15. Bölüm

Bölüm -15- “Kelebeğin Ölmeden Önceki Bir Günü”

Esra Nazlım
esrarizim

 

Tüm hakları saklıdır.

 

 

 

 

 

Öncelikle merhaba, sevgili okurlar. Bu askeri kurgu, adı üstünde tamamen kurgu olup, hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Bilgi eksikleri, yanlış bilgiler olabilir fakat "KURGU" olduğu için fazla ciddiye almamanızı umuyorum. Küçük düzeltmeler yapılabilir ama akışı etkileyecek değişimleri yapmayı uygun görmüyorum. Tüm sahneler ütopik olarak ele alınmıştır. Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

Bölüm Şarkıları

 

 

Ride Or Die - Sevdalize

 

Billie Eilisih- WILDFLOWER

 

Noah Cyrus- Again

 

Me and the Devil - Soap&Skin

 

Pus- Sufle

 

Zabuty- Nasteısha, İnsomnia

 

 

 

 

 

"Bir hamam böceğini öldürürsen kahramansın, bir kelebeği öldürürsen kötüsün. Ahlakın estetik standartları vardır.

 

 

Nietzsche

 

 

 

 

 

Bölüm -15-

 

"Kelebeğin Ölmeden Önceki Bir Günü"

 

 

 

Alparslan'ın yürüdüğü koridorda adım sesleri yankılanıyordu. Botundan çıkan ses, karargâhta çıkan tek sesti.

 

Aldığı haberden sonra Albayı aramış ve ulaşamamıştı, evine dahi gitmişti fakat sitedeki güvenlik onun hala gelmediğini söylemişti. Alparslan ise işin sonunda soluğu karargâhta almıştı.

 

Koridorun sonuna geldiğinde adımlarını yavaşlatmadan Albay'ın kapısının önünde durdu. Kapıyı tıklattı birkaç kere, içeriden gelen "Gel. Komutu ile kapıyı açtığı gibi içeri girdi.

 

Cihangir Albay'da tam onu bekliyordu. İkisinin de birbirleri ile konuşması gereken mühim konuları vardı.

 

''Gel, Yüzbaşı gel.'' Dedi kederli bir tonla. Alparslan, durumun ciddiyetinden kaynaklı duruşunu bozmadan deri koltuğa oturdu.

 

Yüzündeki kırışıklıklara rağmen hala yakışıklı bir yüzü vardı Cihangir albayın. Çoğu askere göre taş çıkartacak kadar da atletikti. Alparslan'ın dikkate aldığı belki de hayatında itaat ettiği tek kişiydi, Cihangir albay.

 

''Cenaze teslimi için kimi görevlendirdin?'' diye sordu Cihangir Albay. Koskoca adam bile konuya nereden başlayacağını bilmiyordu. Bu yüzden ona en uzak konudan başladı.

 

''Bizim çocuklar hallediyor. Biz bakmıyoruz artık bu dosyaya da elimizden her şey alınıyor.'' Sitemkâr sesinin farkındaydı, Alparslan. Bir şeyler vardı bilmediği, albayın gücünün yetmediği. Karşı çıkmak istiyordu bu şeye. Dur demesi gereken kişinin ise Albaydan çok öte isimler olduğunu biliyordu.

 

''Ne düşündüğünü tahmin etmek zor değil ama benim elimden bir şey gelse canım uğruna yapacağımı en iyi sen biliyorsun.'' Her şey önemsizdi, Albayın bu ses tonu bile o kadar güven veriyordu ki Alparslan'a, ona sırtını dayamamak aynı zaman da gözlerini kapatıp teslim olmamak elde değildi.

 

''Albayım, gittikçe dibe batıyoruz. Adımıza kara lekeler çalınıyor ve biz sadece izliyoruz. Her gün yaklaştık dedikçe ertesi gün geldiğimiz noktadan daha geride uyanıyoruz. Artık ne üzerimdeki forma ne de canım. Bitir deyin bitireyim!''

 

Cihangir albay sabırla dinledi, Alparslan'ı. Haklıydı, ama bilmediği çok şey vardı.

 

''Ben bu durumdan çok memnun muyum sanıyorsun?'' dedi, sesi olduğundan daha sert çıkarken. Elinde olsa herkesi yakardı bu uğurda.

 

Arkasına yaslandı sıkıntıyla. Önündeki dosyaların kapağını bile açmak istemiyordu. Alparslan'ın dediği gibi, yaklaştık dedikçe ertesi gün başladıkları noktanın daha gerisine uyanıyorlardı. Ellerinden her şey alınıyor, bütün ipuçları yok ediliyor, aydınlığa giden bütün yollar kapanıyordu. Ve buna karşı koyacak ne yetkileri ne de güçleri vardı. En önemlisi, Cihangir Albay'ın; bu uğurda kurban verecek bir tane bile değersiz evladı yoktu. Kimsenin ölmeyeceğini biliyordu ama yaşarken ölmelerine göz yumamaz, buna seyirci kalamazdı. Alaca timini en başta o eğitmiş yıllar sonrada aynı çatı altında sırt sırta yaslanmayı nasip etmişti Allah, onlara. Şimdi gözlerinin önünde yeşermiş bu koca gençliği bir dava uğruna heba etmek istemiyordu. Vatan, şeref meselesinden çıkmış; namus meselesine dönmüştü artık.

 

Şerefsizlerin olmayan şerefi için değildi tüm bu çaba, artık kendi namusları içindi her şey.

 

 

''Battık batacağımız kadar, elimizde hiçbir şey yok. Operasyon devam etmiyor, elimizdeki her kapıya bir kilit vurdular Albayım.'' Alparslan'ın amacı başkaydı. Albay'ın yumuşak noktasından yakalamaya çalışıyordu. Yakalayabilirse bu oyunu artık kuralına göre değil canı nasıl isterse öyle oynayacaktı. Canı ise, hiç güzel şeyler istemiyordu.

 

''İnsan belli bir süreden sonra savaştığı şeye dönüşmeye başlar. Bu yüzden dikkatli olmakta fayda var. Çünkü kazandığın savaşın en büyük mağlubu sen olabilirsin.''

 

''Buradan çıkarmam gereken sonuç, pişman olmam mı?'' Alparslan, sesinin alaylı çıkmasına engel olamamıştı. Bu uğurdu her şeyi yapmaya hazırdı, sadece Albay'ı ikna etmesi gerekiyordu.

 

''Hayır, çok pişman olman.'' Albay yaslandığı yerden doğrulup masaya kollarını yaslayarak ellerini birleştirdi. Alparslan'ın kararmış yüz ifadesi ona güven vermiyordu, bir delilik yapmasından korktuğu için ona belli başlı uyarıları yapmak zorundaydı bir de bazı gerçekleri anlatmak.

 

''Bak evlat,'' diye söze başladığında, Alparslan arkasından gelecek nasihat söylemlerini tahmin edebiliyordu lakin öyle olmadı. Konu beklemediği yerden gelmişti.

 

''Laleş Çet, Gökdere, Ökkeş ve birçok daha isim var dosyası elimize gelen. Bu dosyalar ne zamandır önünde?''

 

Alparslan duyduğu soru ile afalladı bir an. Ne diyeceğini bilmemekle beraber şaşırmıştı da.

 

''Üç,'' dedi emin olamayarak. ''Belki de dört. Bu neyi değiştirir? Operasyon için bize verilen süre altı ay ve her şeyin bitmesine çok az kaldı.''

 

 

''Sen başarısızlıktan mı korkuyorsun, yoksa bu savaşın kazananı olmamaktan mı?'' soruyu bir süre düşündü Alparslan. İkisinin de aynı anlamı taşımadığını ayırt edebilecek bir zekadaydı fakat cevap vermemeyi seçti Alparslan. Neyden korktuğu gayet de açıktı. Kaybetmekten nefret ederdi, Alparslan. Bu zamana kadar onun kaybettiği hiçbir savaş olmamış, tarih her zaman onun adını başarıların altına yazmıştı. Ama şimdi, vatanı uğruna hiçbir işe yaramamaktan deli gibi korkuyordu.

 

Düşünceli bir şekilde önündeki dosyaya kilitledi gözleri Albay'ın. ''Konumuza dönelim. Üç veya dört, bu bir şeyi değiştirmez. Ama bu süreç Asena'nın varlığıyla bağlantılıysa çok şey ifade eder.''

 

Alparslan anlamayarak Albay'a döndü. ''Nasıl yani?'' dedi anlamaz bir ifadeyle.

 

''Asena'nın reddedilemeyecek bir başarısı var, bu bizi çoğu zaman ipin ucuna götürse de. Ama bahsettiğim mesele Asena'nın kimliği.'' Alparslan işlerin ciddileştiğini fark etti. Anında gözlerini kaçırıp önüne döndü.

 

''Yüz ifadene bakılırsa bilmediğin şeyler olmadığını anlıyorum buradan.'' Sertçe yutkundu Alparslan sonra da usulca kafa salladı.

 

''Biliyorum. Yeni öğrendim.'' Diye de ekledi, bunun bir öneminin olmadığını bilse de.

 

''Öğrendikten sonra ne yaptın?'' diye sordu bu sefer Albay.

 

''Hiçbir şey.'' Diye kestirdi. Asena'yı gördüğü ilk andan itibaren içinde hep varsayımlarla gezmişti, Alparslan. Bir şeylerin olduğunu biliyordu ama öğrendiği bilgiler yine de onu şaşırtmıştı.

 

''Ne hissettin?'' diye sordu bu sefer Albay. Amacını anlayamadı, Alparlarsan. Oldukça düşünceli bir ifadeyle, ''Bilmiyorum, o an hislerim konusunda sorgulama yapmadım açıkçası.''

 

''Üzüldün mü?'' Alparslan durgun bir ifadeye bürünmüştü. Elbette üzülmüştü. Bunu Asena'ya da oldukça yansıtmıştı üstelik. Bu tarz duygularını çoğu zaman gizlemezdi, Alparslan.

 

''Kim olsa üzülür.'' Dedi sesine yansıyan ifadeden de anlaşılıyordu. Bu durum Albayı gururlandırmıştı. Başta yıldızlarının barışmadığını düşünse de epey yol katettiklerinin farkındaydı.

 

''Anlaşması zor bir kadın, değil mi?''

 

''Çok zor,'' dedi içli içli Alparslan. Sonradan verdiği tepkiyi fark edince cin çarpmış gibi olsa da Albay, bıyık altından gülmeden edemedi. Asena, albayı da çoğu zaman çileden çıkarıyordu ama ne onunla ne de onsuz oluyordu. Yaramaz bir kız çocuğundan tek farkı tehlikeli olmasıydı.

 

''Bazı kadınlar uysallaştırılmaz. Kendileri gibi çılgınca koşacak birini bulana kadar özgürce koşmaya ihtiyaç duyarlar. O yüzden Asena'nın yanında yürümek her babayiğidin harcı değildir. Ele avuca sığmaz, bir kalıba sokamazsın, tutamazsın, adının geçtiği yerde onu bastıramazsın. Gün olur ölür, ertesi gün seni öldürmek için tekrar dirilir. Ondaki inat kimsede yok, gamı da kederi de silaha dönüştürmüş ve ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bombadan farksız.''

 

Albay'ın her bir cümlesinde Asena'nın hal ve tavırları düştü Alparslan'ın zihnine. Hayran olduğu kadar imrenerek de bakıyordu ona. Ama bu imrenme kıskançlık üzerine değil, yaşadığı acılara rağmen bu kadar başı dik, güçlü oluşuna imreniyordu. Daha önce ona da dediği gibi, aynısını kendisi yaşasa kendiyle birlikte her şeyi yok ederdi.

 

 

''Her şeyin bitti dediği yerde bizi kurtaracak tek kişi, Asena.'' Dedi, Cihangir Albay. ''Bizi bu savaşta zafere ulaştıracak tek sağlam yol, o.'' Sesi kendinden oldukça emin çıkıyordu.

 

''Asena, kafasının dikine gidiyor sürekli. Yolu yordamı yok, kural tanımıyor, canı ne istiyorsa onu yapıyor. Belki de onun gelişiyle ilerlediğimizi sanıyorken gerilememize sebep olan şey de o'dur.'' Alparslan söylediği şeylerden utansa da gerçek buydu. Asena ile olmak zordu hem onlarla hem Asena ile savaşıyordu. Alparslan için zor olan savaş ise Asena'ydı.

 

''Suçlu kendin olduğunda, başkasını suçlamak en kolayıdır. Sen suçlu değilsin, '' dedi, Albay. Ne demek istediğini anladı Alparslan. Aslında kalbini kırmamak için kelime oyunlarıyla konuşuyordu Alparslan ile.

 

''Özür dilerim, demek istediğim o değildi.'' Dedi anında. Kendini artık daha kötü hissediyordu. Asena, her şeyi zorlaştırıyordu onun için, tüm mesele buydu aslında. O yanındayken bir şeylere odaklanmak onun için oldukça zordu.

 

''Askerlerin işi özür dilemek değil.'' Tok sesi aralarında yay gibi gerildi. Sonrasında usulca boğazını temizledi, Albay. ''Asena ile çalışmak seni yoruyor biliyorum, senden hep bir adım önde olur. Çünkü o arkada kalacak bir kadın değil. Ama ona sorsan bunu, ''Arkamda adam bırakacak bir insan değilim'' der. Demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Sen önce Asena'ya nereden bakmalısın, gerçekte gördüğün pencere neresi onu bulmalısın.''

 

Albayın sözleri ilmek ilmek işliyordu Alparslan'ın zihnine. Cesaret edemediği şeyleri düşünmesine sebep oluyordu albayın her bir sözü. Asena ile aynı yolda yan yana yürümek içine pencerelerine gerek yoktu. Zaten kendisi çoktan duvarlarını kırmıştı lakin Alparslan görmek istediğini göremediği içindi bu siniri, zehirli düşünceleri. Görmek istediği şeyi arıyordu sadece, gördüğü şeye odaklanmak yerine.

 

 

''Tehlikenin içinden çıkmıyor. O yanımdayken önceliğim onu korumak oluyor, o kadar gözü dönmüş oluyor ki, çatışmanın ortasında bile bir gözüm onda olmak zorunda gibi hissediyorum.'' Alparslan içindeki duyguların ağırlığı altında eziliyordu artık. Sonunda kendini dışa vurduğu için derin bir soluk aldı gözlerini kapatıp. Bu tavrı Albayın hoşuna gitmişti.

 

''Ölmek dediniz ya hani, Asena ölmek istiyor. Hatta ölümden beter olmak istiyor.'' Daha fazla dilinin ucunda tutamamıştı bu düşünceyi.

 

Cıkladı Albay kendine güvenen bir ifadeyle.

 

''Asena ölmek değil, kurtarılmak istiyor.''

 

Alparslan'ın keskin mavileri Albayın yüzünde oyalandı bir süre. Ne demek istediğini doğru anlayıp anlamadığından emin olmak istiyordu ama bunu duru bir yüz ifadesinden anlamak onun için epey bir zordu.

 

''Asena ölmek isteseydi, şu an sen onun adını bile bilmiyor olurdun.'' Dedi babacan bir tavırla.

 

''Neden ölmedi veya kendini öldürmedi biliyor musun? Çünkü bazı kadınlar, yanlış yapmak ve yalnız kalmak arasında bir tercih yaparlar. Adamına göre değil, adabına göre. Heveslerine göre değil, hislerine göre karar verirler. Sahte bir mutluluk yerine, sade bir yalnızlığı tercih ederler. İşte bu yüzden bazı kadınlar, sınırlarını kendilerinin çizdiği, gizli ve gizemli bir ülkede yaşarlar. Zorunlu olduklarından değil, gururlu olduklarından.''

 

Sustu bir süre, Alparslan ise onu can kulağıyla dinliyordu. İhtiyacı olan aslında bu sözlerdi belki de. Albayda böyle düşünüyordu ki bu konuşmanın amacı operasyon değil, tam olarak Asena'ydı.

 

''Sen ise tüm dünyaya ördüğü o duvarları sana karşı kendisi yıkmışken hala o duvarın diğer tarafından ona bakıyorsun. Ve hala neden o duvarı yıkmadan önce o duvarın tepesine çıkıp intihar etmediğini merak ediyorsun.'' Güldü albay neşeden uzak. Alparslan'ın yüz ifadesi içten içe onu eğlendirmişti aslında ama bunu belli etmemesi gerekiyordu.

 

 

''Ne yapmamı istersiniz, Albayım? Bir anlık sinirimle yakıp yıkmak istemiyorum.'' Akıllıca bir davranış olsa gerek diye düşündü, Albay.

 

Bilir bir ifadeyle kafa salladı, Albay.

 

''Sinirini, duygularını bir süre halının altına süpüreceksin. Asena senin düşmanın değil, asla da olmayacak. İkinizde aynı amaç için bu yoldasınız ama bu yol dikenlerle dolu ve bir tek Asena'yı kanatmaz. Sen arkadan geleceksin, Asena'nın bastığı yerlere basacaksın. Asena arkasında adam bırakmaz, dediğim gibi bunu sakın unutma.'' Dedi inanç dolu sesiyle.

 

''Ne kadar koşsam da yetişemiyorum zaten.'' Diye mırıldandı, Alparslan ağzının içinde.

 

''Anlamadım?''

 

''Asena bu durumu sorgulamaz mı? Onu rahat bırakırsam, üstüne gitmezsem eğer anlayabilir. Zeki bir kadın, neyi nereden vuracağı belli olmuyor.'' Yine kendini tutamayıp zihnindeki Asena'yı dışarı vurmuştu.

 

''Onu rahat bırakman gerektiğini söylemedim. Ona bir nefes kadar yakın olacaksın ama Asena arkasına baktığında seni hep bir adım geride görecek. Bunu egosu için yaptığını düşünme, onun kaybedecek bir şeyi yok, Uluer. Canından başka bir şeyi yok.''

 

Alparslan içinden bir şeylerin kopmasına engel olamadı. Midesinde küçük bir yangın başladı duyduğu sözler karşısında.

 

''Kardeşleri var, kanından canından birileri var hala bu hayatta.'' Dedi, Alparslan duyduklarını kabul etmek istemezcesine.

 

Parmaklarını küçük bir ritimle masaya vurdu, Albay. ''Evet,'' dedi aynı esnada. ''Asena kendisi için yaşamayı istemiyorsa, kimse için yaşamak istemez. Onu uçurumun kenarına koysan, Vatanını seven bir adım öne çıksın desen, ilk adımı atan Asena olur.''

 

''Ona bu kadar güvenme sebebiniz nedir? Geçmişte yaşanılan şeyler bizler içinde ağır ama ona olan güven bağınız ona acımanın çok ama çok ötesinde gibi.'' Dedi, Alparslan. Epeydir merak ettiği şeydi bu aslında. Asena'nın geçmişini öğrenmişti fakat meslekte olmamasına rağmen hala burada neden olduğunu merak ediyordu. Çünkü başarısı, onun meslekten atılmamasına yetmemişti lakin buradaydı.

 

''Bu mesele artık derin devlete girdi. Elimi kolumu bağladılar, sen benden onay istiyorsun, yetkim yok. Yüreğimizin yettiği şeylere yetkimiz yetmiyor. Sonumuz Asena'dan beter olur, o yaptığı bir şey için yargılanırken bizler yapmadığımız şeyler için suçlanırız. Bu yüzden mesele artık şeref değil namus meselesi.''

 

''Operasyonu devretmek mi istiyorsunuz?'' Alparslan'ın, cevabından korktuğu bir soruydu bu.

 

Cihangir albay, gururlu bir ifade takındı. Bu biraz olsun Alparslan'ı rahatlatmaya yetmişti.

 

''Eğer tahminlerim doğruysa, en büyük silah bizim elimizde. Ve bu da demek oluyor ki, değil operasyonu bırakmak ne pahasına olursa olsun onu elimizde tutmalıyız.''

 

Umduğu cevabı almanın haklı mutluluğunu yaşadı, Alparslan ama başka şeylerinde olduğunu tahmin ediyordu.

 

 

''Elimizdeki en büyük silah nedir?'' diye sordu merakla. Albay'ın aklından geçenleri tahmin etmek onun için zordu fakat en azından bu savaştan vazgeçmediklerini öğrenmişti. Bu Alparslan'ın umutlarını diri tutmaya yetmişti.

 

''Asena,'' dedi bir yıkımdan bahseder gibi. Alparslan, duyduğu isme şaşırdı. Beklediği silahın Asena çıkması değildi onu şaşırtan, onu nasıl silah olarak kullanmak istemesiydi.

 

''Her şeye baştan başlıyoruz.'' Diye devam etti. Kaşlarını indirip kaldırırken, ''Artık bir savaşın içinde değil cehennemin içindeyiz. Her adımını ona göre at, bir sonraki ateş bastığın ateşten daha yakıcı olabilir ve sen daha neyin ne olduğunu anlamadan o alevlerin için yanıp kül olabilirsin.''

 

''Peki ya ateş?''

 

''Asena. Cehennemde, ateşte o. Ama yanmayan tek kişi de o.'' Uzun bir sessizlik oldu aralarında. Rahatsız edici bir sessizlik değildi bu, kabullenilmesi için tanınan bir süreydi aslında.

 

''Ya sandığımız gibi olmazsa?'' Alparslan'ın korkuları gün yüzüne çıkıyordu. Birçok duyguyu barındırmanın cezası olarak düşündü bunu. Kendisi için endişe etmeyi bırakalı epey olmuştu ama değer verdiği insanların mahvoluşunu görmeye hazır değildi.

 

Albay karşısındaki askerine güven vermek istercesine içten bir şekilde baktı. ''Korkma,'' dedi. ''Onlar senin çocuklarınsa sende benim çocuğumsun. Altından kalmazsak eziliriz ama günün sonunda arkamızdan diyecekleri tek şey savaştılar, olacak.''

 

''Ne yapmamı istiyorsunuz? Bu süreci en kolay nasıl yönetebilirim?'' Alparslan heyecanlıydı. Artık bir şeyler yapacaklarını hissediyordu. Çelik mavisi gözlerindeki ışık bile Albayın içine işlemişti. Onun için umut bahşeden yağız bir delikanlıdan kıymetli bir şey yoktu.

 

Önündeki dosyaları Alparslan'a uzattı. ''Sadece sende olacak bunlar. Baktıktan sonra yok et, kimse bilmeyecek. Asena bile.'' hızlıca uzanıp aldı Alparslan. Üç tane kalın dosyaydı elindekiler. Şimdi açması küstahlık olur diye düşünerek önündeki masaya bıraktı merakını arka plana iterek.

 

''Sen ve Timin her zamanki gibi görevinizi yapacaksınız. Operasyonun gidişatından timin haberi olmayacak. Verdiğim her emiri,'' dedi üstüne basa basa. ''Sorgulamadan yerine getireceksin. Bu senin şiddetle karşı çıkman gereken bir durum bile olsa.''

 

Alparslan'ın burnu iyi kokular almasa da itaat etmekten başka çaresi yoktu.

 

''En önemlisi ise, Asena ile yürüteceğin bu operasyonda ona karşı çıkmak yerine destek olman. İsterse dibe batsın buna izin vereceksin.''

 

''Bir cambaz gibi ipin üzerinde hep. Bunu yapmam çok zor.'' Diye araya girdi lakin Albay söyledikleri konusunda kararlıydı.

 

''Ne diyorsam o, ölüm hepimize var. Ve son olarak, Asena için emirler geçerli değil. Legalin yetmediği yerde onun adı geçer. Asena'nın sözü benim sözümdür, emire itaat yok Asena'ya itaat var.''

 

Derin bir soluk alma ihtiyacı hissetti, Alparslan. Duyduklarını sindirmek sandığından daha zordu. Görünmezi oynamasını, sahadan uzak bir o kadar da içinde olmasını istiyordu. Asena'yı ise ateşin içinde bırakıp orada yanabilecek tek kişinin o olduğuna ikna etmek istiyordu. Albayın yaptığı buydu.

 

''Ona neden Öfke diyorlar, hiç düşündün mü?''

 

Düşünceli bir ifadede takılı kalan Alparslan az önceki konuşmaların içine hapsolmuş gibiydi. Yine de Albay'ın sorusunu cevapsız bırakmadı.

 

''Hayır,''

 

''O her zaman Öfkeli bu yüzden adı Öfke.'' Alparslan sessizliğe gömüldü tekrar. Gözünün önünde canlanan can pazarını yaşamaktan deli gibi korkmaya tam o an başlamıştı.

 

''Neyse hadi hadi, çık. İşim gücüm var. Yengeni akşam yemeğe çıkaracağım daha. Ayrıca yarın herkesi burada istiyorum!''

 

"Emredersiniz, Albayım."

 

Konudan konuya ışık hızında atlayan Albay karşısında ne yapacağını bilemedi, Alparslan. Dosyaları aldı ve ayaklanıp selam verip çıkarken arkasında keyifli bir adam bırakmıştı. Yaşlanmıştı epey ama bu bazı şeyleri görmediği anlamına gelmiyordu.

 

 

Bilirdi, bir yiğidin boynunu anca sevda bükerdi.

 

 

ASENA

 

 

Her şey geçer diyordu okuduğum kitaptaki alıntı. Her şey geçer, bilirsin. Ve sonra yolun tam ortasında ayaklarının dermanı kesilecek, dizlerinin üzerine çökeceksin. Sonra herkes kaybolacak, gölgen bile seni terk edecek ama bu yenilgi sayılmaz. Yalnızlığı sev. Herkes gitse de o seni bırakmaz, bilirsin. Yine de içindeki uçurumların kenarında otururken dikkat et her hattını bildiğin bir el sırtına değebilir. Belki sana sarılır, belki seni itebilir. Kırılacaksın, kırıl. Kırıldıkça keskinleş ama kendini daha çok kesme. İnsanın kendine açtığı yarayı hiçbir tabip iyi etmez, bilirsin. Bir daha asla karşılaşmayacağın insanla, tekrar tekrar çarpışmayı öğreneceksin sonra o ıssız sokakta. Ve evin içinde, evsiz hissedip üşüyeceksin diyordu bana.

 

Evin içindeki soğukluk karşısında ürperen içimi ısıtmak için viski içiyordum. Yapmayacağım bir şeyi yapıyor, yalnız başıma içiyordum. Bir derbeder gibi, belki de harabe.

 

O olayın üzerinden beş koca gün geçmişti. Gözlerimin önünde bir kadın kalbine sıkmıştı. İçindeki öfkeyi, kini arındırmadan göçüp gitmişti bu dünyadan. Kurtuluşu sanmıştı, cellatlığı.

 

O günün ertesi sabahı gelmişti ölüm haberi. Polisler ifademi almış, hakkımda soruşturma başlatılmıştı. Şu anlık serbesttim çünkü silahta parmak izim dahi yoktu lakin düşmanın nereden geleceği belli olmuyordu. Yemek yediği kaba işeyen bir milletten daha kötü bir şey varsa o da işediği kabı yalayacak kadar midesiz olmalarıydı.

 

Evin soğuk duvarları canımı sıkıyordu sanırım o kuru kalabalığa alışmıştım. Dün sabah Miran'ın annesi ve kızları evlerine göndermiştim. Miran artık iyiydi, raporu devam etse de kendini iyi hissettiğini söyleyerek inatla görevine geri döneceği konusunda ısrar etmişti. Onların yokluğundan dolayı artık kendi evime geçmiştim. Miran ne kadar pervasızca benimle kalmaya devam edeceğini söylese de sorumluluk bilincim henüz bir kardeşe bakacak kadar gelişmemişti.

 

İki gündür yüzünü dahi görmediğim Ece'yi ise merak ediyordum. Garip bir şekilde beni olur olmadık yerlerde arayıp rahatsız etmiyor, her eve geldiğinde kapımı çalmadan evine gitmeyen kız artık bunu yapmıyordu. Onun için merakım git gide artsa da hala onu arama gafletine girmemiştim.

 

 

Önümdeki bardaktan bir yudum daha aldığımda artık midemin bunu kabul etmediğine kanaat getirip son yudumu fondip yapıp bardağı sertçe masaya bıraktım. Sabahın sekizinde bunu yapmak hoş bir şey değilmiş. Yanan midemi umursamadan ayaklanıp evden çıktım.

 

Hakkari'nin sert kışı gerçekten götümü donduruyordu. Arabam olmadığı için buradan Öfke timinin kaldıkları siteye doğru gidiyordum. Ben gelmesem onların kalkıp geleceği yoktu çünkü. Sinirlenmeme bahanemi hazır ederken soğuk, içtiğim viskiden dolayı içime bile işlemiyordu lakin rutini bozamazdım. Sinirlenecek bir şeylerim daima olmalıydı. Araba konusu önceliğim olmakla birlikte.

 

Evlerinin önünde geldiğimde aşağıdan zillerine basıp açmalarını bekledim. Beş dakika boyunca çaldığım zile karşılık herhangi bir tepki alamazken sitenin güvenlik görevlisine doğru yürüdüm. Kulübesinde açtığı ısıtıcı ile ısınmaya çalışırken camdan beni görmesiyle ayaklandı. Ayağımın buzdan kaymamasını umarak hızlı adımlarla ona ilerledim.

 

Adam gerçekten ona geldiğimi fark edince camı açıp kafasını uzattı.

 

''Buyur abla?'' Bir an arkamı dündüm kime diyor diye ama sabahın bu saatinde benden başka kimse yoktu.

 

Elimle kendimi gösterdim. ''Ben mi?''

 

Uzun gür bıyıklarını çekiştirme isteğimi bir kenara ittim. Kafasındaki yamuk güvenlik şapkasının altında yatan bir kel kafası olduğuna da emindim.

 

''Sensin tabii abla.'' Dedi, niye şaşırıyorsun der gibi.

 

''Abla deyince şey oldum.'' Dedim, ne diyeceğimi bilemeyerek. Göz ucuyla beni inceledi. Üzerimde ultra büyük bir şişme mont, altımda bol bir kargo pantolon ve erkeksi postallardan birazcık utanmama sebep olmuştu bakışları.

 

''Haklısınız, abi desem olurmuş.'' Kendi şakasına sadece kendisi gülerken kanımdaki viski ateşimi daha da arttırdı.

 

''Bana bak!'' dedim sinirle. ''Senin o yapay bıyıklarını tek tek koparır o kel kafana saç diye yapıştırırım.'' İçimdeki çingene yine halka karıştığında iyice sinirlenip şapkasının önüne vurdum sertçe.

 

''Kusura bakma abla, kırdıysam özür dilerim.'' Dedi, kedi gibi.

 

''Bırak, ablaymış. Özür dilermiş, kaldım mı ben senin özürüne? Neyse,'' diyerek geçiştirdim.

 

Elimle Öfke timi ve Alaca timi'nin kaldığı binayı gösterdim. ''Şu binada Askerlerim var benim, gittiler mi gördün mü?''

 

 

Anında duruşu, ifadesi değişti ve bir anda hazır ola geçti. Elini şakağına yaslayıp tekmil verince şokum şaştı.

 

''Ahmet Doğramacı, Hakkâri! Emret Komutanım!''

 

''Ne bağırıyorsun oğlum sabah sabah.'' Mahcup bir ifadeye büründü anında. Askeri kimliğimi görmek istese gösterecek hiçbir şeyim olmadığı için konuyu üstelemedim. Huyuna gitmekte fayda vardı.

 

''Neyse,'' dedim ellerimi ceplerime sokup ısınmaya çalışırken. ''Gittiler mi gitmediler mi?''

 

''Yok komutanım, bizim oğlanları diyorsun sen ama daha kimse çıkmadı.'' Bir şey daha demek ister gibi suratıma baktığında, ''Söyle, ne oldu?'' dedim bezgin bir ifadeyle. Hayatımdaki tüm erkeklerinin çenesinin düşük olma sebebini araştırmak istiyordum.

 

''Başka bir Komutan vardı, gitti mi acaba o?'' Kimden bahsettiğini anlamam zor olmadı. Anında bünyeme çöken hasetlikle bakışlarım değişti.

 

''Gitti, gönderdim onu. Zaten fazla yaşlıydı.'' Dedim ağzımın içinde ama duymuştu.

 

''He vallah komutanım, sizin maşallahınız var. Başta abla falan dedim ama kızmıyorsunuz değil?''

 

''Değil,'' dedim dişlerimi sıkarken. ''Değil evladım, değil. Sen yine de bana ulu orta yerde komutanım deme de gizli görevdeyim.'' Diyerek göz kırptım.

 

Heyecanla cama doğru eğildi. ''Merak etmeyin komutanım, asla söylemem kimseye, meslektaş sayılırız sonuçta.'' Diyerek omuzlarını geriye attığında suratımı ekşitmemek için uzun bir çaba gösterdim.

 

''Aynen,'' dedim. ''Neyse, sen ver bakayım şu kapı şifresini de uyandıralım şu aslan parçalarını.'' Uyanırlar mı, yoksa ebedi bir uykuya dalarlardı onu birazdan öğrenecektik.

 

''Yıldız, yirmi altı yirmi sekizi, kare.''

 

''Bir dahaki sefere fonksiyon sorusu koyun, olur mu? Maazallah, her yer hırsız kaynıyor. Neyse, sağ ol. Hadi kolay gelsin.'' Diyerek cevap vermesini beklemeden kaçarcasına uzaklaştım yanından.

 

Tekrar binanın önüne gelip şifreyi girip kapıyı açtım. İçeri girdiğimde en çok da şu sabah ayazından kurtulduğuma sevindim.

 

Söylene söylene asansörü çağırdım. ''Kurt bu ayazı nasıl unutsun amına koyayım, havaya bak! Osursak osuruğumuz havada katılaşır.''

 

''Biz ona besinlerin oksitlenmiş kalıntısı diyoruz.'' Arkamda işittiğim ses ile hızlıca oraya döndüm. Sabahın köründe aynada bile kendimle karşı karşıya gelmemişken gördüğüm insan sayısı ikiye çıkmıştı.

 

Karşımda gördüğüm ise uzunca boylu, temiz yüzlü bir beyefendiydi. Benden böyle kelimeleri cümle içinde kullanmak beklenilmezdi ama adam resmen ben beyefendiyim, centilmenin önünde gideniyim diye bağırıyordu.

 

''Pardon?''

 

''Gazın, katılaşmış hali? Besinlerin oksitlenmiş kalıntısı diyoruz biz ona.''

 

''Bok yani.'' Cümlesi ağzımdan çıktığı an keşke boka dönüşseydim. Zaten karşımdaki adam da bir an boka bakar gibi bakmıştı.

 

''Ah, evet.'' Diyerek gülümsedi. Beyaz dişleri gözlerimi kamaştırmıştı doğrusu. ''Siz öyle diyorsunuz, halk arasında.''

 

''Biz kim, siz kim?'' kelime haznem bu nezaket karşısında hiçliğe uğurlanmıştı. Çünkü onun kibarlığıyla baş edebilecek bir lügate sahip değildim. Ağzımdan bir küfür çıkmaması için tırnağımı etime batırıyordum.

 

''Doktorum ben, devlet hastanesinde.'' olumlu anlamda kafa salladım.

 

''Sanayide çalışacak halin yok ya.'' Suratıma ciddi miyim değil miyim anlamak için dikkatle baktı. Tepkim değişmeyince ciddi olduğumu anlayarak gelen asansöre, ''Buyurun.'' Diyerek öncelik verdi.

 

Tam asansöre binerken ayağım takılınca tökezledim. Anında montumun kapüşonundan asılan birinin varlığıyla rahatladım. Öne doğru, asansöre kafa atarak girmekten kurtarmıştı beni.

 

''Sizin yeminlerde her yerde geçerli sanırım.'' Dedim boş boğazlığım devam ederken. Salak gibi sırıtmama engel olamayarak yan bakışlar attım. Adam ise istifini bozmadan nazikçe gülümsüyordu.

 

Allah'ım dünyayı yok et. Ben yaşayacağım kadar yaşadım, kapat artık dünyayı. Ben benim off tuşuma bas ya da dünyanın.

 

''Nereye gidiyorsunuz?'' diye bir soru yönelttiğinde aptallığımın devam etmeyeceği konusunda kimseye söz vermemiştim iyi ki.

 

''Sizi ilgilendirdiğini sanmıyorum.'' Aramızda geçen üç saniyelik sessizlikten sonra eliyle solda duran tuşları gösterdi.

''Kat olarak, basmadınız da. Benim kata gelmediğiniz belli çünkü sadece benim evim var o katta.''

 

Keşke şu an gerçekten bok olsaydım ve cesur yürek gelip sifonu çekseydi. Şırşırşır fırfırfır sesi eşliğinde uzun bir yolculuğa çıksaydım.

 

''Aa, şey pardon.'' Diyerek düğmeye bastım. Miran laf arasında kaçıncı katta olduklarını söylediği için biliyordum. Karşı daire de ise diğerleri vardı. ''Çok pardon, gerçekten.'' Demeye devam ettim mahcubiyetten.

 

Asansör hızlıca hareket ederken hemen iner de kafamı arkadaki aynaya vururum umuduyla sabırla bekledim.

 

''Önemli değil, kötü hissetme kendini.'' normalde hissetmezdim ama kadın kılığında bir davar olduğumu düşünmesini istemezdim açıkçası. Ne zamandır nasıl göründüğümü sorun ettiğimi bile bilmiyordum. Bir türlü içimdeki kadına sahip çıkamadığım için oluyordu bunlar.

 

''Teşekkür ederim, desteğin için.'' Asansör 3. Katta durduğunda kapılar açıldı.

 

Kapıdan çıkıp tekrar bana döndü. ''Sivri dilin için tedavi istersen, buyur gel beklerim. Adım, Nisan bu arada.'' Dediğinde kapanmak üzere olan asansör kapısının arasından elini uzattı. Afallasam da uzattığı eli sıktım ve sadece, ''Asena.'' Demekle yetindim. Gülümseyerek elini çektiğinde asansör beklemeden tekrar kapattı kapılarını.

 

5. kata geldiğinde ise çoktan fermuarımı açıp montu kolay çıkarabileceğim bir pozisyona getirdim. Asansörden indiğimde karşılıklı iki dairenin arasında kaldım. Ama her türlü ikisinde de kendi askerlerimin olduğunu düşünürsek önceliğin bir önemi yoktu.

Solaklığın şanındandır diyerek direkt solumdaki kapıya yöneldim. Hem zile basıp hep tokmağı sertçe vururken on saniye sürmeden koşturma sesler, ufak tefek gümbürtüler ve bir şeylerin devrilme sesiyle keyfim yerine gelmeye başlamıştı bile.

 

Kapı aniden açılınca iki elimde havada kalmıştı. Ama karşımdaki Serdar'ın spider Man boxer'ıyla göz göze gelmeyi beklemiyordum. Bir eli gözünde esneyerek açtığı kapının eşiğinde gördüğü ben ile o da bir süre düz bir ifadeyle bana baktı.

 

''Yine mi rüya görüyorum ulan! Kadın çıkmıyor rüyalarımdan, bu seferde evime gelmiş. Gel, geç.'' Diye sırıttığında ayakta durmakta zorlanıyordu ve bir gözü hala kapalıydı.

 

İçeri adım attığım an suratına okkalı bir şaplak indirdim.

 

''Geri zekalı! Rüyaymış! Geç içeri göstereyim ben sana rüyayı!'' tekme tokat içeri ittirip içeri girdim. Arkamdan kapıyı sertçe kapattığımda ev ahalisi yavaş yavaş ayaklanıp yanımıza gelmeye başlamıştı.

 

''Ne oluyor sabah sabah, amına koyayım.'' İçeri giren ilk kişi ise Yusuf olurken onun da altında sadece Boxer olmasıyla beni fark ettiği gibi çığlık attığı.

 

Sabır çekercesine kafamı çevirip üstümdeki montu çıkarıp koltuğa bıraktım.

 

''Olum senin ne işin var rüyamda?'' diye sordu Serdar, Yusuf'a. Yusuf ise masanın üstünde duran boş cips paketini alıp önüne tuttu.

 

''Heh,'' dedim gıcık bir tonda. ''Çok fark etti.''

 

''Ne rüyası mal herif! Asena hanım gelmiş ya, öküz tam karşında.''

 

''Yalnız, öküz tam karşında demezsen iyi olur. Karşısında ben olduğum için öküzde ben oluyorum.'' Gibi bir açıklama beklemiyordu Yusuf benden.

 

''Pardon, bir daha ki sefer daha ayırt edici olurum.'' Dedi utanarak. Sorun yok dercesine elimi salladım.

 

''Ne bu tantana kardeşim, aksiyonsuz bir gün yok mu kodumun evinde ya?'' kendimi koltuğa attığımda içeri giren kişi bu sefer normal boxer'a göre daha uzun olan bir şortla Bahadır'dı.

 

Beni fark etmesiyle olduğu yerde çakılı kaldı. Sonra ise Serdar ve Yusuf'un hallerini fark edince gözleri irileşti.

 

''Lan!'' diye etrafında deli gibi dönerek bir şeyler aradı ama ne aradığına dair fikrim yoktu. ''Eve kadın atıyorsunuz, hem de benim komutanımı!'' diye yırtındı.

 

''Çüş!'' çıktı ağzımdan hayret dolu bir şekilde.

 

''Ne? Kimin komutanı karıya gitmiş?'' diyerek duştan çıkmış olduğu belli olan Cesur girdi içeri kafasını kurulayarak. Havluyu yüzünden çektiğinde ise önce Serdar'a sonra Yusuf'a en sonda bana bakarken nevri döndü.

 

''Lan! Komutanım?'' havlu elinden düşerken ellerini diken diken olan ama saçı var denmeyecek kadar kel kafasına vurdu ellerini. Çıkan 'şap' sesine gülmemek için dudaklarımı ağzımın için yuvarlayıp ısırdım.

 

 

''Siz niye çıplaksınız lan! Niye hiçbiriniz götünde adam akıllı don yok! Olum, kapat lan yumurtaların gözüküyor kapat!'' Cesur deli dana gibi ortalıkta dolanırken en son koltuğun örtüsünü söküp aldı. O bunu yaparken de tüm yastıklar üstüme fırladı. Birini hava da yakalarken diğerleri bana çarpıp yere düşüp yuvarlandı.

 

Cesur, koca örtüyü boğaya sallar gibi sallayıp hepsini örtünün içine aldı. Hepsi de bunu bekliyormuş gibi örtüyü önlerinde tutup belden aşağılarını gizlediler. Ben ise oldukça eğleniyordum.

 

''Allah'ım rüya değil miydi?'' diye söylenen Serdar'ın kafasına şaplak attı Yusuf ama sonda olduğu için örtüyü bıraktığı an örtü düştü ve önü açıldı. Cesur bunu fark edince bir daha bağırdı.

 

''Lan şerefsiz! Adam ihrama da girmiyor yarabbim kurtar beni bu ecnebi kullarından, al bunları yanına al!'' diye yırtındı kızı kocaya kaçmış teyzeler gibi.

 

''Cesur, iyi misin?'' diye sordum uzaktan. Belindeki havludan bir haber şekilde hafif topallayarak yanıma geldi ve absürt hiçbir şey yokmuş gibi yanıma oturdu.

 

''Kurtardım sizi, rahat olun komutanım. Oh!'' diyerek bir nefes verdiğinde elimi kaldırıp işaret parmağımla havlusunu gösterdim. ''Götündeki havluyla mı?'' çıplak ensesine şaplak attım.

 

''Gidin giyinin hepiniz! Yürüyen cinsellikler sizi!'' diye celallendiğim de hepsi yerinde sıçradı. ''On dakikanız var giyinmek için.'' Etrafa bakındım bir müddet. Gece içip dağıttıkları çok belliydi. Yerdeki alkol şişelerinin haddi hesabı yoktu.

 

''Burayı da toplamadan çıkmıyorsunuz bu evden!''

 

''Emredersiniz komutanım!'' dedi Öfke timi üyeleri ama diğerlerinden ses çıkmazken Serdar'ı dürttü Bahadır. Serdar'da Yusuf'u dürterken onlardan da onaylayan mırıltılar çıktı.

 

''Ben şimdi diğer operasyona geçiyorum, on dakikanın sonunda hepiniz aşağıda beni bekliyor olacaksınız! Anlaşılmayan bir şey?'' diye bağırdım. Serdar ve Yusuf 'Kim bu sik?' dercesine bana baksa da aldırmadım. Ayaklanıp kapıya doğru yürüdüm ve ardımdan hızlıca kapıyı kapattım.

 

Hiç beklemeden karşı dairenin kapısını aynı hırsla çalarken ardımda bıraktığım dallamaların çığlık ve bağırışlarını duyuyordum. Hatta o kadar çok bağırıyorlardı ki, ''Götümün orası yırtıktı inşallah görmemiştir, Bahadır!'' diye ağlayan Serdar'a içten içe güldüm.

 

Kapıyı biraz daha zorlarken ayağımla da tekme atıyordum bir yandan. Yine aynı şekilde ayak sesi duyduğumda vurmaktan vazgeçmedim. Son tekmemden sonra açılan kapıyla beni bu sefer karşılayan kişi tam bir namus elçisi olmuştu.

 

Enver, üzerindeki siyah eşofmanı ve beyaz tshirt'ü ile tam bir namus timsali olmuştu. Diğer evdeki ateşli azgınların üstüne çok iyi gelmişti.

 

''Günaydın, zürafa.'' Diye sırıttım gıcık gıcık. Neden burada olduğumu sorgulayan bir ifadeyle suratıma bakıyordu.

 

''Çekil.'' Diye ittirip içeri girdim ama ittirememiştim tabii. Herkül gibi çocuktu, güç mü yeterdi buna.

 

''Komutanım, sizin ne işiniz var burada?'' diye sormaktan çekinmedi, hadsiz. İçeri giderken kapıyı kapatıp peşimden geldi pıt pıt. Kendi evimmiş gibi rahatlıkla koridora girip ilk gördüğüm odaya doğru ilerledim.

 

''Bilmem, sence ne işim var?'' imalı sesime karşılık bir cevap vermesini beklemeden ilk odaya kapıyı çalmadan girdim.

 

Tek kişilik yatakta sarılarak uyuyan Mert ve Bilal'e baktım uzun bir süre. Gördüğüm görüntü karşısında ağzım açık kalırken Enver'i hissettim arkamda.

 

''Bu time iki gay yetmemiş mi?''

 

''Gerçekten bende artık şüpheleniyorum. Eskiden olsa, dağ bayır geze geze yokluktan diyordum ama artık mevzu tehlikeli olmaya başladı.''

 

''Sağ ol,'' dedim, Enver'e ters bakışlar eşliğinde. ''İçimi rahatlattın gerçekten.'' Ben, beni telkin etsin diye uğraşıyordum bu da alevin üstüne su serpiyordu.

 

Komodinin üstünde duran sürahi de ki suyu aldım elime. Enver'e küçük bir bakış daha attım göz ucuyla.

 

''Bugün bilimsel takılıyorum da biraz.'' Enver anlamayarak baksa da istifimi bozmadan sürahiyi olduğu gibi mışıl mışıl uyuyan ahlaksız iki herifin yüzünü hedef alma suretiyle tüm sürahiyi boca ettim.

 

Adeta şelaleden akan su gibi bir deneyim yaşatmıştım onlara. Mert'in ağzına su çok dolunca boğulur gibi bir refleks ile öğürerek yatakta tepindi.

 

''Lan! Tsunami mi oldu? Lan!'' Diyerek çırpınmasını keyifle izledim.

 

''Çarşamba'yı sel aldı, bir şey yok.''

 

''Yalnız o ilçe olan Çarşamba, gün olan değil.'' Diyen Enver'e ürkütücü bir bakış attım. Ellerini teslim olur gibi kaldırdı. ''Güncel bilgi.''

 

Bugün de eğitim öğretimin kutlu günüydü amına koyayım. Son yarım saatte öğrendiğim bilgilerle tekrar üniversite sınavına girsem kazanırdım diye düşünüyorum.

 

''Komutanım, ne yapıyorsunuz siz?''

 

''Kaldırma kuvveti uyguluyorum.'' Dedim normal bir tonda ve ardından sürahiyi masaya bıraktım.

 

''Neyin?'' dedi bu sefer Bilal beni görmenin şokuyla. ''Suyun,'' dedim. ''Suyun kaldırma kuvveti.''

 

Onları ardımda bırakıp bu sefer karşı odaya girdim. Oranın banyo olduğunu fark edip geri çıkarken yanındaki kapıyı açtığım gibi içeri daldım.

 

Ufuk, yerde kendinden geçmiş bir şekilde yerde boylu boyunca yatıyordu.

 

 

Peşimden geldiğini bildiğim Enver'e döndüm. Ne demek istediğimi anlamış gibi yanıma geldi iyice.

 

''Sandığım durumlar tekrar etmiyor, değil mi?'' diye sordum alacağım cevaptan korkarak.

 

Kollarını göğsünde birleştirmiş bir ifadeyle yerde yatan Ufuk'a bakıyordu.

 

''Hayır, arada sırada atak gibi şeyleri oluyor ama atlatıyor. Düzenli kan veriyor, sonuçları temiz.''

 

''Bana doğruyu söylüyorsun, değil mi Enver?''

 

''Size hiçbir zaman yalan söylemedim.'' Dedi, anında. Bilirdim, söylemezdi. Kendine bile söyler ama bana hep doğruyu, gerçeği söylerdi. Çünkü bilirdi, gerçek ne kadar canımı acıtacakta olsa yalan söylendiğini öğrendiğimden anki acıdan daha fazlası olmazdı hissettiğim.

 

''Sadece ara sıra kâbus görüyor, uyku düzeni bozuk. Bu yüzden uyku ilacı alıyor düşük doz, geceleri de nasıl uyuduğunu pek bilmiyor. Bazen kafasını duvara vurma sesi duyuyorum.'' Diyerek güldü. Enver'in güldüğü nadir anlardan biri olduğu için bu dediklerine canı gönülden inandım.

 

''Güzel. Sen uyandır onu, şimdi panik yapmasın.'' Diyerek odadan çıktım. Diğer iki odadan birinin kapısı açık olduğu için oranın Enver'e ait olduğunu düşünüp karşısındaki odaya geçtim.

 

Tam tahmin ettiğim gibi Niyazi ve Fatih yatıyordu. Onları da korkutmamak için kapıya vurdum sertçe. Duydukları gümbürtüyle sıçrayarak uyandı ikisi de.

 

''Ne biçim askersiniz siz! Komutanınız işi bırakıyor, sizde hala yeni evlenmiş gelin gibi yatıyorsunuz!''

 

''Ne? Kim? Alparslan Komutanım mı?'' diye sorarken yatakta çarşafa dolanan Fatih'e cevap vermeden odadan çıktım.

 

Sonra hesaplamalarımın yanlış olduğunu fark edip Miran'ın Enver ile aynı oda da kaldığını düşünüp kapısı açık odaya geri döndüm. Diğer odalara nazaran daha büyük bir odaydı ve bunda Enver'in etkisi olduğunu düşünüyordum.

 

Miran, küçük yatağa komik derecede sığmamış, ayakları yataktan dışarı çıkıyordu. Bu görüntüye ister istemez gülmeden edemedim. Ayaklarının altını gıdıkladığımda yerinde kıpırdandı huzursuzca. Aynı şekilde devam ettim.

 

''Anne, beş dakika daha.''

 

''Anne yok, abla var.'' Sırtı dönük yatarken sesimi duymasıyla bir an nefesini tuttuğunu hissettim. Ardından omzunun üzerinden kafasını çevirip bana baktı kısık gözlerle.

 

''Abla?''

 

''Abla ya, maşallah ne olduğum belli değil bugün!'' diye söylendim. Hışımla oradan da çıkıp kendi evim gibi dolanarak mutfağı buldum.

 

Cebimden çıkardığım sigarayı dudaklarımın arasına alırken mutfağın camını açmayı da ihmal etmedim.

 

Sigaramı yakıp derin bir nefesi içime çekerken dışarıdan gelen soğuk havayla çarpışan dumanı seyrettim. Arkamda hissettiğim hareketliliğe karşı tepki vermezken gelenin kim olduğunu az çok tahmin edebiliyordum.

 

''Abla?'' diye ses verene kadar tepki vermemiştim.

 

''Efendim?'' dediğim bir şey diyeceğini düşünerek. Sigarayı bir kez daha dudaklarıma götürdüm içim yana yana.

 

Miran, iyice yanıma gelip camdan dışarıya bakmaya başladı. Karla kaplı şehre bakarken ne düşündüğünü merak etmiştim. Yeliz ablalar ve kızlar gitmişti, bunun için üzülüp üzülmediğini de anlayamamıştım. Asker olduğu için çoğu insani hakları tanımazdık birbirimize. Duygularımız yok gibi davranırdık, bu yüzden empati yeteneğimiz çok gelişmiş olmuyordu lakin bizim onunla aramızda filizlenen yeni bir bağ vardı. Bunca zaman o bağın örgülerini örmeye korkmuş, gerçeğimden köşe bucak kaçmıştım. Hiç olmadık an da ise o gerçeğin pençesine düşmüştüm. Ve artık tüm çıkışlarım kapalıydı.

 

''İyi misin?'' duyduğum şeye karşılık yine tepkisiz kaldım. İçimde çözemediğim birçok duygu varken dışarı bir şey yansıtmak istemiyordum. Her şey arap saçına dönmüştü. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorguladığım bir dönemdeydim. Hareketlerimi kontrol edemiyor, her şeyden şüphe duyuyordum.

 

''Neden sordun?'' dedim, sigaramın külünü dışarı bırakırken. İkimizden camdan dışarı bakıyorduk.

 

''Garipsin bu aralar. Merak ettim iyi olup olmadığını.'' Burukça gülümseyerek yandan bir bakış attım ona.

 

''Bu zamana kadar neden hiç vazgeçmedin benden?'' Sorum onu afallatmıştı. Kısa bir an ne diyeceğini bilemeyerek bana baktı. Sonra ise dudaklarını ıslatıp kafasını önüne eğerken bakışları yere düşmüştü.

 

''Bu hayatta belki de sadece sorunların yoktur, abla.'' Demesini beklemiyordum elbette.

 

Ağzıma götürmekte olduğum sigaralı elim donakaldı.

 

''O ne demek öyle?''

 

Omuz silkti. ''Ne demekse o demek işte.''

 

''Miran.'' Sesim uyarı taşıyordu. Sıkıntıyla oflayarak kafasını kaldırdı. Yüzüne çöken karanlık hiç hoşuma gitmemişti.

 

''Öyle abla işte. Kaçtığın gerçeğin belki de baştan sona sahteydi. O gördüğün her şey belki de senin kendi kendine yarattığın korkulardan ibaretti.''

 

''Miran, neyden bahsediyorsan biraz daha açık ol.'' Dedim yine aynı uyarır tonda.

Sigaramdan son bir nefes alıp camdan attım. Tamamen yönümü ona çevirdiğimde bu konuyu açmış olmanın verdiği pişmanlığı sezdim.

 

''Senin gibi kaçamadım ben işte. Benim de kaçış olarak gördüğüm bir sen vardın.'' Konuyu giderek duygusallaştırıyordu lakin bu işin içinde başka şeylerin olduğunu düşünüyordum.

 

''Ne geçiyor o aklından?'' nefes alırken omuzları şiddetle kalkıp indi.

 

''Boş ver abla, saçmalıyorum işte. Ablamsın işte, bende senin kardeşinim. Aynı kanı taşıyoruz bu yüzden vazgeçmedim senden. Senin sayende askerim, sana olan bağlılığımdan. Bunu bil, yeter.'' Ardından bir şey deme müsaade etmeden beni orada öylece bırakıp içeri gitti.

 

Arkasında ise birçok soruyu cevap bıraktığından haberi bile yoktu. Bu detayı aklımın bir köşesine not ettim. Kurcaladığımda başka şeylerin ortaya çıkacağından emindim.

 

Miran'ın gidişinden sonra giyinmiş bir şekilde Enver geldi yanıma.

 

''Komutanım?'' diye seslendi sorgulayıcı bir sesle. Daldığım yerden ayırdım gözlerimi.

 

''Hı?''

 

''Dalmışsınız.'' Kafa salladım.

 

''Evet, düşünüyordum.'' Dedim. ''Ee, herkes hazır mı? Hadi bir sürü işimiz var bugün.'' Dedim hareketlenerek.

 

Tam yanından geçiyordum ki kolumu tutmasıyla durdum.

 

''Komutanım, geçen günkü mevzu.'' Diyerek sıkıntıyla baktı bana. Ne demek istediğini anlayıp gülümsedim. Kolumu tutan elinin üstüne elimi yerleştirip güven verircesine sıktım.

 

''Sorun değil. Beni düşündüğünü biliyorum ama senin beni düşündüğün kadar bende sizi düşünüyorum.'' Onlar kabul etmese de bir gelecek borçluydum.

 

''Biliyorum ama konu o değil.'' Diyerek kapıyı kontrol etti. Kimsenin olmadığını anladığında devam etti.

 

''Arkanızdayım, gerçekten arkanızdayım. Ökkeş itine inanıyorsanız bende inanıyorum. Dibi beraber gördük, daha da dibi olamaz bizim için. Tek endişem diğerleriydi, onları bir kez daha bataklığa çekmek istemedim.''

 

 

O konuşurken elimin altındaki elinin üstünde hissettiğim pütürlü yüzey ile kaşlarım çatıldı.

 

''Eline ne oldu senin?'' elini çevirip avucumun içine aldığımda ellerinin üzerinde küçük küçük noktalar oluşmuştu ve koluna kadar devam ediyordu. ''Enver, bunlarda ne?'' diye sordum küçük bir dehşet yaşarken.

 

Elini kolumdan hızlıca çekip, ''Bir şey yok.'' Dedi.

 

''Nasıl yok ya! Bildiğin alerjin tutmuş işte, ceviz mi yedin yoksa?'' şüpheli bakışlarım onu bulduğunda çekingen bir bakışını yakalasam da hemen düzeltti ifadesini.

 

''Yok, Komutanım. Ne cevizi, bu hanzoların evinde öyle şeyler ne gezer. Ben aç karnımı doyurduğuma şükrediyorum.''

 

 

''Bana yalan söylemiyorsun, değil mi?'' diye sordum ısrarla. ''Çünkü biliyorsun, ilaç kullanmadığın sürece çok tehlikeli. Kalbine ne kadar zarar vereceğini en iyi sen biliyorsun.'' Bir anne gibi üstüne düşmeme alışkındı. Annesi olmasam da aramızda birkaç yaş olsa da ablası sayılırdım ben onun. Tabii bu düşüncelerimden onun asla haberi olmamalıydı.

 

''Size asla yalan söylemem. Biraz öncede aynısını yaptınız." Dedi sanki bu dediğime bozulmuş gibi.

 

''Bunu komutanın olarak değil, dostun olarak sormuştum. Ama evet, biliyorum. Herkes yalan söylese bile sen söylemezsin.'' Uzun uzun gözüme baksa da konuyu değiştirmekle yetindi.

 

''Neyse, asıl konumuza dönelim biz.'' Kafa salladım kaldım yerden devam etmek üzere.

 

"Aynen, neyse,'' diyerek toparladım önce.

 

"Bu onların alabileceği bir karar değil. Bu yüzden Ökkeş bana geldi, daha doğrusu kendini bana buldurttu. Aslında mesajı çoktan vermişti.'' Diyerek gülümsedim. ''Baştan anlasaydınız, o yoldan gitmeme asla izin vermezdiniz.''

 

Kaşları çatıldı. ''Ne mesajı?''

 

''Yedi tane Emin adında adam topladık. Biz ise kimliklerine bakıp onların kim olduğuyla ilgilendik, daha doğrusu sizler. Ama asıl olay o değildi, çok basitti. Yedi Emin; Güven veren el.'' Derin bir nefes verdim dudaklarım arasından. Aramızda ince bir sızı gibi havaya karıştı.

 

''Nasıl yani, o yüzden mi o kadar adamı öldürdü?'' kafa salladım. Enver, dehşet dolu bir ifade büründü yine.

 

''Orospu çocuğu! Yedi suçsuz günahsız adamı sırf bu yüzden mi öldürdü? Bir hiç uğruna.''

 

''Sorunda bu, Ökkeş sessizce bana gelse örgüttekiler peşine düşerdi. O yanındaki adamlar bile hiçbir şey bilmiyor Ökkeş hakkında. Onlar onun adamları bile değil, hepsi örgütün peşine taktığı bölücülerden.'' Enver gittikçe sinirleniyordu.

 

''Yaptığı dehşet verici bir şey ama Ökkeş bu oyunları oynayacak bir adam değil.'' Dedim onu ikna etmeye çalışarak.

 

''Adam değil çünkü.'' Dedi, anında. Biliyorum dercesine gözlerimi kapattım.

 

''Değil. Ökkeş'in söylediği şeye bu yüzden inandım. Ökkeş'i hataya sürüklediler. Bir hata yapsa da çocuğuna zarar versek diye bekliyorlar. Ökkeş'te ilk defa hayatında zekice bir plan yaptı ki bu dehşet verici bir olay bile olsa da örgütün dikkatini başka bir yönde tuttu.''

 

''Neden bunu başta söylemediniz?'' Sinirle gözlerimi yumdum.

 

''Bende bu taşları üç dakika da yerine oturtmadım sonuçta. İnsan beyni de bir yere kadar, bak sen hala oturtamamışsın.''

 

Dediklerimi umursamadı. ''Peki, Albay ne diyecek bu işe.''

 

''Tabii ki de hiçbir şey.'' Dedim büyük bir kibirle.

 

''O nedenmiş?'' Sinsice gülümsedim. ''Az önce de dediğin gibi. Biz dipteyiz, canımızdan başka kaybedecek bir şeyimiz yok sadece kazanmak istiyoruz. Ve bu yüzden hata yapmayacağız.''

 

Ancak kaybedecek bir şeyleri varsa hata yapardı insan. Ve biz Yedi güven veren el, kaybetsek bile kazanacaktık.

 

 

Çünkü bazı savaşlar kaybedilmeden kazanılmıyordu.

 

 

<><><><><><>

 

 

 

 

Uzaktan uzağa Öfke Timi ve Alaca Timi üyelerinin birbiri ile şakalaşmasını izledim.

 

 

Bu iki Timin ne ara bu kadar can ciğer olduğunu yakalayamamıştım. Bu durum hem beni rahatsız ediyor hem de bazı konulardan dolayı korkularımı tetikliyordu. Öfke Timi içindi aslında tüm endişem. Kendilerini onlar gibi görmelerinden, umutlarını diri tutmalarından korkuyordum. Onlarla yakın oldukça, gözlerinin önünde o formaların içindeyken onlarla dostluk kurduklarında göz ardı ettikleri her bir duygunun onları mahvettiğini anlayacak kadar tanıyordum onları. Yakın olmalarını istememin tek sebebi ise buydu. Normal şartlarda aralarında oluşacak olan o dost bağı için üzülmez mutlu olurdum.

 

''Komutanım?'' Yusuf'un kaşlarını çatarak seslendiği tarafa döndüğümde arkamızda kalan Alparslan'ı fark etmem bir oldu.

 

Günlerdir yüzünü dahi görmüyordum. Laleş Çet'in intiharından sonra yani o lanet geceden sonra onu hiç görmemiştim. Bir gecem nezarette geçmişti. Albay ne yaparsa yapsın o gece beni oradan çıkaramamışlardı.

 

Başkaları tarafından yönetilen insanların eline kalmak kadar kötü bir şey yoktu artık bizim için. Artık şeytanı şans oyunlarında değil bizzat aramızda arıyorduk.

 

Olayın ertesi günü ise Laleş Çet'in ölüm haberi gelmişti. Bu benim açımdan işleri daha da kötüye götürse de bana ait olmayan silahtan çıkan mermi tespit edilmişti. Nezaretten çıkmama sadece bu detay yardımcı olurken Albay yine imdadıma yetişmiş, adıma açılan soruşturma boyunca serbest kalmama vesile olmuştu. Bulunduğumuz ortamda kamera veya görgü şahidi olmadığı için aleyhime birçok hüküm veriyordu karşı tarafın avukatı.

 

Tabii ki benimle uğraşanlar sadece avukattan ibaret değildi.

 

''Gece biz sızınca gitmişsiniz, darıldım doğrusu.'' Dedi, Cesur. Anlamayarak Evren'e baktım. Göz ucuyla bana baksa da bakışlarını kaçırmıştı bir kere.

 

Benim bilmediğim ne haltlar dönüyordu burada?

 

Kibarca gülümsedi Alparslan. ''Bu seferlik böyle oldu. Halletmem gereken işlerim vardı, bir daha ki sefere bana gelirsiniz.'' Diyerek göz kırptığında benim açımdan işler iyice karışmıştı.

 

Bu sefer göz hapsine Cesur ve Alparslan'ı aldım. Alparslan, arkası bana dönük bir vaziyette olsa da karşımda Alaca Timi olduğu için Cesur'a kaş göz yapacak bir konumda değildim. Ama Cesur ona karşı olan delici bakışlarımı fark ettiğinde huzursuzca yerinde kıpırdanmıştı. Mahcup bir ifade ile o da gözlerini kaçırırken Alparslan sanki daha yeni varlığımı fark etmiş gibi bana çevirdi başını.

 

Her zamanki gibi olan temiz tıraşı ve buz gibi havaya rağmen gelen karanfil kokusu. Ne yapıp edip olur olmadık yerde karşıma çıkmasının planlı olduğunu düşünsem de beş gündür yüzünü bile görmediğim gerçeği yersiz kuruntularımı bir kenara itiyordu.

 

Başıyla selam verirken, ''Günaydın,'' dedi, kaşları çatık bir vaziyette. ''Bu saatte burada olmanızın bir sebebi var mı?'' Askerlerin yanında olduğumuz için mesafeli konuştuğunu varsayarak yüz ifademi stabil tutmaya çalıştım.

 

''Size de günaydın, Yüzbaşı.'' Derken sesim beklediğimden daha imalı çıkmıştı. ''Askerleriniz eğlenceyi fazla seviyor olmalı, yoksa her gün, gün aymadan uyanan Öfke Timinin bugüne özel bana bir garezi olduğunu düşüneceğim.''

 

Söylediklerim Arslan'ın hoşuna gitmemişti lakin bozuntuya vermemek adına şeytanice bir gülüş oluştu dudaklarında.

 

''Askerleriniz size gelmeyince siz mi onlara gitmeye karar verdiniz?''

 

''Söyledikleriniz,'' dedim üstüne basarak. ''Söylediklerime karşı bir savunma mı? Yoksa gerçekten öyle olduğu için mi?'' Bu sefer gülümseyen bendim ama bu gülümseme Arslan için değil Öfke Timi içindi.

 

Ellerim cebimdeki eldivenlere giderken seri bir şekilde çıkarıp giymeye başladım.

 

''Bana bu sorunun cevabını net bir şekilde verirseniz eğer, Öfke Timi için kalacak başka bir yer ayarlayacağım.''

 

Artık kimseden çıt çıkmıyordu. Alparslan'dan bile. Yaptığım şeyin ciddiyetini tartmaya gerek yoktu. Öfke Timi dilime vuran her şeyin gerçekten aklımdan geçtiğini bilirdi. Gözlerim Alparslan'da kalırken, ''Enver?'' diye seslendim.

 

Enver ses etmeden varlığını yanımda gösterince bakışlarımı Alparslan'dan çektim. Enver'e doğru yaklaşıp sessizce fısıldadım. ''Bana bir araba gerekli, halletmem gereken işlerim var.''

 

Düşünceli bir şekilde, ''Görev için bize tahsis edilen bir araç var sadece. Bir de Alaca Timi'nin kendi Tim aracı.''

 

''Ben sana kimin aracı var diye mi sordum, Enver?'' Ser sesimden gram etkilenmeyerek baktı bana. Kimse bizi duymasın diye sesimi daha da kıstım.

 

''Bana araba lazım diyorum sen bana araç sayıyorsun. Şahsi, özel bir araba lazım oğlum işlerim var.'' Diyerek gergin bir açıklama yaptım lakin verdiği cevaptan zaten şu an ayarlayabileceği bir araba olmadığını anladım. Omuzlarım düştü.

 

''Sizin arabanız dışında araba yok, yani kendiminkini getirmedim ama çocuklardan birinin arabası var diye biliyorum ister-''

 

''Çocuklar kim?'' diye sordum anlamayarak. Soruma cevap alamayınca, ''Alaca Timi'nden mi bahsediyorsun?'' kafamı olumsuz anlamda salladım.

 

''Yayan yürürüm daha iyi.'' Dedim tripli bir şekilde. Neyin tribiydi onu bile bilmiyorum ama sadece Alparslan burada olduğu için böyle bir tavır sergilediğimi söylüyordu iç sesim.

 

Enver suratıma dümdüz bakmaya devam edince sıkkınca etrafıma bakındım. Durumu fark eden iki Timde üstüme üstüme dikmişti gözlerimi.

 

''Öfke Timi, aracınıza geçin!'' derken sesim onlara karşı oldukça sert çıkmıştı. Bu tavrım onların tüm yüzünün düşmesine sebep olurken sesimin sertten ziyade mesafeli çıktığını fark ettim.

 

''Bir sorun mu var?'' Sesini işittim. Az önce aramızda yaşanan gerginliği yok sayan bir ifadeyle yüzüme bakan Alparslan'a döndüm.

 

Ben, ''Yok,'' derken Enver, ''Biraz.'' Demişti.

 

Ters bir bakış attım omzumun üstünden. Kaşlarını kaldırıp indirdi cevap olarak.

 

"Sizin bu havada yürümenize izin verecek değilim.'' Diye fısıldaması hiçbir duygu durumumu değiştirmemişti.

 

Çok iyi bir şey yapmış gibi birde baş selamı verip Öfke Timinin az önce bindiği araca doğru ilerledi.

 

Alparslan'ın minik bir kafa hareketiyle Alaca Timi de aracına giderken iki Tim de beklemeden yola çıkmıştı.

 

Onların gidişini izlemeyi kesip, ''Enver'in dediği gibi bir durum yok. İyi günler.'' Dediğim gibi ters yöne yürürken yürüdüğüm yön ise sitenin devam eden binalarıydı.

 

Çıkış yönü arkamda kalırken umarım gittiğim yeri sorgulamıyor diye düşünürken bir yandan da seslenmesini bekliyordum. Çünkü bu aptallığımı kurtarabileceğim tek an bu andı. Yoksa iki blok sonra biten binaların oradan u çekip tekrar Alparslan'ın yanına dönmek zorunda kalacaktım.

 

Alparslan'ın bana seslenmesi için içimden sayaç başlattım. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi... Ee seslenmiyordu bu! Hışımla arkamı döndüm gittiğini sanarak lakin bir arabanın kaputuna yaslanmış, kollarını birbirine bağlamış vaziyette bana bakıyordu. İyice boka batmış olmanın verdiği sinirle sıvamaya karar vermiştim. Hızlı adımlarla ona yürüyüp tam karşısında durdum.

 

''Bu soğukta yürüyerek nereye gittiğimi bile sormayacak kadar mı gıcık oluyorsun bana?'' Sormam geren soru odağından çıkmış bir hal almıştı. İçimde bastırdığım duyguların bazuka gibi bana gireceği gün bugün müydü?

 

Çelik mavisi gözleri muzip bir ifadeyle bana bakıyordu. ''Hayır,'' dedi kuru bir sesle. ''Sadece ne kadar dengesizsin, onu ölçüyordum.'' derken yüzündeki muziplik sesine karışmıştı.

 

''Ne kadar dengesizmişim peki?'' diye sordum sesimdeki ukalalıkla. Bir yandan da onunla aynı pozisyonu alıp bir ayağımı sinirle yere vurduğumdan da bir haberdim.

 

''Oldukça fazla.'' Bön bön yüzüne baktım çünkü duymayı beklediğim bir cevap değildi. Şaşkınlığımı fırsat bilip arabadan ayrıldığı gibi sitenin çıkışına doğru yürümeye başladı. Hem de arkasında beni bırakıp.

 

''Sen böyle herkesi ardında mı bırakıyorsun? Böyle hiç sormadan, çekip gitmeyi çok mu seviyorsun?'' diye bağırdım deli gibi bir sinirle. Adımları durdu ama bu sefer ben ona yürüdüm birkaç adım.

 

Bana döndüğünde yüzündeki muziplik yerini sert bir ifadeye bırakmıştı. Aramızdaki son birkaç adımı o tamamlayarak kapattığında tekrar yakınlaşmıştık.

 

''Asena,'' dedi sadece ama sanki o ağzından çıkan tek kelimede birçok cümle var gibiydi. ''Nereye gittiğini sorsam söyleyecek misin?''

 

''Hayır,'' dedim anında. Kafasını eğdi gülüşünü gizlemeye çalışarak. Ben ise kafamı geriye atıp puslu gökyüzüne baktım.

 

Gökyüzü onun gözlerinde!

 

Asıl gökyüzü onun gözlerinde!

 

''Cevaplarını bildiğim soruları sormam genelde.''

 

''Cevaplarını bilmediğin sorular sor o zaman.'' Diye çıkıştım. ''Belki o zaman farklı bir cevap duyarsın.''

 

Aramızdaki mesafeyi iyice yaklaşarak kapattı. Boyu benden her halükârda uzun olduğu için bakışlarım önce çenesine sonra dudaklarına, oradan da gözlerine tırmandı. Karanfil kokusunu bu kadar yakından aldığımda en sen dudakları dudaklarıma değiyordu. Aynı hissi yaşıyormuş gibi bir ürperti yakalasa da tenimi soğuktan olduğunu düşünmesi daha olağandı. Ama aynı şey benim için geçerli değildi.

 

''Seni öptüğüm gün,'' Aynı şeyi düşünüyorduk. Hatta aynı şeyi düşünüp aynı an da aynı hissi yaşıyorduk. ''Ne hissettin?''

 

Bir süre ne diyeceğimi bilemeyerek gözlerini izledim. Mavilerinde saklanan kahverengi lekeye odaklansam da zihnim susmuyordu. Cevabı ise çoktan hazırdı lakin onun hoşuna gidip gitmeyeceği konusunda emin değildim.

 

''Hiçbir şey.'' Döküldü dudaklarımdan. Bu sefer çenemi soğuktan değil, söylediğim şeyin ağırlığından sıkmıştım. Çünkü söylediğim an vücuduma yayılan pişmanlıkla yanıp kavruluyordum.

 

Alparslan'ın gözlerinden geçen hayal kırıklığını yüreğimde hissettim. Gözleri kısılırken duyduğu şeyin ağırlığı onu da sarsmıştı. O da benden böyle bir cevap beklemiyordu.

 

Ama anlamıyordu işte. Biz zıttık, uzaktık birbirimize. Ben varsam o yoktu, o varsa ben. İkimizde aynı an da var olamazdık.

 

''Asena,'' sıcak nefesi yüzümü teğet geçiyordu ama o kadar sert ayaz vuruyordu ki kaçmak istediğim sıcaklığı daha çok istiyordum.

 

'Soğuktan değil' dedi içimden bir ses.

 

''Seni öptüğüm gün, ne hissettin?'' sorusunu yinelemesi kabul etmediğinin göstergesiydi. O da biliyordu söylediğim an pişman olduğumu çünkü şu an ne kadar inkâr etsem de ona o gün karşılık vermiştim.

 

''Cevap ver!'' diye bağırdığında gözlerimi kapattım refleks ile. Tekrar açtığımda ise sulanmış gözlerini görmem bir oldu. Bu içimdeki inadı kırmak istememe sebep olmuştu.

 

''Alparslan,'' bu sefer adını fısıldayan bendim. ''Bağırma bana!''

 

Güldü. Sinir harbinden çıkmış gibi bir gülüştü bu. Korkmadığımı söyleyemezdim.

 

''Bir kere sordun, cevabını aldın!'' diye devam ettim.

 

''Diğer günler?'' diye sordu bu sefer.

 

''Hangi diğer günler?''

 

''Kollarımda ağladığın, saçlarını okşadığım.'' Derin bir soluk aldı. ''Ya da seni bu zamana kadar kasıp kavuran o içinde biriktirdiğin geçmişin. Gününü sen seç, çünkü ben her gün aynı hissediyorum.'' Duraksar gibi oldu.

 

"Senin aksine.''

 

''Kendimi sana açtığım için pişmanlık duymuyorum. Elbet öğrenecektin bir gün gerçekleri, tek fark benden duymuş oldun. Kim olduğumu, geldiğim günden beri sorguladığını biliyorum.''

 

''Neden o zaman tüm pişmanlıkların benimle geçirdiğin anlarmış gibi bakıyorsun bana?'' Bu sefer o kadar çok bağırmıştı ki olduğum yerde sıçramıştım.

 

Birkaç saniye sonra Alparslan'ın arkasındaki camın açılmasıyla yaşlı bir amcanın kafası dışarı çıktı. Direkt olarak bakışları bizi bulurken söylenmeye başladı.

 

''Siz mi kavga ediyordunuz?'' diye sordu imalı imalı. ''Ben de şehre domuz indi sandıydım.'' Dediğinde Alparslan'da amcaya doğru dönüp, ''Kusura bakma amca, gidiyoruz şimdi.'' Dediğinde amca yine söylene söylene içeri girip penceresini kapattı ve sertçe perdesini çekti.

 

Anında odağımı Alparslan'a verdiğimde ise bana son kez kısa bir bakış atıp konuşmamız bitmiş gibi arkasını dönüp yürümeye başladı. Olduğum yerde çakılı kaldığımdaysa bir süre kendime gelmeyi bekledim.

 

Göğsüm kafesine sığmazken arkasından sadece dümdüz gidişini izledim. O gözden tamamen kaybolurken arkasında bıraktığı yıkılan duvarlarımdan bir tuğla daha düştü. Belki de ilk defa bile bile kendimi yakıp yıkmaya karar vermiştim. Belki de ilk defa o duvarları yıktığıma değecek bir adamı göz göre göre kaybetmiştim. Ama bilmiyordu ki duvarlarımı bu kadar zorlarsa üstüme yıkılır, altında kalır ezilirdim.

 

Ben duvardım, o ise duvarlarımda çiçek açtıracak tek adamdı.

 

Usul usul adımlarla güvenliğe doğru yürüdüm. Güvenlik beni görünce ayaklanıp dışarı çıktı tamamen.

 

Neşeli bir şekilde gülümsedi yine.

 

''Komutanım, siz daha gitmediniz?'' şiveli konuşmasına karşı bende mimik bile oynamazken direkt konuya girdim.

 

''Bana ayarlayabileceğin bir araba var mı?'' böyle bir şey beklemediği aşikardı fakat anında kendini toparlayıp, ''Yani biraz zaman alır ama hallederim. Acil mi lazımdır?''

 

Kafa salladım. ''Acil.''

 

''Hemen bir arkadaşa telefon edeyim komutanım, geliyorum.'' Diyerek bir dakika işareti yapıp güvenlik kulübesine girdi. Kısa bir telefon görüşmesi yapıp tekrar yanıma geldiğinde ayarladığını çoktan biliyordum çünkü kulübenin içine de girse aşırı bağırdığı için tüm konuşmasını duymuştum.

 

''Arkadaş on dakikaya getiriyor komutanım. Buyurun üşümeyin isterseniz, içeride bekleyin.''

 

''Gerek yok, sigara içeceğim.'' Dediğimde uysal bir şekilde kafa salladı keyfimin kaçık olduğunu nihayet anlarken dediği gibi aradan geçen kısa zamandan sonra siteye giren araba ile yakmış olduğum üçüncü sigaramı yere attım.

 

Güvenlikçiye bir eyvallah işaretinden sonra arabayı devralıp hedefime doğru sürmeye başladım. Az önce yaşananları her zamanki gibi halının altına süpürürken odaklanmam gereken çok farklı bir noktaya kitlendim. Kardan dolayı kapalı olan yollardan dolayı yirmi dakikalık yol, yarım saatten fazla sürmüştü. Ama en nihayetinde varmak istediğim tam nokta da burasıydı.

 

Adliye.

 

Arabayı park edip hızlıca indiğim gibi Adliye'den içeri girdim. Gideceğim odanın yerini bile ezbere biliyorken adımlarım oldukça hızlıydı. Odasının önüne geldiğimdeyse kapıyı tıklatma zahmetine bile girmeden destursuz kapıyı açtım.

 

İçeride geleceğimden bir haber olan Savcı Erkan beni gördüğü an huzursuzlansa da o pişkin suratındaki yılışık ifadenin oluşmasına engel olamadı.

 

''Siz?'' Diyerek tanımaya çalışsa da o kadar iyi numara yapıyordu ki bir an gaflete düşüp inanacaktım. ''Siz şu Laleş ÇET davasında hakkında soruşturma başlatılan kişisiniz.''

 

''Yani bu zamana kadar şahsım için adımın önüne çok fazla unvan konuldu ama bu kadar uzun ve gereksizini sizden duyuyorum.''

 

Gözlüklerini gözünden çıkarıp oturduğu yerde ellerini bilmiş bir ifadeyle önünde birleştirdi. Bense onu umursamayarak misafir için ayrılan sandalyeye oturdum. Önündeki isim tabelasına ise tiksindiğimi belirten bir bakış attım.

 

''Buyurmaz mısınız?'' dedi imalı bir şekilde. ''Bu sabah gergin uyanmış olmalısınız.''

 

''Ben her zaman gerginim.'' Hazır cevaplı olmam ilgisini çekmiş olmalı ki avukatımı dahi sorgulamadan beni odasına kabul etmişti.

 

''Dava için eline bir şey geçmiş olmalı burada olduğuna göre.'' Güldüm neşeden uzak bir tavırla.

 

''Soruşturmayı ne yaparsam yapayım kapatmayacaksınız, bu benim buralara ilk gelişim değil.'' Kaşları havalandı alayla.

 

''Sizin oralarda işlerin nasıl döndüğünü çok iyi bilirim. O ettiğiniz yeminler falan boş yani.'' Dedim kendine güvenen bir ifadeyle. ''Ama iyi olmuş, tükürdüğünüzü yalaya yalaya pırıl pırıl etmişsiniz her yeri.''

 

''Bu küstahça davranışınız sonucunda umarım beni utandıracak şeyler vardır. Yoksa bu sefer tükürdüğünü yalayan sen olursun, Asena SEREZ.'' Ardından kısa bir an duraksayıp sahteden bir ifadeyle, ''Pardon, adının önüne unvan eklemeyi unuttum.'' Diyerek arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attı. ''Eski asker, Asena SEREZ.''

 

Vücudumda kaynayan viskinin emareleri hala belli başlı hissettiriyordu bana varlığını. Midemin yangınını unutmak için bu savcının kafasına masayı geçirmem gerekebilirdi lakin ben sorunlarını şiddetle çözen biri asla değildim. Söylediklerini, az önce dediklerini bastırdım içinde.

 

''Ne demiş Hüseyin Nihal Atsız; Yufka Yüreklilerle çetin yollar aşılmaz çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı dağına. Halbuki, yoldaşını bırakıp dönenlerin değişilir topuda bir sokak kaltağına.''

 

''Haddini aşıyorsun!'' Sesi ilişti kulaklarıma. Siz haddinizi aşalı asırlar oluyor.

 

 

''Sizin oralarda işler böyle yürütülmüyor mu ya?'' diye sordum gevşekçe. Kahkahaya benzer bir ses döküldü dudaklarımdan. ''Bir de şey var,'' diye devam ettim. ''Paranı kaybettiğin zaman hiçbir şey kaybetmezsin. Sağlığını kaybettiğinde bir şeyler kaybedersin. Karakterini kaybettiğinde,'' diyerek ciddi bir ifadeyle yüzüne baktım.

 

''Her şeyini kaybedersin.'' Gözünün seğirmesine engel olamadığında elleri masanın üstünde çoktan yumruk şeklini almıştı.

 

''Ne saçmalıyorsun sen? Amacın bir dava daha yemek mi? Bunu açıkça söylemen yeterliydi.'' Dediğinde parmağımı şiddetle sağa sola salladım.

 

''Hayır hayır. Bir dava masrafıyla daha uğraşamam, arabam daha yeni perte çıktı da.'' Diyerek popomu hafifçe kaldırıp arka cebimden çıkardığım küçük belleği sertçe masaya koyup ona doğru ittim.

 

Anlamayarak bir yüzüme bir de belleğe baktı. Kaşımla işaret ettim belleği.

 

''Al bak bakalım içinde hangi çizgi film varmış. Umarım senin hoşuna gidecek bir şeyler koymuşlardır.'' Dediğimde önümdeki küçük masada duran lokumlardan alıp ağzıma attım.

 

Bütün ağzım un olurken parmaklarımı iştahla emdim. Savcı ise bana şüpheli bir bakış atıp belleği alıp bilgisayarına taktı. Ekranda açılan dosyaya tıklama sesi gelirken bir lokum daha attım ağzıma.

 

Ekranda bir şeylerin hareketlendiğini daha iyi görmek için taktığı gözlüğün camından fark etmiştim. Lokuma bir daha uzandım, heyecandan şekerim düşmüş olmalıydı.

 

''Parayı iyi yerlere harcıyorsun sanırım,'' dedim lokumu çiğnerken. ''Bir tek bu lokumun kalitesinden ödün vermedin sanırım.'' Pişkince sırıtmaya devam ettim.

 

''Ee, bir şey demeyecek misin? Sustun.'' Yüzündeki rengin attığını fark ettim. ''Çok beğendiysen sende kalabilir, bende birçok kopyası var. Bazen canım sıkıldıkça açıp izliyorum, hoşuma gidiyor. En sevdiğim filmlerden biri oldu.''

 

''Sen,'' kafa salladım. ''Evet, ben. Dâhisin mi diyeceksin? Ya da ne kadar tehlikeli olduğumdan mı bahsedeceksin?'' Güldüm.

 

''Nasıl?'' Şaşkınlığı hala devam ediyordu.

 

Toparladım kendimi. ''Bizde boş adam değiliz neticesinde. Senin gibi adımızın önünde unvanlar olmasa da.'' Diyerek bir süre ifadesini izledim. ''Şerefsiz Savcı gibi mesela.''

 

Gülümsemem tekrar yüzüme yayılırken ayaklanıp demir tabaktaki tabağıyla birlikte aldım.

 

''Bunun üstüne artık bir şey demiyorum, sen ne yapacağını biliyorsun zaten.'' Diyerek onu cehennemin ortasında tek başına bırakıp odadan çıktım.

 

Adliye koridorunda herkes bana ve elimdeki lokum dolu tabağa garip garip bakarken kimseye aldırış etmedim.

 

Geldiğim gibi çıkışa ilerleyip şarkı söyleyerek arabaya ilerledim. Ağzıma da ara sıra lokum atıyordum. Komaya girmezdim umarım ama canım çok çekiyordu.

 

Lokumu yan koltuğa bırakıp arabayı çalıştırdım. Bu sefer hedefim Karargâh olurken keyfim gayet yerindeydi. Yol boyu şarkılar türküler söyleyerek gitmiştim.

 

 

Karargâha geldiğimde ise aynı şenlik devam ediyordu içimde. Kendimce bir şeyler mırıldanarak içeri girerken anahtarı havaya atıp tutuyordum.

 

Beni bu şekilde gören idari personellerden bazıları garip garip baksa da aldırış etmedim. Önceliğim Albay'ın odası olurken dikkat çekici olan halimi ve tavrımı dizginledim.

 

Albayın odasından gelen, ''Gir,'' komutu ile beklemeden girdim içeri.

 

''Bugün yoğunsunuz sanırım, Asena Hanım.'' Dediğinde gülümsedim.

 

''Albayım, halletmem gereken işlerim vardı.'' Diye bir açıklama da bulundum. Meraklı bakışları beni buldu gözlüğünün altından. Saklamaya çalıştığım keyfimin kırıntıları yansımış olacak ki yüzündeki muzip ifadeyle beraber tüm odağını daha çok verdi bana.

 

''Neymiş o işler bakalım? Umarım yine bir yerlerde başını belaya sokmamışsındır.'' İmasıyla gülümsemem derinleşti.

 

''Ben ne yaparsam yapayım her zaman belanın ya sağından ya da solundan geçiyorum. Bu yüzden iyi bir şeyde yapsam, bunun bir önemi kalmıyor. Daha çok nasıl yaptığımla ilgileniyorsunuz.''

 

''Peki bu bizim suçumuz mu?'' Diye sordu kendine güvenen bir ses tonuyla. Birkaç saniye yüzüne baktım. Cevap ikimiz açısından belliydi. ''Bende öyle düşünmüştüm. Neyse, anlat bakalım, neymiş o mühim işlerin?''

 

Cebimden telefonumu çıkarıp galeriye girip savcıya izlettiğim videoyu açıp Albaya doğru uzattım. Kaşları çatılırken uzanıp telefonu aldı elimden. Tüm dikkatini videoya verip iki dakika olan videoyu izledi sabırla. Video kaydı bittiğinde ise hafif şaşkın bir şekilde bana baktı.

 

''Sen, nereden buldun bunu?'' Şaibe dolu sesine karşı elbette ona yalan söylemeyecektim. Videoyu tekrar oynattı.

 

''Ankara'da yakın bir arkadaşım var, ondan yardım aldım. Gökdere şu an Ankara'da ve elini kolunu sallayarak geziyor.''

 

''Hakkında çıkan tutuklama kararı?'' diye sordu merakla. Video bitince telefonu bana uzattı tekrar. Alıp cebime koyarken, güldüm. ''Şerefsizler!'' diyerek sinirle arkasına yaslandı. Gözlüğünü çıkarıp masaya fırlatınca tüm tadı kaçmıştı lakin elimde kaçan tadını yerine getirecek haberleri vermemiştim henüz.

 

''İçinde Gökdere'nin de olduğu küçük bir örgüt var. Birçok avukat, Savcıdan oluşan bir tayfa. Arkadaşımın olduğu bir ekipte onların peşinde, rica ettim sağ olsun bu küçük detayı benimle paylaştı.'' Sustum bir süre. Kızmasını bekledim ama yapmadı bende bundan yüz bularak, ''Kullanmama izin verirseniz eğer?'' gibi bir cümle kurdum.

 

Sakince gözleri beni buldu. Ne diyeceğini bilemediği bir ifade bürüdü suratını.

 

''Kullandığın bile o kadar belli ki şu kedi bakışlarından.'' Diyerek beni büyük bir bozguna uğrattı. Oturduğum yerde huzursuzca kıpırdandım. Büyük falso vermiştim.

 

''Savcıya gittim,'' dediğimde anlamayarak yüzüme baktı. ''Polisten önce savcıya gittim, ona karşı kullandım. Artık elimde böyle bir belgenin olduğunu biliyor. Köşeye sıkışmış durumda bu yüzden hakkımdaki soruşturmayı kapatmaktan başka çaresi yok.''

 

''Zaten ellerinde yeterince delil yok, Asena. Bu delili kullanmakta hata yapmış olmayasın?'' dedi sıkıntıyla.

 

''Biliyorum,'' diye atladım hemen. ''Ama amacım soruşturma değil sadece. O hamleyi yapacak ama bana zarar vermeden durmayacak. Benim amacım gideceğim yoldaki tıkanıklıkları açmak.''

 

Konu ilgisini çekmiş gibi yaslandığı yerden doğrulup öne doğru geldi. ''Neyden bahsediyorsun sen?'' parça parça anlattığım için sabrı kalmamış gibiydi.

 

''İzin verirseniz her şeyi Timle beraber konuşmak isterim. Çünkü operasyon aslında hiç başlamamıştı, asıl oyun şimdi başlıyor. Kartları dağıtan ise biz olacağız, kimseye gitmeyeceğiz onlar bize gelecek.'' Dediğimde aklımdan geçenler onu daha çok korkutmuş gibiydi. Düşünceli bir ruh haliyle öylece çenesini okşarken usulca kafa salladı.

 

''Toplantı odasında herkes hazır olsun.'' Dediğinde kafa sallayıp gülümseyerek ayaklandım.

 

''Emredersiniz, Albayım.'' Diyerek odasından çıkar çıkmaz odama ilerledim.

 

Cebimden çıkardığım anahtar ile kilidi çevirip içeri girdiğimde kaç gündür uğramadığım için havasız kaldığını fark ettim. Hızlıca camı açarken üzerimdeki montumu çıkarıp kapının arkasındaki askılığa astım. Belimdeki silahı ise şarjörünü kontrol edip masaya bıraktım. Koltuğuma geçip bilgisayarımı açarken telefonumu çıkarıp bağlantı kablosunu aldım çekmeceden. Bilgisayar ve telefonu birbirine bağlarken maillerime girip video kaydını bilgisayarıma aktardım.

 

Tek seferlik olarak açtığım e-posta adresini silerken bir yenisini açıp Cenan'a mesaj attım.

 

Ona bir teşekkür borçluydum fakat kuru bir teşekkürle ödeşmeyeceğimizi bildiğim için elimde olan dosyalardan birkaç tanesini ona gönderdim. Aramızda bir kod olarak belirlediğimiz rakamları yazdıktan sonra maili gönderip kendi tarafımdan sildikten sonra hesabı tamamen yok ettim. Telefondan aktardığım video kaydını ise evde boş duran telefona ait numaraya bir kopya daha gönderdim. Bilgisayarda bir şeyler kopyalamayı mantıklı bulmadığım için kendimce belirlediğim bazı saklama alanlarım vardı ve bunlarda onlardan bir tanesiydi.

 

Bilgisayardaki işim bitince ekranı kapatıp silahımı tekrar belime taktım. Telefonu aldığımda ise Ece'ye onu merak ettiğime dair bir mesaj yazdım. İki gündür yüzünü görmemek, sesini duymamakla beraber hiçbir arama dahi almamıştım. Normal şartlarda merak duygumu bir insana karşı çok fazla kullanmazdım fakat şartlar hiç de normal değilmiş gibi geliyordu.

 

Mesajım başarıyla gönderildiğinde daha fazla beklemeden odadan çıktığımda gördüğüm ilk kişi Alparslan olmuştu.

 

 

Onun için ne anlam ifade ettiğimi bilmemek aptallık olurdu lakin o, benim için nasıl bir anlam ifade ediyordu, ben asıl bunun peşindeydim. Kendini, bende layık gördüğü yere koymak için o yeri kendim keşfetmem gerekiyordu. Onun çabası ondan kaçmamdan başka bir işe yaramıyordu çünkü.

 

Yanımda olura her şeyle savaşabilirmişim hissini inkâr edemezdim. Ama onun yanımda olması için önce kendimle savaşmam gerekiyordu.

 

O gözümün önünden her zamanki dik duruşuyla yürüyüp giderken arkasından bakan toprak gözlü kadın yine bendim.

 

O gökyüzüydüm ben ise bir avuç toprak. Maviliğinde özgürlüğü saklıydı. Bulutları, yıldızları ve güneşi vardı. Rüzgârı, fırtınaları, şimşekleri vardı. Ben ise kökleri derinlere uzanan, yağmuru bekleyen, üzerine basılan, içinde ölü bedenleri gizleyen kuru bir topraktım.

 

Arkasından öylece bakmayı kesip toplantı odasına doğru ilerledim bende. Odaya girdiğimde ise herkes gelmişti. Albayda dahil olmak üzere herkes meraklı gözlerle bana bakıyordu. Elimde rastgele bir tahta kalemi alıp küçük bir şema çizip belirli isimleri yazdım. Belki de buradaki birkaç ismi bile ilk defa duyacaklardı.

 

''Aklında yatan planların neler şu an bilmiyorum ama eğer canını riske atacak herhangi bir şey varsa Asena, ben yaşadığım müddetçe hiçbir şeye izin vermem haberin olsun.''

 

 

Kendinden emin ses tonu aramızdaki dalgalanmayı diri tutmuştu. Albay, sessizliğimden nasıl bir anlam çıkarmıştı bilmiyordum ama erkek dolusu bu oda da beni tek baskı altına alan bir çift çelik mavisi gözlerdi.

 

Yönüm onlara dönük olduğunda inatla yüzüme bakmıyordu ama arkamı döndüğüm an sırtımdaki ağırlığını hissediyordum.

 

''Asıl adamımız artık Ökkeş değil. Ökkeş'te bizim kadar olmasa da artık Örgütün istemediği adamlar listesinde.'' Diyerek onun isminin altında parantez açıp 'Yeşil Kod' yazdım.

 

''Yeşil Kodun anlamı nedir?'' diye soran Fatih'e kısa bir bakış attım.

 

''Bizim için iyi bir şey. Karşı taraf için değil ama.'' Dediğimde bu sefer de Yusuf'tan bir ses duyuldu. ''O zaman kırmızı olması gerekmez mi? Sonuçta bu plan onların aleyhine olacak.''

 

Duraksadım bir süre. Amaçları ne anlamak zordu. Derin bir nefes alarak yönümü tekrar onlara çevirdim.

 

''Ökkeş şu an bizim elimizde, ama Ökkeş'in bize ötüp ötmediğini henüz bilmiyorlar. Bu da Ökkeş'in onlar için hala yeşilde yani güvenli kişi alanında olduğunu gösterir.''

 

''Peki bu bizim nerede işimize yarayacak.'' Diye soran Bahadır'a karşı gözlerimi kapatıp sakin olmayı denedim.

 

Laleş Çet'in adının üstüne çizik atıp Babasının adını yazdım. Vasap Çet.

 

''Ökkeş şu an elimizde ama Ökkeş'i koruma altında tutarsak ya gerçekten onu tutuklamamız gerekecek ya da onunla iş birliği halinde olduğumuzu anlayacaklar.''

 

''Seni buradaki planın ise Ökkeş'i geri gönderip içeriden yeniden bilgi almak.'' Diyerek araya girdi Albay.

 

''Her şey o kadar basit değil. Ökkeş her ne yaptıysa artık ona güvenmiyorlar lakin tamamen gözden de çıkaramıyorlar. Bu yüzden Ökkeş çok fazla işimize yaramasa da hala onların tarafında olduğunu göstermesi gerekiyor. Bu esna da biz Ökkeş'in çocuğu için büyük bir hamle yapacağız.'' Dediğimde cümlenin sonunda yönümü onlara çevirdim.

 

''Bu durumda biz Ökkeş'e değil, Ökkeş bize yardım etmiş olacak.'' Dedi, Serdar keyifli bir ses tonuyla.

 

Usulca kafa salladım. Tam sözüme devam etmek üzereyken kapının hızlıca tıklanıp açılmasıyla başlayacağım cümleyi geri yuttum.

 

Hepimizin bakışları kapıya çevrildiğinde idari personellerden olan bir askerin mahcup ifadesiyle karşılaştık.

 

''Albayım, bölüyorum fakat acil bir durum var.'' Dediğinde kaşlarımı çatarak kalemin kapağını kapattım.

 

Hepimizin meraklı bakışları askerdeyken Albay ayaklansa da onu durduran şey yine asker oldu.

 

''Siz değil Albayım, Asena Hanım ile ilgili acil bir durum.'' Kaşlarım daha ne kadar çatılabilirse o kadar çatılmıştı.

 

''Benim mi?'' diye sormadan edemedim.

 

Asker yönünü bana çevirdi.

 

''Evet, bir kadın geldi. Adının Ece olduğunu öğrenebildik, ısrarla sizin isminizi sayıklıyor.''

 

''Ne?'' Nidası döküldü dudaklarımdan.

Askerin en son söylediği şey ise durumun neden acil olduğunu açıklıyordu.

 

''Ve durumu hiç iyi değil. Bir şeyin etkisinde olduğu kesin.''

 

 

 

 

<><><><>

 

 

 

 

 

Hello değerki okurlarım, nasılsınız öncelikle?

 

 

Umarım iyisinizdir. Fark ettiğiniz üzere punto da bir değişiklik oldu ve sanki hikaye asıl böyle kendini bulmuş gibi oldu. Sizde öyle hissettiniz mi yoksa sadece ben mi öyle hissediyorum?

 

 

 

Bu bölüm baya uzun oldu bu arada neden bende bilmiyorum bu sefer detaylara girip bazı şeyleri oturtmak istedim. Bu bölümde aşırı spoi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bende böyle bi yazarım işte 2. Soruya her şeyi dökülecek kadar çenem düşük. Size bıraksamda spoi olduğunu siz anlasanız ama yok illa ben söyleyeceğim çünkü ben bayılırım spoi yemeye ahahahah.

 

 

 

Neyse aşkolar, bir bölümün daha sonuna geldik ortalama bölüm sürelerimiz 2 haftayı buluyor. O yüzden hemen yeni bölüm ne zaman diye sormayın yarın değilse 2 haftayadır. Elimden gelirse zaten daha erken atmaya çalışıyorum.

 

 

 

Birde yüreğimi dağlayan bir konuya değineceğim. Belki değinmemem gerek ama aşırı canımı sıkıyor. Ben bu yazma olayına başlarken hiçbir gayem yoktu açıkçası. Bir beklenti veya bir ispat amacım gibi büyük iddialarımda yoktu. Bu yola girdiğimde en ufak umduğumu bile bulamamaktan tabii ki korktum ama bu denli beni üzecek detayları göreceğimi unuttum.

 

 

Dediğim gibi asla büyük bir iddiam yoktu ama bazı kurgular görüyorum. Yazı dili, kurgunun konusu gibi özellikleri dikkate alınmayacak derecede kötü ama gelin görün ki benim burada harcadığım emeğin karşılığından çok daha fazlasını görüyor. Bunu en başından beri olan okuyucularım için söylemiyorum sizlerle alakalı bir durum söz konusu asla değil. Belli başlı okurlarım var ismini sürekli gördüğüm desteğini esirgemeyen ama bazı noktalarda onlarında cabası benim gibi yetersiz kalıyor.

 

 

Kaç bölüm yayınlamışım şurada bazı hatalarım mevcut olabilir zaten bunun için bir düzenleme mevzusuna girdim hata fark eden olur mu bilmiyorum ilk bölümün düzenlemesini bitirdim. Kaç aydır bunca emeğe 15k oldum. Benimle aynı tarihte yayımlanmaya başlayan başka kurgular, ne olduğu belli değil, olay tek düze ilerliyor, yazım dili olsun başka kurgular ile olan benzerliği olsun ona rağmen öyle ilgi görüyor ki. Ben şoke oluyorum yani benimde mi öyle olmam gerekiyordu hak ettiğimi almam için sonra diyorum öyle olursam benim hak ettiğim yine o olmazdı çünkü yakın zamanda yazar demeyeceğim birinin bile saçma sapan bir kurgusunun basıldığına şahit oldum. Aldım okudum kitabını inat ettim. Konusu hiçbir şey anlatmıyor, hiçbir şeye hitap etmiyor ne anlattığı belli değil saçma sapan karakter hakkında bilgi sahibi bile olamadan okumakta zorlandığım bir kurguydu yani bu. Böyle birinin bile kitabı basılacak kadar ilgi görüyorken hiç şans verilemesi zoruma gidiyor açıkçası. Bunu fark ettiğimden beri hevesim çok kırıldı açıkçası.

 

 

Bu bahsettiğim özellikte olan kurgular 1M okunmasında bir sürü kitle edinmiş, aylardır çabalıyorum, tiktok hesabından görüp gelenler vardır illa ki bilirler orada da sürekli aktif olup sesimi duyurmaya çalışıyorum ama gördüğüm muamele aynı tarihte yayımlamaya başladığım kurgunun 1Milyon okunmamın yanında benim aldığım 15k cidden zoruma gidiyor.

 

Burada bahsettiğim 15k diğer platformda yayımladığım Güz Yarası kurgusudur. Buradaki sayılar farklı ama konu totalde aynı.

 

Neyse bu 15k için minnet edeceğim o kadar kişi var ki hepinize sırf bu yüzden bile teşekkür ederim. En azından bunu da okuyan birileri varmış dedirterek bi yerlerde birilerinin karşısına çıkmasına vesile oluyorsunu. Belki burada okurlarımın kızacağı, kırılacağı bir cümle kurmuşumdur eğer böyle bir durum varsa özür dilerim. Fakat dediğim gibi konu asla sizinle alakalı değil. Benimle de alakalı değil. Bana yeteneksiz, başarısız denilebilir ama asla hak ettiğini alıyor denilmez.

 

 

 

Sizleri çok seviyorum. Burayı bırakmamaya çalışıyorum ama çok kırgınım bu konu için. Sadece bu bölüme gelecek olan o güzel yorumlarınız için tüm çabam. Hevesimi, iştahımı diri tutan bir tek sizlersiniz bir de o güzel yorumlarınız. Bunun benim için ne kadar kıymetli olduğunu her yorumuzuna cevap vermemden bile anlayabilirsini.

 

 

 

Yeni bölümde görüşmek üzere. ❤️‍🔥

Bölüm : 24.02.2025 23:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...