyamadı. Yanına gitti. Elini karnına koydu.

“Hayır şaşkın bebek geliyor bebek…”

“Hasta değilsin.”

“Hamileyim.”

“Bebek geliyor!”

“Yaaa gördün mü şu Allah’ın işine bebek geliyor.”

“Nasıl geliyor ki?”

Ömür şaşkın hala kabullenemeyen adamın dudaklarına kapandı. İçinden geldiği gibi kendinden vererek uzun uzun öptü. Öpüşüne bile yetişmeye çalışır gibi karşılık veren adamın iki yanağını tuttu. Alınlarını birleştirdi.

“Nasıl olduğunu göstereyim mi?”

“Göster.”

“Yatak odasına geç soyun geliyorum.”

“Ömür ne diyorsun ya?”

“Nasıl bebek yaptık onu göstereceğim sana…”

“Ömür bebek geliyor, bizim bebeğimiz…”

“Hele şükür,” diyen Ömür kendini evin dışına atıp, belindeki silahı çıkarıp tüm şarjörü havaya sıkmasını beklemiyordu. Tüm korumalar ve Mehmet’i başlarına toplamasını hiç beklemiyordu.

“Abi ne oldu?”

“Baba oluyorum. Baba oluyorum.”

“Akınn!”

“Abi baba oluyorum.”

“Lan aklımızı aldın. Bunun için mi sıktın.”

“Abi baba oluyorum benimde ailem olacak…”

Mehmet silah sesini duyunca dışarı fırlamıştı. Mine’nin gitme demelerini umursamamıştı. Çok yakından olunca korumalarla birlikte Akın’ın Allah diye bağıran sesi üzerine onun olduğu tarafa koşmuşlardı. İlk ağzına gözüne dalmayı düşünse de Akın’ın aile eksikliğinin acısıyla ve bebek sevinciyle yaptığına kıyamadı. Gidip sarıldı.

“Tebrik ederim koçum...”

“Baba oluyorum!”

Akın’ın hüngür hüngür ağlaması üzerine kendinin de gözleri doldu. Ömür’ünde kapı önünde ağladığını görünce ne güzel şey yaptığını düşündü. Sırf Mine’yi kıskandığı için girdiği bu yolda böylesine mutluluğa vesile olduğu için kendiyle gurur duydu.

***

Miraç uçakta yerinde duramıyordu. Bir haftadır Almanya’daydı ve karısını mutlu yuvasını çok özlemişti. Asla sıkılmadığı bir evlilik yaşayacağını düşünemezdi. Laz damarlı karısı o denli eğlenceliydi ki, koşa koşa eve gidesi geliyordu. O hiçbir zaman abisi gibi ciddiyet abidesi olmamıştı. Yeri geldiğinde dibine kadar eğlenmeyi sevmişti. Berra ile gece kulüplerine gidip sabahlara kadar birlikte dans ettikleri gibi, hafta sonra şehir dışı hatta yurt dışı kaçamakları oluyordu. Bazen de günlerce evden çıkmadan gerek film seyrederek gerek sohbet ederek hiç sıkılmadan akşamlarını geçirebiliyordu. Berra’nın yatak oyunları en eğlenceli kısımlarıydı.

Gülşen’i çok seviyordu ama kendisi bebek konusunda beklemek istemişti. Berra ile seyahat etmek ve ona doymak istiyordu. Evleneli bir yıla yakın olmuştu. Berra’nın bebekleri severken ki hallerine bayılıyordu. Annelik ona çok yakışacaktı ama daha karısına doyamamıştı ve bir bebekle paylaşmak istemiyordu.

Uçak iniş için anons duyulunca içi kıpır kıpır etti. Berra onu havaalanından alacaktı. Uçağa binmeden önce aramıştı ama telefonu kapalıydı. En son bir gece önce konuşmuştu. Valizi beklerken sabırsızdı. Eşyalarını asistanına aldırmayı aklından geçirse de bekledi. Valizini alıp, çıkışa gittiğinde gözleri karısını aradı. Ancak yoktu. Trafik vardır demek ki yetişemedi derken telefonunu çıkardı. Aradığınız kişiye ulaşılamıyor sesinden sonra kaşlarını çattı.

Çıkışa gitti. Bir süre bekledi. Sonra içeri geçip, kafelerden birine oturdu. Taksiye atlayıp gitmeyi düşünse de Berra’nın ona söz verdiği gibi geleceğine emin olduğundan beklemeye karar verdi. Telefonu hala kapalıydı. Şarjı bitmiştir diye kendini telaşe vermek istemiyordu. Yaklaşık bir saat sonra hala telefon kapalı olunca abisini aradı. Berra’dan haberi yoktu. Bugün şirkete hiç gelmedi biraz rahatsızmış demesi üzerine çıkışa yürüdü. Taksiye binecekken telefonu çaldı. Arayan annesiydi.

