57. Bölüm

54. Bölüm

Esra Nur Özer
esranurozer

             

                       

Sezen Aksu: Herkes Yaralı

Her şeye katlanabilirdim. Her acıya dayanabilir, hatta ölmeyi bile göze alabilirdim. Ama bebeğime bir şey olmasına dayanamazdım. Onu içimden almalarına dayanamazdım.

Meğer annelik bebeğinin ilk rahmine düştüğü an da başlıyormuş. İllaki anne olduğunu hissetmen için bebeğini dünyaya getirmene gerek yokmuş.

Gözlerim sürekli sarı pijamamı kırmızı renge boyayan kan lekesindeyken, ellerim karnımın üzerinde duruyordu. Durmadan ağlıyordum. Osman beni en yakın hastaneye zamanında yetiştirmişti ve bebeğime bir şey olmasına engel olmuştu.

Kendime geldiğimde Osman yanı başımda endişeli gözlerle bana bakıyordu. Aklıma gelen ilk şey bebeğim olduğu için elim direkt karnıma gitmiş ve bebeğim diye fısıldamıştım. Osman bebeğimin iyi olduğunu, doktorların bütün gerekli tenkitleri ve muayeneyi yaptığını söylemişti. Osman kısaca bana özet geçtikten sonra, benimle ilgilenen doktoru çağırmış, doktorda; korkulacak bir şey olmadığını, bazı anne adaylarının bu gibi kanamalar geçirmesinin normal olduğunu ve bu kanamaların bebeğin rahme yerleşirken gerçekleştiğini söyledi. Ama bu benim içimi yeterince rahatlatmadığı için kendi doktorum olan Özlem Hanımın da beni muayene etmesini istedim. Osman benim bu isteğimi geri çevirmeyerek Doktor Emre'yi arayıp Özlem Hanımı da alarak bulunduğumuz hastaneye gelmesini söylemişti.

Ben bütün bunları yaşarken, Melih'ten bir haber yoktu. Bir ara Osman'a "Melih'e haber verdin mi?" diye sorduğumda beni geçiştirmiş ve Tunç'a haber verdiğini söylemişti. Tunç hastaneye geldiğinde benden daha telaşlıydı ve sakinleşebilmesi zaman aldı.

Şimdi ise Tunç hastane girişinde Emre'yi ve Özlem Hanımı karşılamak için bekliyordu. Osman odada benimle birlikte duruyor, bana bir şey olma ihtimaline karşı atakta bekliyordu. Sürekli benden kaçırdığı gözleri sık sık karnımı buluyordu.

Ağlamaktan dolayı çatallaşan sesimle "Osman?" diye seslendim. Osman'ın bakışlarını karnımdan çekip yüzüme baktı. "Melih'le konuştun mu?"

Osman oturduğu yerde diklendi. Gözlüğünü düzeltti ve parmağının ucuyla başını kaşıdı. "Yenge sen abimi dert etme şimdi. Ben—"

"Konuştun mu?"

"Konuşamadım yenge." Sıkkın bir nefes verdi. "Yani Melih abinin telefonu kapalı. Aradım yoksa telefonu kapalı olduğu için ulaşamadım. O telefonunu açtığında bizi arar zaten."

Dur durak bilmeyen gözyaşlarım tekrar akmaya başladığında Osman oturduğu yerden kalktı. Baş ucumdan bir peçete alıp bana uzattı. "Ağlama artık yenge." Dedi.

Osman'ın uzattığı peçeteyi alıp gözyaşlarımı silerken kapı bir kez tıklatılıp açıldı. Önde Tunç, arkada Özlem Hanım ve Emre yan yana içeriye girdiler. Özlem Hanımla göz göze geldiğimizde, kendimi tutamadım ve boğazımdan bir hıçkırık kaçtı.

"Ahu Hanım..." Özlem Hanım birkaç büyük adımda yanına gelip yatağımın ucuna oturdu. Başında duran şal öylesine gelişi güzel bağlanmıştı ki, buraya nasıl aceleyle geldiğinin resmen kanıtıydı. "Ağlamayın lütfen..." elini karnımın üstünde duran elimin üstüne koydu. "Siz ağladıkça bebeğiniz bu durumdan etkileniyor."

Özlem Hanımdan duyduklarımla ardı ardına yutkunup burnumu çektim. Diğer elimi de karnımın üstüne koyarak, iki elimle karnımı okşadım. Başımı karnıma doğru eğdim. "Özür dilerim annecim. Bir daha ağlamayacağım yeter ki sen benden gitme."

"Ahu Hanım..."

"Kanamam oldu." Gözlerim hala izi duran kan lekesine takılınca. Özlem Hanımda benimle birlikte baktığım yere baktı. "Kanamam olmadan önce karnımın mı yoksa kasıklarımın mı ağrıdığını çözemediğim bir ağrım oldu. Sonra o ağrıyı bir tek kasıklarımda hissettim. Sanki ağrı sancıya dönüşmüştü ve çok şiddetliydi." Özlem Hanım pür dikkat beni dinliyordu. "Sonra da kanamam oldu."

"Baygınlıkta geçirdi." Diye araya girdi Osman. "Ben yengeyi baygın getirdim hastaneye."

Özlem Hanım "Büyük ihtimalle endişe ve sancıların şiddetine dayanamamanız baygınlık geçirmenize neden olmuştur." Elini Emre'ye doğru uzattı ve Emre'nin elindeki dosyayı aldı. "Ahu Hanım, sizin yanınıza gelmeden önce size müdahale eden doktorla konuştum. Dosyanıza da baktım. Endişelenecek bir şey yok. Hem bebeğiniz hem de siz iyisiniz. Geçirdiğiniz kanamanın nedeni doktorun da söylediği gibi yerleşme kanaması."

"Peki, ağrı hissetmesi?" diye sordu Tunç "Kardeşimin böyle baygınlık geçirecek kadar ağrı çekmesi normal mi?"

"Normal değil tabii ki de. Ama..."

"Ama..." diye dikkatle yüzüne baktım Özlem Hanımın.

"Ama bazı annelerde bu görülüyor. Çoğunlukla yerleşme kanamasında bu kadar çok kan gelmez. Çok nadirdir bu kadar yoğun kanama yaşayan anne adayları. Ahu Hanımda bu nadir annelerden." Gözlerini gözlerimin içine dikti ve kaşlarını çattı. "Ayrıca Ahu Hanım biz sizinle ne konuşmuştuk? Üzülmek yoktu. Stresten uzak durmanız gerekiyor. Gerçekten çok zayıf bir bünyeniz var ve bu maalesef bebeğinizi etkiliyor. Sizin yediğiniz, içtiğiniz, hareketleriniz ve en önemlisi hissettiğiniz her şeyi bebeğinizde hissediyor."

"Ben gerçekten nasıl olduğunu anlamadım? Saatler önce kaldıramayacağım bir durum yaşadım." Gözyaşlarım artık yanaklarımda şerit halinde iz bırakmıştı ve ne kadar ağlamak istemesem de sürekli yenisi akıyordu.

Özlem Hanım eliyle gözyaşlarımı sildi. "Ahu Hanım bebeğiniz için stresten ve üzüntüden uzak durmalısınız. Bazı hastalıkların ilaç tedavisi yoktur. Güzel şeyler yaşayın, hep mutlu olmaya çalışın ve bebeğinizde sizinle mutlu olsun."

Başımı salladım. Özlem Hanım bana gülümsedi. Oturduğu yerden kalkarak iki elini birbirine vurdu. "O zaman bebeğinizin o güçlü kalp atışlarını dinleyerek mutluluğa ilk adımı atalım mı?" göz kırptı "Ne dersiniz?"

Tunç ve Osman aynı an da "Olur deriz." Dediler ve benim dudaklarım kıvrıldı.

"Olur..." dedim.

Bu dünyada bıkmadan dinleyeceğim ve bana mutluluk veren tek ses bebeğimin kalp atışlarının sesiydi.

***

Yaklaşık on beş- yirmi dakika önce hastaneden çıkmış, Tunç'un evine gidiyorduk. Osman arabayı kullanıyor, Tunç hemen yanında oturuyordu. Ben ise arka koltukta ayaklarımı uzatarak oturmuştum.

Tunç az çok benim nasıl bu hale geldiğimi biliyordu. Osman ona üstün körü anlatmıştı. Tunç, annemin çoktan iyileştiğini ve numara yaptığını öğrendiğinde verdiği ilk tepki "Siktir lan! Sen de patronun gibi kafayı yemişsin." Olmuştu. Tıpkı benim gibi inanmakta güçlük çekmiş, bir süre şaşkınca Osman ve bana bakıp durmuştu. Osman'ın bakışlarından ne anladı bilmiyorum ama gözleri benim gözlerimle denk geldiğinde "Ahu..." diye fısıldamış, sonra da bana arkasını dönmüştü. Kendini toparlayana kadar olduğu yerde arkası bana dönük şekilde hareketsiz bekledi. Daha sonra önünü bana döndü ve her zaman yaptığı gibi sıcacık gülümseyerek "Benim eve gidiyoruz." Dedi ve ekledi. "Kocan gelene kadar benim evimde kalıyorsun güzelim."

Arabanın içinde var olan sessizlik Osman'ın konuşmasıyla yok oldu. "Hastane kayıtlarına Ahu yengenin tansiyonunun düşmesiyle alakalı tedavi gördüğü yazıyor değil mi?"

"Evet," dedi Tunç ve başını Osman'a çevirdi. "Elli kere sordun. Elli kere evet dedim. Bir daha bu soruyu sorma bana!"

"İşimi şansa bırakmıyorum ben. Melih abi yok. Başımızda bir maskeli adam saçmalığı var ve Ahu yengenin hamile olduğunu bilmemeleri gerekiyor. Adamlar zehir gibi tek bir açığımızda yengenin hamileliğini öğrenebilirler."

Tunç arkasını dönüp bana baktı ve eliyle Osman'ın omzunu erkekçe sıktı. "Tamam, lan sus şimdi bunlardan bahsetme sonra konuşuruz." Dedi.

Osman, ilk olarak göz ucuyla Tunç'a baktı. Daha sonra da benim varlığımın yeni farkına varmış gibi dikiz aynasından beni kontrol edip sessizce arabayı kullanmaya devam etti.

"Abi?" diye seslendim. Tunç koltuktaki bedenini bana doğru çevirdi. "Efendim güzelim."

"Melih'i aradınız mı?"

Osman'a bu soruyu sordukça Osman beni geçiştiriyordu. Ve ben de son çare olarak Tunç'a sormuştum. Tunç, gözlerimin içene ne diyeceğini bilemez gibi baktı. "Ahu, Melih'in telefonu kapalı, aradık ulaşamadık. Sanırım daha Kıbrıs'a yetişemedi."

"Saçmalama abi. Kaç saat oldu şimdiye çoktan Kıbrıs'a yetişmiştir." Başımı giren ağrıyı geçirmek için parmaklarımla alnımı ovdum. "Başına bir şey gelmiş olmasın?"

"Yok, artık sen de Ahu!" dalga geçer gibi güldü. "Melih'ten bahsediyoruz. Başına ne gelmiş olabilir Allah aşkına?"

Melih'in başına bir şey gelmesi ihtimali bile iki kaburgamın arasını sızlattı. Destek almak ister gibi sürekli elimle karnımı okşayıp duruyordum.

"Niye öyle söylüyorsun abi?" diye çıkıştım birden. "Melih'te insan. Böyle sanki o taştan, demirden yaratılmış gibi bahsetmenizden hiç hoşlanmıyorum. Elbette başına bir şey gelebilir." Ağlamalıydım. Kendimi tutmalı ve ağlamamalıydım. "Kocamla konuşmak istiyorum."

"Ahu abim." Dedi Tunç ve olabildiğince bedenini bana döndürdü. "Telefonu kapalı. Adama ulaşamıyoruz. Sen Melih'i bilmiyor musun? Vardır onun aklında bir şeyler. O istemeden biz ona nasıl ulaşalım." Kaşıyla arabayı kullanan Osman'ı işaret etti. "Bak Osman'da gayet rahat. Melih'in başına bir şey geldiğini düşünse sence bu kadar rahat durur mu?"

Gözlerim otomatikman Osman'a kaydı ve hiç telaşlı olmadığını gördüm. Tunç doğru söylüyordu. Melih'in başına bir şey gelse Osman bu kadar rahat davranmazdı. Sanırım benim iyice psikolojim bozulmuş, olur olmadık şeyler düşünüp duruyordum.

Tunç "Ahu gü-" daha cümlesini bitirmeden "Siktir" diye hırladı ve önünü dönüp koltuğa oturdu. "Oğlum sizin bu maskeli adamlarınız motor mu kullanıyor? Eğer motor kullanıyorlarsa şu arkada bizi takip edenler büyük ihtimalle maskeliler."

Osman dikiz aynasından arkasını kontrol ederken, ben arkamı dönüp baktım. Osman'da tıpkı Tunç gibi "Siktir!" diye tepki verdi.

Maskeliler bizi takip ediyordu ve Melih yoktu. Hamile olduğumu maskelilerden saklıyorduk. Ama olası bir ihtimal arabanın önünü keserlerse, pijamama bulaşmış kan lekesini göreceklerdi ve benim hamile olduğumu öğreneceklerdi. Korku bütün bedenimi sarıp beni yaprak misali titrettiğinde Osman ve Tunç aynı anda konuştu.

"Korkma Ahu."

"Korkma yenge."

Osman arabanın ne hızını arttırdı ne de düşürdü. Aynı hızla arabayı kullanmaya devam etti. Maskelilerde arkamızdan geliyordu, onlarında acele etmek gibi bir niyetleri yoktu. Osman bir eliyle direksiyonun hâkimiyetini kurarken, diğer eliyle cebinden telefonunu çıkarttı ve bir numarayı tuşlayıp aradı. Hopörlere verdiği telefondan telesekreterin "Aradığınız kişiye şu an da ulaşılamıyor. Lütfen sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakın." Diyen klasik konuşmasından sonra sinyal sesi gelmesiyle Osman konuştu.

"Çağlar abi maskeliler peşimizde, arabanın içinde Ahu yenge ve Tunç var. Biz şimdi Tunç'un evine gidiyoruz. Yenge abi gelene kadar orada kalacak. Çiftlik evinden Zehra ablayı da getirttik. Siz gelene kadar Zehra abla yengeye bakacak. Dördünüze de ulaşamıyorum. Ahu yengenin kanaması oldu hastaneye getirdik. Hastane kayıt işlemlerine tansiyon diye geçti. Hala maskeliler yengenin hamile olduğunu bilmiyor ama arabanın önünü keserlerse yengenin hamile olduğunu öğrenmeleri kaçınılmaz. Ben bunları sana söylüyorum sen de telefonunu açtığında Melih abiye söylersin." Dedi ve telefonu kapattı.

"Bu neydi şimdi?" diye sordu Tunç.

"Haber verdim."

Tunç sinirle güldü. "Ulan şöyle rahat rahat bana cevap verme! Başınızda bir maskeli belası varken o Melih niye gitti Kıbrıs'a?"

Osman gözlerini yoldan ayırmadan "Derdin kavga etmek mi senin? Eğer öyleyse şimdi hiç sırası değil. Malum arabanın içinde yenge var ve maskeliler tarafından takip ediliyoruz." dedi.

Tunç kollarını göğsünde birleştirip yan bir şekilde Osman'a döndü. "Çok merak ediyorum. Biz Ahu'nun hamile olduğunu ne zamana kadar saklayacağız? Hayır, yani sonuçta her ay bu kızın karnı şişecek ve saklanamayacak duruma gelecek. O zaman ne yapacağız?"

Osman, Tunç'a cevap vermedi. Tunç da zaten sorduğu sorunun cevabını duymak istemedi.

Maskelilerin düşman mı yoksa dost mu olduğunu daha tam anlamıyla çözemedikleri için kendilerince böyle bir çözüm bulmuşlardı. Maskeliler Melih'i her koşulda koruyorlardı ama unutmamamız gereken bir şey de vardı ki yine aynı maskeliler benden ölesiye nefret ediyorlardı. Bu yüzden Melih hamileliğim bir süre gizli kalsın istiyordu. Tabii ben de Melih gibi düşünüyordum.

Araba birkaç dakikanın sonunda Tunç'un oturduğu evin önünde durunca, az ileride aramızdaki mesafeyi koruyarak maskeliler de durdu. İlk olarak Tunç arabadan indi ve arka kapıyı açıp ayaklarımı koltuğun üzerinden indirmeme yardımcı oldu. Bu sırada Osman'da araban indi ve yanımıza geldi. Tunç beni kucağına alırken, ellerimle kan lekesi olan yerleri kapatmaya çalıştım. Osman'da bedenini bedenime siper ederek Maskelilerin kan lekesini görmesini engelledi. Tunç hızlı adımlarla bahçe kapısından içeriye girdiğinde dış kapının önünde Zehra abla'nın beklediğini gördük.

Tunç, Zehra ablanın yanına ilerlediğinde, Zehra abla donmuş vaziyette bana bakıyordu. Yüzünde ki ifadenin şaşkınlık mı yoksa hüzün mü olduğunu çözemedim. Sadece bana öyle içten bakıyordu. Tunç beni yere indirmek yerine, Osman'a hitaben konuştu. "Evin anahtarı cebimde." Osman, Tunç'un cebinden çıkarttığı anahtarla evin kapısını açtı. İçeriye tek tek girdiğimizde Tunç direkt üst kata çıktı ve beni eskiden Füsun Hanımın kaldığı odaya çıkarttı. Beni pembe örtülü yatağa yatırdığında, saçlarımın üzerine bir öpücük kondurdu.

"Zehra abla duş almana yardımcı olsun. Sonra da güzelce uyu dinlen güzelim."

Tamam der gibi başımı salladım. Tunç bir kez daha saçlarımdan öpüp odadan çıktı. Zehra abla Tunç'un odadan çıkmasıyla kapı girişinde durmayı bırakarak yanıma doğru adımladı. Gözleri benim gözlerim ve kan lekesi olan üzerimde gidip geldi. En son benim gözlerimde duran gözleri doldu.

"Yıkayayım mı seni?"

"Yıka..."

***

Sıcak su, başımdan aşağıya süzülüyordu. Zehra abla, ne duşla ne de küvetle beni yıkıyordu. Tıpkı çocukken annemin beni yıkadığı gibi yıkıyordu. Bir leğenin içine ılıştırdığı suyla beni yıkıyordu. Başımdan aşağıya döktüğü her bir tas suyla saçlarımı okşuyordu.

