053*****: Pencereni ve perdeni kapat.
053*****: Seni görüyorum.
Gecenin bilmem kaçında gelen mesaja tip tip baktım.
Hâlâ var mıydı böyle saçma sapan insanlar ya? Hem sapık gibi beni izlediğinden bahsediyor hem de ne yapacağımı söylüyor. Gereksizin erkek olduğu attığı mesajdan bile belli oluyordu zaten. Hiç muhatap olmaya değmezdi. Direkt engelleyip attığı mesajları sildim. Düşünmeyecektim. Böyleleriyle de uğraşılmazdı be anam.
Müziği değiştirip telefonu yastığımın kenarına koydum. Gözlüğümü çıkarıp telefonun yanına bıraktım, umarım gece yatağın içinde kaybolup gazabıma uğramaz, kırılmazdı. Yüzüstü yatıp uyumaya çalıştım. Gözlerim isyan bayrağını çekmişti. Çok geçmeden huzursuz bir uykuya dalmıştım. Keşke tam tersi olsaydı.
•∆•
Sabah gözlerimi açtığımda kendime gelmem uzun sürmüştü. Evde sessizlik hakimdi. Feryal çoktan işe gitmiş olmalıydı. Ben iki haftalık izinde olduğum için evde pinekliyordum ama yapmam gereken bazı sorumluluklarım vardı. İlk sıraya evin dağınıklığını toplamayı yazmıştım. Sonra duş alıp bir şeyler atıştırdıktan sonra parka yürüyüş yapmaya gidebilirdim. Sıkılmıştım evde boş oturmaktan. İzne çıkalı iki gün olmuştu ama insan çalışmaya alışınca evde oturmak gerçekten boğucu oluyordu. Henüz çok yeni olması işe ciddi anlamda bağlanmam ve alışmış olmam gerçeğini değiştirmiyordu. Buraya taşındığımda kolay kolay toparlanabileceğimi sanmıyordum. Öyle de olmuştu, hâlâ toparlandım diyebileceğim düzeyde iyi değildim. Kalbimin eksikliği sürekli yüzüme vuruyordu. İç çektim. Sabah sabah bunları düşünerek uyanmak ne kadar mükemmeldi.
Yataktan kalkıp uyuşuk adımlarla banyoya geçtim önce. Kişisel ihtiyaçlarımı hallettikten sonra salondan başlayarak evde gözüme çarpan dağınıklıkları halletmek için işe koyuldum. Yorucu pek bir şey yoktu. Banyoyu ve lavaboyu çamaşır suyuyla yıkayınca ciğerlerim yanmıştı. Abartmıştım yine. En son kendi odama gidip ortalığı düzelttikten sonra duş sonrası için kıyafet hazırlayıp tekrar banyoya geçtim. Uyandığımda işim bittikten sonra banyo yapacağım için pijamalarımı değiştirmemiştim. Saat çoktan öğlen olmuştu.
Duştan çıktıktan sonra saçıma doladığım havlunun uçlarını iyice sıkıştırıp odama geçtim. Vücut kremlerini sürdükten sonra üzerimi giyinip aynalı makyaj masasının önüne yerleştirilmiş pufa oturdum. Başımdan çözüp omzuma serdiğim havlunun ardından tarağımı elime aldım. Uzun dalgalı saçlarım vardı. Küçükken kıvırcık olan saçlarım büyüdükçe form değiştirse bile uçları hâlâ lüle lüle olmaktan vazgeçmemiş içimdeki kız çocuğunu mutlu etmeye devam ediyordu. Gülümsedim aynada gördüğüm kız çocuğuna. Saçlarımızı seviyorduk. Tarakla belimi geçen saçlarımı güzelce taradım, uçlarına sürdüğüm yağdan sonra kendi haline bıraktım. Açık camdan içeriye giren ılık rüzgar saçlarımı ne güzel okşamıştı.
Ellerimi yıkayıp yağdan tamamen arındırınca mutfağa geçtim. Ayaküstü bir şeyler yedikten sonra üzerime giydiğim kot ve tişört beni her an soğuyan havadan korumaz diye omzuma taktığım çantanın kenarına hırka astım. Dışarı çıkmak için tek eksiğim ayakkabılarımdı. Ankara'nın havası Karadeniz havası gibiydi. Ne zaman ne olacağı belli olmuyordu. Ağustos ayının sonuna gelmiştik. Yaz bitiyordu anlayacağınız. Tek eksik yağmurdu. İstiyordum ki yağsın, o yağmur sonrası toprak kokusuyla bilmediğim sokaklarda avare avare gezeyim. İçim yağmur soğuğuyla üşüsün. Yaş aldığım seneler boyunca bu histen mahrum kalmamıştım.
Günlük spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdikten sonra evden çıkıp kapıyı iki kez kilitledim. Beş katlı binanın dördüncü katında oturuyorduk. Çağırdığım asansöre binip sıfıra bastım. Asansörün kapısı açılınca dışarı çıkmak için yönümü sola çevirdim. Yavaşça binanın dış kapısını açıp boş yol boyunca sessizce yürümeye başladım. Okul saati olmasaydı da böyle olacak olması durgunlaşmama sebep oldu. İlk geldiğimde böyle değildi, geldiğim gün ortalıkta çocuklar koşturuyor, sesleri mahalleyi dolduruyordu. Okulları tatildi diye mi aileleri izin vermişti mahalleye girmelerine? Mahallenin huysuz teyzesi olmayı planlarken hiçbir şeyi olamayacaktım sanırım. Çantamdan telefonumu ve kablolu kulaklığımı çıkardım. Kulaklığın birbirine dolanan kablosunu çözdükten sonra kulağıma taktım. Uygulamaya girip kasvetli halimden kurtulmayı ümit ederek hareketli bir parça açtım. Gözlerim dün ağlayan çocuğun düşürmüş olabileceği herhangi bir oyuncak var mı diye etrafı taramaya başlamıştı çoktan ama görünürde bir kaç küçük çöp dışında hiçbir şey yoktu. Ortada vebalı diyebilecekleri kadar çok pislik yoktu. Aynı parça parka gidene kadar tekrar tekrar çaldı. Düşüncelerimin içinden çıkmak istediğim her an daha dibe battığımı bilmek devam etmeme yardımcı olmuyordu. Banklardan birine oturup parka doğru oynayan çocuklara bakındım biraz. Küçüklerdi, kreş yaşındalardı burda olanlar. Çocuklarını kreşe vermek istemeyen kesim parka getirip sosyalleşsin istiyordu bildiğim kadarıyla. Kimisi salıncakta sallanan arkadaşının dakikasının dolmasını doldurup kalkmasını beklerken kimisi kaydıraktan kayıyordu. Güzellerdi.
Telefomunu havaya kaldırdım, kamerayı açıp parkın boş kısmını farklı açılardan bir iki kez fotoğrafladım. Hâlâ kulağımda duran kulaklığı çıkarıp çantamın içine attım. Şarkı durmuş, ben kulaklığı süs olsun diye takar duruma gelmiştim.
Çektiğim fotoğrafları kolaj yapıp b&w efektle hikaye kısmına ekledim. Şarkı ya da konum eklemeden ufak bir emojiyle paylaşmıştım sadece. Fazla renkli bir hayatım, renkli bir kişiliğim yoktu. İnsanlar bunu bilsin, ona göre davransın istiyordum. Boş bir çabayla.
Oturmaktan sıkılınca kalkıp oyun oynayan çocukların yanına geçtim. Onlarla vakit geçirmeyi seviyordum. Bazılarının yaşlarından dolayı kelimelere dili dönmüyordu ve çok tatlı oluyorlardı. Her ne kadar taklitlerini yapıp onları deli etsem de söyleyemedikleri kelimelerin doğrusunu söyleyip düzeltmelerine çoğu zaman yardımcı oluyordum. Beni hem seviyor hem de azıcık gıcık kapıyorlardı.
Çocuklarla oynadığımı görenler garipsiyordu, bu yaşta girdiğim halleri eleştirenler vardı. Çocuk yapacak yaştaymışım, başkalarının çocuğuyla oynamayı bırakıp kendi çocuğumu büyütebilirmişim. Onlara neydi bilmiyorum ama çok üstünde durmamayı tercih ediyorum. Böyle söyleyenlerin aksine beni görünce çocuklarına işaret edip yanıma gelmeleri için teşvik eden de vardı. Kendileri biz oynarken oyunumuza katılmayı severler. Çocukla çocuk olma diyenlere inat çocukla en çok ben çocuk olacağım. Çünkü onların ne kadar ihtiyacı varsa benim de o kadar ihtiyacım vardı. Parklarda büyümemiştim. Bağda, bahçede, ağaç tepelerinde geçmişti çocukluğum. Otla çamurla oynamıştım. Toz toprak olmuştum. Ve telefona bağımlı çocuklar yerine parkta oyun oynayan çocukları görmek beni mutlu ediyordu. Ailelerine içimden teşekkür ediyordum çocuklara çocuk olma imkanı verdikleri için. Günümüzde zordu çocuğunu öylece dışarı salmak. Onları parkta oyun oynarken görmek bana iyi geliyordu. Hâl böyle olunca onlarla oyun oynamak için içimde sürekli el çırpan o küçük kız çocuğunu büyütüyordum bende. Göndermeyeni de anlıyordum. Elimden üzülmekten başka bir şey gelmiyordu ama.
Beni gören çocuklara sinsice sırıttım. Asla büyüklük yapıp oynadığımız oyunlarda yenmelerine izin vermiyordum. İçimdeki kız çocuğunun kazanmaya ihtiyacı vardı. Her şeyini kaybetmişti, bari çocuklarla oynadığı oyunu kazansın. Galiba birazcık değil çokça gıcık oluyorlardı bana. Yapacak bir şey yok. Yensinler kardeşim.
Kızların bana ışıl ışıl bakmaları çok tatlıydı. Saçlarımı uzun oldukları için ilginç buluyorlar, buldukları her fırsatta şekilden şekile sokup örmeye çalışıp düğüm düğüm yapıyorlardı. Saçlarımı yolmadıkları müddetçe insanı prenses gibi hissettiriyorlar. Omzumdan sarkmaya başlayan çantamı salıncağın demirine yaslayıp üzerine hırkamı katlayıp yerleştirdim. Telefonumu pantolonumun arka cebine yerleştirmeden önce sesini açmıştım. Belki Feryal arardı.
Çocukların yanına çömelip kenara bıraktıkları fazla oyuncaklar içinden kırmızı kasalı kamyoneti alıp onlar gibi oyun oynamaya başladım. Beni tanıdıkları için oyuncağın sahibi izin almadığım için kızmamış eksik dişlerini göstererek gülmüştü. Bu haline en içten gülümsememle karşılık verdim. Biraz zaman sonra bacaklarım durduğum şekil yüzünden uyuşunca karıncalanan ayaklarımı uzattım, yere oturdum. Oyuncak kamyoneti ileri geri sürerken diğer çocukları izleyip enerji depoluyordum. İnsanın bazen çocuk yapası gelmiyor değildi hani. Gaflet anında falan. Kolay değildi bu devirde çocuk büyütmek, yetiştirmek.