“Anne!”

“Neredesin sen?”

“Almanya’daydım ya annem, bir saat kadar önce geldim.”

“Hemen Adana’ya geliyorsun.”

“Anne Berra’yı görmem lazım. Söz yarın gelirim.”

“Sen Berra’yı görmeyi hak etmiyorsun eşek sıpası hemen Adana’ya gel.”

Miraç annesinin sert sesinden sonra taksinin kapısını kapattı. İç hatlara doğru yürümeye başladı. Ne demek Berra’yı görmeyi hak etmiyorsun.

“Anne! Zaten Berra’ya ulaşamıyorum, çıldıracağım ne diyorsun?”

“Berra burada!”

“Adana da mı?”

“Evet!”

“Taman hemen geliyorum.”

Mehmet’i arayıp uçaklarının müsait olup olmadığını sordu. Müsait olduğunu duyunca hemen Adana’ya gitmek için hazır etmesini istedi. Yurtdışına giderken Mehmet’in Amerika seyahati olduğundan kendi ve asistanı tarifeli uçakla gitmişti. Bir saat sonra uçağın içindeyken korkudan ölüyordu. Berra’ya ne olmuştu? Annesine o kadar ısrar etmesine rağmen ne karısıyla görüştürmüş ne de sorunun ne olduğunu söylemişti.

Dakikalar saatler kadar uzun geçerken Adana’ya indiğinde babasının şoförünü kapıda gördüğü mutlu oldu. Berra’yı da sabah aldığını söyleyen emektar şoförlerine minnetle gülümsedi. Karısının neden Adana’ya geldiğini merak ediyor, sorunun ne olduğunu öğrenemedikçe çıldırıyordu. İçindeki sıkıntı gittikçe büyüyordu. Araba durduğunda fırladı. Kapıda onu karşılayan heybetli babasıyla durdu.

“Baba karım neden burada?”

“Anasının babasının evine gelmiş, gelemez mi?”

“Estağfurullah baba…

“Gir içeri eşek sıpası kız sabahtan beri helak oldu.”

Miraç suçlu bir çocuk gibi içeri geçerken babasının söylenmelerine sesini çıkarmadı. Zaten ne suçu olduğunu bir anlasa kendini savunacaktı. Salona girdi. Annesinin göğsünde yatan karısının bedenini inceledi. İçinden binlerce kez şükür etti. Ancak kıpkırmızı gözlerini görünce kaşlarını çattı. Üzerindeki sarı eşofman takımı ve atkuyruğu yaptığı saçları makyajsız yüzüyle dağılmış haline baktı. Birkaç büyük adımla yanlarına gelip, diz çöktü.

“Berra’m!”

Onu görünce hıçkıra hıçkıra ağlamasına anlam veremedi. Sarılacağı zaman annesi elini itince kaşlarını çattı. Karısına sarılan sırtını okşayan teselli eden kendisi olmalıydı.

“Anne çıldırtmayın beni ne oldu?”

“Sen iyi bilirsin ne yaptığını?”

“Sarı’m söyle ne yaptım? Ne olur ağlama, okyanuslarını kanlandırma!”

Berra o ana dek bakmadığı kocasına titrek bakışlarla baktı. Dün aldığı haberle ne yapacağını bilemedi. Tüm gece uyuyamayınca soluğu Suzan annesinin yanında aldı. İlk günden beri ona anneliğini unutturan kadından başkası gelmedi aklına ve sabah ilk uçakla Adana’ya geldi. Olanları anlatınca Ahmet babası da Suzan annesi de üzüldüğü için çok kızsalar da Miraç’ın tepkisinden çok korkuyordu.

“Suzan Hanım biz çıkalım çocuklar konuşsunlar.”

“Miraç yazıklar olsun sana, seni ben yetiştirmiş olamam.”

“Delireceğim ya anne ne yaptım ben…”

“Sus babası kılıklı birde üste çıkmaya çalışma… Eğer Berra’yı güldürmeden buradan çık ben sana o zaman yapacağımı biliyorum.”

“Ben ne yaptım hanım!”

Suzan Hanım, göğsüne sığınmış güzel gelinin alnından öpüp ayaklandı. Ters ters Ahmet Bey’e baktı. Söylenerek salondan çıktı. Berra’nın ellerini tutan Miraç sımsıkı karısına sarıldı. Tekrar ağlayan kadına artık sinirden çıldırmanın eşiğindeydi. Ne yaptığını çok merak ediyordu.

“Güzelim ne yaptım seni bu kadar üzecek hadi söyle bana…”

“Miraç!”

“Canım!”

“Ben bilerek yapmadım gerçekten…”

“Neyi güzelim hadi dümdüz anlat bana valla saatlerdir düşünmekten delireceğim.”

