* * *
Arabanın içerisinde ölüm sessizliği vardı; beraber yol gidiyorduk ve ikimizden de çıt çıkmıyordu. Ben onunla konuşmaya meraklı değildim ve o da değildi. Bizi bir birimize mecbur bırakan ailelerimize çok kızgındım ve hayıflanıp duruyordum. Ancak bu hiç bir işe yaramıyordu; hep kendi istedikleri olsun istiyorlardı. Sanırım onu da benim gibi zorladılar.
Yine de bu, ona kişisel bir kin beslemediğim anlamına gelmiyordu. Bana çok gıcık oluyordu ve suratına her baktığımda yüzümü buruşturup gözlerimi devirmek istiyordum. Kendimi zor tutuyor, bazen de tutamıyordum.
Yolda giderken bir anda cama kar taneleri vurmaya başladı. Hemen camı açtım ve elimi dışarı çıkarıp kar tanelerini yakalamaya çalıştım. “Geçen sene yağmamıştı,” diye konuştum kendi kendime. Bu, bu senenin ilk karıydı ve kartopu oynamaya bayılan biri olarak çok mutluydum. Avucumun üzerine düşen kar taneleri hızla eriyip suya dönüşüyordu. Az sonra elim üşümeye başladı. Zaten içeriye girecektim ama Tufan beni daha önce uyardı.
“Elini içeri sok; bir kaza çıkacak,” diyerek düğmeye dokundu ve cam kendiliğinden kapanmaya başlayınca hemen elimi içeri çektim. Dönüp sinirle ona bakarak, “Ne yapıyorsun sen, elim camın arasında kalacaktı!” diye söylendim.
“...Ama kalmadı.”
“Gıcık mısın sen?”
“Bilmem, belki de.” dedi yine aynı küçümser ifadesiyle. Beni insandan bile saymıyor, sadece yola bakıyordu. Üstelik ona okulumun adresini söylememiş olmama rağmen beni doğrudan okuluma doğru götürüyordu.
Bir anda durup, “Sınavın falan yok değil mi?” diye sordu."Yalan söyledin sofradan kalkmak için."
“Ne alakası var, sınavım var benim!” dedim.
“Yalan konuşma, Hande,” dedi sertçe. “Bak, oraya gelir, sınavın var mı yok mu diye sorarım.”
“Aman, tamam. Yok sınavım falan! Sakın gelme, beni orada da rezil etme. Zaten bir arkadaşlarım kaldı, onlara da rezil edersiniz beni!”
Bana doğru dönüp çatık kaşlarıyla mavi gözlerini gözlerime dikti. “Başka kime rezil etmişim ki?”
“Ben de onu diyorum ya! Ben çok yakında herkese rezil olacağım çünkü senin gibi biriyle nişanlanıyorum!”
“Birincisi, zaten nişanlandık. İkincisi, ‘senin gibi biriyle’ derken?”
“Bir düşüneyim... bencil, kaba saba, zorba, soğuk nevale, gizemli havalar... vesaire, vesaire. Daha sayayım mı?”
Yola bakarak kafasını yavaşça iki yana salladı. “Demek dışarıdan bakınca böyle görünüyorum.”
“Evet, tam olarak böyle görünüyorsun ama için nasıl, bilemem. Gerçi bu iki günde bana içinin de dışın gibi olduğunu gösterdin. Ama neyse... ben şurada ineyim,” dedim. Elbette bizim soğuk nevale beni dinlemek yerine beni üniversitenin kapısına kadar getirdi ve orada durup bana doğru döndü. Bir anda sol elimi tutup kendine doğru çekince neye uğradığımı şaşırdım. Cebinden çıkardığı alyansı parmağıma taktı ve elimi sımsıkı tutarken mavi gözlerini gözlerime dikip, “Bir daha bu yüzüğün çıktığını görmeyeceğim,” dedi. “Ayrıca benden utanmana gerek yok; çünkü ben seni utandıracak hiç bir şey yapmam.”
“Sen varlığınla beni utandırıyorsun zaten, bir şey yapmana gerek yok,” deyip elimi elinden çektim ve kapıyı hızla açıp aşağıya indim. Kapıyı çarpıp gittim.
Gerçekten anlamıyor muydu? Onu sevmiyordum, onu tanımıyordum bile. Onunla evlenmek istemiyordum ve yaşıtım olarak beni anlaması gerekirdi. Sırf babalarımız otuz sene önce bir birlerine söz verdiler diye neden evlenmemiz gerekiyordu ki? Kaçıncı yüzyılda yaşıyorduk? Böyle şeyler kalmış mıydı?