Çocuk çığlıkları, gülmeleri, ağlamaları ve mızmızlanmaları eşliğinde bir saat öylece oturup vakit geçirdim. Aileleriyle birlikte evlere dağılan çocukların ardından ben de eve doğru yol aldım. Birkaçının annesiyle ayaküstü sohbet etmiştik. Eşyalarımı koyduğum yerden çoktan almıştım. Hırkamı üzerime geçirip çantamı elimde taşımaya başladım. Parktan çıkıp eve geçmeden önce parka geliş amacım olan yürüme işini de halledebilmek için yolumu uzatıp eve öyle geçecektim. Parkın etrafında bisiklet yolu vardı. O yoldan bir tur atıp parkın girişine geldikten sonra mahalleye geçmeden önce markete uğradım. Eksik ne vardı bilmiyordum hatta eksik var mıydı onu da bilmiyordum ama görünce aaa şu eksikti diyeceğimi biliyordum. Unutkanlığım o şeyi görene kadardı. Her konuda. Görsel hafızam çok iyiydi, gördüğümü unutmazdım. Ama aklımdan geçirdiğim, şunu yapacaktım dediğim herhangi bir şeyi anında unuturdum.
Marketten ekmek ve abur cubur harici bir şey almadan çıktım. Mahalleye doğru yavaşça yürürken esen rüzgar içime işlemişti. Saçlarımı kurutmadan evden çıkınca böyle oluyordu işte. Alışmıştım. Bizim sokağa gelince binanın önünde büyükçe bir kamyondan eşya indirildiğini gördüm. Binada boş daire olduğundan haberim yoktu. Zaten boş olduğu da artık söylenemezdi. Neyse. Boş olan her yer zamanla dolduruluyordu, değil mi?
Adımlarımı hızlandırıp malzeme taşıyan insanların yanından eşyalara dikkat ederek geçtim. "Kolay gelsin." Baş selamını da öyle ortaya doğru verip cevap beklemeden binaya girdim. Yüzlerine bakmaya fırsatım olmamıştı eşyalara zarar vermek, takılıp düşmek isteyeceğim son şey. Duyup duymadıkları belli değildi, insanların işi başlarından aşmış beni mi umursayacaklar?
Asansör eşya taşıdıkları için doluydu o yüzden merdivenlere yöneldim. Dördüncü kata kadar nefes nefese kalmıştım ve ne hikmetse hiç kimseyle karşılaşmamıştım. Diğer katta oturanların apartmanımızın yeni sakinlerine taşınmalarında yardım edeceklerini düşünmüştüm. Sonuçta aile apartmanıydı ve gelenleri muhakkak tanıyorlardı. Yanılmışım. Bu apartmana en çok ben yabancıydım.
Feryal Ankara'ya üniversitesi için gelmiş mezun olduktan sonra burda iş bulup kalmaya devam etmişti. Ev arkadaşları memleketlerine dönmeye karar verince de bir müddet tek yaşamıştı. Benim buraya taşınmam aniden gelişmişti. Eğer ben gelmeseydim daha fazla tek kalmayıp memleketine dönecekti o da. Ve iki aydır doğru düzgün kimseyle iletişim kurduğum söylenemez. Çocuklar ve ev sahibimiz dışında. Huriye teyze tonton tatlı bir kadındı ama geri kalan ailesini tanımaktan hep kaçmıştım. Yabancı olduğumu iddia etmemin sebebi buydu işte.
Düzene giren soluklarımla abur cubur poşetini yere bırakmış ekmek poşetini kapının koluna asmıştım. Çantamdan anahtarı çıkaracaktım. Kulaklığımla iç içe geçmelerine sinir olmuş bir şekilde güldüm. Başıma bunun geleceğini kulaklığımı sarmadan çantama koyduğum an anlamalıydım. Kulaklık ve anahtarlık ikilisiyle verdiğim savaştan galip çıkmış anahtarı yüzümdeki zafer gülüşüyle havaya kaldırmıştım. Kulaklığı aynı şekil çantaya koydum. Akıllanmayacaktım.
Poşetleri geri elime alıp anahtarı kilide sokmuştum. Ayakkabılarımı topuk kısımlarından ittirerek çıkarıyordum aynı anda. Üzerime çöken bunalmışlık hissiyle hızlı hareket etmiştim. Bir anım direğine uymuyordu.