Berra kocasından ayrıldı. Elindeki peçeteyle gözyaşlarını burnunu sildi. Güzel mavi gözleri kıpkırmızı ve şişmişti. Dikkatle bakan siyah harelere ne diyecekti?”

“Biliyorum sen istemiyorsun. Evlendiğimiz günden beri diyorsun ama inan çok dikkat ettim. Sende ettin ama yine de tam dikkat etmemişiz demek ki…”

“Berra ağlama okyanus gözlerine kan oturmuş. Ben neyi istemiyorum. Bak senden gelecek her şey benim başım gözüm üstüme…”

“Hamileyim!”

“Berraa!”

“Bak gördün mü bağırıyorsun bana,” diye tekrar ağlamaya başlayınca Miraç ayağa kalktı. Saatlerdir bu yüzden mi korku içindeydi ve bu kadın buna mı ağlıyordu. Yine hıçkıran Sarı’ya dayanamadı. Dizlerinin üzerine çöktü.

“Güzelim saatlerdir aklıma neler geldi haberin var mı? Allah aşkına bunun için ağlanır mı?”

“Ama! Ama sen istemiyordun.”

“Laz kızı ben sana benzeyen bir kız çocuk istemez miyim? Sadece seninle daha çok zaman geçirmek istediğim için erken buluyordum.”

“Yani bebeği aldırmamı istemeyecek misin?”

“Yavrum sen bu yüzden mi bu kadar harap ettin kendini aşk olsun beni hiç mi tanımadın?”

“İki üç ay önce film seyrediyorduk. Kadın kocasını oyuna getirerek hamile kaldı diye demediğini koymadın.”

Berra’ya sımsıkı sarılıp, göğsüne yatırdı. Saçlarını öptü. Kendine bin bir küfür ederken en mutlu olacakları haberi onun gereksiz konuşmaları yüzünden ne hale gelmişti. Bir süre sessizce beklediler sonra gülümsedi. Masmavi gözlü sarı bir kız çocuğu gözlerinin önüne canlandı. İçi kıpır kıpır oldu. Karısının çenesinden tutup, göz göze gelmelerini sağladı. Zaten günlerdir hasretti. Küçük burnundan öptü önce dayanamayıp dudaklarına saldırdı. Özlemini gidermek istercesine açlıkla öptü. Sarı’nın küçük küçük karşılıklarından sonra öpücüğünü derinleştirdi.

“Bana dünyaları bağışladın demek bebeğimiz olacak.”

“Gerçekten sevindin mi?”

“Hem de çok içim kıpır kıpır…”

Berra derin bir nefes aldı. Elini karnına koydu. İki aylık hamileydi. Miraç istemeyecek diye aklı gitmişti çünkü o çok istiyordu. Sırf Miraç istemiyor diye beklemişti. Kocasının şaşkın sorusuna gülümsedi.

“Kimseye haber vermeden neden Adana’ya geldin.”

“Sen bebeği istemezsen diye aklım çıktı. Düşündüm taşındım, aldırmak istersen Suzan annem senin kafanı kırsın diye geldim.”

“Sana inanamıyorum resmen bu yaştan sonra anne terliği yedirecektin yani bana korkulur senden…”

“Beni annemden başkası anlamazdı.”

“Senin o annem diyen ağzını yer bu kocan, kalk kalk dayak yemeden Sultan’ımın yüreğini rahatlatalım.”

Elinden tutarak mutfağa geçtiler. Masanın üzerinde poşetin üstündeki terliği gördüğünde Miraç kahkaha attı. Dedesi ikisini de çok severdi asla vurmalarına izin vermezdi ama annesi onları yaramazlık yaptığı zaman terliğini aynen böyle masanın üstüne koyardı. Bu da dedeniz gidince terlik geliyor demekti.

“Anne!”

“Berra kızım!”

Kendini dikkate almayan annesine gülümseyerek dibine dek yürüdü. Ayağa kalkmış Suzan Hanım’ı omzundan tutup kendine sardı.

“Torun geliyormuş Sultan’ım, sen beni terlikle mi karşılıyorsun?”

Suzan Hanım gülümsedi. Sımsıkı geliniyle oğluna sarıldı. Bebek istemediğini duyduğundan beri oğluna bilenmişti ama onun yetiştirdiği oğlu nasıl bebek istemezdi. Hele Berra’nın anne aldırmak isterse ne yaparım diye ağlamasına içi gitmişti. Kimseye değil ona sığınan gelini değil kızı kabul ettiği kadın ağladıkça kendini yiyip bitirmişti. Terliğini de hazırlamıştı.

“Son dakikada kurtuldun hadi terlikten…

Hepsinin kahkaha atmasıyla akşamları da gelecekteki günleri de bebek heyecanıyla geçmişti.