"Zehra abla..."

"Kuzum..." dedi Zehra abla "Kızlar annelerinin kaderini yaşarmış derler." Sesli bir iç çekiş bıraktı. "Anneni de böyle yıkamışlığım var."

"Nasıl..?"

"Aynı böyle... Karnında bebeğiyle yıkamışlığım var."

Afalladım. Duraksadım.

"Annenin de tıpkı seninkiler gibi uzun saçları vardı. O saçlara âşık olan da bir adam vardı."

Zehra abla, sanki ben ona soru sormamışım gibi durmadan başımdan aşağıya suyu döktü. Banyoda duyulan tek ses, suyun fayansa çarpan sesiydi. Tabii bir de ara ara Zehra ablanın iç çekiş sesi de duyuluyordu.

Zehra abla bedenime bir havlu sarıp beni banyodan çıkarttı ve Füsun Hanımın odasına götürdü. Füsun Hanımın hiç kıyafeti olmadığı için Tunç'un kıyafetlerinden giydirdi bana ve yatağın üstüne oturarak saçlarımı taramaya başladı.

Zehra abla bugün öyle değişik, öyle farklı davranıyordu ki ne olduğunu çözemiyordum. Sanki bir o kadar şeffaf bir o kadar da kendi dışında biri gibiydi. Tuhaftı, hem de çok tuhaf.

"Annemi ne zamandan beri tanıyorsun Zehra abla?"

Zehra ablanın saçımı tarayan eli durdu. "Fikret'in hayatına girdiği günden beri tanıyorum." Saçlarımı taramaya devam etti. "Fikret'in benden gittiği günden beri tanıyorum."

"Ne..?" kocaman açılan gözlerim Zehra ablanın buğulu gözlerini buldu. "Sen ve Fikret Yıldırım..." sorumun devamını getiremedim. Zehra ablanın dudak kıvrımları kıvrıldı. "Sana geçmişten bir hikâye anlatayım mı Ahu?" sanki çok önemli bir iş yapıyormuş gibi saçlarımı taramaya devam etti. "İkimizin arasında kalacak çok eski, geçmişten bir hikâye..."

Sessiz kalmamı olumlu cevap olarak algılayan Zehra abla derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.

"Bir adam varmış, yürüyünce yeri titreten. Bir bakışıyla bir sürü insana korku salan. Hiç gülmeyen hep sert ve çatık kaşlı olan bir adam... Bir de kadın varmış, sırf adam onunla konuşsun diye elma reçeli yapmayı öğrenen. Adam için süslenen, adam için sevdiği şeylerden vazgeçen bir kadın..."

Zehra ablanın gözlerinden akan yaşlar, kurumuş dudaklarında son buluyordu.

"Adam o kadına hiç gülmedi. Kadın adam gülsün diye çabalamaya devam etti. Adam eline sağlık kelimesinden başka bir kelime etmedi. Kadın bir bu kelimeye bir sürü manalar yükledi. Adam ona eline sağlık diyor diye durmadan, hiç bıkmadan elma reçeli yapıyordu."

"Zehra abla..." dedim ve saçımı tarayan elinin üstüne elimi koydum. Zehra abla elimi elinin üstünden çekip saçlarımı taramaya devam etti.

"O adam Fikret'ti Ahu. Kadın da ben..."

Ağzım bir balık gibi açıldı. Ne diyeceğimi bilemedim öylece kaldım.

"Yıllarca Fikret beni sevsin diye bekledim. Beni görsün, kalbi benim kalbimi fark etsin diye yıllarca bekledim. Olmadı ama Fikret beni fark etmeyi bırak görmedi bile. Ben onun için Hüseyin abisinin kızıydım hepsi bu. Çok ağladım, çok kahroldum ama yine de ona elma reçeli yapmaktan vazgeçmedim. Çünkü bir tek o zaman benim farkıma varıyor, benimle konuşuyordu."

Gözünden akan yaşların haddi hesabı yoktu. Bir damla yaş düşmeden diğeri peşinden geliyordu. İçini döktüğü gibi gözyaşını da döküyordu.

"Babamla tanıştırmak için bir gün çiftliğe anneni de alıp geldi. İlk anneni o gün tanıdım. Fikret'ten de ilk darbemi o zaman yedim. İlk o zaman Fikret'in uzun uzun konuştuğuna şahit oldum. İlk o zaman Fikret'in güldüğünü gördüm. Bunların hepsini annen yanındayken yapıyordu. Bir tek annene, bir tek annen varken böyleydi. Her fırsatta annenin saçlarını okşuyordu. İşte ilk o zaman anladım Fikret asla benim saçlarımı okşamayacaktı."

Bir söz insanı ne kadar çok yaralarsa Zehra ablanın bu sözleri beni o kadar yaraladı. Sevdiği adamın asla saçlarını okşamayacağını kabullenişi beni üzdü.

"Annene kızmıyorum. O zaman da kızmamıştım şimdi de kızmıyorum. Ben anneni anlamaya çalıştım. Hatta belki sana tuhaf gelecek ama ben çoğu zaman annene minnet duydum. Sevdiğim adamın yüzündeki gülümsemeye sebep oluyor diye annene hayran kaldım."

"Fikret Yıldırım..." dedim titreyen sesimin düzelmesi için bir nefes aldım. "Sana yar olmamış ama anneme de olmamış Zehra abla."

Yavaş yavaş başını salladı. "Evet, bana yar olmadı ama annene yara oldu Ahu."

Ne demekti bu şimdi kaşlarım istem dışı çatıldı. "Anlamadım."

Zehra abla saçlarımı taramayı bırakıp karşıma oturdu ve gözlerimin içine baktı.

"Annen Fikret'in kötü bir adam olduğunu bilmiyordu. Ben de bilmiyordum. Babamla konuşurlarken şahit olmuştum. Canan'ın da bilmediğinden bahsediyorlardı. O an dünyam başıma yıkıldı. İnsan kalbine söz geçiremiyormuş Ahu. Ama ben ne kadar Fikret'i sevsem de annene Fikret'in kötü bir adam olduğunu söyleyecektim. Fikret'in Canan'ı çiftliğe getirmesini bekledim."

Sanki o günlere gitmiş gibi derin bir iç çekti ve sol gözünden bir damla yaş yanaklarına doğru süzüldü.

"Fikret, Canan'ı aylar sonra çiftliğe getirdiğinde, Canan eskisi gibi değildi. Ne gözleri eskisi gibi bakıyor, ne yüzü eskisi gibi gülüyordu. Onu bir köşeye çekip Fikret'in kötü bir adam olduğunu söylediğimde, hıçkıra hıçkıra ağladı. Meğer o da Fikret'in gerçek yüzüyle karşılaşmış."

Zehra ablanın anlattığı hikâyede geçmişin acı yüzü vardı. Annemin yaşadıkları, yıllarca bunları yaşamamış gibi gizlediği gerçekler vardı.

"Bir adamı ölümüne sevmek akıl işi değildi Ahu. Ben vazgeçtim. Sevdim ama vazgeçtim. Önce saçlarımı kimse dokunmasın diye örttüm. Sonra Fikret'ten vazgeçtim. Cayır cayır yandım ama sonra kendiliğimden söndüm. Ama annen onunla yanmayı seçti."

Zehra abla bir eliyle kendi gözyaşını sildi. Diğer eliyle de benim gözyaşımı sildi. "Sevda birlikte yanmak değil, birlikte sönmekti. Sevda acıtan değil, yarayı saran olmalıydı. Fikret, yakardı, yıkardı, çok ağlatır. Acıta acıta severdi."

Zehra ablanın sesindeki rengin değiştiğini hissettim.

"Sevda eşit değildi. Adam ateş, kadın buzdu. Bir taraf hep daha çok seven oldu. Ateş, tek başına buzu yaktı. Buz ise ateşi söndürmek yerine onunla yanmayı kabul etti. Bencilceydi. Bu sevda uğruna yapılabilecek en bencilce seçimdi. Yan yana birlikte olabilirlerdi. Yana yana birlikte yok olmak bencilceydi."

Uzunca gözlerimin içine baktı ve iki eliyle yüzümü kavradı. "Sen şimdi diyeceksin ki Zehra abla bana niye bunları anlatıyorsun?" alt dudağımı ısırarak başımı evet der gibi salladım.

"Tıpkı sizin gibi Ahu... Melih ve sen gibi... Melih dayısı gibi ateş, sen de annen gibi buzsun. Belki sonunuzu onlar gibi değil ama hikâyeniz aynı. Bir gün biriniz bu savaşta yorulacaksınız ve birbirinize yenileceksiniz. Ya Melih seni yakacak, ya sen Melih'i söndüreceksin."

"Biz öyle değiliz." Yüksek sesle çıkıştım. "Ben Melih'i seviyorum. Melih'te beni seviyor. Biz birbirimize zarar verecek hiçbir şey yapmayız."

"Ben kendi gözlerimle gördüm." Dedi Zehra abla ve ekledi. "Sizde de sevda eşit değil. Evet, çok seviyorsunuz ama sevdanız eşit değil."

"Zehra abla—" sözümü bıçak gibi kesti.

"Ahu, ben seni üzmek için söylemiyorum bunları. Sadece görmezden gelme diye söylüyorum. Kanamana sebep olan şeyin ne olduğunu da biliyorum. Annenin iyileştiğini kaldıramadığın için kanama geçirdin. Ama şimdi eve gitsen ve annenle karşı karşıya gelsen, bırak Melih'in yaşadıklarını kendi yaşadıklarını bile hiçe sayarsın ve anneni affedersin."

Dondum kaldım.

"Oysa Melih, yıllarca seni sevdiğinin farkına varmadan seni korudu. Annesinin delirmesine rağmen, seni korumaya devam etti. Senin için can aldı. Şimdi annesi her şeyi öğrense, bunca şeye rağmen senin yanında olur. Melih öyle seviyor seni. Ölümüne seviyor seni. Sizin sevdanızda eşit değil."

Boğazımdan kopan hıçkırıkla "Ben de seviyorum Melih'i" dedim. "Sevdiğimi kanıtlamak için can almam mı lazım. Ben de çok seviyorum Melih'i. Her şeyden çok seviyorum." Ağlamalarım şiddetlendi. "Hepiniz bana cephe almışsınız. Hepiniz anneme tepki göstermemi bekliyorsunuz. Sanki ben anneme tepki gösterince Melih'i ne kadar çok sevdiğimi mi göstermiş olacağım."

"Seviyorum..." dedim haykırır gibi "Annemi de seviyorum, Melih'i de seviyorum. Evet, ben ikisi arasında tercih yapamam ama sevdiğimi kanıtlamak için tercih yapmama gerek yok. Ben ne Melih'ten vazgeçerim ne de annemden."

Zehra abla "Ahu..." dedi telaşla oturduğu yerden kalkarak beni sarmaya çalıştı. İzin vermeyerek geriye doğru gittim. "İstemiyorum." Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. "Gelme istemiyorum. Ben sadece Melih'i istiyorum. Melih gelsin, bir tek o gelsin." Bacaklarımı karnıma çektim. "Melih'i istiyorum." Diyerek şiddetle ağlamaya devam ettim.

Benim nazım da niyazım da bir tek Melih'eydi ve Melih yanıma gelmeliydi.

Ben hıçkıra hıçkıra ağlarken, Zehra abla donmuş bir vaziyette bana bakıyordu. Ben kimsenin geçmiş hikâyesini dinlemek istemiyordum. Kimseyle kıyaslanmak istemiyor, kimsenin kaderini yaşamak istemiyordum. Ben tercihte yapmak istemiyordum. İnsanlar neden bunu anlamıyorlardı. Benim onları oldukları gibi kabul etmemi istiyorlardı ama onlar beni olduğum gibi kabul etmiyorlardı.

Beni Melih'ten başka kimse anlamıyor, kimse sevmiyordu.

Ben kendimi kaybetmiş bir şekilde ağlarken, kapı çalınmadan hızla açıldı ve Osman elinde teflonla içeriye girdi. "Yenge Melih abim telefonda." Derken sonlara doğru sesi kısık çıkmıştı. Çattığı kaşlarıyla bana doğru yaklaştı. "Neden ağlıyorsun yenge?" diye sordu.

Osman'ın sorusunu yanıtsız bırakıp elindeki telefonu uzanıp aldım ve kulağıma koyar koymaz. "Melih..." dedim ağlayarak.