Eve girip kapıyı içerden kilitledim. Feryal gelmeden üzerimi değiştirip akşam için tatlı yapmaya karar verdim. Yemek vardı zaten sadece canım tatlı çekmişti ekstra onu yapacaktım. Banyoda ellerimi yıkadıktan sonra odama geçip üzerimi değiştirdim. Saçlarımı toplayıp mutfağa geçince ilk işim dolaptan malzemeleri çıkarmak oldu. Şekerpare yapacaktım. Şerbetli tatlı çok sevmezdim ama şekerpareye hayır dediğim görülmemişti bu yaşıma kadar.
Şerbeti ocağın üzerine koyup kaynamasını beklemek yerine hamuru hazırladım. Ben hamuru hazırlayıp tepsiye dizmeye başladığım sıra şerbet kaynamıştı. Bir iki damla limon damlatıp karıştırınca altını kapattım.
Fırından aldığım tepsiyi mermer tezgahın üzerine bıraktım, soğuyan şerbeti döküp iyice çekmesi için dinlenmeye bekleyecek.
Dolaptan dünden kalan yemeklerin tencerelerini de çıkarıp ısınmaları için ocağın üzerine bıraktım. Onlar ısınırken salata malzemelerini yıkayıp doğramaya koyuldum.
O sırada dışarıdan gelen çocuk bağırması seslerine kapıyı açıp sese odaklandım ama aşağıdan gelen ses aniden kesilmişti. Huriye teyzenin torununu merdivenlerden çıkarken görünce seslendim. "Pişt bacaksız, gel bakayım buraya."
Kapının önüne gelince kendi kendine homurdandı. "Bana bacaksız diyenin boyu iki metre sanki." Yeni nesil çok terbiyesiz olmuştu gördüğünüz gibi. Kısa olmayı ben seçmemiştim. Daha sonra kulağını çekmeyi aklıma yazıp mutfağa saklama kabına tatlı koymak için gittim. Güzelce poşetin içine yerleştirdiğim kabı eline tutuşturup, "Çok konuşma da al bunu babaannenlere götür. Tatlı var içinde sağa sola sallayayım deme, geçen bakkalın camına taş atıp kaçtığını babanlara söylerim." Aldığı tehditle ağzı açık kalan velet ne diyeceğini bilemeyip ağzını kapatmak zorunda kalmıştı. Bu haline genişçe sırıtmamı durduramamıştım. Başını olumlu anlamda sallayıp, "İyi günler." Dedikten sonra merdivenleri çıkmaya devam etmişti. Çıkarken, "Sen onu nerden gördün ya!" Diye söylenmeyi ihmal etmemişti. Kapıyı kapatıp arkamı döndüm. Salatayı halletmem lazımdı artık.
Her şey hazır olduğunda telefonumu almak için odama geçerek çantamı karıştırdım. Marketteyken cebimden çıkarıp çantama koymam gerekmişti. Telefonumu bulduğum gibi salona geçtim. Feryal'in gelmesine çok bir şey kalmamıştı. Saate baktım. Okulun bitiş zili çalalı on dakika olmuş, eve gelmesi yarım saati bulur. Akşam yemeği için erken bir saatti aslında ama Feryal okulda yoğunluktan yemek yemeye fırsat bulamadığı için acıkmış oluyordu. Ben bunu izne ayrıldığım zaman anca fark etmiştim. Çalışma saatlerim onunkinden fazlaydı. Birbirimizi haftasonu pazar günleri bütün gün, hafta içi de kısıtlı bir zaman diliminde görebiliyorduk. İşe geri döndüğümde beraber geçirdiğimiz vakitleri özleyecektim.
Parmak izini okutup gelen bildirimlere bakmak istemiştim ama arayanım soranım olmadığı için bildirimde yoktu. Telefonu sessize aldım. Kapıdan gelen anahtar sesiyle ayağa kalktım. Feryal gelmişti. Evde olduğumu unutmuş, zile basmamıştı. Ya da rutinini bozmak istemiyor. Vakit geçsin diye sosyal medyada dolanmam işe yaramıştı. Yarım saatin nasıl geçtiğini anlamamıştım böylelikle.
Yüzü solgun arkadaşım içeriye girip elindeki eşyalarını portmantoya astı önce. Kaşlarım yüzünün solgunluğuna çatıldı. Sonra üzerindeki trençkotu çıkarıp koluna taktı. Eşyalarını astığı yerden alıp trençkotunu asınca başını anca bana çevirmişti. Çatık kaşlarımı gevşetip gülümsedim. "Hoş geldin bacım." Enerjik bir şekilde konuşup modunu yükseltmek istemiştim. İşe yaramadı. Ufak, zorlama bir gülüş eşliğinde, "Hoş buldum." Deyip odasına geçti. Kısa siyah saçları biraz dağılmıştı.
"Sen üzerini değiştir ben yemekleri tabaklara servis ediyorum, soğumadan gel beraber yiyelim hemen." İçeriden gelen bağırışın ardından mutfağa geçmiştim. "Tamam, hanım."
Dışardan evli çiftler gibi gözüküyorduk muhtemelen. O iş yerinde sıkıntı çektiği için evin huysuz beyi olmuştu dünden beri. İki ayda birbirimize kolayca alışmış yeni duzenimize adapte olmuştuk. Tek sıkıntı Feryal'in şu anki durumunu, nasıl hissettiğini bilmiyor olmamdı. Ben galiba bugün bir şeyler öğrenemezsem yarın okulunu basacaktım. Üzerini değişmiş bir şekilde mutfağa giren kadına baktım. Solmuştu ne olduysa açık yeşil olan gözlerinin ışığı. Etrafa ışık saçan gözlerini kim soldurdu?
"Ellerine sağlık, bizim kız."
"Afiyet olsun la bebe." Sırıtarak kurduğum cümleye göz devirdi. Yine konuşmadan yediğimiz yemeğin ardından birlikte ortalığın dağınıklığını topladık. Sessizdik. Bu sessizlik fırtına öncesi sessizliği gibi hissettirmeseydi huzurlu olabilirdik belki. Çay suyunu üzerine koyup kaynamasını beklemeden bereber salona geçtik. Feryal çocuklar için etkinlik ayarlarken sessizlik artık canıma tak etmişti. Ayağa kalkıp çay suyuna bakmaya mutfağa geçerken irkildiğini fark ettim. Bu da iyice beni gulyabaniye çevirmişti. Her ani hareketimden irkilir olması cidden can sıkıcıydı.
Tepki vermeden yürümeye başladım. Çayı demleyip yanına şekerpareden servis ettim. Çıkardığım çay bardağına çok demli olmayacak şekilde bir çay doldurup tatlıların olduğu tepsiye bıraktım. Kendime doldurmamıştım. Çayı sabah kahvaltısı haricinde içmeyi sevdiğim söylenemez.
Saplarından tuttuğum tepsiyle salona girip zigon sehpalardan küçüğünü Feryal'in önüne çektim. Üzerine çayı ve tatlısını bırakırken laf attım. "Afiyet olsun, bey."
İşinden başını kaldırıp sehpayı yeni fark ettiğini belli eden bakışlarla getirdiklerimi süzdü. Hafif tebessüm edip kafa hareketiyle teşekkür etti. Çakacaktım ağzının ortasına şimdi. Ben eski arkadaşımı özlemiştim. Annesini arayıp, "Bozuldu bu, karıncalı ekrana döndü. Kafasına vursam düzelir mi?" Diye sormama az kaldı.
Göz devirip kalktığım koltuğa oturmak yerine camın önünde olana geçtim. Dışarıyı izleyip tatlımı yerken telefonuma gelen bildirimle titredim. Cebimden çıkardığım telefona bakmadan önce Feryal'e baktığımda tatlısını yerken görmüştüm. Çayın yarısını içmişti bile. Küs karı kocalara döndüğümüzü fark edince tekrar göz devirdim. Ne zaman düzelecekti bu durum.
Önüme döndüm. Telefonumu açıp yine bilmediğim bir numaradan mesaj geldiğini fark ettim. Tanımadığım insanların numarama kolayca ulaşması sinir bozucu olmaya başlamıştı. Arkadaşımın hâli hâl değilken başkalarıyla uğraşmak istemiyordum.
5 yeni bildirim.
054****: Elinin lezzetli olduğunu söylemişlerdi.
054****: Ama nefes almadan tatlı yiyen anneannemi görmeyi beklemiyordum.
054****: Şoka uğradım.
054****: Üstelik kadının şekeri var lan.
054****: Şeker hastası kadına şekerpare göndermek ne kadar mantıklı?
Gözlerim okuduklarıma fal taşı gibi açılarak cevap vermişti. Unutmuştum ben onu bir kere. Ciddili kadının hasta olduğunu unutup şekerpare göndermiştim. Ve tatlıyı eline bir kere aldı mı bırakmadığı gerçeği beynimde alarm gibi ötüyordu. Öldürecektim kadını yanlışlıkla. Sebebi olacaktım. Yetmezmiş gibi bütün sülalesi, apartmandaki herkes dahil, benden nefret edecekti. Bedduaların ardı arkası kesilmez şimdi. Burnum boktan çıkmayacaktı yani, anlatabiliyor muyum?
Siz: Nasıl? Yani, durumu nasıl Huriye teyzenin?
Siz: Kadının hasta olduğunu bile bile eline vermediniz değil mi o kadar tatlıyı?
Siz: Ben unutmuştum şeker hastası olduğunu, torunuyla karşılaşınca boş bulunup gönderdim.
Cümlelerimden ne kadar panik olduğum anlaşılıyor mudur? Tırnaklarımı yemeye başlayacağım sıra yeni bir mesaj atmıştı.
054****: Aldık elinden. Merak etme. Anneannem iyi yani.
054****: Evde değildik. Biz yokken fırsatını bulup direkt gömülmüş tabağa.
054****: Yetişmeseydik kendi gömülecekti haberi yok.
Yazdıklarını okuyunca istemsizce kıkırdadım. Haklıydı, yetişmeselerdi söyledikleri gerçekleşebilirdi. Hepimizin perişan olacağı ortada. Allah'tan yetişmişlerdi.
Siz: Ağzından yel alsın.
Siz: Huriye teyze iyi olduğuna göre asıl konuya dönelim.
Bakalım kimdi bu şakamatik torun.
054****: Asıl konu?
Siz: Kimsin?
054****: Bir dost.
Siz: Gülmedim.
Az önce gülmüştüm ama bunu bilmesine gerek yoktu.
054****: Gül diye söylememiştim.
Evet. Yaşamıştık. Canım klişe. Neredeydin? Gözümüz yollarda kalmıştı ki geldin. Gözlerimi devirip tek kelimeyle cevap verdim.
Siz: Tamam.
Uzatmadım. Başka bir şey yazmadan çıkmıştım konuşmadan. Profilinde fotoğraf yoktu. İsim kısmında da 'M' harfi vardı sadece.
Huriye teyzeye anneanne dediğine göre kızlarından birinin çocuğu olduğu kesindi. Başka da bir şey bilmiyordum.
Tatlımı yemeye devam ederken sesi soluğu çıkmayan arkadaşıma göz ucuyla baktım. Çayını tazelemiş tatlısını bitirmişti ama bilgisayarda etkinlik ayarlamaya devam ediyordu. Huriye teyzenin şekeri yüzünden aklım gittiği için mutfağa gidip geldiğini fark etmemiştim.