Üniversitenin bahçesinde biraz nefes almaya çalıştım. Onun beni göremeyeceği köşeye çekilip durdum ve yağan karı izledim. Ancak keyifle izleyemiyordum. Çünkü parmağımda bu yüzük varken nasıl keyifli olabilirdim ki? Yine de yüzüğü parmağımdan çıkarıp cebime koydum. Birileri bana neler olduğunu sorarsa anlatmaya hiç mecalim yoktu. Bir erkek arkadaşım olmadığını herkes biliyordu. Şimdi birdenbire yüzük takmış görünce ya yalancı olduğumu ve gizlediğimi düşünecekler ki ben şu an buna razıyım. Ama ikinci seçenek olarak ailemin beni sattığını öğrenirlerse, bir daha bu okula adım atamam.
Ben bahçede beklerken, benden sonra içeriye giren sınıf arkadaşım Sedef beni gördü ve "Hande!" diyerek bana yaklaştı. "Ne yapıyorsun burada?" derken bir yandan da yanaklarımı öptü ve elimi tutarak, "Kızım, buz gibi olmuşsun! Burnun, ellerin kızarmış. Girsene içeriye!" dedi. Ancak ne yaşadığımı ona belli etmemek için, "Babamla konuşuyordum, telefonla konuşuyordum yani." dedim.
"Hadi beraber girelim," dedi.
Kimseye bir şey hissettirmemeye kararlıydım. O gün dersimi normal işlemeye çalıştım, ancak aklım hâlâ dün ve önceki gün başıma gelenlerdeydi. Elimde değildi, kafamın içindekileri bir anda silip atamazdım. Düşünüp duruyor ve derse odaklanamıyordum. Ancak bu konuda elimden geleni yapacaktım. Başka şansım yoktu; bir şekilde okulumu bitirip kendi iş yerimi açma hayalimi gerçekleştirecektim, ne olursa olsun. Buna kimse engel olamayacaktı.
* * *
Dersten sonra sınıf arkadaşlarım kafeye gidiyordu. Ancak ben onlara eşlik etmeyip ayakkabımı bağlıyor numarasıyla, "Siz gidin," diyerek biraz daha oyalandım. Onlar çıktıktan sonra kapının önüne bakındım ve bu an kapının önünde bekleyen Tufan'ın aracını gördüm. Siyah jeep ona aitti. Plakasını göremiyorum ama bu sabah bindiğim araçla aynı araçtı. Kendimi toparlayıp mecbur kalarak cebimdeki yüzüğü çıkardım ve tekrar parmağıma takıp hızlı adımlarla bahçeden geçip kapıdan çıktım. Tam bu an aracın camı aşağıya doğru inince bana bakan Tufan'ı gördüm. "Atla!" dedi ve önüne dönüp arabayı çalıştırdı. Yüzümde naif bir memnuniyet ifadesiyle kapıyı açıp yerleştim. Bunu hızlıca yapmaya çalıştım çünkü kimsenin beni bu araca binerken görmesini istemiyordum. Bindikten sonra hemen camı kapattım ve kemerimi bağladım.
Saat epeyce geç olmuştu, hava kararmıştı. Üstelik yerde biraz kar kalmış olsa da sağanak yağmur başlamıştı. Hava çok soğuktu; başıma bir bere bile almadığım için çok mutsuzdum. Üstelik bu soğukta, palto giymeme rağmen bacaklarım çok üşüyordu; resmen titriyordum. Tufan bunu fark edince laf sokmaktan çekinmedi.
Bir yandan arabanın klimasını açarken, diğer yandan da, "Sözümü dinleyip, uzun paltoyu giydiğin için memnunsundur diye düşünüyorum." Dedi.
Kollarımı göğsümde bağlayıp titreyerek ona doğru döndüm ve kötü kötü baktım. "Sen niye vazifen olmayan şeyleri düşünüyorsun ki? Bırak da benim bacaklarımı ben düşüneyim."
"Öyle deme," diyerek kırmızı ışıkta dönüp bana baktı. "Artık senin bacaklarını ben de düşünmek zorundayım."
Bir anda gözlerim fal taşı gibi açıldı ve "Ne diyorsun be?" diye bir tepki verdim. "Sana ne benim bacaklarımdan? Sapık mısın?"
"Niye sapık olayım? İnsan nişanlısının bacaklarını düşünemez mi Hande?"
Gözlerim biraz daha büyüdü ve kızaran yanaklarımı da alıp, diğer pencereye doğru döndüm. Öyle bir ifadeyle, öyle bir ses tonu ile konuşuyordu ki; üstelik söylediği sözler de fazlasıyla utandırıcıydı.
Hissediyordum; beni böyle utandırmak onun çok hoşuna gitmişti. Yüzüne bakamıyordum bile. Konu bacaklarım olunca aklıma dün gece geldi. O lanet malikanede bana yaklaşımı, dokunması, beni sıkıştırması ve beni öyle baştan aşağıya inceleyip bakışlarla süzmesi zihnimde birer birer canlanınca, üşümeme rağmen alnımda boncuk boncuk terler oluştu. Yok, yok bu adam niyeti bozmuştu. Kesin. Ve ben sabah akşam bu adamın arabasına inip biniyordum. "Ya bana bir şey yaparsa?" diye geçirdim içimden. "Yapmayacağı ne malumdu?" Bunları düşündükten sonra artık onun yanında çok daha tedirgin olacaktım. Elimde değildi; kendimi kafamda kötü senaryolar kurmaktan alıkoyamıyordum. Özellikle evimize giden yolda tenha bir alan vardı; bir tarafta tepe, diğer tarafta ise ağaçlar. Orada polis bile yoktu ve işlek bir yer de değildi. Dün beni o eve götürmüştü. İstediğini alana kadar da bırakmamıştı. Bundan sonra da yapmayacağını kim garanti verebilirdi ki? Ne düşündükçe korkuyordum çünkü onu tanımıyordum. İnsan, tanımadığından ve bilmediğinden korkardı. O, benim için tamamen bir muammaydı. Tıpkı onunla olan geleceğim gibi, evliliğim gibi.
Evlilik kelimesi zihnime düşer düşmez yüzüme koşturarak diğer tarafa döndüm. İstemiyordum. Hatta beni böyle zorlamaya devam ederlerse sanırım ömrümün sonuna kadar evlenmek istemeyecektim. Buradan bir şekilde kurtulurdum ama ya psikolojik ve fiziksel olarak bende bıraktığı yaralar nasıl iyileşecekti? Bunu hiç düşünmüyorlardı sanırım; beni benden başka hiç kimse düşünmüyor, umursamıyordu. Herkes bu büyük ortaklığı konuşuyor, bunu düşünüyordu ama bu ortaklığı kurmak için feda edilecek kişi kimsenin umurunda değildi.
Tam da o düşündüğüm tehlikeli yerden geçerken Tufan bana dönerek, "Paltonu çıkarsana, sıcaklamadın mı?" diye sorunca, bana bir anda kal geldi. Tam buradan geçerken bunu söylemesi tesadüf müydü, yoksa ben haklı mı çıkacaktım? "Lütfen, lütfen şimdi haklı çıkmak istemiyorum. Başka konularda olabilir ama bu konuda hayır."
Paltoma biraz daha sarılarak bacaklarımı örttüm ve ona dönüp belli belirsiz bir sesle, "Gerek yok, iyiyim böyle," dedim. Fakat söylediği gibi aracın içi fazlasıyla sıcak olmuştu. Klimayı sonuna kadar açmıştı ve pişiyordum; hatta alnımın kenarından boncuk boncuk terler akıyordu ama umurumda değildi. Üzerimi çıkarmayacaktım, ne vardı böyle giyinecek diye düşündüm. Bir daha asla böyle giymeyecektim; hatta mümkün olduğunca kapalı ve onun iştahını da kapatacak şeyler giymeliydim.
"Klimayı kapat!" dedim. "Sen bilirsin," diyerek kapattı. Aracın içi zaten bizi idare edecek kadar sıcaktı ve varana kadar da öyle kalacaktı. Ancak bir tepki vermeden hemen kapatması sadece benim fesat düşündüğüm anlamına geliyordu. Bu yüzden derin bir "oh" çektim. Ama ben ön cama bakarken onun dönüp dönüp bana baktığını fark ettim. Belli etmemeye çalışıyordum ama korkuyordum.
"Bu yol da bitmek bilmedi gitti, bir an önce bitse de eve gitsem," diye düşünüyordum. Ancak her günüm mü böyle geçecekti? Her gün mü korkacaktım? Her an ne yapacağı belli olmayan, hiç tanımadığım bir adamla sözlenmiş ve onun yüzünü parmağımda taşıyordum. Mecburen aynı arabayla bir yerlere gidiyorduk ve beraber vakit geçiriyorduk. Bundan daha korkunç ne olabilirdi ki?
"Hande, iyi misin?" diye sordu. Kahretsin, gerildiğimi ve korktuğumu hissettirmiştim sanırım.