"Yavrum... İyi misiniz?"

"Nerdesin Melih?" elimi karnıma koydum. "Biz seni bekliyoruz."

"Ağlama!" dedi dişlerini sıkarak konuşuyordu. "Sizi almaya geliyorum. Ağlama..!"

Elimle gözyaşlarımı sildim. İç çekerek "Tamam, çabuk gel Tunç abimin evindeyim."

"Yirmi dakikaya yanındayım." Öfkesini telefonun ucundan bile hissediyordum. "Ağlamadan bekle beni!"

Son sözleri bu oldu ve telefonu kapattım. Osman, niye ağladığımı sorgular gibi baktığında, elimdeki telefonu ona uzattım. Telefonu alırken "Yenge sen neden ağlıyorsun? Ağrın falan mı var?" diye sorduğunda bakışlarım Zehra ablayı buldu. Osman'da Zehra ablaya baktı. Sonra başını iki yana salladı.

"Zehra abla..." dedi sitemle ve ekledi. "Ahu yengeyi sakinleştir diye seni buraya getirdik. Sen sakinleştireceğine daha da ağlatmışsın yengeyi."

Zehra abla kendini savunmak için ağzını araladığında Osman "Her neyse" diyerek onu susturdu. "En iyisi seni eve bırakması için ben bir taksi çağırayım."

Zehra abla "Tamam" dedi ve bana dönerek gözlerimin içine baktı. "Seni bu denli üzeceğimi tahmin edemedim. Kusura bakma Ahu."

Hep böyle yapıyorlardı. Beni üzüyorlar, canımı acıtıyorlar, sonra da kusura bakma diyorlardı. Ben kusura bakmayınca da sen hep affeden sesini çıkartmayan birisin diyorlardı. Ben ne yapsam olmuyordu. Kusura baksam da suçluydum, kusura bakmasam da suçluydum.

***

Evin kapısının hem zili çalınıyor, hem de kırılırcasına yumruklanıyordu. Kesin bunu yapan Melih'ti. Tunç ve Osman kapıyı açmak için aşağıya indiklerinde bende yataktan kalktım. Daha bulunduğum odanın kapısını açmaya kalmadan Melih'in gür sesi evin içinde yankılandı.

"Oymağınızı siktiklerim karım nerede lan?(!)"

"Abi—" diye konuşmaya çalışan Osman'ı "Kes tatava yapmayı lan. Karımı sana emanet ediyorum daha sabah olmadan başına gelmeyen kalmıyor."

"Abi yengenin kanaması—"

"Bak kanama deyip durma seni şurada ölümüne sikerim."

"Sakin mi olsan biraz Melih." Diye araya girdi Tunç.

"Sana mı soracağım lan? Sen zaten benim karımı gece niye evine getiriyorsun amına koyduğum."

Tunç' ta Melih gibi bağırarak karşılık verdi. "Ne yapsaydım? Kardeşim annesinin iyileştiğini öğrendiği için neredeyse bebeğini kaybediyordu. Kocası da yanında olmayı bırak telefonlarını bile açmaya tenezzül etmiyordu. Buna rağmen kardeşimi yalnız başına o eve mi gönderseydim?"

Konuşmalar git gide yükseldiğinde, kapıyı açıp odadan çıktım. Merdivenleri indiğimde Melih, Tunç'un yakasına yapışmıştı.

"Senin o ses tellerini sikerim oğlum. Benim asabımı bozma!"

Tunç "Sik lan!" diye çıkıştı. Melih tam Tunç'a karşılık verecekken, beni fark etmesi için "Melih" diye seslendim. Üçünün de bakışları beni bulduğunda, benim gözlerim Melih'in sol kaşının üstündeki yara izin de takılı kaldı.

"Ahu..." Melih birkaç büyük adımda yanıma gelip beni kolları arasına aldı. "İyi misin kurban olduğum?" kollarını benden ayırıp gözleriyle vücudumu süzdü. "Aklım çıktı. Bir şey söyle iyi misiniz?" elini karnımın üstüne koydu. Gözleri endişeyle gözlerimi talan ediyordu.

"İyiyiz" dedim "Ben de bebeğimiz de iyi." Elim yaralı kaşını buldu. "Bu ne zaman oldu?"

Kaşının üstünde duran elimi alıp avuç içimi öptü. "Önemli bir şey değil." Bir kez daha avuç içimi öptü. "Evimize gidelim mi?"

"Gidelim ama..."

"Ama ne Ahu?"

"Annem" yutkundum. "Annem iyileşmiş ve bunu benden saklamış. Bunu senin bildiğini ama bana söylemediğini de biliyorum."

"Evet," dedi gözlerini gözlerimden kaçırmadan. "Annenin iyileştiğini biliyordum Ahu. Evet, bunu da sana söylemedim. Çünkü sen annenle olan hiç bir şeye kendi gözlerinle görmeden inanmıyorsun. Ben de akışına bıraktım." Sinirle güldü. "Annen de maşallah ayaklanmak için benim evden gitmemi bekliyormuş."

Melih'in yaptığı imayla ağlamaya başladığımda, Tunç "Melih" diye ikaz etti. Melih gözlerini kapattı ve başını sabır diler gibi iki yana salladı. "Çenemin yayını sikeyim. Şişt tamam ağlama."

Burnumu sesli bir şekilde çektim. "Hadi gidiyoruz." Derken gözleri bir kez daha üzerimi süzdü ve "Ayakkabıların da yok değil mi?"

"Ihıh yok." Dedim.

Melih tek kelime etmeden beni kucağına aldı. Dış kapının yanına gelince "Kapıyı aç." Dedi sertçe. Osman kapıyı açtı. Melih dışarıya çıkmadan önce yan bir şekilde Osman'a baktı ve "Seninle sonra görüşeceğiz Osman." Dedi.

Osman "Eyvallah abi başım üstüne." Diye yanıt verdi.

Melih ağzının içinde homurdana homurdana arabanın yanına taşıdı beni. Arabayı açıp içine beni oturttuktan sonra kendisi de şoför koltuğuna oturdu ve seri bir şekilde arabayı çalıştırdı.

Anlamadığım bir şekilde sinirliydi ve bu siniri boşunaydı. Sonuçta beni evde yalnız bırakan kendisiydi. Böylelikle sinirlenmesi gereken tek kişi kendisinden başkası değildi. Melih'in bu yaptığına, hem suçlu hem güçlü denirdi.

Bir eliyle direksiyonu tuttu. Diğer elini de karnımın üstüne koyup hafifçe okşadı. "Senin bu annen beni deli ediyor. Sen doğmadan ben kafayı yersem bunun tek suçlusu annen bebeğim."

"Ben ne yaptım şimdi?"

"Daha ne yapacaksın yavrum? Kendine dikkat etmiyorsun. Kendine dikkat etmediğin yetmiyormuş gibi içinde taşıdığın bebeğimizede dikkat etmiyorsun!"

"Bu senin suçun!" diye çıkıştım. "Ne diye beni evde yalnız bırakıyorsun? İşine gelince her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünürsün. Bunu da düşünseydin."

"Bak bak laflara bak. Her şeyin suçlusu ben mi oldum şimdi?"

"Aynen" dedim başımı sallayarak "Sensin. Her şeyin suçlusu sensin."

"Saçmalama kızım be—" tam bu esnada yanımızdan gecen araç kornaya bastı ve Melih camı açıp başını dışarıya çıkarttı. "Senin kornanı sikeyim oruspu çocuğu! O korna senin götüne girsin. Ulan gecenin bir yarısı bu acelen niye pezevenk." Melih ve klasik trafikteki küfürleri, Melih küfür etmeye devam ederken, gözlerimi kapatıp başımı koltuğa yasladım.

Gözlerim kapalı, Melih'in küfürleri eşliğinde arabada giderken, birden bir şey oldu ve gözlerimin önüne kocaman bir bardak dolusu şalgam suyu geldi. Sadece şalgam suyu gelse iyi burnuma kokusu ve ağzımın içine o acılı ekşili tadı geldi. Dilimi dudağımın üstünde gezdirip gözlerimi açtım. "Melih" dedim.

"Hıh" diye bir karşılık aldım.

"Şalgam suyu içmek istiyorum."

"Ne istiyorsun ne?"

"Şalgam suyu içmek istiyorum." Dilimi dudaklarımın üstünde gezdirip büyükçe yutkundum. "Hani şu seyyar satıcıların sattıkları var ya işte onların şalgam suyunu içmek istiyorum. İçinde havuç olanlardan, markette satılandan istemiyorum."

Melih bana sanki uzaylı görmüş gibi bakıyordu ve dudaklarını aralıyor, sonra geri kapatıyordu. En sonunda konuşmaya karar vererek "Sen aşeriyor musun?" diye sordu.

"Sanırım," dedim ve ekledim. "Ne olduğunu bilmiyorum ama eğer ben şalgam suyu içmezsem ölecekmişim gibi hissediyorum."

Melih güçlü bir kahkaha attı. Elini yüzüme uzatıp parmağının tersiyle yanağımı okşadı. "Gidelim de size şalgam suyu bulalım küçük hanım."

"Evet" dedim ellerimi çırparak. Melih gülümseyerek arabayı kullanmaya devam etti.

Bir saat süren bir arayışın ardından sonunda şalgam satan bir seyyar satıcı bulmuştuk ve Melih koca bir bardak dolusu şalgam suyuyla yanıma doğru geliyordu. Benim tarafımda olan cama yaklaştı Melih ve elindeki şalgam suyunu bana uzattı. Bardağı elime alır almaz önce şalgam suyunun kokusunu içime çektim. Daha sonra nefes bile almadan bardağı başıma diktim. Bütün ağzımın içine ve damağıma yayılan o acılı ekşili tat anlatılamayacak kadar muazzamdı.

"Çok güzeldi." Bardağı Melih'e uzattım. "Bir tane daha istiyorum. İçine havuçta koysun."

Melih tek kaşını havaya kaldırarak bana baktı. "Midene zarar etmesin güzelim."

"Bir şey olmaz. Bir tane daha içmek istiyorum." Melih başını tamam der gibi sallayıp arkasını döndüğünde başımı camadan dışarıya uzattım. "Birkaç şişe şalgam suyu al evde de içerim Melih." Dedim. Melih bana cevap vermeyi bırak arkasına bile bakmadı. Direkt şalgam suyu satan satıcıya doğru ilerledi.

O satıcıdan şalgam suyunu alırken ben de elimi karnıma koyup okşadım. "Bebeğim, senin baban harika bir adam. Bak bizim için gecenin bir yarısı şalgam suyu arayıp buldu." arabanın kapısı açıldı ve Melih elinde ki şalgam suyunu bana uzattı. Ben şalgam suyunu aldığımda o da diğer elinde tuttuğu şalgam şişesini arka koltuğa attı.

Sürücü koltuğuna oturdu ve ben şalgam suyuyla aşk yaşarken, o arabayı çalıştırdı.

***

Eve geldiğimizde saat nerdeyse sabaha karşı dördü gösteriyordu. Melih direkt beni yatak odamıza çıkartmış ve kendisiyle birlikte banyoya geçirmişti. Birlikte aldığımız kısa duşun ardından Melih, özenle saçlarımı kurulamış ve beni giydirmişti. Yatağa geçtiğimizde ise bir süre karnımı sevmiş, bebeğimizle konuşmuştu. Melih bebeğimizle konuşurken uyuya kalmıştım.

Sabah kalktığımda Melih yanımda yoktu. Ben ise Melih'ten önce aklımı kurcalayan tek şey annem olduğu için yataktan kalkar kalkmaz adımlarımı annemin odasına doğru attım. Bütün cesaretimi toplayıp kapıyı bir kez tıklatıp içeriye girdim.

Annem yatağında öylece oturuyordu beni görmesiyle, ayağa kalktı ve ben annem tarafından kandırılmanın acı gerçeğiyle bir kez daha karşılaştım.

Gözümden akan yaş yanağımdan titreyen çeneme doğru süzüldüğünde "Bunu bana neden yaptın anne?" diye sordum.

"Ahu, güzel kızım..."

İnanamıyormuş gibi başımı iki yana salladım. Karnımda ki bebeğimden destek almak ister gibi elimi karnımın üstüne koydum. Annemin bakışları elimi takip edip karnımda durdu. "O iyi mi?" ardı ardına yutkundu. "Bebeğin iyi mi kızım?"

Başımı olumlu anlamda saldım ve hemen akabinde annem "Çok şükür" diye mırıldandı.

"Çok korktum." Bir kalkan misali elim karnımın üstünde duruyordu. "Öyle çok korktum ki... Ölüyorum sandım. Bebeğime bir şey olacak diye aklımı yitirecektim."

Annem öylece ayakta durmuş bana bakıyordu. Tek yaptığı ise ağlamaktı. Durmadan ağlamak...

"Sen nasıl dayandın? Ben sen yokken burada üç yıl boyunca neler çektim. Sen bunu bile bile nasıl dayandın? Her şeyi geçtim." Gözümden akan yaşlar görüş alanımı kısıtlıyordu. "Gözünün önünde onca çektiğim acıya nasıl dayandın da sessiz kaldın?"

"Kızım..."

Bu kelimeyi duymak için nelere boyun eğmiş, neleri yutmak zorunda kalmıştım. Şimdi annemin bana böyle seslenişi beni mutlu etmeye yetmiyordu. Öyle çok kandırılmış, öyle çok kırılmıştım ki, mutlu olmaya takatim kalmamıştı. Annem "Kızım" diye bana doğru adım attığında, geriye gittim. Ağlamak benden çok bebeğime zarar verdiği için hızla gözyaşlarımı sildim ve boğazımdaki yumru gitsin diye yutkundum.

"Neden beni kandırdın anne?"

Sustu... Gözlerini gözlerimin içine dikti ve meydan okur gibi sustu. Sonra aramızdaki sessizlik onu rahatsız etmiş olacak ki dudaklarını aralayıp "Senin için en iyisi buydu. Böyle olması gerekiyordu." Dedi.

Annem ben çocukken de benim istediğim cevapları bana vermez, kendi istediği gibi konuşur, kendi istediği gibi cevaplardı beni. Onun ağzından asla kendi isteği dışında bir cümle duyamazdım. Yıllarca bana baba diye gösterdiği adamın bile göz renginin benimle aynı renk olduğu savunup durdu. Meğerse onun savunduğu gerçekmiş de kandırılan benmişim. Annem bana yalan söylerken, gerçeklerden de bahsetmiş, bahsettiği gerçekleri kendi başıma çözmemi beklemişti. Unuttuğu ve gözden kaçırdığı bir şey vardı. Onun yalanı, benim tek gerçeğimdi ve ben annemin yalan söyleyeceğine dair asla şüphe etmezdim.

"Babam..." duraksadım. Annemin yaşlı gözleri korkuyla titredi. "Benim gerçek babam kim?"

"Senin baban öldü Ahu." sanki onu biri duyacakmış gibi fısıldadı. "Yıllar önce öldü."

"Anne—" sözümü bıçak gibi kesti.

"Yok öldü. Onun hakkında konuşma kızım. O, öldü." Gözünden akan yaş titreyen dudaklarında durdu. Annem elini ağzına kapatıp başını hızla iki yana salladı.

"Öldü o... Çoktan öldü. Sen yaşadın o öldü."

Annem hızla bana doğru yaklaşıp, aceleci bir tavırla etrafta gözlerini gezdirdi. "Bahsetme Ahu. Babanın kim olduğunu sorgulama. Bırak herkes seni Cevdet'in kızı olarak bilsin. Gerçek babanı öğrenmen senin için iyi olmaz." Elleriyle yüzüme kavradı ve alnını alnıma dayadı. "Kızım, baban öldü."

Annemin gözleri korkuyla bakıyor, sesi titriyordu. "Birileri bizi duyabilir. Senin Cevdet'in kızı olmadığını anlayabilir. Onun adamları senden haberdar olursa seni öldürür Ahu. Susmalısın. Bu konuyla alakalı konuşmamalısın."

Annemin ellerini yüzümden çekerek bir adım geriye gittim. "Senin gibi mi susmalıyım anne?"

"Ahu..." Dedi annem tükenmiş bir sesle. "Yapma böyle kızım."

Anneme cevap verecekken kapı çaldı ve Sevgi Hanım elinde çalan telefonumla içeriye girdi. "Ahu Hanım telefonunuz çal-- Tövbe Bismillah. Ay ben mi yanlış görüyorum yoksa Canan Hanım ayaklanmış mı?" Eliyle gözlerini ovalayıp tekrar annene baktı. "Aman yarabbim Canan Hanım ayaklanmış..!"

Sevgi Hanım annemi böyle görmenin etkisinden çıkmaya çalışırken, telefonumda ki çağrı sonlandı ve tekrar çalmaya başladı. Sevgi Hanımın yanına ilerleyip elindeki telefonu aldım ve kimin aradığına baktım. Ekranda gördüğüm özel numara çağrısıyla şaşırdım. Bu sırada çağrı bir kez daha sonlandı ve hemen ardından tekrar çalmaya başladı. Tedirginlikle çağrıyı yanıtlayıp telefonu kulağıma koydum.

Ne telefonun ucundaki kişi konuşuyordu ne de ben konuşuyordum. Bir dakikayı aşkın bir süre sessizce bekledik. Daha sonra ben dayanamayıp "Kimsiniz?" Diye sormamla karşı taraftan derin bir nefes sesi geldi ve hemen arkasından boğuk bir sesle konuştu.

"Aynaya her baktığımda, kendi gözlerimde senin gözlerini görüyorum. Senden nefret ediyorum ama adını da nefesim kesilene kadar haykırmak istiyorum Ahu."

"Kimsiniz?" Diye bir kez daha sordum. Annem yanına adımlayıp dibimde durdu.

"Kim olduğumu annene sor. Konuşabilirse belki benim kim olduğumu sana söyler."

Annemle göz göze geldiğimiz de annem dizlerinin üzerine çöktü. İki eliyle ağzını kapattı ve çığlığını eliyle örterek haykırdı. Sesi zar zor duyulmasına rağmen ben ne dediğini çok net anladım.

"Fikret..."

BÖLÜM SONU

Oy vermeyi unutmayın. Eğer oy vermediyseniz vermeden geçmeyin canlarım.😘

Duyurular için beni buradan takip edebilirsiniz. ♥️

Sizi seviyorum. Sağlıcakla kalın ♥️❤️

Bölüm : 28.09.2024 11:14 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...