***

3 yıl sonra…

Gülşen, Filiz ve Halil artık üç buçuk yaşındaydılar ve aynı kreşe gidiyorlardı. Sık sık bir araya geldiklerinden çok iyi anlaşıyorlardı. Ancak kreşe başladıklarından beri Gülşen ve Filiz’in ara ara Halil’e şiddet uyguladığı öğretmenlerinin dikkatini çekiyordu. Bu yüzden üçünün ailesini çağırmıştı.

Mehmet Mine, Baran Türkan ve Mahir Şehbal’in toplantı salonunda gergin bekleyişi devam ederken ne olduğunu merak ediyorlardı. İçeri giren minyon otuzlarının başlarındaki öğretmenlerinin güler yüzüne karşılık vermekte zorlandılar.

“Merhaba nasılsınız?”

“İyiyiz Jülide Hanım size nasılsınız?”

“Teşekkür ederim Mehmet Bey, sizi neden çağırdığımı merak ediyorsunuz?”

“Kesinlikle hemen konuya girerseniz iyi olur?”

Mine ters ters kocasına baktı. Sanki iş toplantısındaydılar. Yine o sert zırhını kuşatmış gardını almıştı. Öğretmeni yönlendirme şekline de gıcık olmuyor değildi. Bu sert tavrını bir türlü bırakmıyordu. Şeyma’nın ondan korktuğunu söylemesine rağmen hala çalışanlara karşı tavrı değişmemişti. Can ciğer kuzu sarması olsun istemiyordu ama en azından ses tonunu yumuşatabilir, emir vermekten vazgeçebilir ya da o çatık kaşları biraz düzeltebilirdi.

“Mine ve Gülşen bazı günler Halil Ayaz’a şiddet uyguluyorlar bunun için sizi çağırmıştım.”

“Nasıl yani benim oğlum kızlardan dayak mı yiyor?”

“Mahir Bey bunu cinsiyete bağlamasak mı? Mesela ellerine olan durumu için sizi bilgilendirmeme rağmen hiç bana dönüş yapmamanız beni şaşırtıyor.”

“Çünkü Halil Ayaz yanlışla oldu, bilerek yapmadılar ya da ben kendim yaptım diyor.”

“Şehbal Hanım Ayaz’ın o yaralarının sebebi Gülşen ve Filiz…”

“Bir aydır rehberlik öğretmenimizle çözmeye çalıştık ama çözüme ulaşamadık. Birazdan Ertuğrul Hocam çocukları getirecek sebebini öğrenmeye çalışacağız. Yoksa pedagog yardımı almanızı öneririm.”

Hepsinin kaşları çatılırken tedirgin hallerine Jülide Hanım hepsini inceliyordu. Zira dışarda da aile dostu olduklarını biliyordu. Sık sık görüşen aile bireylerin bu duruma müdahale etmemelerine şaşırıyordu. Ertuğrul Hoca çocukların ellerinden tutarak geldiğini görünce ayağa kalktı. Cam kapıdan içeri aldı.

“Gelin çocuklar aileleriniz sizi almaya gelmiş, bizde siz gelene dek sohbet ediyorduk.”

Mehmet, Baran ve Mahir ayaklandı. Çocukları kucakladılar. Halil’in ellerinin üzerindeki yarayı gören Mahir’in kaşları çatıldı. Sabah yoktu. Öğretmenlerinin sözleriyle çocukları bıraktılar.

“Sizde bize katılır mısınız? Ailelerinizle hiç oturmamıştık.”

“Tabi ki öğyetmenim.”

Gülşen’in kendinden emin tavrına Mehmet aşkla baktı. Kızı tip olarak annesini andırsa da özgüveni ve sevmediği durumlarda kaşlarını çatıp kendini savunan halleriyle aynı kendisiydi. Şimdiden onunla gurur duyuyordu.

“Teşekkür ederim Gülşen… Filiz bizde tam Halil’in elinin üzerindeki yaraların nasıl oluştuğunu konuşuyorduk.”

“Şeyyy! Anlattınız mı öğyetmenim?”

“Yok Şehbal teyzenize kendiniz anlatmak istersiniz diye düşündük.”

“Ben anlatıyım öğyetmenim…”

“Halil sen mi anlatmak istiyorsun peki bekliyoruz.”

“Öğyetmenim şimdi biz okuya başladığımız da kızlar beni uyaymıştı. Diğey kızlayla samimi olmayacaktım. Beyen de bana çok ilgi gösteyiyor, yemeğini benle paylaşıyoy Gülşen ve Filiz o siniyle çatal batıyolar.”