Biten tatlının tabağını camın kenarına koyup geriye bıraktım kendimi. Sırtımı yumuşak koltuğa yaslayıp rahat bir pozisyon alınca tekrar telefonu elime aldım. Bugün attığım hikayeye tıklayıp kaç kişinin gördüğüne baktım. Hesabım açıktı. Takipleştiğim insanlar dışında rastgele insanlar da girip bakabiliyordu. Hesabın niye kapalı değil diye soracak olursanız bu sizi hiç alakadar etmezdi. Şaka şaka. Kişisel hesap olduğu için gizliye alamıyordum o yüzden üç beş kişinin olduğu gizli hesabım da vardı. Orda daha çok kendi halimde takılıyordum ama burda çektiğim manzara fotoğraflarını paylaşmayı tercih ediyordum. Manzara hariç mezarlık fotoğrafı vardı sadece farklı olarak. Özlediğim insanların olduğu. Düşüncelere dalmamam, kendime eziyet etmemem sağlığım açısından daha dikkatli olmam gereken bir durumun içerisindeydim.
Ama yapamıyordum. Mentalim güçlü değildi.
Attığım hikayeyi görenler arasında anonim bir hesap dikkatimi çekti. Daha önce fark etmediğim hatta ilk defa gördüğüme emin olduğum hesaba tıklayıp profiline baktım. Hesap gizliydi. Profil fotoğrafı yoktu ve biyografi kısmı bomboştu. Bir tek isim kısmında 'M' harfi vardı. İçimden bir ses az önce kimliği belirsiz şahsın beni stalkladığını söylüyordu. Adımı öğrendikten sonra hesaplarıma bakmış olması kuvvetle muhtemeldi. Telefon numarama ulaşan birinin sosyal medya hesaplarıma ulaşmasına şaşırmadım. Kullanıcı adı 'imcelen' olan hesaptan çıkıp mesaj uygulamasında en başta duran yazışmaya tıkladım. Ben ona yazarken anında yazıyor... yazısı göründü.
054****: Nereye kayboldun?
Siz: Sen beni mi stalkladın?
Aynı anda birbirimize sorduğumuz sorulara yine aynı anda cevap verdik. Bu anı mı bekliyorduk?
054****: Önce ben sordum.
Siz: Önce ben sordum.
Yok daha eben. Kayıp ikizimi mi buldum yanlışlıkla? Aynen Zümra, tek cümleyle kayıp ikizini buldun. Bravo. Kendi kendime homurdanıp tekrar yazdım. Parmaklarımı hızlı hareket ettirip o bir şey yazmadan yazma isteğime engel olamamıştım. Hâlâ benimle konuştuğu mesaj sayfasında olması attığım mesajın anında görüldü olmasına neden oldu.
Siz: Bence hiç tartışmaya girmeden birbirimizin sorusuna cevap verebiliriz.
Okuduğu mesaja aynı hızla cevap vermesi dikkatimden kaçmadı. Benimle mi yarışıyordu? Utanmasa aynı dakikalar içerisinde cevap verecekti.
054****: Mantıklı.
054****: Cevap veriyorum o zaman.
Ver diye yazdık ya kardeş...
Yani cevabı. Neyse, dur ortalık karışmasın. Sonra koyun can derdinde kasap et derdinde diyeceklerdi arkamızdan.
Siz: Sen beni mi stalkladın?
↪️054****: Evet. Anneannem senden bahsedince merak edip hesaplarına baktım.
Huriye teyze inşallah benden hanım hanımcık hayırlı bir kısmetmiş gibi bahsetmemişsindir. Öyle olsaydım seninle Azrailin arasında köprü görevi kurmazdım. Değil mi? Yanlışlıkla olmuştu ama olmuştu sonuçta. Benim hatam yüzünden kadın şekerden gidecekti.
054****: Nereye kayboldun?
↪️Siz: Senin beni stalkladığını fark ettiğime göre...
Siz: Her neyse. Kim olduğunu söylemeyeceksen gidiyorum. İyi geceler.
054****: En kısa zamanda yüzyüze tanışacağımıza eminim, Zümra. İyi geceler.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |