7. Bölüm

"ORMANDA SIKIŞTIRILMAK."

Leman Hadızade
hadizade

 

* * *

 

Gözümün önünde, rızam olmadan yapılacak olan nişanımın konuşmaları sürdürülürken kendimi ağlamamak için zor tutuyordum. Parmaklarımla oynuyor, tırnağımdaki ojeyi kazıyor, başımı önüme eğmiş kurbanlık bir kuzu gibi bekliyordum.

 

Beni dinlemiyorlar da belki, ama Tufan itiraz etse belki dinleyebilirlerdi. Dönüp yine ona baktım. Ama o da sessizce ailelerimizin konuşmalarını dinliyordu. Neden itiraz etmiyordu ki? Neden sevmediği, tanımadığı bir kızla evlenmek istiyordu? Aklım almıyordu; kim böyle bir şey isterdi ki? Erkek veya kadın fark etmez, bu bana çok saçma geliyordu. Ben, mesela, asla âşık olmadığım bir adamla evlenmezdim. Yani evlenmeyecek, öyle düşünmüş, öyle karar vermiştim; ama hayat her zaman istediğimiz gibi gitmiyor. Biz plan yaparken başımızdan çok başka şeyler geçebiliyor.

 

Tufan'ın annesi Mücella Hanım, "Nişanı bizim oradaki 1000 kişilik salonda yapalım," deyince gözlerim kocaman açıldı. "Bin kişi derken?" diye bir tepki verecekken kendimi tuttum. Bizim o kadar akrabamız yoktu ki! Maksimum 150-200 kişi çağırırdık.

 

Annem de benim düşündüğüm gibi düşünmüş olacak ki, "Yalnız biz sandalyelerin sadece iki yüzünü doldurabiliriz," dedi. "1000 kişi biraz fazla değil mi, Mücella Hanım?"

 

"Ne yani, koskoca Soykanlar 400 kişilik sıradan bir salonda mı yapacaktı nişanı? Benim bir tane oğlum var, merak etmeyin Gül Hanım, biz geri kalan sandalyeleri doldururuz. Bizim akrabamız çok, denizde kum, bizde akraba," dedi gururla.

 

"Ben de merak ediyorum," dedi annem ima ile. "O sandalyeler dolacak mı, boş mu kalacak? Ama sonuçta nişan öncesinden bunun ayarlanması gerekiyor; sonuçta parasını önceden ödüyoruz," dedi.

 

Doğru ya, nişanı kız tarafı, yani biz yapacaktık. O 1000 kişinin sandalye parasını da bizzat biz ödeyecektik. Böyle düşününce Mücella Hanım fazla uçmuştu. O kadar parayı nasıl ödeyecektik? Sonuçta tek masrafımız o sandalyelerin parası değildi; bu, bizim için fazlasıyla zorlayıcı olacaktı.

 

Ancak Mücella Hanım durmadı ve yeni bir fikirle geldi. "Ayrıca nişan yemekli olacak; düğün de tabii ki," deyince tepkilerini görmek için anne ve babama baktım. Babam dalıp gitmişti sanki; annem ise yüzünde gerildiğini hissettiren bir ifadeyle babama bakıp daha sonra yeniden Mücella Hanım'a döndü ve "Tabii tabii," dedi. Ancak bunu öyle isteksizce söylemişti ki çok zorlanacağımızı ben de biliyordum.

 

Nihayet Tufan ağzını açıp da konuştu: "Anne, işinize karışmak gibi olmasın ama 1000 kişilik yemekli salon nişan için bence biraz fazla. Hem herkes nişana gelmeyecektir. Genelde öyle olur zaten. Nasıl olsa düğüne gideriz deyip nişana gelmeyenler de olacaktır, bunu da düşünmek lazım."

 

"Evet," dedim içimden. Mücella Hanım bir an güzel bir şeyler söyleyecek, ikna oldu diye düşünürken, Tufan'a bile haddini bildirdi. "Doğru söylüyorsun, işimize karışmak gibi oluyor; bu yüzden siz karışmasanız daha iyi olur. Bu konular aileler arasında konuşulması gereken konular ve buraya da konuşmaya, anlaşmaya geldik. Nişan nasıl olacaksa biz de iki katını yapacağız; zaten yapmayacağımız bir şeyi karşı taraftan istemiyoruz ki! Ayrıca Karpınar ve Soykan ailelerinin evlatlarının nişanından bahsediyoruz. Şimdi insanlar gelip neyi nasıl yaptığımıza bakacaklar. Elbette bizden şatafatlı şeyler bekleniyor, çünkü biz sıradan bir aile değiliz."