“Hiiii…”

Mine ve Türkan’ın aynı anda verdiği tepkiye Ertuğrul Bey sakin olun dercesine bakınca kendilerine geldiler. Mehmet ve Baran tepkisiz dursa da Şehbal’in gözleri doldu. Ertuğrul Bey tekrar konuşturmaya başlayınca yine pür dikkat kaldılar.

“Ama siz dışarda da sık görüşüyorsunuz Halil Ayaz, sadece Beren’e kızdıkları için mi kızlar sana çatal batırıyor.”

“Evet öğyetmenim.”

“Peki, küçük hanımlar kuzeninize çatal batırmadan bu konuyu halledemez miydiniz ya da daha önce bize söyleyebilirdiniz.”

Gülşen ve Filiz başlarını yere eğdiler. Dudakları titremeye başladı. Gözleri doldu. Kızların ikisi de kafalarını kaldırdılar ve babalarına baktılar. Resmen bizi kurtarın der gibiydiler. Jülide bu kadar çabuk çözüleceklerini beklememişti açıkçası ama Halil’inde canına tak ettiğini aklından geçirirken yüzü güldü.

“Şey öğyetmenim onlaya kızmayın benim canım acımıyoy!”

“Beyen bizi siniy etmek için Halil’e yaklaşıyoy!”

“Öyle mi Filiz, nereden anladın bunu?”

“Biz onu uyaydık Halil Ayaz bizim dedik.”

“Anladım Gülşen! Ayaz’ın sizden başka arkadaşı olmayacak yani…”

“Olmayacak biz bize yeteyiz dimi Halil!”

“Evet kızlay!”

“Mahiy amca Halil Ayaz bizim dimi?”

Mahir’in Filiz’in sözleriyle gözleri mutluluktan doldu. Küçücük yüreklerinden öpmek istedi. Nasıl güzel sahiplenmişlerdi birbirlerini oğlunun canı yanmasına rağmen kızları savunmasına, kızların Halil’i kıskanmasına hayranlık duydu.

“Her zaman siz kardeşsiniz ama bundan sonra Halil’e çatal batırmak ya da çimdiklemek yok.”

Kızların ikisi de başlarını hızlı hızlı sallamıştı. Mehmet ve Baran’a hava yaparak konuşmasına baktılar. Mahir’e bir tane çakmak farz olmuştu. Çocuklarla birlikte kreşten çıktıklarında nasıl hareket edeceklerini bilemediler. Sonra hep beraber yemeğe gitmeye karar verdiler. Siparişlerini verdiler. Çocuklar oyun alanına gittiğinde birbirlerine bakıp bakıp kahkaha attılar. Bunlar ne yaşamıştı.

“Kızlarınız oğlumu paylaşamıyor ya lan!”

“Mahir ağzını burnunu kırarım. Benim kızım kardeş gibi görüyor.”

“O iş belli olmaz Mehmet!”

“Lann! Ayağa kaldırma beni…”

“Filiz de az değil hani!”

“Kızımın adını ağzına alma Mahir valla Mehmet’e bırakmam seni…”

“Oğlum ben ikinize de yeterim de kardeşlerimsiniz.”

***

Mine heyecandan ölüyordu. Bu sefer kimseye söylememişti. Tüm ailesini arkadaşlarını büyük bahçesinde ağırlayacak ve sevdiği adama müjdesini verecekti. Gülşen yeteri kadar büyümüştü. Kardeşi olacağını ona sonra söyleyecekti. Dört yıl öncesine dek böyle bir evliliği ve hayatı olacağını biri ona söyleseydi herhalde dalga geçiyor diye düşünürdü.

Ki!

Bir gün Türkan’la gittiği bir kafede tarot falı baktırmıştı. Kadın ona çok sevileceği bir evliliği olacağını ve üç çocuğu olacağını söylemişti. Gözleri dolmuştu. Asla olmayacak diye düşünmüştü. O zamanlar üniversiteyi yeni bitirmişti. Bana inanmıyorsun ama vaktini bekle demişti. Kağıtlarda bunu nasıl görür demiş ve hiç üstünde durmamıştı. Bu bir rastlantıydı tabi ki ama keşke o dönem umut bile edemeyecek durumda olmasaydı.

Mehmet’e akşamı haber verdiğinde memnun olmamıştı. Davet ettiği kişileri duyunca ise ne gerek var bu kadar kalabalık olmaya ben karımı özlüyorum diye söylenmişti. Onun bu hallerine bayılıyordu. Milletin yanında sert iş adamamız Mine’ye mızmızlanıyor, şımarıyordu.

Kocaman U şeklinde masa hazırlatmıştı. Yemek şirketinden gelmişler ve her şeyi hazırlamıştı. Aysel çok yorulmuştu. Hakkını nasıl ödeyeceğini bilmiyordu. Ömür ve Akın, Sinan ve Aysel’le resmen aile olmuşlardı. Her şeyi kontrol ettikten sonra odasına gitti. Güzel bir duş aldı. Mehmet’le tanıştığı gün üstünde olan kırmızı elbiseyi giydi. Anısı vardı ve hayatı boyunca saklayacaktı. İlk kez kendini güzel gördüğü elbiseye ve onun Mehmet’i getirdiğine inanmak absürt bir batıl inanç olabilirdi. Umurunda değildi.

Saçlarını artık daha kısa kullanıyordu. Kurutup kendi dalgasına bıraktı. Gözlerine sadece rimel sürdü. Kırmızı ruju olmazsa olmazıydı. Topuklu terliklerini de giyince aynada sağa sola derken baktı, kalçaları harika gözüyordu evet hazırdı. Tam odadan çıkacakken Mehmet odaya girdi. Gözlerini kıstı. Bütün bedeninin de gezindi. Mine’nin sessizce durması üzerine göz temasını kesmeden adımladı. Karısı yine erkekliğini harekete geçirecek kadar seksiydi.

“Hoş geldin sevgilim.”

“Hoş bulduk karıcığım. Bu elbise o elbise değil mi?”

“Evet!”

“Bu gece üzerinden yine ben çıkaracağım.”

“Olur!”

“Minee… Mine’m!”

Sımsıkı sarıldı bilerek dudaklarına dokunmuyordu. Karısının büyük göğüsleri ellerini dolduran kalçaları onu hep harekete geçiriyordu. Bu ara çıkan göbeği bile deliler gibi istemesine neden oluyordu. Bir sürü misafir çağıracak zaman mıydı? Saçlarından öptü.

“Hadi in aşağı yoksa seni de benle birlikte duşa sokacağım.”

“Çok isterdim kocacığım ama…”

“Biliyorum misafirlerimiz var.”

Mine, Mehmet’in yanağına kocamanından bir öpücük kondurup aşağı indi. Son hazırlıklarını kontrol ederken bahçeye giriş yapan ailesini gördü. Arkasından Türkan ve Baran’da geliyordu. Hepsini güler yüzle karşılarken, Belgin Hanım’ın gururlu hali görülmeye değerdi. Onun kızı mükemmel bir anne ve eş olmuştu. Sonrasında Miraç ve Berra ile gelen Ahmet babası ve Suzan annesini de aynı şekilde karşıladı.

Bu sürede kocası da aşağı indi. Yine kaşları çatık herkesi selamlarken hafif gülümsedi. Bu adamın çattığı kaşına dek aşıktı. Aşçı etleri mangala yavaş yavaş atarken, Şehbal ve Mahir’i bekledi. Çocuklar içinde iki kadın ayarlamıştı. Bahçelerinde bulunan parka yakın çocuklara da masa kurdurmuştu. Zira artık hepsi kendi yemeğini yiyebiliyordu. En küçük Berra’nın oğlu Aslan bile iki yaşını geçmişti. Ömür ve Akın’ın oğulları Ahmet Bilal, Aslan’dan üç ay büyüktü. Onlarında geldiğini mutfak tarafına geçerken gördü.

“Mezeleri masalara servis edebilirsiniz.”

“Tamam Mine Hanım!”

Mehmet arkadan gelip elinde tutunca şaşırdı. Arkasından hızla takip etti. Çalışma odasına girdiler kapıyı kapatmadan adamın sıkıntılı sesinden ne olduğunu anlamaya çalıştı.

“Mine deliriyorum, bu elbise beni çıldırttı. Sen niye eve bu kadar adam topladığın gün bu elbiseyi giydin ki…”

“Özel olsun istedim.”

“Off şimdi seni yatak odasına çekip saatlerce sevişmek var.”

Mine’nin saçlarını geriye atıp, boynuna dudaklarını bastırdı. Kokusunu içine çekti. Büyük ellerini açarak kadının kalçalarını sıktı. Biraz olsun rahatlamalıydı. Tam dudaklarından öpecekken duyduğu sözlerle gözlerini sinirle yumdu.

“Gardaşım ben geldim. Ne yapıyorsun orada?”

“Senin zamanlamana sıçayım ben,” derken Mine bir adım geri gidip Mehmet’in ağzını kapattı. Hemen geri döndü. Kızarmamış olmayı diliyordu. Nasıl oluyorsa her defasında bir tek Mahir’e basılıyorlardı.

“Mahir hoş geldiniz?”

“Hoş buldum yengem… İyi ki de bu adamı aldın. Bu suratsızlıkla valla evde kalırdı.”

Mine Mehmet’in ettiği ana avrat küfrü duymamış gibi yaparak Şehbal’i de alıp, bahçeye çıktı. Yemekler başladı. Keyifli bir ortam oldu. Gramafonda Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Gönül Yazar gibi eski sanatçıların taş plakları çalarken herkesin iyice keyiflenmesi çok hoşuna gitti. Yaş gruplarına göre oturmuş herkes kendine göre sohbet ediyordu. Mine ayağa kalktı. Eline bir çatal ve bardak aldı. Vurarak herkesi kendine baktırdı. Kararan gözlerle kendini izleyen kocasına gülümsedi.

“Sevgili ailem ve dostlarımız sizi evimde ağırlamak çok güzel tekrar hepiniz hoş geldiniz. Size güzel bir haberim var. Mehmet!”

Hafif gülümseyen bir elini beline atmış kocasına baktı. Tam ağzını açmış hamileyim diyecekti ki Türkan’ın ayağa kalkıp, bağırmasıyla kalakaldı.

“Baran ben hamileyim!”

“Neee! Türkan yine mi ya…”

“İlkinde sen söylemiştin bunu hırs yapmıştım.”

“Kızım bizim göbeğimiz birlikte mi kesildi ya her şeyin benimle aynı… Kıskançsın Türkan!”

“Haha bana diyene bak ilk doğuma ben girdim. Kıskançlıktan benden önce doğurdun be…”

Türkan’la Mine yine kavga ede dursun, Baran ve Mehmet bir türlü aralarına girememişti. İkisi de ayağa kalkmış birbirlerine saydırmaya devam ettiler. Güzel haberleri yine burunlarından soluyan bir sinire dönerken, Berra’nın sesi duyduldu.

“Madem söyleme günü Miraç bende hamileyim sevgilim.”

“Mahir bende hamileyim.”

“Akın bende hamileyim.”

Masada ki herkes bir bir ayağa kalkarak hamileyim diyen kızlara ağzı açık kalırken, ilk şoktan çıkan Mahir oldu. Karısını kaldırıp, bağırarak döndürürken, Akın ve Miraç takip etti. Ancak Türkan ve Mine hala sinirli sinirli birbirlerine baktığından Mehmet ve Baran elleri böğürlerinde sevinçlerini yaşamayı bekliyorlardı. Çünkü bu sahneyi daha önce yaşamışlardı ve araya girmemeleri gerektiğini biliyorlardı. Aileler tebrik etmeye başladığında hepsi ağlıyordu.

“Türkan seni uzun süre görmek istemiyorum.”

“Bende seni görmek istemiyorum Mine.”

“Benim bebeğim sekiz haftalık senin ki..

“Altı…”

“Benimki beş Mine abla…”

“Bir sen eksiktin Ömür!”

“Aşk olsun Mine!”

O ana dek hiç araya girmeyen Mehmet, Akın’ın aşk olsun demesiyle hindi gibi kabardı. Hem artık karısına sarılmak istiyordu.

“Niye benim karımla aşk oluyor lan…”

“Abi ben ne dedim şimdi?”

“Mine’m karıcığım sen bana dünyaları verdin. Sinirin geçti mi? Kokuna karışayım mı?”

“Önce ben damat…”

“Tabi Ayhan baba,” dedi ama Mahir’in kıs kıs gülen suratına uçan tekme atmamak için kendini zor tuttu. Ayhan Bey ve Aydın Bey kızları tebrik ettikten sonra sıra kocalarına geldi. İkisi de hafif gülümseyerek kocalarına sarıldılar. Baran’ın hiç sesi çıkmadı. Sadece sımsıkı sarıldı. Türkan’ın tersinin nasıl pis olduğunu yaşayarak öğrenmişti. Kuzu kuzu sırasını bekledi.

Yerlerine oturduklarında hepsi başlarını kocalarının omzuna atmıştı ki birden Mine ayağa kalktı. Herkes şaşkın şakın yüzüne baktı. İlk Türkan’a sonra kızlara tek tek parmak salladı.

“Eğer bir benden önce doğurun sizi o doğum haneye gömerim. Güzel haberimi burnumdan getirdiniz doğum sevincimi elimden alamazsınız.”

***

7 ay sonra…

Mehmet yine diken üstündeydi. Mine ha doğurdu ha doğuracak durumdaydı ama son bir haftadır sürekli Türkan’ın ağrısı var mı yok mu onu kontrol ediyordu. Delirmişti resmen ilk ben doğuracağım deyip duruyordu. Bu halinin tek sevindirici tarafı vardı. Eğer Türkan ondan önce doğurursa sırf inadına üçüncü hatta dördüncüyü doğuracağım demesiydi. Onun canına minnetti. Evlat öyle güzel bir duyguydu ki, Gülşen’i ona dünyaları vermişti. Bir babacım deyişiyle bütün kasları gevşiyordu resmen ve hiçbir şeye değişmezdi.

Telefonu çalınca artık diken üstündeydi. Mahir’le ve diğerleriyle her gün görüştükleri için garipsemiyordu.

“Delidumrul bensiz duramadın mı?”

“Mehmett yetiş Şehbal doğuruyor.

“Tamam sakin ol!”

Tam salondan çıkıp, Mine’ye haber verecekti. Kendi adına mutlu haber karısını kızdıracaktı. Bu hamileliğinde acayip hırslıydı. Oğlu da deli hırslı sinirli bir şey olmasa bari diye aklından geçirirken, bahçeden sesler gelmesi üzerine koşarak dışarı çıktı.

“Akın ne oldu?”

“Abi Ömür’ün ağrısı başladı. Daha erken oysa biz hemen hastaneye gidiyoruz.”

“Siz Sinan’la gidin, bizde Mine ile çıkarız birazdan,” derken telefonu tekrar çaldı. Miraç alıyordu. Hayır olsun diyerek telefonu açtı.

“Hayırlı haber mi Miraç!”

“Abi Berra’nın sancısı başladı. Hastaneye geçiyoruz.”

“Lan ne yaptınız hepsi aynı anda doğuruyor,” diye aklına gelince kendi Baran’ı aradı. Tekrar tekrar çaldı. Açılmayınca karısının yanına gitmeye karar verdi. Ama Mine çıldıracaktı. Türkan benden önce doğurmasın derken hepsi ondan önce doğuracaktı. Allah’ım kabus gibi diye aklından söylene söylene yukarı çıkmaya başladı. Merdiven başında kayınvalidesini gördü.

“Belgin anne! Ömür, Şehbal ve Berra doğuma gitti.”

“Deme oğlum deme!”

“Dedim bile Mine sinirden evde doğurmasa bari ilk doğuracağım diye…”

Belgin Hanım, Mehmet’in düşünceli sıkıntı dolu sesiyle dediklerine kahkaha attı. Yıllardır sesi çıkmayan, asla kapris yapmayan kimseyle yarışmayan kızı anne olduktan sonra bir atarlı giderli olmuştu. Yazık en büyük çileyi de damadı yaşıyordu.

“Saçmalama oğlum öyle şey mi olur?”

“Anne biliyor musun? Biz üçüncü çocuğu garantiledik. Acaba Mine’ye hiç haber vermesek mi?”

“O ne demek?”

“Bunlar benden önce doğurursa sırf inada üçüncü çocuk yapacağım dedi durdu.”

“Hay Allah’ım öyle şey mi olur? Doğum, nikah ve ölümün günü saati şaşmaz oğlum!”

“Valla benim işime geldi anne üç tane çocuk düşünsene…”

“Hayırlısı,” derken Mine’nin tıslaya tıslaya geldiğini gördüler. Mehmet koşar adım karısının yanına geldi.

“Mine ne oldu?”

“Amcam aradı. Türkan doğuma girmiş, benimde sancım başladı.”

“Emin misin hayatım bak?”

“Mehmet beni hastaneye götür hemen, sancım çok şu an inat edecek durumda mıyım sence?”

Mine’nin eğilerek çığlığı üzerine panik yapmamaya çalışarak kucağına aldı. Sinan’la Akın’ları göndermişti. Diğer korumalardan rica etmeyi düşünse de kimseye güvenemezdi. Bebek çantasıyla yetişen Belgin annesine minnetle baktı. Kendi anne babası Miraç ve Berra’yı bekliyorlardı. Hızla hastaneye geldiğinde doğumhaneye alındı.

Türkan’ın oğlu doğmuştu. Ömür ve Şehbal’in ağrıları yalancı sancı çıktı. Mine ilk doğumdaki kadar rahat değildi, on beş saat sancı çekti ve oğlu ondan sonra doğdu. Berra ise ikinci oğluna otuz altı saat sonra kavuştu. Hepsinin doktoru aynı kişi olunca bu kuzenlerin aynı anda doğurma olayına tıpta bir isim koyamadı. İki hafta sonra ikişer gün arayla Ömür’ün oğlu ve Şehbal’inde kızı doğdu.

Türkan’ın oğlu Cüneyt, Şehbal’in oğlu Aras, Berra’nın oğlu Kılıç, Ömür’ün kızı Begüm’den sonra kimse bir daha bebek düşünmüyordu. Zaten bir araya geldikleri zaman resmen her yer kreşe dönüyordu. Uzun süre kimsenin bebek göreceği yoktu. Mine de dediğini yaptı. Oğlu Tarık bir yaşındayken tekrar hamile kaldı. Çok şükür bu seferki tek hamile kendisiydi.

Bol çocuklu, bol gürültü, bol kahkahalı, bol kıskaçlı ve bol sorunlu…

Ama! Mutlu bir hayat onların oldu.

Son.

 

 

Bölüm : 25.12.2024 09:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...