© Tüm hakları saklıdır.
Öncelikle merhaba, sevgili okurlar. Bu askeri kurgu, adı üstünde tamamen kurgu olup, hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Bilgi eksikleri, yanlış bilgiler olabilir fakat "KURGU" olduğu için fazla ciddiye almamanızı umuyorum. Küçük düzeltmeler yapılabilir ama akışı etkileyecek değişimleri yapmayı uygun görmüyorum. Tüm sahneler ütopik olarak ele alınmıştır. Keyifli okumalar dilerim.
Bölüm Şarkıları
Billie Eilish - Watch
Billie Eilish - Wildflower
Şebnem Ferah - Mayın Tarlası
Nasteisha, İnsomnia - Zabuty
Darci - On My Own
Satır arası yorumlarınız merakla bekliyorum. Yorumlarda görüşürüz. 👋
Bölüm -14- ''Solmuş Çiçek''
''Ateş, yakabileceği her şeyi yakana dek yanar, ancak o zaman söner.'' Demişti babam bir kere.
O zamanlar ne demek istediğini tam olarak anlamamıştım. Çocuk aklımla, yalnızca bir odun parçasının alevler içinde kaybolmasını hayal edebilmiştim. Bir şeyin tamamen yok olmadan durulmayacağını anlatmaya çalıştığını yeni anlıyordum.
Yıllar geçtikçe babamın cümlesi zihnimin kirli raflarında toz kaplamak suretiyle yer edindi. Ateş yalnızca odunu, kâğıdı, kumaşı yakmazdı. İnsanları da yakardı. Onların hayallerini, hatıralarını, geçmişlerini... kimi zaman bir öfkenin alevi, kimi zaman bir tutkunun ateşi, kimi zaman da intikamın yakıcı sıcaklığıydı bu. Ve en tehlikelisi, içimizde yanan ateşti; yakabileceği her şeyi tüketene kadar durmayan, sonunda bizi de kül eden ateş.
Şimdi dönüp baktığımda anlıyorum. Babam o gece bana bir hikâye anlatmıyordu. Bir kehanette bulunuyordu. Çünkü yıllar sonra o ateş bana da sıçradı. İçimde yandı, beni şekillendirdi, ellerime günahı, ruhuma karanlığı işledi. Ama hala sönmedi.
''Bende uzun zamandır seni bekliyordum, Komutan.'' Ökkeş'in iğrenç suratını dağıtma isteğimi yoğun bir çabayla bastırmaya çalıştım.
''Adresimi bildiğine eminim.'' Dedim pis bakışlarına aldırış etmeden. Çürük ve rengi sararmış dişlerini gösterecek kadar genişçe güldü. Hatta yetmedi bu gülüşü kahkahaya dönüştü.
''Ben seni aramıyordum ki, bekliyordum.''
''Bu kadar düşkün müydün bana?'' diye sordum alayla. Dudağımda kendini beğenmiş bir gülüş yerini alırken elimdeki tüfeği çevirip ucunu yere bastırdım.
''Yüzbaşım,'' Alparslan, ona böyle seslenmem ile Ökkeş'e her an saldıracakmış gibi olan bakışlarını bana çevirdi. Gözümün kenarıyla ona baktığımda merakla ne diyeceğimi bekliyordu.
''Bize biraz müsaade eder misiniz?''
''Hayır!'' dedi anında. ''Yüzbaşım,'' diye tekrar söze girmek üzereydim ki Ökkeş araya girdi.
''Yüzbaşı, bence de Asena komutanı dinlemelisiniz. Yoksa buradan sağ çıkamazsınız.'' Dediği an neyden bahsettiğini anlamak için etrafıma bakındım. Açık duran kapıdan dışarı kafamı uzattığım an gördüğüm manzara hiç de hoşuma gitmemişti.
Alaca timi ve Öfke timi çembere düşmüştü. Sinirin tepeme çıkma hızında tekrar içeri girdiğim gibi tüfeğimi kaldırdığım gibi Ökkeş'in suratına indirdim.
Ökkeş bizi bir sandalyede keyifle otururken karşılamıştı. Kulübe gibi bu yer tek kutu gibi bir şeyden ibaretti. İçi boş ve sadece sandalyede oturan Ökkeş vardı. Ama artık o da yerdeydi.
''Kaldır şunu!'' diye emrettim Ufuk'a. Ufuk Ökkeş'i un çuvalı gibi tutup ayağa kaldırdığında Mert hızla devrilen sandalyeyi kaldırıp Ufukla beraber onu sandalyeye sertçe oturttu.
''Son ikazım, herkes dışarı çıksın!'' Alparslan'ın gözlerine inatla bakarak söylediğim sözler ile Alparslan bir şey diyecek gibi olsa da Enver'in onun koluna dokunması ile sinirle kapıya yöneldi. Enver ise ilk defa böyle bir şey yapmış olmanın verdiği şaşkınlığı yaşıyordu hala. O da göz ucuyla bana bakıp çıkarken, ''Kapının tam önünde olacağım.'' Diye fısıldadı.
Bunu Ökkeş'in duymaması için değil daha etkili ve güven vereceğini bildiği için yapmıştı. Ufuk ve Mert'te sırayla dışarı çıkarken arkamdan kapı kapandı. Küçük oda da sadece Ökkeş ve ben kalmıştık.
Yüzüne indirdiğim sert darbe dudağını patlatmıştı. Ağzının hala uyuşuk olduğuna kalıbımı basabilirdim.
''Gücünden hiçbir şey kaybetmemişsin, Asena.''
''Özlediysen büyük bir zevkle ikinciyi indirebilirim.''
Güldü keyiften uzak bir şekilde. Tam karşısında ayakta ona tepeden tiksindiğimi belli ettiğim bakışlar atıyordum.
''Bana böyle bakmaya devam edecek misin? Yoksa aynaya da böyle bakıyor musun?'' diyerek tekrar güldü. Dudağındaki kanı koluyla sertçe silip gözlerini dikerek alttan alttan bana baktı.
''Çok beklettin beni.'' Ona anlamadığıma dair bakışlar attım. ''Aylardır seni arıyorum.'' Diye devam etti.
''İstesen bulurdun.'' Dedim anında. Kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı.
''Artık eskisi gibi değil hiçbir şey. Hem devlet hem de örgüt tarafından aranıyorum.'' Gözleri boşluğa daldığında devamında gelecek şeyleri açıkçası merak etmeye başlamıştım.
''Düşman birdi iki mi oldu? Bunu mu diyorsun bana? Devamında ne gelecek? Bilgi karşılığında koruma mı isteyeceksin?'' sesim sonlara doğru tamamen alaya dönmüştü.
Kafamı salladım. ''Film mi çekiyoruz sanıyorsun sen?'' öfkeyle bağırdım. ''Aptal orospu çocuğu! Sen korunmak isteyeceksin ve devlette bu talebi yerine mi getirecek sanıyorsun? Ha!'' diye yükseldim iyice. Bu sefer tüfeği falan siktir edip yakasına yapıştım.
Onu var gücümle iki yakasından kavrayıp sarstım. Yüzü yüzüme o kadar yakındı ki bir kez daha iğrendim.
''Cevap ver bana susma!'' diye gürlemeye devam ederken daha fazla dayanamayıp yumruğumu suratına indirdim. Bir kez daha bir kez daha. Defalarca kez vurdum. Yüzü kan içinde kalırken nefes nefese kalmıştım.
''Neden cevap vermiyorsun?'' diye fısıldadım suratına masumca. Sandalyeden kaldırıp odanın bir köşesine fırlattım. Sinirim geçmiyordu, Öfkem dinmiyordu.
Öksürerek yerde toparlanmaya başladı. Aradan geçen beş dakika sonunda biraz olsun kendine gelmiş gibi sürüklenerek duvara yaslandı oturur vaziyette.
''Asena,'' dedi ağlamaklı bir sesle. Ondan ilk defa böyle bir ses duyduğum için başta şaşırsam da bozuntuya vermedim. Arkam ona dönüktü ama kaşlarım merakla çatılmıştı. Bir elim duvara yaslıyken onunla ne yapmam gerektiğini düşünüyordum.
Önce öldürüp tüm sinirim geçene kadar yumruklamak mı daha iyi gelirdi bana yoksa direkt yumruklayarak öldürmek mi? Bence ikinci seçenekten daha çok zevk alırdım.
''Zor durumdayım, sana ihtiyacım var. O çok güvendiğin devletine ihtiyacım var, sizden başkasına gidemem.'' E ama bir de Öfke timi vardı. Onları nasıl göz ardı ederdim. Eminim birkaç saat onlarda yumruklamak isterdi. Tüh, hakları bölüşmek zorunda kalacaktık.
''Seni öldürmekten başka bir şey gelmez elimden.'' Dedim duyabileceği bir tonda. ''Benden her ne isteyeceksen umarım içinde ölüm vardır.'' Diye devam ettim silahtan daha korkutucu olan bir yüz ifademle ona döndüğümde.
''Henüz üç yaşında, Asena.'' Dediğinde donup kaldım. Yüzümdeki ifade anında tuzla buz olurken, ''O daha çok küçük.'' Diyerek ağlamaya başladı.
''Neyden bahsediyorsun sen?'' diye sordum sinirle. ''Adam gibi anlat!''
''Kızım,'' dediğinde yutkundum zorla. Daha çok ağlamaya başladı. Kendine sinirlenerek kafasını defalarca arkasındaki duvara vurmaya başladığında hiçbir tepki vermeden onu izledim sadece.
''Benim yüzümden, koruyamadım.'' Diye devam etti. Yavaş adımlarla ona doğru ilerledim.
''Kimin elinde?''
''Çok araştırdım, bulamıyorum. Aldılar kızımı benden koruyamadım, karımı öldürdüler.'' Yere uzanıp ağlamasına devam ederken zaten gözümde bit kadar değeri olmayan bu herif iyice küçülmüştü.
Dizlerimin üstüne yere çöktüm ona daha yakın olabilmek için. Amacım acısına destek olmak değildi asla, haşa!
''Tüh,'' dedim sahtelik akan sesimle. ''Cidden çok üzüldüm. Ne yapacağız şimdi?''
Ciddi miyim, değil miyim anlamak için ellerini yüzünden çekip göz yaşlarıyla iyice yüzünden akmaya başlayan kanları umursamadan bana baktı. Otuz iki diş sırıtarak ayağa kalktım. Tam arkamı dönüp gidecekken ayak bileğime yapışması beklediğim bir şey değildi.
Şaşkınlıkla ona döndüm.
''Ne yaptığını sanıyorsun sen? Yalvaracak mısın bana? İstediğini yap, seni öldürmekten başka hiçbir şey yapmam senin için!'' içimdeki Öfkeyi anlaması için illa ağzına mermileri mi doldurmam gerekiyordu.
''Asena, yalvarırım, o daha çok küçük. Üç yaşında!'' diye haykırdı. Ayağımı tekme atar gibi savurup ondan kurtulmaya çalıştım ama bırakmadı.
''Onlarda çocuktu!'' bir kez daha ittirdim. ''Tam üç yıl önce senin yüzünden kaç tane sivili öldürdüm lan ben!'' ayağımı deli gibi bırakması için sallarken nihayet pes edip bıraktı. Yerde kıvranmaya devam edişi ise hayret edilecek bir şeydi.
Ökkeş bu konuma gelecek bir herif değildi. Gerekirse o mermileri ağzına doldurmama müsaade eder ama bu kadar kendini küçük düşürmezdi.
''Kızımı bul, yerini bilmiyorum ama sen bulursun onu. Bende sana diğerleri için yardım ederim. Yemin ediyorum Asena, bu savaşta kazanana olman için her şeyi yaparım.'' Tam kapıya gidiyordum ki son sözleri ile durdum.
''Kızımın da benim gibi olmasına izin verme! Onlarla büyümesine izin verme, gerekirse bu işin sonunda beni öldür ama kızımı onlarda bırakma.''
Daha fazla beklemeden kapıyı açıp kendimi bir solukta dışarı attım. Tüfeğimi kapını solunda duran Yusuf'un koluna bırakırken telaşla kavradı son anda. Ben ise Enver'in her zaman bacağında taşıdığı silahını kavradığım gibi yuvasından alıp Alaca ve Öfke timini çembere almış Ökkeş'in adamlarına sıkmaya başladım. Bütün şarjörü onlara boşaltırken bir ıskam dışında hepsini paketlemiştim. Tabii ki ben böyle bir atılım yaparken Enver, Yusuf, Mert ve Ufuk'ta önleri açık olduğu için timin kalan üyelerini sıkıştıran tüm orospu çocuklarını indirdi.
Bir tane bile sağ kalmazken silahı Enver'e uzatırken keyifle sigara içen Alparslan'ı fark etmem bir oldu. Onu ilk defa sigara içerken görüyordum. İtiraf etmeliyim ki bu iğrenç şey bile ona çok yakışıyordu. Ama onun ötesinde neden ilk defa şu an sigara içerken gördüğümü merak etmiştim.
Ben onu dikkatle keserken çoktan yanına gelmiştim bile. Büyük bir taşın üzerine oturmuş vadi ortasındaki köyü izliyordu.
''Sigara içtiğini bilmiyordum.'' Diyerek varlığımı belli etmek istesem de onun çoktan geldiğimi anladığını biliyordum.
''Hakkımda pek çok şeyi bilmiyorsun.'' Gözlerim üzerinde takılı kalırken o bana bakmadan manzarayı izlemeye devam etti. Onun dudakları arasından sızan sigara dumanıyken benim dudaklarım arasından sızan tek şey soğuk havadan dolayı çıkan buhardı.
Üzerimdeki kalın ceketin cebinden sigaramı çıkardım. İçinden bir dal alıp yakarken Alparslan'ın gözleri uzak ufuklardaydı.
İlk dumanı isteksizce içime çekip zehrin içimde yayılırken verdiği acıyı yüzümü buruşturarak izledim. Önümüzdeki uçurum kadar bir boşluk vardı Arslan ile ve biz onu kapatacak gibi değildik.
''Ne kadar gelirsem geleyim sana hep uzakta kalıyorsun.'' Bir kere daha sigarasını güzel dudaklarına yaklaştırıp şevkle çekti zehri içine. Ben artık içerken tiksiniyordum o ise zevkle çekiyordu içine.
''Belki de sadece uzak kalman gerekiyordur. Denklem belki de o kadar zor değildir.'' İrdeleyici sesim önümüzdeki uçurumdan daha tehlikeli bir şekilde yayıldı aramıza. Soğuk ortam daha soğuk oldu. Sigaralarımız daha acı ve dumanları daha kirliydi.
''Asena,'' ismim dudaklarında bir ilahi kadar güzel dökülürken içimde hissettiğim acının sebebini anlayamıyordum. Gerisi gelmedi, yarım kaldı her şeyde olduğu gibi. Bütün olamadan yarım kalacaktık, bütün çabam bunun içindi.
''Oldurmaya çalıştığım her şey kafama sıktı, Arslan. Gün olur, dün olursun. Bugün var, yarın yok olursun. Benim hikayem bu şekilde.'' Elimdeki sigarayı daha fazla içemeyerek uçurumdan fırlattım. Oturduğum soğuk kayanın üstünden kalkarken ikimizde birbirimize bakamayacak kadar inattık.
Gitmeden önce ise son sözlerim, ''Benim gücüm yok, senin kalemin kuvvetliyse bu hikâyeyi sen yaz.'' Olmuştu. Ve geriye yine Arslan kalmıştı.
Adam bir şiirdi, kadın okumayı bilmiyordu. Kadın ise bir bitmiş bir romanın son satırıydı.
İçimden akan kaynar sulara rağmen dik durarak Enver'in yanına gittim.
''Topla herkesi dönüyoruz. İçerideki iti de alın, işim var onunla.'' Enver yine emrime uyarak sadece kafa sallayıp yanımdan geçip gittiğinde Alparslan'ın da kalkıp olduğumuz yere doğru geldiğini gördüm.
''Asena Hanım,'' diyerek yanıma gelen Serdar' döndüm. ''Efendim. Komutanım Ökkeş'in bizimle gelmesi gerektiğini söyledi.'' Duyduğum şey ile bakışlarım anında Arslan'ı odağına alırken Serdar tedirgin bakışlarını yere indirmişti.
''Söyle komutanına,'' diyerek dilimi ağzımın içinde yuvarladım. Onu küçük düşürecek bir şeyler söylemekten kaçınıyordum. O yüzden söylemek istediğim birçok şeyi yuttum. Gözüm sinirden seğirirken yanımıza Mert gelmişti.
''Bir sorun mu var, Komutanım?'' derin bir nefes alıp kafamdaki maskeyi sinirle çekip çıkardım. Mert'in elinde tutuştururken öfkeden delirmemek için kendimi sıkıyordum.
''Al şunu, Ökkeş'in ağzına tıka! O itin yol boyunca sesi duymak istemiyorum.'' Mert kafa sallayıp Serdar'a garip bir bakış atarak içeri girdi.
Bakışlarımla Serdar'a cevabını vermiş olduğum için bir bana bir de Arslan'a bakıp ürkekçe yutkundu. Bu haline keyifle gülüp, ''Komutanın seni timden atarsa, iki kişilik boş yerimiz var.'' Diyerek göz kırpıp içeri girdim. Serdar benden aldığı bu şaşırtıcı etkileşim ile olduğu yerde çakılı kalırken ''Komutanım!'' diyerek koşturan sesindeki neşeyi gizli tutmaya çalışıyordu.
Yüzümdeki gülümsemeyi profesyonelce silip anında öfkeli halime bürünürken Enver Ökkeş'i çoktan paketlemişti bile. Baygınlığı hala devam ediyordu. Mert, Ufuk ve Bahadır var güçleriyle Ökkeş'i kaldırdıkları gibi dışarı çıkarırken yarım saat önce Ökkeş ile devrilen sandalyeyi kaldırıp ters bir şekilde oturdum.
''Enver,'' demem ile Enver anında karşımda bitmişti. Uzun boyundan dolayı kafamı epeyce bir kaldırarak kahverengi gözlerine güven dolu bakışlar attım. yine dönüp dolaşıp geldiğim tek adres oydu.
''Ökkeş'in bana bir teklifi var.'' Kaşları duydukları ile çatılırken üst dudağımın etini koparma suretiyle çekiştirdim. Nedense içimden bir ses Enver'in bu sefer Arslan'ın tarafında olacağından bahsediyordu. Bu yaptığım için çok üzgündüm ama ondan önce Enver'i ikna etmem gerekiyordu.
''Çatma kaşlarını hemen öyle. Pazarlık vesaire sonraki iş.'' Derin bir nefes aldım. ''Ökkeş bir çocuğu olduğundan bahsetti. Örgüt peşindeymiş ve çocuğu kaçırmışlar, en kötüsü de o bile nerede kiminle bilmiyor.''
''Sizde buna inandınız, öyle mi?'' dedi küçümser bir bakışla. ''Enver,'' demeye kalmadan lafımı böldü.
''Bu herif yüzünden kaç çocuğun kanı kaldı elimizde, en iyi siz biliyorsunuz. Şimdi de bir çocuk için göz yaşı dökmesine mi inandınız?'' hayretler içinde kalan surat ifadesiyle odanın içinde volta atmaya başladı.
''Başka neye inanmışım, Enver?'' diye sordum sakin bir tonlamayla. Enver sesimdeki imadan dolayı ışık hızında bana döndü.
''Öyle demek istemediğimi biliyorsunuz.'' Güldüm neşeden uzak ama sitemkâr bir şekilde.
''Nasıl demek istedin peki?''
''Komutanım, ne yaşadıysak beraber yaşadık, asla öyle bir şey demek istemedim. Bunun açıklamasını yapmak bile şu an benim için eziyetten başka bir şey değil.''
''O zaman neden inanmamayı tercih ediyorsun?'' her ihtimali göz önünde bulundurmalıydık.
''Size inanıyorum, size ve yapacağınız her şeye inanıyorum. Siz isteyin tam arkanızda, siz isteyin hemen yanınızda olurum ama bu herifin sizin hassas noktanızdan faydalanmasına izin vermem.'' Kendinden emin tavrıyla birlikte bakışları da öyleydi. Enver her zaman olduğu gibi güven veriyordu.
''Ökkeş benden yardım isteyecek biri değil.'' Onu bir şekilde ikna etmem gerekiyordu. Öfke timinde Ökkeş' inanacak bir tane insan evladı yoktu çünkü. Komutanlarıydım evet ama korktukları şey sadece kandırılmak değildi, beni bu uğurda bir defa daha kaybetmekti.
''Ökkeş ölse sizden bir bardak su bile istemeyecek birisi!'' bağırdığında bu durumu ne kadar ciddiye aldığının farkında değildi. Sertçe saçlarını dağıtıp burun kemerini sıktı.
''Küçük bir çocuktan bahsediyoruz, Enver. Bunun karışlığında onu kullanan biz olacağız, o değil.''
''Ne dedi size, nasıl kandırdı böyle?'' öfkesi devam ederken usulca kalktım ayağa.
''Ökkeş benden yardım isteyecek biri değilse bende kandırılacak bir kadın değilim!'' sert sesim bir bıçak gibi kesmişti aramızdaki o hassas bağı.
''Bu işte varım veya yokum demeni beklemiyorum. Ama ne olursa olsun eğer öyle bir çocuk varsa, onu bulacağım.'' Ve sonuç beni hiçbir yere götürmese bile, ben böyle bir ihtimal karşısında kuru bir zafer için savaşmayacağım.
Karargâha geldiğimizde hava kararmak üzereydi. Albay bizi kapıda karşılamıştı. Arslan ile aramdaki gerginlik herkese yansırken Albay'ın gazabından da kaçmak pek mümkün olmamıştı. Daha yeni bir şeyleri düzelttiğimizi düşünürken o da sorunun tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. O da haklıydı; Aslı'nın ihaneti, geçmişin izleri derken bizim anlaşamamamız onu epey yoruyordu. Oysaki biz yükünü azaltmak için vardık.
''Çocuklar iki gün sonra hastaneden çıkar ama sahalara dönmeleri epey bir zaman alabilir.'' Albayın sesi ile daldığım boşluktan sıçrayarak kalktım.
''Nereye daldın kızım böyle? Bir saattir dinlemiyor musun yoksa sen beni?'' Evet demeye götüm yemediği için, ''Hayır,'' dediğimde ise ne dediğimin farkında olmayacak kadar aptal olduğumu anlayıp anında, ''Hayır, hayır derken yani o anlamda hayır değil. Dinliyordum sizi, evet yani çocukların durumuna bende üzülüyorum umarım bir an önce gelirler de her gün yağmurda bir kilometre sürünme veririm.'' Sesim sonlara doğru mırıldanmaya dönerken önümdeki suyu aldığım gibi kafama diktim.
Albay bir uzaylının gününü izler gibi şaşkın bir vaziyette beni izliyordu.
''Anlaşıldı, yoğun bir gün olmuş. Eve git, dinlen. Yarın da sabah kargalar bokunu yemeden gelme.'' Yüzünü buruşturduğunu fark etsem de bunun nedenini anlayamadım. Çok mu bitik gözüküyordum? Yoksa bu adam dümdüz benden nefret mi ediyordu?
''Emredersiniz.'' Diyerek odasından çıktım. Kendi odama dahi uğramadan çıkışa yöneldim. Ortalıkta hiç kimse gözükmezken bahçede gördüğüm Mert, Ufuk ve Bahadır üçlüsüne baktım. Beni gördükleri gibi yanıma geldiler.
''Komutanım?''
''Ne var?'' dedim asabi bir şekilde. Hepsi bu huyuma aşina olduğu için arsızca sırıttılar.
''Nasılsınız?'' diye saçma bir soru sordu Mert. Kaşlarımı kaldırdım ciddiyetle.
''Epeydir bu soruyu soran olmamıştı.'' Dedim gerçekten de öyle olduğunu fark etmek canımı sıksa da. ''Nasıl olmamı istersin? Gerçeği mi söyleyeyim, yoksa her zaman iyi bir yalan işi kurtarır mı?''
''Komutanım, siz iyi misiniz?'' Bahadır, ciddi bir şekilde bu soruyu sorarken arkamızdan gelen ayak sesi ile hepimizin bakışlar arkama çevrildi. Ben de dahil. Sırtımdaki yakıcılıktan zaten kim olduğunu daha arkama dönmeden hissetmiştim. Alparslan.
''İyi akşamlar, Yüzbaşım.'' Diye seslendi Ufuk. Ardından göz ucuyla bir tepki verip vermeyeceğimi anlamak için bana baktı. Ben ise beklediği hiçbir tepkiyi vermedim.
Alparslan, küçük bir baş selamı verirken arkasından gelen Alaca timi ile son kez bize bakarak uzaklaştılar. Onunla içiminde gitmesi normal değildi. Artık bazı şeylerin rayından çıkmasından çok rayına oturmasını istiyordum. Fakat o rayların çok da düzende olmadığını biliyordum.
''Biz diyorduk ki, Cesur ve Habeşi'yi görmeye gidelim. Eğer sizde isterseniz, yoksa biz üçümüz gideceğiz.''
''Enver yok mu?'' diye sordum diğer söylediklerini görmezden gelerek.
''Enver komutanım, çıktı.''
''Nereye çıktı?'' diye sordum afallayarak. Enver, bana gözükmeden çıkıp gitmişti.
''Bilmiyoruz, bize bir şey söylemedi.'' İçimde hissettiğim kötü hisler karanlık bir bulut gibi yüreğime çöktüğünde kafamı gökyüzüne çevirdim. Puslu hava ciğerlerim kadar kirliydi.
''Gidelim,'' dedim hızlıca. Kafamı aniden indirip önüme döndüğüm gibi yürümeye başladım. ''Gidelim, bende günlük dozumu alamadım. Belki biraz stresimi atarım.''
''Hastane yatışları uzamasın da komutanım.'' Diyen patavatsız Mert'e ters bir bakış attım.
''Pardon komutanım,''
''Onların yanında sende yatmak istersen söylemen yeterli.''
''Bilmez miyim?'' diyerek kafasını Ufuk'a çevirdiğinde onu duymadığımı sansa da müdahale etmedim. Bugünün hıncını onlardan alacak değildim.
''Komutanım, o herifle ne konuştunuz içeride?''
''Çok mu merak ediyorsun?'' diye sordum Bahadır'a. Omuz silkti. ''Siz içerden çıktıktan sonra herkesin tadı kaçtı. Enver komutanım bile hiçbirimizle konuşmadı.'' Sıkıntılı bir nefes verdim.
''Uzun zaman sonra o it ile karşılaşmak canını sıkmış olabilir komutanınızın. Eminim sizin de sıkmıştır.'' Diyerek konuyu başka bir yöne çektim.
''Sıkmaz mı komutanım!'' diye celallendi, Mert. ''İzin verseydiniz de orada beynini uçursaydım onun.''
''Öyle birden olmaz o. Tadını ala ala geberteceksin.'' Onlar kendi halinde adam kesme biçme tartışması yaparken ben düştüğü kuyudan kurtarılmayı bekleyen Yusuf'tan daha derbeder bir hale girmiştim.
Kime ait olduğunu bilmediğim beyaz bir arabaya dindiğimizde yine boş goygoyları devam ediyordu.
''Bir şey diyeceğim, bu diyanetin adı Dinayet olsa daha mantıklı değil mi?'' Bahadır direksiyona geçmişti bende yan koltuk prensesi olmayı seçmiştim ama yerimi yadırgadığım için hemen Adıyaman tütünü olan sarı filtreli sigaramı yakmıştım.
''Komutanım camı açsanız olur mu?''
''Olmaz, soğuk.'' Diye cırladı, Mert.
''Askersin olum sen.'' Dedi, Bahadır alayla. ''Ne demek soğuk.''
''Asker değilim.'' Diye mırıldandı. Benim sesim çıkmazken camı biraz aralayıp dumanı dışarı üfledim. Çünkü Bahadır'ın fazla ileri bir seviyede olmasa da astımı vardı.
''Ayrıca, askeriz hala diyelim. Buzluğa oturtacaksınız illa. Nerede bu devlet? Nerede bu millet? Eyy, bay kemal.''
''Bir sus, otur oturduğun yerde. Hemen girdin yine siyasete.'' Ufuk onun kafasına bir şaplak atıp ortamı iyice dağıttı.
''Allah'ım,'' diye yükseldi Bahadır, arkadaki kavga eden iki salağa bakarak. ''Allah'ım senin bir sürü kulun buyun meleklerin var ama benim neyim var? Sadece senim var, beni bırakma bu geri zekâlılara.'' Diye isyan ettiğin de ''Âmin.'' Diye yükseldim.
Bahadır bir bana bir yola bakıp, ''Komutanım, çok içten bir âmin oldu.'' Dedi.
''Evet,'' dedim. ''Kabul olmayan tek duamsınız, inanır mısınız bilmem ama.''
''Yalancının amına koyayım.'' Diye bir ses yükseldi arkadan. Azrail yavaşlığında arkaya döndüm. ''Rabbin kim? Sorusunu duymayı çok istiyorsun sanırım.''
''Şuradaki pastaneden bir şeyler alın.'' Dediğimde Bahadır işaret ettiğim pastanenin önünde durdu.
''Ee, neyi bekliyorsunuz?'' diye sordum arabadan kimse inmeyince.
''Benim cüzdan yanımda değil.'' Dedi, Bahadır. Arkaya çevirdim kafamı. Mert ve Ufuk'ta ellerini teslim olur gibi kaldırdılar. ''Siz?''
''Komutanım, bende sadece elli lira var.'' Dedi, Mert.
''Ben dağda neye harcayacağım diye cüzdan taşımıyorum.'' Dedi şebek gibi sırıtarak.
''Sizi de adam diye yanında gezdirende kabahat.'' Diye söylendim. Koltukta kalçamı hareket ettirip arka cebimden telefonumu çıkarıp arkasında kredi kartımı alıp iki dingile uzattım.
''Defolun!'' dedim, onlar arabadan inerken.
Onlar pastaneye girip itişe kakışa her şeyin tadına bakıp dümdüz baklava aldıklarında sinirden cama kafa atıyordum. Dua etsinler tövbeliydim insan öldürmeye.
Enver
Geldiği kapının önünde kısa bir an durup düşündü, Enver. Ne olursa olsun komutanının yanında olması gerekiyordu. Sonu ölüm bile olsa onu inandığı şeyin uğruna yalnız bırakamazdı. Ama yine de temkinli olması için Asena'nın kendisine ihtiyacı olduğunu da biliyordu.
Eli kapının ziline gittiğinde kendine daha fazla düşünme fırsatı vermedi. Zili çaldığı esnada içeriden gelen adım sesleri ile duruşunu düzeltti.
Kapıyı açan Miran'ın annesi ile bakıştı birkaç saniye. Ardından yeni aklına gelmiş gibi birden silkelendi.
''Merhaba efendim, iyi akşamlar.'' Miran'ın annesi güler yüzlü bir şekilde karşıladı, Enver'i. Tanımıştı onu.
''Hoş geldin oğlum, gel buyur içeri.'' Enver, evin kalabalık olduğunu bildiği için içeri girmek istemedi.
''Teşekkür ederim efendim ama Asena için gelmiştim ben. Onu çağırırsanız çok daha iyi olur.''
''Asena burada değil.''
''Gelmiş olması gerekiyor.'' Dedi, Enver.
''Yok yani evladım, geldiyse de henüz burada değil.'' Diyerek karşı daireyi işaret etti. ''Asena karşı dairede kalıyor, arkadaşının evinde. Malum, burada yer yok.'' Diyerek mahcup bir ifadeyle gülümsedi. Enver, olayı şimdi daha iyi kavrarken bu detayı nasıl atladığını anlamamıştı bile.
Bu sefer Enver mahcup bir ifade takındı. ''Teşekkür ederim, efendim. Sizi de rahatsız ettim bu saatte, kusura bakmayın'' Dedi.
''Ne kusuru evladım, her zaman beklerim. Asena gelmişse işiniz bitince onu da al gel, bir çayımı için. Tatlı da yaptım hem.'' Dedi heyecanla. Enver, gülümseyerek baş selamı verdi.
''Söylerim, Asena'ya.'' Derken tekrar selam verip arkasını dönerken Miran'ın annesi de kapıyı kapattı.
Enver, insanlara rahatsızlık verdiğini düşünüp tedirgin olmuştum ama Miran'ın annesi onu şefkatle karşılamıştı.
Enver karşı dairenin önüne geçip bu sefer bu kapının zilini çaldı. Lakin kapının açılmaması üzerine bir kez daha zili çaldı çünkü kapıya yaklaştığında içeriden gelen müzik sesi hala gelmeye devam ediyordu.
Enver bu durum hoşuna gitmemiş gibi zili bir kez daha çaldı fakat artık sabredemediği için kapının tokmağına da vurmaktan geri kalmadı. Ama bu hiçbir şeyi çözmemişti. Enver artık içeride nelerin dönüp bittiği konusunda meraklıydı. Kapıyı daha sert çalmaya başladı ki, resmen yumrukluyordu.
İçeride ise her şeyden habersiz yatakta kıvranan Ece'den bir haberdi. Her ayın beş günü bu halde olmaktan Ece' de memnun değildi. Müzik sesinden dolayı duymadığı kapı zilini ve yumruklanmaları hissetmiş gibi birden yatakta doğruldu. Saçı başı birbirine girmiş, terden saçları yanaklarına yapışmıştı.
''Senin de Allah belanı versin!'' diye yükseldi sinirle. Müzik bile fayda etmiyordu. Oysaki doktor acıya odaklandığı için canının daha çok yandığından bahsetmişti. Psikolojik olarak acıyı artırma eylemlerinden uzak durmak için zihninin boş tutmaya çalışıyordu ama nafile. Lanet sancı asla kesilmiyordu, üstelik daha ilk günüydü.
''Annemi istiyorum.'' Diye yatakta yan tarafına bıraktı kendini. Hissettiği acının haddi hesabı yoktu. Acaba bu acıyla birini öldürebilir miyim diye düşündü kendi kendine. Sonra da hapse girme ihtimaliyle yüzleşince ağlaması şiddetlendi.
''Neden güzel olan şeyler hep illegal!'' müzik son bulup yerine bir yenisi başlamak üzereyken bir sonraki müziğin girişi fazla sessiz olduğu için Ece duyduğu gümbürtü sesiyle yatakta tilki gibi toparlandı.
Aklına ilk gelen ihtimal eve hırsız girmesi olurken korkuyla yorganı üzerine çekti. Daha az önce birini öldürecek güçte olduğunu düşünürken bu korkuda neyin nesiydi?
Şarkı slow bir şekilde başladığında kulağına ilişen müzik sesiyle yeni bir şoke dalgası yaşayıp yorganı üzerinden ittirdi. Birden aklına Asena'nın gelmiş olma ihtimali gelirken hızlıca yatağından indiği gibi kapıya koştu.
Ani refleksler ile yüzünü buruştururken çoktan kapının kulpuna asıldığı gibi indirip açmıştı. Ama kendisi de yere çökmüş bir vaziyette acı dolu bir inlemeyle Asena'yı karşılamayı beklerken karşısında gördüğü bir çift koca ayağın Asena'ya ait olmadığını anladığı an acısıyla birlikte adını dahi unutmuştu.
Ece'nin gözleri usul usul yukarı tırmanırken bir gökdelene bakıyormuş hissine kapıldı. En zirveye geldiğinde ise gördüğü kişi asla beklediği kişi değildi.
Enver, karşısında hatta yerde olan kıza baktı. Bu kızla hiç normal karşılaşmaları olmayacaktı sanırım.
''Merhaba,'' dedi, Ece rezilliğini gizlemek için her şey yolunda sıkıntı yok imajı çizmeye çalışırken.
Enver, yine ne olduğunu anlamaz bir şekilde öylece Ece'ye bakıyordu.
''Merhaba.'' Dedi, soğuk ve mesafeli bir şekilde. Bu ses tonu Ece'nin hoşuna gitmezken hışımla yerden kalkmaya çalışırken ani hareketi yüzünden kasığındaki sancı ile iki büklüm oldu.
Enver yine ne olduğunu anlamasa da refleks olarak elini Ece'ye uzattığı gibi kolunu tuttu. Ece o kadar çok acıyla kıvranıyordu ki o an Enver'in varlığını bile unutmuştu.
''Neyin var?'' diye sormadan duramadı, Enver.
''Neyim yok ki!'' diye söylendi, Ece. ''Canım çok acıyor.'' Diye inledi.
''Bir yerine bir şey mi oldu?'' diye sordu, Enver biraz daha içeri girmek zorunda kalınca. Çünkü Ece ayağa kalkmaya çalışıyordu ve Enver düşmemesi için onu tutmak istiyordu. İyi olmadığını görebiliyordu ama neyi olduğunu bir türlü anlamıyordu.
''Hastaneye gitmek ister misin?'' diye sordu, Enver. Kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı, Ece.
''Hayır, bu acıyla baş etmeyi öğrenmem gerek.'' Dedi, tek solukta.
Enver karşısında gördüğü kadının karnında bir şişlik olsa doğurduğunu düşünecekti. Ece, doğuran bir kadın kadar acıyla inliyor, derin derin nefesler alıyordu.
''İçeri geçelim, kapı ağzında durma.'' Diyerek Ece'yi kolundan tutup içeri yürütmeye çalıştı. Yürümekte epey zorlanıyordu, iki adımda bir durup eğilip karnını tutan Ece ile ne yapacağını düşündü, Enver.
Ece'yi bırakmak istemeyerek arkasında açık unuttuğu kapıya uzun bacağıyla bir tekme atıp kapanmasını sağladı.
''Sen bu haldeysen bu müzik sesi nereden geliyor?'' diye sordu afallamış bir ifade ile. . O ise daha çok içeride neler döndüğünü merak edip o kadar çok abanmıştı.
Ece, aval aval Enver'in suratına baktı bir süre. Nasıl bir yalan uydurması gerekiyordu, onu bile bilmiyordu.
''Şey,'' diyerek kekeledi bir süre. Sadece zaman kazanmaya çalışıyordu. ''Temizlik.'' Dedi bir anda ağrısını unutup.
Enver ise etrafa baktı. Her yer gayet topluydu. ''Bu saatte mi?'' diye sorarken onu yürütmeye devam ediyordu bir yandan da.
Ece acıyla kıvranırken sırtından terler aktığına emindi. ''Iğğ,'' diye bir inilti çıkarmasına engel olamadı. Enver'in kaşları çatılırken öne doğru eğilerek Ece'nin yüzünü kontrol etti. Tam o esna da Ece'nin acıdan şekilden şekle giren yüz ifadesi ile karşılaşmayı beklemiyordu.
''Sen gerçekten iyi olduğuna emin misin? Bir yerine bir şey mi oldu?''
''Yok,'' derken iki yana kafasını salladı, Ece. ''İyiyim,'' diye devam etti. ''Sadece temizlik yaparken karnımı masanın sivri kenarına vurdum, o kadar.'' Sonunda bir yalan bulabildiği için rahatlamıştı. En azından kıvranmasının bir sebebi olduğunu düşünüp bu kadar ısrarcı olmazdı.
"Yine de hastaneye gitmek ister-,'' demeye kalmadan Ece onu böldü. ''İstemem. İnan bana şu an tek istediğim,'' devamı gelmedi. Enver merakla gelecek kelimeleri beklese de Ece daha fazla devam etmek yerine dudaklarını ısırarak kafasını çevirip hışımla tam önündeki koltuğa kendini attı.
Ece, derin soluklar eşliğindeyken doğuran kadınlardan farkının olmadığını biliyordu. Ama bu acıyla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. Bu halde Enver'e gözükmek istemediği için biraz kabalaşması gerektiğini düşündü. Asena da yoktu, ne diye gelmişti merak ediyordu.
''Sen neden geldin?''
Enver, aniden aldığı soruyla afalladı. Buraya neden geldiğini bir an unuttu fakat hızlıca düşünürken amacını hatırladı.
''Asena için gelmiştim.'' Dedi, Ece'nin sorgulayıcı tavrı karşısında. Bu onun kötü hissetmesine sebep olmuştu nedenini anlamaz bir şekilde.
Ece, anladım dercesine kafa salladı. Enver ayakta bir vaziyette tepeden Ece'ye bakarken Ece'de alttan ona bakıyordu ama ikisi de bu muhabbetin üzerine daha fazla ne diyeceğini bilmiyordu.
''Ben gideyim o zaman, Asena yok belli ki.'' Dedi imalı bir şekilde, Enver.
''Yok, henüz gelmedi. Umarım yine birilerinin kafasına damacana atmıyordur.'' Dedi, Ece geçen geceyi hatırlayarak. Ardından kendini tutamayıp güldü. Enver olaya Fransız kalmanın etkisiyle anlamsız bakışlar attı ona.
''Kim? Asena mı?'' Diye sahte bir şaşkınlık takındı.
Ece gülerek kafa salladı. Sonra ise daha büyük bir kahkaha atarak, ''Görmen lazımdı o kadar komikti ki! Hem çok korktum hem de çok eğlendim.'' Gülüşü yerdeki halıya takılırken derin bir iç çekti, ''Onun gibi bir arkadaşa sahip olmak bazen garip hissettirse de kendimi onun yanında aşırı güvende hissediyorum.'' Diye devam etti sözlerine.
''Neden damacana?'' diye sordu, Enver bu sefer. Merak ettiğinden değildi, Asena'nın nasıl birisi olduğunu ve potansiyelinin neler taşıdığını bilen en iyi kişi Enver'di ona göre. Ece'nin konuştukça acıdan ekşiyen yüz ifadesinin düzeldiğini fark ettiği için bu soruları soruyordu.
''Silah çok ses çıkarır dedi ama damacana daha çok ses çıkardı.'' Ece kendini kaybetmiş gibi gülüyordu çünkü o geceye ışınlanmıştı resmen. Ece, gülüşlerinin arasından Enver'in mimiksiz bir şekilde onu izlediğini fark etti. Hızlıca kendini toparlayıp boğazını temizlerken çoktan gülüşü solmuştu.
''Şey yani, Asena o gün çok yorgundu. Sokakta sürekli bağırıp çağırıp gezen bir grup vardı da ''onları susturmak için ya vuracağım ya da beyinlerini patlatacağım'' dedi.'' Ece kendini tutamayıp gülümsedi. ''Bende ikisi de aynı şey değil mi? Dedim. Değil, diyerek damacanayı aldığını gibi balkondan aşağı bıraktı.'' Ece bir kez daha kendini o ana ışınlayıp anı tekrar tekrar yaşarken kahkahası bir kez daha boş odaya yayıldı.
Bu sefer ise yalnız değildi. Enver de ufaktan bir tebessümle ona eşlik etmişti. Fakat Ece'nin bilmediği bir şey vardı o da Enver'in Asena'nın tavrına değil, onun gülüşüne gülüyor olmasıydı.
Ama Ece bunu hiçbir zaman bilemeyecekti.
''İyi olduğuna eminsen, gideyim ben o zaman.'' Enver, kurduğu cümlenin saçmalığını sonradan fark ederek çaktırmadan dilini ısırdı. Aklı bir karış ergenden farkı yoktu şu an.
Ece, duyduğu sözler karşısında ne cevap vereceğini bilemedi. Kısa bir an düşündü, geçip giden ağrısının tesiri neydi? Normal gelmeyen bu durum karşısında Enver'in gergin yüzünü inceledi bir süre.
''Hep böyle misin?'' diye sormadan edemedi.
Enver kendisine hayran bir şekilde bakan bu kadın karşısında ne yapacağını şaşırdı. İlk defa bu kadar davetkar bir kadınla karşı karşıya kalmıştı.
''Nasılmışım?''
Ece dudaklarını büzdü bilmiş bir tavırla. ''Böyle işte, yardım teklif ederken bile yardım isteme dercesine bakıyorsun. Bir garip.''
Enver duydukları karşısında kaşlarını çatmadan edemedi.
''Bir de eleştiriye açık birisi değilsin.''
''Onu da nereden çıkardın?'' bu kadının söylediği her şeye şaşırmaktan tek verdiği tepki bu oluyordu artık, Enver'in.
''Çay içer misin? Asena bir yerden kaçak çay bulmuş, eve başka çay sokturmuyor.'' Ece bulunduğu kişiliğin aslını gösterirken ilk defa utanç hissetmedi. Asena karşısında ne kadar rahatsa Enver'e karşı da rahat olmak istedi ve bunu ağrısının geçme sebebine bağlıyordu.
''Bir soru sordum?'' dedi, Enver. Gerçekten cevabını merak ediyordu. Ece onu umursamadan kalkıp mutfağa gittiğinde arkasında bir kez daha şaşkınca bakan bir Enver bırakmıştı.
Ece mutfağa girdiği gibi heyecandan kızarırken elini dudaklarına bastırıp sessiz bir çığlık attı. İlk defa kendi sınırlarını bir adama karşı aşmıştı. Ama içindeki heyecan bundan dolayı mıydı bilemedi, çok da sorgulamadı. Onun yerine ısıtıcıyı açıp çay suyu kaynatmayı tercih etti.
Peşinden mutfağa gelen Enver'den bir haber arkasını döndüğünde gördüğü dev cüsseyle yerinde sıçrayıp küçük bir çığlık attı.
''Evinde biri olduğunu biliyorsun, neden korkuyorsun?'' Ece elini kalbine götürüp derin nefes aldı. Gerçekten korkmuştu. Bu korku içindeki cazgırı uyandırmıştı bile.
''Dalmışım.'' Dedi sinirle. ''Ne öyle birden geliyorsun? Aklımı aldın!'' sahte bir kızgınlıkla bakış atıp az önce almak için arkasını döndüğü şeyi almaya uzandı.
''Bir dakika önce yanımdaydın,'' dedi, Enver.
''Evimde her gün dev ağırlamıyorum herhalde birini gördüğüm için değil dev gördüğüm için korktum.'' Diye cevapladı Ece onu.
''Sen bana dev mi diyorsun?''
Ece, Enver'in bu sözüne karşı ona yandan bir bakış atıp baştan aşağı sinir bozucu bir bakışla inceledi. Bu hareketi karşısında huzursuzca kıpırdanan kişi ise Enver'di.
''Kes şunu!'' dedi artık rahatsızlığı iyice Ece'nin hoşuna giderken. ''Bir doksan beşim sadece.'' Diye bir söylemde bulundu bunun neyi değiştireceğini çok düşünmeden.
''Devlerin ortalama boylarını pek bilmiyorum, sen bir doksan beş diyorsan,'' diyerek Enver'e aynı şekilde yandan bir bakış attı. ''Bir doksan beş olsun.''
Enver, yeni gelin gibi elini kolunu nereye koyacağını bilemedi. Ece ise onun bu halini fark edip çaktırmadan gülümsedi.
''Biz birbirimizin her sorusunu böyle cevapsız mı bırakacağız?'' diye sordu, Enver. Ece gülüşünü saklamaya çalışarak dolaptan bardakları çıkardı.
''Önce sen cevaplarsan, hayır. Kek yapmıştım, yer misin?''
Bu kadının sürekli bir şeyler yapıyor olmasına şaşırdı, Enver. ''Cevizli.'' Dedi, Ece fırından kekini çıkarırken. Enver'in vereceği tepkiyi merak ederek tam önüne geçip keki tezgâha bıraktı.
''Güzel gözüküyor.'' Dedi sadece ama bu Ece için asla yeterli bir tepki değildi.
''Bir dilim yeterli mi?'' diye, sordu dolaptan onun için bir tabak çıkarırken.
''Yemeyeceğim, teşekkürler.'' Dediğinde Ece'nin dolaba uzanan eli durdu. Anında yüz ifadesi değişirken bu değişimi saklayamadığı için kızdı kendine ve hemen durumu toparlamak adına kafasını başka yöne çevirip, ''Peki, nasıl istersen.'' Diyerek keki tekrar alıp fırına koyuyordu ki Enver'in koluna dokunup onu durdurması bir oldu.
Ece şaşkın bakışlarla Enver'e çevirdi bakışlarını. Enver ise yaptığı bu hareketin bu kadar etkisinin büyük olacağını tahmin etmedi. ''Iı, şey,'' diye gevelerken düştüğü bu duruma içinden lanetler okudu.
''Yeni yemek yemiştim de yiyemem diye düşündüm. Bir dilim yeterli.'' Ece duyduklarıyla az önceki hamlesinden vazgeçip kabı tekrar tezgâhın üzerine bırakırken gülümsememek için dudağını ısırıyordu. Enver ise çoktan bunu görmüş ve gördükleri içindeki bazı şeylerin balon gibi sönmesine sebep olmuştu.
Bu durum onu rahatsız etmişti. Enver, yıllardır içinde kor gibi yanan o hissin hala orada olduğunu biliyordu. Zaman, bazı yaraları iyileştirmezdi; sadece üzerini örter bir anlığına unutturur ama bir dokunuşla yeniden gün yüzüne çıkarırdı.
İçinde hala sönmemiş bir yangın vardı. Ama belki de, Enver farkında olmadan, artık o yangının ısıttığı şey acı değil, yeni bir başlangıçtı.
Asena
''Ne zaman çıkacak bunlar doktor bey?'' hastane odasında tekli koltuğa yayılmış bir vaziyette yatan Mert'e tiksintiyle baktım.
''Beni çok mu özlediniz, sadece yanlış cevaplar.'' Dedi, Cesur.
''Yarın son kontrollerden sonra taburcu olabilirsiniz, sabah çıkıştan önce kırıklar üzerine bilgilendirme yapılır.''
''Ne hastası olmuş ne hastası?'' diye sordu Ufuk heyecanla.
''Öpülepsi olmuş canım, ben öpünce iyileşecekmiş.'' Bilal, Cesur'a azgın bakışlar atarken gözlerimi devirdim sinirle. Bunların odasına kamera takma fikri aklımın bir köşesindeydi. Bazen cidden midemi bulandırıyorlardı.
''Komutanım, biz duyduk ki,'' diyerek kırk yıllık orospu gibi gözlerini çevirdi Cesur.
''Doğru duymuşsunuz, hazırladım mezar taşlarınızı.'' Dememle yüzünün renginin değişmesi bir oldu.
''Ulan hani keyfi gayet yerindeydi?'' diyerek Ufuk'a döndü sinirle. ''Kadın mezarımı kazmış, gelmiş diyorsun ki keyfi yerinde. Bizi kafasında öldürmüş bacısını cima eylediğim.''
''Sabır sınavına soktum yolda ben onu, bana hiçbir şey yapmadı.'' Dedi, Ufuk dehşet içinde.
''Sınava sokmuşmuş, İnşallah en iyi yerlere sen gelir, hepimizden daha çok sen yükselirsin hırslı arkadaşım, ne diyebilirim ki; inşallah yükselir yükselir gözden kaybolur siktir olup gidersin. Başarılar dilerim ırzına işediğim!''
''Zırvalama lan!'' diyerek araya girdim. Zaten yorgunluktan sırtıma Eiffel kulesi girmiş gibi bir ağrı oturmuştu. Şimdi o Eiffel'i çıkarıp onların götüne sokacaktım. ''Ne diyeceksen de erkeklere tahammül kotam dolmak üzere on saniyen var sadece.'' Dedim.
''Komutanım, sizin kız kardeşleriniz sanırım şey etmiş bizi,'' dedi bu sefer Bilal.
''Neytmiş?'' dedim aşırı sakin bir şekilde. ''Şeytmiş ya işte komutanım.'' Dedi bu sefer de Cesur.
''Neytmiş olum, bende onu soruyorum.'' Dedim salağa yatarak bir yandan da kolumdaki saatin kemeriyle oynuyordum.
''Sikselerdi de keşke bu konuşmayı hiç başlatmasaydık.'' Dediğini duydum Cesur'un ama onlar için katil olmayı göze almadığımdan dolayı bu düşünceyi zihnimden sarı köy süpürgesiyle hızlıca süpürdüm. Sarı köy süpürgesi, onların hak ettiği buydu.
''O arabayı yerine koymaktan başka şansınız yok, biliyorsunuz değil mi?'' dedim gözlerimi deccal gibi onlara dikerken.
''Bir tanede bize ver, it gibi tek başına yalanıp durma.'' Bahadır, geldiğimizden beri köşede baklava yiyordu. Söylediğim şey üzerine kalkıp kutuyla yanıma geldi. Kutunun doluluğu gözüme çarpınca, ''Kaç kilo aldınız siz?'' diye sormaktan alıkoyamadım kendimi. Üzeri bol fıstıklı olanı alıp tek hamlede ağzım attım.
''İki.'' Dedi, diğer kutuyu kucağında sıkı sıkıya tutan Mert. İki yanağı da şişmiş, ağzındaki lokmayı çiğnemekte epey zorlanıyordu. İkinciyi almak için uzanan elim dondu duyduğum şey ile.
''Ne?'' dedim ağzımın dolu olmasına rağmen. İrileşmiş gözlerle önümdeki Bahadır'ı ittirdim. ''Ne kadar verdin?''
Mert yanlış bir şey yaptığı düşüncesiyle çiğneme refleksini durdurdu korkuyla. Bir yandan Ufuk'u kesip bir yandan da yutkunmaya çalıştı. Ağzı dolu olduğu için yutkunmak epey zor olmalı ki boğazına bir şeylerin kaçmasıyla öksürüp krizine girdi. Kafamda dönen rakamları Einstein'ın formülleriyle hesaplarken götüme girecek kredi kartı ekstresi kan dolaşımımı yavaşlatmaya yetmişti bile.
''Helal, kardeşim helal.'' Diyerek sırtına vuruyordu, Ufuk. Arkadan götüne vuran Bilal'i fark etmiş miydi, merak ediyordum.
Sapıklar timi kurmuşum kendime yanlışlıkla. Mert biraz daha kendine gelirken götündeki eli hissetmesiyle Bilal'in eline vurdu hızlıca.
''Biz burada canımızla cebelleşiyoruz adam gelmiş pamuk için tıkanan yılları açıyor, hoşt lan!''
''Lan mı?'' diye dehşetle şahlandı, Cesur. ''Sen benim karıma?''
''Allah'ım sen bana sabır ver, nerede benim silahım?'' diyerek ayaklandım.
''Komutanım, Allah korusun. Şeytan doldurur.'' Dedi, Bilal.
''Yoo,'' dedim. ''Ben dolduracağım. Ayrıca Allah asıl sizi korusun,'' derken şeytanice gülümsedim. ''Gazabımdan.''
Bir yandan ceketimi giyerken diğer yandan da arabayı tekrar hatırlattım.
''Bu arada, arabayı eski model almayın, o 2023 modeldi. Ben 2024 istiyorum hatta biraz dişinizi sıkın 2025'te olur.''
Bilal ve Cesur şoke olmuş bir şekilde birbirine baktı. Sargısına aldanmadan ayaklanmaya çalışan Cesur'u durdurdum.
''Ne yapıyorsun lan mal!'' Böyle deyince durmadı tabii. Eşek hoş laftan anlamaz çünkü. ''Yat yerine.''
''Komutanım, siz bile o arabayı üç yılda aldınız. Biz nasıl alalım iki çapsız?''
''Bak onu doğru dedin işte. Sizin çapınız ne ki alasınız. O yüzden fikrimi değiştirdim.''
''Heh şöyle, dedim ben size komutanım vicdanlı kadın diye.'' Sırıtarak geri yerine uzandı.
''Dördünüz alacaksınız arabayı.'' Diyerek sırıtarak odadan çıkmak için kapıya döndüğümde en son gördüğüm surat ifadelerini bir süre unutamayacaktım.
Odadan çıktığım gibi koridorda ilerleyip asansörün düğmesine bastım. Asansör geldiğinde içeride bir kişinin olduğunu görüp, ''Aşağı mı? Yukarı mı?'' diye sordum.
Karşımdaki kadın cevap vermezken kapısı kapanmak üzere olan asansörü kolumu araya uzatarak engel oldum. Kadının kafasında siyah bir şapka vardı ve kafası eğik bir vaziyette öylece duruyordu. Doğu bölgesinde olduğumuzu düşünürsek aynı dili konuşmama ihtimalimizden kaynaklı cevap vermediğini düşünerek asansöre geçip zemin atın tuşuna bastım. Onun dilinde aynı soruyu sormaya ise gerek duymadım. Ben asansörün içine girdiğimde arkada duran kadın biraz daha öne geçip benden uzaklaştı. Üzerinde gri bir kazak vardı ve kolu sarılı bir şekilde boynuna asılıydı. Benden biraz daha önde olduğu için onu rahatça inceleyebiliyordum. Saçı uzun örülü bir şekildeyken ensesine baktığımda gördüğüm dövme ile birkaç saniye onu izledim.
Gördüğüm dövme zafer işaretiydi. Bu normaldi fakat dövme bana fazla tanıdık geldiği için hafızamda küçük bir tura çıktım. Sanki birinde aynı yerde bu dövmeden görmüştüm ama kim olduğuna dair hatırlamakta güçlük çektim. Ben onu hatırlamaya çalışırken asansörün zemin kata gelmesiyle kapılar açıldı. Kadın benden önce kendini dışarı attığında adımlarını hızlı hızlı atmaya başlamış benim duraksadığım bir anı fark ettiğindeyse çaktırmadan bana bakmaya çalışmıştı ama yakalamıştım. Gördüğüm yüz hiç de yabancı değildi.
''Dur!'' dememe kalmadan göz göze geldiğimiz gibi önüne dönerek koşmaya başladı. Hiç beklemeden arkasından koşmaya başladım.
Küçük bir hastane olduğu için çıkış kapısı oldukça yakındı. Hastanenin içindeki insanların ne olduğunu anlamasına izin vermeden çoktan dışarı çıkmıştık. Sürtük, hala hızlı koşuyordu ama kolunu fazla hareket ettiremediği için bu onu ara sıra yavaşlatıyordu.
''Dur, yoksa ateş etmek zorunda kalacağım!'' belimden silahımı çıkarmıştım ama henüz emniyetini açmamıştım. Etraftaki insanlar ışık hızında koşan bize bakıyordu ama kimse ne olduğunu anlamıyordu. Elimdeki silah yüzünden ise kimse yardımcı olma taraftarı değildi.
Girdiği dar sokağın çıkmaz sokak tabelasını görmediği için adımlarım yavaşlatıp peşinden sokağa girdim. Sokak o kadarda uzun değildi. Koşun kendini uzun bir duvarın dibinde bulduğunda soluk soluğa arkasını döndü.
''Gelme!'' diyerek belinden silahını çıkardı. O bana doğrultmuştu bende ona fakat benim onu vurma gibi bir amacım yoktu çünkü bana canlı lazımdı. Lakin onun beni vurma ihtimali çok yüksek ama bir o kadar da imkansızdı. Elindekinin bir kuru sıkı olduğundan bile haberi olmayan bir kadındı.
''İndir silahını, amacım sana zarar vermek değil.'' Dedim sakin bir şekilde.
Koşmaktan ter içinde kalmış, hala sıkça kısa kısa nefesler alıp veriyordu. Akşamın karanlığı üzerimize çökmüştü ama Ay'ın ışığı arkasından ona vurduğu için yüzünü görmekte zorluk çekiyordum.
''Asıl sen indir silahını, önümden çekil yoksa vururum.''
''Beni vursan bile yakalarım seni.'' Dedim, kendimden emin bir şekilde.
''Beynini dağıtırım.'' Dedi hırsla ama bunu söylerken eli titriyordu. Aramızda beş metre ya vardı ya yoktu. O kuru sıkıyla bu yakın mesafede bile onun için çok zor bir ihtimaldi.
''O elindeki silah bana hiçbir şey yapmaz.'' Amacım damarına basmaktı, çünkü bundan zevk alacak kadar deliydim bu yüzden silahımı indirdim.
''Benimki beynini dağıtabilir ama o yüzden indirdim farkındaysan.''
''Şimdi çekil önümden.'' Demeye devam etti.
Dilimi şaklattım. ''Bu sokağa girmeseydin belki de kaçmıştın, doğruyu söylemek gerekirse hızlı koşuyorsun. Namuslu bir insan olduğunu bilsem kesinlikle milli bir koşucu olmanı desteklerdim.''
''Bana namussuz diyebileceğin hiçbir şey yapmadım.'' Diye bağırdı. Güldüm.
''Ama böyle bağırırsan herkesi başımıza toplarsın, polisler de dahil buna.'' Çaktırmadan ona doğru bir iki adım attım ama anında fark etti.
''Dağda keçiyle mi besleniyorsunuz?'' yüz ifadesinin dumura uğradığını hissettim.
''Ne saçmalıyorsun sen?'' diye sordu sabırsız bir tonda. Omuz silktim. ''Hep ne yediğinizi merak etmişimdir. O kadar insanı katlediyorsunuz, belki de yamyamın tekisiniz.'' Midesi bulanmış gibi yüzünü buruşturdu. Çok net olmasa da hafif hafif yaklaştığım için hareketlerini daha dikkatli inceliyordum.
''Yaklaşma!'' Sikeyim! Durdum.
''Benden sadece ölerek kurtulabilirsin.'' Dedim genişçe. Köşeye sıkıştığını bilip teslim olsun diyeydi bu çabam ama onun silahı daha sıkı kavrayıp kendi şakağına dayayacağını tahmin etmedim açıkçası.
''Cidden onunla kendini öldürebileceğini mi sanıyorsun?'' öldürebilirdi bu arada, evet.
''Benimki daha sağlam.'' Diyerek belimden tekrar çıkardım. Silahımı severken bir adım daha attım ona. ''Bizde yakalasak sonun kötü, onlarda yakalasa sonun kötü. Kurtulmak istemiyor musun? Al.'' Diyerek silahımı ona uzattım.
Bir bana baktı ciddiyetimi anlamak için bir de elindeki silaha. Şakağından uzaklaştırıp titreyen eline baktı en sonunda da.
''Ben mi geleyim? Sen mi gelip alırsın?''
Silahını tamamen indirip hiçbir harekette bulunmayınca ben ona doğru gittim. Adımlarımı usul usul atıp onu tetikleyecek bir şey yapmamaya gayret gösterdim. Aramızda bir metre kadar mesafe kaldığında elindeki silahı almaktı amacım. Ama planım amacına hizmet edemeden kendi silahını yere atıp elimdeki silahımı ışık hızında eline aldı.
Silahı anında bana doğrultup, ''Uzaklaş, sıkarım.'' Diye tehdit etmesiyle elimi hafifçe yukarı kaldırdım.
''Sakin ol, amacım sana hiçbir zaman zarar vermek değildi.'' Onu telkin etmeye çalışmamın bir işe yaramayacağını biliyordum.
''Onlarda hep öyle diyor, bir şey olmaz diyorlar. Ama günün sonunda en çok zararı ben görüyorum.'' Sözlerinin sonunda hıçkırıp ağlamaya başlamasıyla ne yapacağımı şaşırdım.
''Dibe battım, pisliğin içinde yüzüyorum. Geri dönüşü yok hiçbir şeyin.''
''Hayır,'' dedim anında. ''Sana onlardan çok daha fazla yardım ederiz. Sen buna inandığında her şey daha güzel olacak. Hadi, ver şu silahı.'' Kafasını iki yana sallayıp bir iki adım geriye giderek benden uzaklaştı.
Hala ağlamaya devam ediyordu. ''Tükendim ben,'' dedi, sertçe burnunu çekerek. ''Ne yaptığımı bilmiyorum, iğrenç bir insanım.''
''Kimsenin kendine bu hakaretleri edecek kadar hakkı yoktur. Senin canın sana emanet, emanete ihanet etme. Ver şu silahı, çözmen için yardım edeceğim ama önce o silahı indir.''
Beni vurmasından korkmuyordum. Çünkü öleceğimi hissetmiyordum.
''Eski askersin, meslekten atıldın ama hala bizim peşimizdesin. Neden?'' işte bu soruyu asla beklemiyordum.
Bu sefer dumura uğrayan bendim. Bu sorunun cevabını bende bilmiyordum çünkü asla kendime sormaya cesaret edemediğim bir soruydu. Mesleğine âşık olan bir kadının hikayesinden fazlasıydı benimki.
Aradan geçen gecenin sessiz uğultusundaki bir dakikaya birçok düşüncemi sığdırmıştım ama hala tek bir cevaba erişememiştim. Bu, her günün sonunca cevabı değişen bir soruydu benim için.
''Babam öldü!'' diye bağırdı bir anda. Artık deli gibi ağlıyor elinde olmadan titriyordu. Bu söz, içimdeki fırtınayı bir an da sonsuz bir sessizliğe hapsetti. Etrafımda her şey hortum etkisinde darmadumandı fakat asla bir ses seda yoktu. Zihnimin bana oynadığı bir oyundan ibaretti ama biliyordum, kıyametin tam olarak orada koptuğunu biliyordum.
''Beni bu cehennemin ortasında yalnız bıraktı!'' yüzünü bürüyen kinle baktı bana ama gördüğü ben değildim.
Gökyüzünü de ona eşlik etmek istercesine gürlediğinde içinde kopan fırtınaların yer yüzüne inmesini bekliyordu. Yüzümüze çiseleyen yağmur ise ona kurtuluşu gibi gelmişti. Silahın namlusu hala bana bakıyorken kafasını arkaya yatırıp gökyüzünden yüzüne akan acının damlalarına kucak açtı. Yarası kanadı, aktı. Bir damla yağmur suyuyla temizlenir sandı ama olmadı.
''Gitti, inanabiliyor musun?''
Giden, arkasına bile bakmadan uzaklaşır bazen. Adımları, bir daha dönmeyecek bir yabancının kararlılığıyla iner toprağa. Sessizliği, bir sonbahar yaprağı gibi hafif, ama bıraktığı boşluk koca bir fırtına kadar ağırdır. O giderken, geride kalan anıya dönüşür; dokunduğu eşyalar, söylediği sözler, bıraktığı kokular zamanla silinir. Ama kalan, yokluğun her zerresinde onu taşımaya devam eder.
Çünkü acı, gidenin değil, kalanın hikayesidir.
Giden özgürdür, belki de hafiflemiş, belki de kurtulmuştur. Ama kalan, onun gölgesiyle yaşamaya mahkumdur. Bir kahve fincanında, eski bir şarkıda, sokakta yürüyen tanıdık bir siluette tekrar tekrar karşılaşır onunla. Geceleri uykuya dalarken zihninde yankılanan son cümle, onu terk edenin değil, terk edilenin yüreğini deler.
Ve zaman geçer... insanlar. ''Unutursun,'' der. ''Hayat devam ediyor.'' Der. Oysa bilmezler ki bazı gidişler unutulmaz. Bazı boşluklar zamanla dolmaz çünkü acı, her zaman geride kalanın hikayesidir. Giden, bir yolculuğa çıkarken, kalan o yolculuğun harabesinde yaşamayı öğrenir.
''Sakin ol.'' Diyebildim sadece. Bunu yıllardır kendime diyordum fakat hiçbir etkisini görememiştim bunca zaman. Ona faydası olsun isterdim ama olmadı. Güldü çıldırmış gibi. Acı dolu feryatları delicesine bir gülüşe evrildi.
Bir adım daha attım.
''Yaklaşma!'' silah artık tam alnıma temas ediyordu. Soluklarım durdu, adımlarım durdu. Ama uyarım onu durdurmamıştı.
Gözleri bana bakıyordu. Ya da bana değil, içimdeki boşluğa, aramızda asılı kalan o görünmez uçuruma... bakışlarında bir sitem, bir öfke ve tarifi mümkün olmayan bir kabulleniş vardı. Kendi içindeki son noktayı çoktan koymuş birinin huzursuzluğu dinginliği...
''Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.'' Diye fısıldadım. ''Başladığın noktadan daha ileride olacaksın, cehennemin tam ortasında yani.'' Diye devam ettirdim sözlerimi. Amacım canını yanabileceği kadar yanmasını sağlayıp söndürmekti. Dibi görmeden buradan çıkması zordu.
Titreyen eli usulca yere indi. Burnuma temas ederek aşağı inen namlu gözlerimi kapatarak o bir saniyelik huzuru hissetmeme neden oldu.
O da benim gibi gözlerini kapatmıştı. Omuzları inip inip kalkıyor, sakinleşmeye çalışıyordu.
Sonra, bir anda, dünya tersine döndü. O küçücük hareketle, o bir anlık dokunuşla her şey değişti. O anın içinde sıkışıp kaldım. Silahın tetiğine dokunan parmak, bir sonbahar yaprağı gibi hafifti. Ve ardından, bir patlama... Belki de sadece zihnimde yankılanan bir ses, belki de hiç çıkmamış bir çığlık.
Beden, rüzgârın önünde boyun eğen vazosuz bir çiçek gibi hafifçe sallandı. Bir adım attı mı, yoksa sadece düşüşüne teslim mi oldu, bilmiyorum. Ama gözleri bir an gökyüzüne kaydı, yağmurun yüzünü okşayışına... ve sonra her şey durdu.
Çiçek soldu, vazonun da bir önemi kalmadı.
Bir yanılgının, binlerce yenilgiden daha keskin olduğunu gördüğünde eve dönmek isteyeceksin ama ev; kapı duvar olacak. Ve sen, bildiğin denizlerde yeniden boğulacaksın. Aşina yüzler el olacak ve yalnızlığı şah damarında hissedeceksin. Sonra geçecek.
Her şey geçer, bilirsiniz.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
5.77k Okunma |
885 Oy |
0 Takip |
16 Bölümlü Kitap |