 

Kadın konuştukça öyle bir gıcık oluyordum ki! Ne gerek vardı bu kadar şatafata? Olmasaydı da olurdu yani. Kim ne der diye düşünmekten insan kafayı yerdi. Ne gerek vardı böyle şeylere?

 

"Anlıyorum, anne," dedi Tufan. "Fakat ben de bunun biraz fazla olduğunu düşünüyorum," diyerek babama baktı. "Eğer bu nişan Hande ile benim nişanım olacaksa ben de masraflarının yarısını karşılayacağım," dedi. Ondan bunu duymayı beklemiyorduk ve hepimiz aynı anda şaşırmıştık.

 

Hatta Mücella Hanım fazlasıyla bozulmuş gibiydi. Suat Amca'nın ve babamın yüzünde ise gururlu bir ifade vardı; Tufan ile gurur duyuyorlardı.

 

"Adetlerimiz var," dedi Mücella Hanım. "Nişanı yarı yarıya yapamayız; o zaman düğünü de yarı yarıya yapmamız gerekir ve bu çok saçma. Böyle bir şeyi kabul edemem."

 

Tufan, bu sefer de, "Sizin sözünüzden çıkmadım ve Hande ile evlen dediğinizde karşı çıkmadım. Siz de benim dediğimi yapın ki aramızdaki bu aile saygısı, bu bütünlük bozulmasın, olur mu?" dedi. Ancak sakince söylediği bu sözler fazlasıyla iğneleyici ve tehdit vari idi. Tam da ondan beklediğim gibi; ancak ilk defa bu tavrı çok işe yaramıştı ve Mücella Hanım susup oturmuştu.

 

Suat Amca araya gelip, "Öyle yapalım," dedi. "Gerçi hiç gerek yok, nişanı da düğünü de biz yaparız; durumlar malum, geçici bir sıkıntı, bu ortaklıktan sonra her şey düzelecek," dedi, ara yolu bulmaya çalışarak.

 

Fakat bunu kendine yediremeyen babam söze girdi. "Öyle bir şey olamaz kardeşim; madem evlatlarımızı evlendiriyoruz, o zaman onlar için her şeyi hep birlikte yapacağız."

 

Yine de endişe ediyordum, çünkü Mücella Hanım'ı az çok tanıdıysam çok fazla şey isteyecek ve bizimkileri fazlasıyla zorlayacaktı. Tüm bunların karşısında nasıl sağlam durabiliriz, hiç bilmiyordum. Bizimkilerin söylediğine göre durumumuz vahimdi ve bu vahim durum içinde bir de böyle şatafatlı nişanlı ve düğün yapmamız ne kadar gerçekçi geliyor, onu da hiç bilmiyorum. Sanırım biraz daha borca girecektik ve ben bunu istemiyordum. Evet, düğünü de istemiyordum; ama bir düğün olacaksa bunun yüzünden külfet altına girmelerini istemiyorum.

 

"Şimdilik anlaştığımıza göre başka konulardan söz edelim o zaman," dedi Suat Amca, bana bakarak. "Hande kızım, nasılsın? Nasıl gidiyor okulun?" diye sordu.

 

"İyiyim Suat Amca, teşekkür ederim. Okulum da iyi gidiyor, her şey yolunda. Siz nasılsınız?"

 

Mücella Hanım yine araya girdi ve "Ne Amcası kızım, o senin baban artık," deyince korktuğum şey başıma geldi. Annemin bu sabah Tufan'a yaptığını şimdi de onun annesi bana yapıyordu.

 

"Haklısınız efendim," dedim ve Suat Amca'ya döndüm. "Sen nasılsın baba?"

 

Suat Amca, tonton gülümsemesiyle, "İyiyim kızım, sen de hep iyi ol," dedi. Ona "baba" dememe sevinmiş gibi görünüyordu.

 

Göz ucuyla Tufan'a baktığımda, onun da yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı; galiba onun da hoşuna gitmişti. Fakat hoşuna gitmeyen tek kişi bendim herhalde; neden babam olmayan bir kişiye baba ve annem olmayan kişi anne demek zorundaydım ki? Ben Tufan gibi böyle kolay kolay kabullenemiyordum.

 

Annemin göz işareti ile kahve servisi yapmam gerektiğini anladım ve kalkıp mutfağa geçtim. Evet, evde iki tane hizmetçi varken benim kahve servisi yapmamı da anlamıyordum; o zaman hizmetçiler ne işe yarıyordu? Onlara neden maaş ödüyorduk? Ah, tabii, adetler yerini bulmalıydı. Öyle değil mi?

 

Mutfağa geçtiğimde Ayşen’i gördüm ve bizimkileri saydım. “1, 2, 3, 4, 5... Ben içmeyeceğim. Beş fincan Türk kahvesi yap. Hepsi acı olsun; yanına lokum koyalım,” dedim.

 

Tabii, Hande Hanım “Hemen,” diyerek kahveyi yapmaya başladı. O kahveleri yaparken ben de kendimi mutfağın geniş penceresinin önünde buldum; dışarıda yağan kara bakıyordum. Bahçemiz çok güzel görünüyordu. Ağaçların dallarında kar kalmaya başlamıştı. Yer bembeyazdı; böyle yağmaya devam ederse birazdan kartopu oynayabilirdim. Hâlâ bu çocuk hayalimden vazgeçmemiştim. Biraz olsun eğlenmeye ve kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı. Büyük ihtimalle misafirler gittikten hemen sonra kendimi buraya atacak ve bir kardan adam yapacaktım.

 

“Ayşen, Hande Hanım, kahveler hazır,” dediğinde hayallerden sıyrılıp arkama döndüm. Ayşen tepsiyi hazırlayıp bırakmış; kahvelerin yanına da birer tane lokum ve küçük sunum bardaklarında su koymuştu. Tepsiyi alırken, “Anlaşılan annem bu misafirlere özel aldı bu takımı,” dedim.

 

“Evet ve sadece onlar geldiğinde çıkarmam için de minik bir uyarı aldım,” dedi gülümseyerek.

 

“Ha, yani kırılırsa, dökülürse filan sinirlenir diyorsun?”

 

Gözlerini belerterek, “Bilmiyorum,” dercesine bir mimik yaptı ve omuzlarını kaldırıp indirdi.

 

“Neyse, ben servis yapayım,” diyerek mutfaktan çıktım ve ağır adımlarla onların yanına döndüm. Ancak aklımda tilkiler dönüyordu. Önce Suat Amca’ya ikram ettim, ardından Mücella Hanım’ın yanına yaklaştım ve kahveyi alırken elim titriyormuş gibi yaptım. Bu sırada tepsi, aldığı fincanın tabağına deyince fincan üzerine devrildi. Tam bu anda, “Yandım!” diyerek çığlığı basınca korkuyla geriye çekildim. Bir elimdeki tepsi de yeri boyladı. Tepsinin içindeki fincanlardan sıçrayan kahve bacaklarıma döküldü ve “Ben de yandım!” diye zıplayarak uzaklaştım. Bir anda etraf berbat olmuştu; hem Mücella Hanım’ı hem de kendimi yakmıştım. Karma dediğimiz olay sanırım bundan daha hızlı bir şekilde gerçekleşmiş olamazdı.

 

Herkes telaşla ayağa kalktı. “Aman, hemen su tutalım,” dedi annem. Mücella Hanım alt kattaki banyoya gittiği için ben de yukarıya koştum ve yukarıdaki banyoya girip hemen tezgahın üzerine çıkarak bacaklarımı lavabonun içine soktum. Ayaklarımın üzeri tamamen yanmıştı. Yani, şimdilik öyle görünüyordu; kıpkırmızı olmuştu. Su değdikçe canım acıyordu.

 

Suyu bir süre ayaklarımın üzerine tuttum. Biraz sonra açık kapıdan içeriye Tufan’ın girdiğini gördüm. Donuk ifadesiyle bana yaklaşıp, “İyi misin?” diye sorduğunda önce eteğimi düzelttim, ardından, “İyiyim demek isterdim ama galiba kendimi yaktım,” dedim.

 

Ayaklarıma baktı ve “Çok kötü yanmış; ancak bu çorabı hemen çıkarman lazım, yoksa etine yapışacak,” diyerek ayağımın birini avucuna aldı. Tek eliyle çorabımı yırtıp ayak kısmını dışarıya çıkardığında şaşkınlıkla onu izlerken elimi eteğimin ortasına bastırdım. Hemen sonra diğer ayağımı da çorabın içerisinden çıkarıp eline aldı ve onu da yırtarak ayağımı çorabın içerisinden çıkardı. Ayağım hâlâ elindeyken, “Çok kötü yanmış; yanık kremi var mı?” diye sordu.

 

“Şurada, yukarıda olması lazım,” diyerek dolabı işaret ettim. Yan taraftaki dolabı açtı ve içindeki ecza kutusunu çıkarıp tezgahın üzerine bıraktıktan sonra karıştırmaya başladı. Yanık kremini bulduktan sonra ayaklarımı tezgahın üzerine koydum ve hemen kremi açıp parmak ucuna biraz alarak ayaklarıma sürmeye başladı. O bunu yaparken ben sessizce onu izliyor ve fazlasıyla utanıyordum; ancak eteğime bakmıyor oluşu beni biraz olsun rahatlattı.

 

Derken kremi sürdükten sonra gözleri bacaklarımdan yavaşça yukarıya tırmandı ve ben nefesim kesilmiş gibi hissettim. Bu dolu bakışlarını hissedebiliyordum; bana bakarak yutkunduğunu gördüğümde resmen dilim tutuldu, lal oldum. Kahretsin ki, aklından neler geçtiğini az çok tahmin edebiliyordum ve nedense ben de çok kötü oldum.

 

“Bakmasana,” dedim utanarak; ayaklarımı tezgahtan aşağıya sarkıttım ve eteğimi biraz daha aşağıya çekmeye çalıştım, ancak eteğim fazlasıyla kısaydı. Yanıma yaklaştı ve ellerini iki yanımdan tezgaha yaslayıp yüzüme doğru eğildi.

 

“Hande,” dedi, fısıltı gibi boğuk bir sesle, “anneni bilerek yaktığını bilmiyor muyum sanıyorsun?” deyince korkudan donup kaldım. Bu nasıl anlayabilmişti ki? “Ama merak etme,” dedi, “onu hiç kimseye söylemeyeceğim. Yoksa ‘Bu kız manyak’ deyip seni bana almaktan vazgeçerler,” diyerek göz kırptı. Ben böylece kalakaldım.

 

Ellerini bir anda belime koydu ve beni tezgahın üzerinden indirip yere bıraktıktan sonra ellerini belimden henüz çekmeden eğilip dudaklarıma yaklaştı. Tam öpecek sanarken gözlerimi sıkıca kapatıp destek almak için lavaboya yaslandım; ancak o, nefesini dudaklarımın üzerine dökerek, “İyi geceler Hande, yarın tekrar görüşmek üzere...” deyip uzaklaştı. Onun çıkıp gitmesine rağmen ben hâlâ titreyerek gözlerim kapalı halde öylece kalakalmıştım. Üzerimde öyle bir etki bırakmıştı ki, dakikalarca kendime gelemedim.

 

Bir süre sonra kendimi toparlayıp banyodan çıkarak kendi odama geçtim. Kapıyı kapatıp bir süre kalp atışlarımı dinledim. Ne saçma, böylesi yakın davranmanın beni rahatsız ettiğinin farkında değil miydi? Onu sevmiyordum, istemiyordum, ama o ısrarcı görünüyordu. En iyisi yarın onunla konuşmaktı; bana bu denli yaklaşmamalıydı. Fazlasıyla rahatsız ediciydi...

 

Nasıl olsa yarın da gelecekti, onunla bu konuda konuşabilirdim. Şimdilik es geçip üzerimdeki kıyafetleri çıkardım ve yerine daha kalın kıyafetler giydim. Çünkü bu karın tadını çıkarmak istiyordum. Üzerime kalın bir kazak ve altıma da kalın bir pantolon giydikten sonra aşağıya indim; fakat inmeden önce biraz beklemiştim. En azından ortalığın toparlanması ve her şeyin sakinleşmesi için. Onu yordum ki bizimkilerle karşılaşmayayım; çünkü bir ön kapıdan ya da arka kapıdan bahçeye çıkabiliyordum. Eğer onlar salondaysa ön kapıdan gizlice çıkıp giderim diye düşündüm; fakat beni görme ihtimalleri de vardı.

 

Merdivenleri sessiz adımlarla indim ve salona doğru bakmak için trabzanlara tutunup hafifçe eğildim. Sadece annem vardı ve telefonda biriyle konuşuyordu. Kiminle ne konuştuğunu duymasam da ön kapıdan çıkmam gerektiğini anladım. Parmak uçlarında portmantonun yanına kadar geldim ve hemen paltomu giyip eldivenlerimi, beremi ve botlarımı alıp sessizce dışarı çıktım. Kapıyı öyle yavaş kapattım ki o sırada yamulan yüzümü kontrol edemedim. Kapının önünde ayaklarım donarken hızlıca botlarımı giydim ve basamaklardan inip evin yan tarafına doğru koştum. Burada ışıklandırma vardı, ancak burası evin salonundan görünmüyordu. Bu yüzden rahat rahat karla oynayabilirdim. 23 yaşında olmak, kar yağdığında çocuklar gibi şen olmama engel değildi; ne de kartopu oynamama ve kardan adam yapmama.

 

Önce biraz karın üzerinde yürüdüm. Ayağımın altındaki kıtırtı sesleri ruhumu okşuyordu ve kar hala yağmaya devam ederken kollarımı iki yana açıp kendi etrafımda döndüm. Her şeyi unutmuştum; etraf öyle güzel görünüyordu ki… Bu sesler, bu doku fazlasıyla rahatlatıcıydı.

 

Ayağımın altındaki kıtırtı seslerini duymak için birkaç senedir bekliyordum. Kartopu oynayacak kimse yoktu. “Keşke kardeşimi çağırsaydım,” diye düşündüm; ama o da teyzeme gitmişti. Yani muhtemelen annem ayak altında dolaşmasın diye göndermişti.

 

Yere yatıp yerde kelebek yapmaya başladım. Kollarımı ve bacaklarımı açıp kapatıyor, büyük bir neşeyle kelebeğimi yapıyordum. Hatta birkaç tane yapacaktım. Nasıl olsa birkaç saat sonra hepsinin üstü kapanacaktı. Ama kar ile bir şeyler yaptığınızda önemli olan kalıcı olması değildir; önemli olan anı yaşamaktır.

 

Noel zamanı yaklaşıyordu ve bu normalde beni çok heyecanlandırırken aklıma bu Noel’den önce belki de nişanımın gerçekleşmiş olacağı geldi. Aslında bu Noel’i dilediğim gibi arkadaşlarımla geçiremeyeceğim ya da tek başıma. Bu sefer hayatımda biri var. Her ne kadar onu hayatıma almak istemesem de var işte.

 

Düşünüp dururken kollarımı ve bacaklarımı kıpırdatmayı unutmuştum. Böylece yerde ölü gibi yatıyor, gökyüzüne bakıyordum. Yağan kar taneleri bazen gözüme düşüyor, kirpiklerimi kırpmama sebep oluyordu. Ağzıma, yüzüme, hatta çıkardığım dilimin üzerine düşen taneleri yalıyor, anın ciddiyetini koruyamıyordum.

 

Derken karın üzerinde başka ayak sesleri duymaya başladım. Kıtırtı sesleri bana doğru yaklaşıyordu. Başımı yavaşça kaldırıp sesin geldiği yöne baktığımda Tufan’ı gördüm. Bana doğru geliyordu. Kafamı geri aldım ve oflayarak gökyüzüne baktım. Her güzel anımın bir sonu vardı işte.

 

Az sonra gelip bana ne kadar çocuksu olduğumu söylemesini ve beni darlamasını bekliyordum. Lakin hiçbir şey söylemeden yanıma yattı ve o da benim gibi kelebek yapmaya başlayınca tekrar hareketlendim. Yerde birlikte kelebekler yapıyorduk; ben minik bir kelebek yapmıştım, o ise dev gibi bir kelebek.

 

Zorla oturdum ve ona baktım. Yattığı yerden mavi gözlerini bana çevirdi. “Ne var, ben kelebek yapamaz mıyım? Çocukken ben de çok yapardım,” dedi.

 

“Yapabilirsin tabii, çok da güzel olmuş. Ama benim daha iyi bir fikrim var,” diyerek çaktırmadan yan taraftan aldığım karı avucumun içinde top haline getirdim. Sertleştirdikten sonra onu tam alnının ortasına fırlattım. Kartopu alnının çatında parçalanırken gözlerini kapatıp açtı ve “Sen bittin!” dercesine bakarak doğrulduğunda hemen ayağa kalkıp koşarak ondan uzaklaştım.

 

Çok az sonra sırtıma kartopları yemeye başladım. Dönüp baktığımda o biraz mesafe bırakarak durmuştu ve kartopu yaparak bana atıyordu. İşte bu çok hoşuma gitmişti. Hemen yerden bir parça daha kar aldım ve avcumun içine alıp hızlıca sertleştirip ona fırlattım. Böylece bir o, bir ben, sürekli birbirimize karşı fırlattık; ancak onun fırlattıkları çok daha büyük ve can yakıcı olurken, benimkiler neredeyse yarı yolda dökülüyordu.

 

En son yoruldum ve “Yeter!” dedim. Ancak o aynı fikirde değildi.

 

“Öyle bir şey yok!” diyerek bana doğru yaklaşmaya başladığında elinde sıkıştırdığı kartopunu gördüm. Eldivensiz elleri kıpkırmızı olmuştu ama hiç umrunda gibi görünmüyordu. Avcunun içinde sertleştirdiği kocaman bir kartopu vardı. Ben ise fazlasıyla yorulmuştum; geri geri gitmeye başladım. Ancak bu tarafta ev kalmıştı, ben ise ormana doğru ilerliyordum. Gidecek bir yerim yoktu; yine de koştum. O, buraları benden iyi bilmiyordu.

 

İçeride bir ağacın arkasına saklandım ve sırtımı yaslayıp derin derin nefes aldım. Henüz yakınlarda ayak sesini duymamıştım. Buraya kar pek yağmamıştı; sık ağaçlar sayesinde kar fazla kalmıyordu. Bu yüzden ayak sesi vermeme konusunda şanslıydım ama onu da duymayabilirdim.

 

Yine de onun gibi cüsseli birinin ayak sesi her şekilde duyulurdu.

 

Kalbim ağzımda atıyor gibiydi; göğsüm körük gibi inip kalkıyor, nefes aldıkça soğuktan ciğerlerim sızlıyordu ama en çok da heyecan göğsümü sıkıştırıyordu.

 

Bir anda öyle bir sessizlik oluştu ki korkmaya başladım. Burası çok karanlıktı, sadece evin yan tarafındaki ışıklar ormanın içine biraz sızıyordu. Ama şimdiden buraya girdiğime pişman olmuştum bile. Ya vahşi bir hayvan gelirse diye düşünürken uluma sesleri duymaya başladım.

 

Kurt sesi miydi bu? “Saçmalama Hande, artist ne arar la pazarda?”

 

“Ne uluyor o zaman? Ayy, kesin kurt. Tufan…” dedim kısık bir sesle. Etrafa bakındım; ancak her an üzerime bir şey atlayacak gibi geliyordu ve burada daha fazla duramayacağımı anlayıp ağacın arkasından çıktım. Şimdi son hız ışığa doğru koşacaktım.

 

Ancak başaramadım.

 

Belime dolanan sert ve güçlü kol beni çekip savurduğunda, az sonra çığlık çığlığa kendimi ağaca yaslanmış hâlde buldum. Ama karşımdaki kişinin Tufan olduğunu görünce biraz olsun rahatladım; yine de çok değil çünkü az sonra ne yapacak endişesi hâlâ devam ediyordu.

 

Bir ışık izbesi, karanlıkta yüzüne yansımış, mavi gözlerinden birini aydınlatmıştı. Lâkin hâlâ bu karanlık ve karlı ormanda yan yanaydık.

“Madem korkuyorsun, neden ormana koşuyorsun? Burda seni ayılar yer…” dedi.

 

“Sağ ol canım ya, şu ân ben anladım zaten bunu.”

 

“Sen bana ayı mı diyorsun?”

 

"Tabii ki, hayır. Hiç öyle der miyim?"

 

Bir anda kollarını belime dolayarak beni havaya kaldırdı ve neye uğradığımı şaşırdım. Az sonra bacaklarımı kendi beline dolayıp, sırtımı yeniden ağaca yasladığında, resmen onun kucağındaydım. Artık korkudan titremeye başlamışken, beni yukarıya kaldırarak boylarımızı biraz olsun eşitlemiş ve dudaklarımızın aynı hizaya gelmesini sağlamıştı.

 

"Ne... Ne yapıyorsun sen? Tufan... Be... Ben eve gitmek istiyorum, bı... bırak beni!" dedim büyük bir korkuyla. O bana böyle yırtıcı edasıyla bakarken, korkmamak elde değildi. "Tu...Tufan... Bırak, bırak diyorum sana!" diyerek çırpınıyor, kaçmaya çalışıyordum ama beni bırakmıyordu.

 

Bakışları yüzümde gezinip dudaklarıma inerken, elleri yavaşça kalçalarıma süzüldü ve bir anda kalçalarımı okşayarak beni öpmeye çalışınca, yüzümü yana doğru çevirdim ve çığlığı bastım. Kalçalarımı okşamaya devam ediyor, dudaklarını boynuma bastırıyordu...

 

 

*HİKÂYENİN TAMAMI DREAME UYGULAMASINDA, LENAHZADE PROFİLİNDE!*

Bölüm : 27.11.2024 12:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...