Hemen yüz ifademi değiştirerek, "İyiyim, tabii. Bir şeyim yok. Neden sordun?" dedim.
"Biraz garip görünüyorsun," dedi. "Her zamanki o katil civciv ifaden gitmiş, yerine üzgün çirkin ördek ifadesi gelmiş."
"Sen bana çirkin ördek mi diyorsun?" dedim sinirle.
"Katil civciv dememde sorun yok yani?"
"Onda da sorun var!" diye çemkirdim. "Komple sorun var; bir şey söyleme bana, hiçbir lakap takma, hiç hoşlanmam!"
"Tamam, nasıl istersen," dedi yine o soğuk nevale tavrıyla. Bu adamın rahatlığı, soğukluğu beni bir garip hissettiriyordu. Hiç sevmedim, hiç ama hiç sevmedim ben bu adamı. Buna katlanılmaz, bununla yaşanılmaz, bununla bir ömür geçirilmez. Biliyorum, hissediyorum; hiç bir ortak yanımız yok gibi duruyor karakter olarak, bir birimize hiç benzemiyoruz. Hatta tam zıttız diyebilirim. Tek ortak yanımız, bir birimize attığımız öfkeli bakışlar olabilir.
Eve ulaştığımızda hemen kemeri çıkardım ve kapıyı açıp inmeye çalıştım; ancak kapıyı açmaya çalıştığımda kilitli olduğunu fark edince korku dolu gözlerle Tufan'a baktım. Yine yanıldım; kapıyı yanındaki düğmeden açtı ve beraber aşağıya indik. Arabadan dışarı çıkınca hemen derin bir nefes aldım, çünkü kendimi o arabanın içinde sıkışıp kalacakmış gibi hissediyordum. Sanki Tufan beni kaçıracak ve bir daha evime getirmeyecek gibi. Bu seferlik evime gelebilmiştim ama bir daha ki sefere ne olacağı belirsizdi. İşte bu korku, beni üzeri bulutlarla kaplı, aşağıda ne olduğu görünmeyen bir uçurumun ucuna doğru itiyordu. Oradan aşağıya yuvarlanmam an meselesiydi.
Zile dokundum ve ardından Tufan sormamasına rağmen kendimi açıklama gereksiniminde bulundum. "Anahtarım yok; acele ile çıkarken evde unutmuşum."
"Tamam," dedi, gayet rahat ve soğuk davranarak. Onun böyle kısa ve net cevapları daha tatmin edici ama aynı zamanda gıcık ediciydi. Aslına bakarsan, o ne yaparsa yapsın, hatta hiç bir şey yapmasa, ne söylese bile, sadece nefes alsa yine bana gıcık geliyordu. Ağzının ortasına kürekle bir tane vurasım geliyordu işte ama şartlar buna izin vermiyordu; yani annem ve babam.
Daha sonra kapı Nurcan Hanım tarafından açıldı. "Hoş geldiniz," diyerek her zamanki gibi nur yüzüyle bizi karşıladı ve biz de "hoş bulduk" diyerek içeriye geçtik. Paltolarımızı girişte bıraktıktan sonra salona doğru geçtik ve Tufan'ın ailesinin de burada olduğunu gördük. Suat amca ve Mücella teyze gelmişti.
İçeriye geçip tekli koltuğa yaklaşarak tepesine tutundum ve "Hoş geldiniz," dedim. Tufan da yanımda durdu. "Anne, baba, nasılsınız? Burada olduğunuzu bilmiyordum," dedi. Bu adam, anne ve babası ile aynı evde yaşamıyor muydu acaba?
"Gelin, geçin, oturun," dedi babam. İkimiz de bu emre uyduk ve geçip yan yana tekli koltuklarda oturduk. Önce bir birimize, daha sonra ailelerimize baktık.
Tufan'ın babası lafa girdi. "Nişanı konuşmak için geldik; nerede yapalım, nasıl yapalım? Sizin de geldiğiniz iyi oldu; fikrinizi bildirmiş olursunuz."
"Bu olamaz," diye fısıldadım içimden. Ancak yine dışımdan hiç bir tepki veremedim. Sadece mutsuzluğumu belli eden gözlerimin altında yalandan gülümseyen dudaklarım vardı. Dönüp yanımda oturana baktım ve o, gözlerimden ne kadar mutsuz olduğumu anlasın diye ona uzun bir süre baktım; o da bir süre sonra bakışlarını kaçırıp ailesine döndü. Umrunda değildi; nişan da olacaktı, düğün de olacaktı ve ben artık umudumu git gide daha da yitirmeye başlıyordum. Sanırım, artık benim için bir kaçış yolu yoktu...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |