33. Bölüm
Esma Tonguc / 17 EYLÜL / 32. SENELER ÖNCE EYLÜL

32. SENELER ÖNCE EYLÜL

Esma Tonguc
esmatonguc

 

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.

ON YEDİ EYLÜL (II)

32. BÖLÜM: “SENELER ÖNCE EYLÜL”

⚖️

“Adaleti yıkın ve nasıl tekrardan inşa olacağını izleyin.”

17 EYLÜL 1998, İZMİT SEKA

Sude İnal’ın gözleri, az önce kurumun aşçısı ile beraber nahoş bir sohbete giren kocasının üstündeydi. Birkaç dakika önce eşini resmen o aşçı kadın ile beraber görmüştü hem de dip dibe. Zaten bundan bir iki ay önce aşçı kadınla sohbet ederken şişen karnını işaret edip ona hamile olup olmadığını sormuştu, aşçı kadın da geçiştirmişti.

Sude İnal, aldatıldığını düşünüyordu ve kocasının kız kardeşi Ülkü Çakmak’a tüm olanları anlatmak üzereydi.

“Gel,” diyerek ayağa kalktı Sude İnal. “Senden bir şey isteyeceğim Ülkü fakat ne olursa olsun bundan ailemin haberi olmayacak.” Ülkü Hanım merak edercesine gözlerini kısarken Sude, sertçe yutkundu. Görümcesinin kulağına doğru yaklaştırdı dudaklarını, ardından “Ümit beni aldatıyor,” diye fısıldadı, bir yandan da karnına dokunuyordu. “Buranın aşçısıyla.”

Ülkü Hanım’ın gözleri direkt kardeşini buldu, ondan böyle bir ihanet asla beklemezdi. Yengesine döndüğü an “İhtimal vermediğim bir durum bu Sude,” dedi kısık bir sesle. “Ümit seni çok seviyor. Yanlış anlamışsındır.”

Sude, “Ne yazık ki mutfakta gördüm onları, çok samimilerdi,” dedi sakin kalmaya çalışarak. “Bak Ülkü, doğum çok yaklaştı. Ailem bilsin istemiyorum. Zaten zamanı gelince boşanacağım ondan ama şimdi kimse bilmesin.”

Ülkü Hanım, kendisi gibi sükunetli bir kadın olan Sude’nin omuzuna dokunarak “Ben ağzını yoklayayım ister misin?” diye sordu. “Belki bildiğin gibi değildir.” Hâlâ ihtimal vermiyordu. “Neydi o aşçı kadının adı?”

“Yıldız,” dedi Sude. Gözleri doldu, parmaklarını göz altına değdirip hüznünü gizlemeye çalıştı. “Yıldız diye bir kadın. Eşinden boşanmış.”

“Hamile olduğundan emin misin?” diye sordu Ülkü, bir yandan mutfağın olduğu kısma doğru bakarken. “Ben hiç fark etmedim.”

Sude başıyla onayladı. “Karnı şişik. İki ay önce bile benimki kadarsa muhtemelen o da sekiz aylık olmuştur.” Burnunu çekti. “Ümit’ten, biliyorum, hissediyorum.”

“Eşi ölmüş mü dedin?” diye fısıldadı Ülkü, Sude’ye doğru. “Şuradaki çocuk da onun çocuğu değil mi? Sürekli Leman’la Tom ve Jerry gibi oynuyorlar ya… Adı neydi? Behzat.”

Sude, “Evet…” derken sıkıntıyla mavi gözlü çocuğa bakıyordu: Behzat’a. “Ayrıldığı kocasından olan çocuğu Behzat.”

“İnanamıyorum…” Ülkü, kardeşi Ümit’e baktığında eşi Beyhan ile beraber kahkahalarla sohbet ettiğini gördü. “Mutfağa gidip apaçık flört mü etti? Kardeşimden bunu asla beklemezdim.” Sude’ye mahcup bir ifadeyle döndü. “Umarım senin dediğin gibi değildir.”

“Hanımlar!” Kurumun spor hocalarından olan Gülay Hanım büyük holün ortasına geçtikten sonra “Bugün müdürümüz aramızdan erken ayrılacak!” diyerek dudaklarını büzdü. “Ama merak etmeyin, ben hep yanınızda olacağım! Ayrıca artık çocukların ve beylerin dışarı çıkma zamanı gelmedi mi?”

Ülkü ve Sude dışındaki bütün kadınlar alkışlarla Gülay’ı işaret ederken keyfi pek yerinde olmayan iki kadın, sadece Ümit Haldun İnal’ı gözetliyordu. Günleri mahvolmuştu.

Ülkü Hanım’ın karnına ufak bir sancı girince elini karnına bastırdı fakat hemen geçti. Bu arada olurdu, bu yüzden büyütmedi.

Beyhan Bey eşinin yanına doğru yürüyüp “Canım,” dedi güleç yüzüyle. “Yorulduysan sen de gel bizimle.” Teoman, babasının yanına koşarak elini tuttu ve annesinin karnına kafasını yasladı. “Leman’ı babaannesinden alıp parka gideriz.”

Ülkü kısa bir süre düşündükten sonra Sude’ye çevirdi kafasını, çok kötü durumdaydı ve onu yalnız bırakmak istememişti. “Aaaa!” dedi eşine kızar gibi. “Benim eğlenmeye hiç mi hakkım yok Beyhan? Aşk olsun.”

Beyhan Bey, eşi onu yanlış anladığı için hafif bir şaşkınlıkla “Tamam canım, bir şey demedik…” deyip Teoman’ın elini havaya kaldırdı. “Biz oğlumla arabaya geçip tur atarız o zaman!”

Teoman büyük bir neşeyle “Ben de süreceğim!” diye havaya zıplarken eli annesinin karnına çarptı. “Ah! Özür dilerim kardeşim…”

Ülkü Hanım kıkırdarken Beyhan Bey de “Oğlum yavaş…” dedi hafifçe kızarak.

“Teoman arka koltuğa geçecek,” diyerek işaret parmağını havaya kaldıran kadın, eşine tehdit içeren imalı bir bakış attı. “Sakın direksiyon sallarken kucağına oturtma Beyhan. Rica değil, emir.”

Teoman hâlâ büyük bir suçluluk duygusuyla annesinin karnına sarılmakla meşguldü. “Özür dilerim Alp.”

“Alp mi?” diyerek kaşlarını çatan Beyhan Bey, çocuklarının ismindeki geleneğin bozulmasını istemiyordu. “Oğlum kardeşine boşuna Alp deme, koymayacağım o ismi.”

Ülkü Hanım alınarak gözlerini devirdi. “Hadi gidin. Keyfim kaçtı.”

“Baba, iki tane ismi olsun,” diyen Teoman, kısa bir süre düşündü. “An Alp olsun.”

“An Alp mi?” diyerek kıkırdayan Ülkü Hanım, oğlunun çenesini okşadı. “Hadi oğlum hadi, bak bütün erkekler dışarıya çıktı. Biz hanımlar aramızda eğlenecekmişiz. Hadi bakalım…”

On iki yaşındaki Behzat, imrenircesine babalarının elini tutan bütün çocukları izlerken annesine doğru döndü. O sırada da Beyhan Bey ile Teoman merdivenlerden iniyordu.

“Anne,” dedi Behzat, Yıldız Hanım’a doğru. “Hani benim kardeşim olacak ya…” Annesinin karnına dokundu. “Onun babası nerede?”

Yıldız Hanım, oğlu sesli bir şekilde konuşunca onu uyarmak için “Behzat bu bir sır!” dedi bastıra bastıra. “İnsan içinde konuşmayacağız, demedik mi oğlum?” Behzat, bütün kadınların ileride olduğunu işaret ederek mutfak kapısının önünden holü gösterince annesi, “Olmaz oğlum!” dedi kızarak.

“Peki onlar karnını nasıl fark etmedi?” Annesinin karnına dokundu. “Çok şişik.”

Yıldız Hanım’ın doğumuna henüz iki üç hafta civarı vardı ama bol giyinerek karnını herkesten gizlemeye çalışıyordu. Sude İnal dışında bu durumu fark eden kimse yoktu.

“Biliyorlardır ama görmezden geliyorlardır.” Oğluna tebessüm etti. “Boş ver oğlum. Sen mutfaktan çıkma, olur mu?” Mutfaktaki sandalyeleri işaret etti. “Ben de yemekleri masaya bırakıp geleceğim. Bir saate çıkarız.”

Behzat masadaki kurabiyelere bakarken “O zaman ben de kurabiye yerim,” diyerek elini masadaki pembe tabaklara doğru uzattı.

Annesi “Yok,” dedi oğlunun kolunu geri çekerek. “Ben bize ayırdım, evde yiyeceğiz.”

“Peki,” dedi Behzat, sandalyeye oturarak. “O zaman ben de sadece otururum.” Koca mavi gözlerini annesinin karnına yönelterek kardeşinin doğacağı anı düşündü. Annesiyle senelerdir yalnız olduğundan eve bir bebek gireceği için çok heyecanlıydı.

Kardeşi erkek olacaktı.

Gülay Hanım, hamile kadınlarla şen şakrak bir şekilde derin bir sohbete daldığından ötürü masaya koca tencereleri taşıyan Yıldız Hanım’dan bihaberdi, kıvrana kıvrana taşıyordu tüm yemekleri.

Sude İnal, şüpheli bakışlarla Yıldız’ın yanına doğru yürürken Ülkü Hanım farkında olmadığından ötürü müdahale edememişti. Zavallı kadına sancı girip duruyordu, pek iyi durumda değildi.

“Yemekleri taşıyamıyor musun?” diye bir anda masanın başında beliren Sude İnal, karnına dokunduktan sonra zoraki bir tebessümle Yıldız’ın korkulu bakışlarını incelemeye başladı. “Yıldız…” dedi oldukça imalı bir tınıyla. “Sen kocandan boşanmamış mıydın?”

Yıldız sertçe yutkundu, sonra da etrafı kolaçan etti. Belli etmemek adına “Ben gebe değilim,” dedi fakat karnına sert bir sancı girince gizleyemeyeceği kadar canı yandığından ötürü kaşlarını çatıp masaya tutundu.

“Allah böyle çarpar işte…” diyen Sude İnal, daha da yaklaştı Yıldız’a. “Ne utanmazsınız ama… Gerçekten pes. Yoksa önceden mi tanışıyordunuz? Allah Allah ya…” Büyük bir soğukkanlılıkla “Başkalarının kocalarından çocuk yapmaktan utanmıyor musun?” diye sordu.

“Saçmalamayın lütfen…” diyen Yıldız, masaya tutunurken dahi zorluk çekiyordu. Kısık sesiyle “Yok öyle bir şey,” dedi. “İma ettiğiniz durum çok iğrenç.”

“Ya şimdi benim aklıma yatmadı ama…” diyen Sude’nin gözleri dolmuştu. Dişlerinin arasından “Madem böyle bir şey yok, o hâlde niçin kocamla flört ediyordun az evvel?” diye sorduğunda tüm kadınlar o tarafa dönmüştü.

Ülkü büyük bir şokla kafasını kaldırırken “Sude,” diyebildi sadece.

Yıldız’ın sancıları iyice artarken yanıt olarak yalnızca “İftira atıyor!” diyebildi. Dudaklarını aralayamadı, mutfağa doğru koşar adımlarla ilerledi.

Ve sonra birkaç saniye içinde kurumu inletecek derecede büyük bir çığlık koptu.

Yıldız’ın suyu gelmişti.

Gülay Hoca ve diğer anne adayları koşa koşa mutfağa doğru gittiğinde Behzat da büyük bir endişeyle annesine doğru eğilmişti.

“İnanamıyorum!” diyen Gülay, dışarıyı işaret etti. “Hemen hastaneye götürmeliyiz. Kadın doğum yapıyor, suyu gelmiş!”

Ülkü ve Sude, büyük bir şokla birbirlerine bakakaldılar. Ardından Bengü Lalezar, koşa koşa kurumun dış kapısına doğru ilerledi.

Eşi Adem’in kapının önünde ya da sokak başında olduğunu düşünen Bengü, dış kapıyı açamayınca geri çekilerek içeriye bağırdı:

“Hanımlar bu kapı kilitli!”

Kurumun kapısı açılmıyordu.

“Nasıl kilitli?” Gülay Hoca, kurumun müdürünü aramak için kurumdaki çevirmeli telefona doğru hızla koşarken telefonun iki gün önce bozulduğunu hatırlatıp içinden küfretti. “Ne oluyor ya? Bismillah!” dedi hayretle. “Hanımlar, cep telefonu olan var mı? Kapıyı üstümüze mi kilitlediler acaba? Ayy!”

Mutfakta işler tamamen karışmıştı çünkü Ülkü Çakmak’ın stresten ve kaygıdan karnına sancı girmişti. Dayanamayarak yere çöken hamile kadına yardımcı olan ilk kişi, Sude İnal’dan başkası değildi.

“Ülkü’ye bakın!” Diğer kadınları uyararak bu kez tüm dikkati Ülkü’nün üstüne çekti. “Bayılmak üzere! Bırakın onu! Ülkü’ye bakın!”

Zavallı küçük Behzat hâlâ “Anne!” diye ağlayarak çığlıklarla karnını tutan kadına bakarken Gülay Hoca kurumun camına doğru çıktı.

Dışarıya bağıran spor hocası, akşam olduğundan ötürü sokakta kimseyi göremedi. Sokak lambaları bir anda yanınca karşı binadan bir kadın gördü.

“Hanımefendi burada kilitli kaldık!” diyerek karşı apartmana doğru bağırdı Gülay Hanım. “İçeride en az on gebe kadın var! Bir tanesinin suyu geldi! Acilen hastaneye gitmesi gerek!”

Mutfak iyice kıyamet yerine dönmüştü, herkes neye uğradığını şaşırmıştı ve stresten karınlarını tutup duruyorlardı.

Gülay, mutfağa doğru koştuktan sonra içerisi kalabalık diye giremedi. “Bir saniye, çekilir misiniz?” diyerek diğer kadınların arasından mutfağın tam ortasına geçti. “Hanımlar yardım çağırdım, onlar gelene kadar bir şekilde idare etmeliyiz.”

“Su mu ısıtsak? Havlu…” diyerek hem Ülkü’ye hem de Yıldız’a bakakalan Biran Küfe, kime yardım edeceğini şaşırdı.

Ülkü Çakmak ağlayarak karnını tutarken Sude İnal, sakinleştirmek amacıyla acı içinde kıvranan zavallı kadının elini tutuyordu. Diğer tarafta Yıldız ağlayarak yerde yatıyordu. İki kadının çığlığı, tüm binayı inletse de yardım henüz gelememişti.

Gülay, hangisine yardım edeceğini şaşırırken ocakta pişen yemeği fark etti. Sanırım yemek yanıyordu çünkü yanık kokusu gelmişti.

“Burada havlu var!” diyerek havluyu tezgâhın üstünden almak isteyen Bengü, kolonyayla kendisini sakinleştirmek isteyen Semiha Hanım’ın yanından geçti. Semiha Hanım kendisine kolonya dökerken neredeyse tüm zemine boca etmişti.

Bengü Hanım havluyu alırken altı açık olan ocağın yakınından geçirdi ve yanlışlıkla yere düşürdü.

Ocakta pişen yemeğin altını kısmayı unutmuş olmalıydı Yıldız, Bengü de bunu görmemişti.

Bütün kadınlar çığlık çığlığa yerdeki aleve bakarken mutfaktan çıkarmak için hamile kadınları kaldırmaya çalıştılar ancak olmadı.

“Ne yapacağız?” diyordu herkes ama Gülay Hoca kimseyle baş edemediğinden asla yanıt veremiyordu. Kime yardım edeceğini şaşırmıştı.

Yıldız bir anda “Geliyor!” diye bağırınca Gülay, yerdeki alevi söndürmeleri için diğer hamile kadınlara bağırıyordu.

“Kadın doğuruyor, hey!” diyerek Yıldız’ın eteğinin altına doğru baktı. “Allah kahretsin!” diyerek elini dudaklarına götüren Gülay, şok olmuştu. “İnanamıyorum! Nasıl bu kadar çabuk olabilir? Hiç mi anlamadın be kadın ya?”

Gülay ve Fadik, Yıldız’a doğum yapması için yardım etmeye çalıştılar.

“Ben daha önce evde doğum izledim!” diyen Fadik Hanım’a da sancı girmişti. “Gülay Hanım siz gidin, kafasını kaldırın, kucağınıza yatırın.”

Diğer kadınlar yangını söndürmek amacıyla hareket ederlerken hepsi dumandan etkilenip öksürmeye başlamıştı bile.

Behzat tüm bu olanlardan korktuğu için masanın altına girip ağlarken diğer kadınlar halıdaki alevi söndürmek için bütün suyu halının üstüne boşaltmışlardı.

Yıldız’ın çığlığı, neredeyse tüm İzmit’i inletecek şekilde koca bir çığlığa dönüştü; daha sonra da oğlu dünyaya geldi: İlkhan.

Doğduğunda adı belli değildi elbet… Fakat oydu.

Bebek deli gibi ağlarken evde buldukları battaniyeye sardılar bebeği fakat mutfağın diğer ucundaki yangın, herkesin kıyameti olmak üzereydi.

Fadik Hanım’a sancı girmişti, Bengü Hanım’a sancı girmişti, Biran Hanım’a sancı girmişti, Ülkü Hanım bayılmıştı, Semiha Hanım kendisini salona attığı an gözleri kararmıştı, herkes çok kötü durumdaydı…

Mutfakta sönmek üzere olan yangın, ne yazık ki kapının tamamen alevlenmesine de sebep olmuştu. Herkes kaçar gibi mutfaktan çıkarken peş peşe birçok öksürük sesi, tüm kurumda yankılandı.

Etraf duman içindeydi ve artık nefes alamamaya başlamışlardı.

Gülay, bebeği kucağına aldığı an Yıldız ağlayarak başını kaldırdı. Her taraf kan içindeydi.

“Anne!” diyerek korku dolu bakışlar atan zavallı Behzat, annesine seslenirken ilerideki alevleri umursamıyordu. “Anne…” dedi tekrardan, herkes çığlık çığlığa olduğu için sesini kimse duymamıştı.

“Bebeğimi ver,” dedi Yıldız, kendisini kapıya doğru sürükleyerek. “Gülay Hanım! Bebeği bana ver!”

“Yıldız orada bekle! Seni kaldırmaya geleceğim!” Gülay bunu söylediği an Behzat büyük bir korkuyla kardeşini korumak için sürüne sürüne mutfaktan çıktı. Hole vardığında ise kardeşini bir battaniyeye sarıp koltuğa yatıran kadını gördü, sonra da ona zarar vermeyeceğini anlayınca tekrardan mutfağa, annesinin yanına doğru yürüdü fakat onu durduran bir şey oldu:

Sude İnal, görümcesi Ülkü Çakmak’ın yerde baygın hâlde yattığını fark edince tüm öfkesiyle mutfak kapısının arkasındaki havai fişekleri kaldırdı ve henüz yeni doğum yapan Yıldız’ın üstüne doğru fırlattı.

“Seni herkese rezil edeceğim!” derken öksüren Sude, içindeki nefreti asla durduramıyordu. “Senin yüzünden görümcem bayıldı!”

Neye uğradığını şaşıran Yıldız, mutfaktan çıkamayacak kadar kötü olduğu için Sude’nin uyguladığı şiddete karşılık veremedi.

Bir dakika içinde kapının yamacındaki açık havai fişeklerden birine ulaşan ateş, bir anda daha büyük bir yangına döndü. İşin trajik kısmı da Yıldız Hanım’daydı; ayağa kalkıp salona ulaşmak isterken bir anda bütün havai fişekler ona doğru patlamıştı.

Sude şok haliyle geriye sendeleyip mutfaktan çıkarken tüm kadınlar, patlayan havai fişekleri mutfağın ya da direkt kurumun içindeki bir patlama olarak algılamışlardı.

Mutfak bu kez içeri girilmeyecek kadar kötü bir durumdaydı.

Yıldız’ın her bir zerresi yanmıştı.

Neye uğradığını şaşıran kadına korkusu yüzünden bakamayan Behzat, geriye doğru sendeledi ve spor odasına doğru düştü.

O sırada bazı kadınlar ağlayarak bağırıyor, diğerleri de Ülkü Hanım’ı uyandırmak için çabalıyordu. Fakat Ülkü Hanım uyanmıyordu; oğlu, babasıyla beraber direksiyonu sallarken o kadar mutluydu ki annesini bu hâlde görse ne düşünürdü acaba? Ya da karnındaki bebek… O bir mucizeydi. Kızı, Leman… Babaannesiyle beraber örgü örüp salep içerken annesinin bu hâlde olduğunu bilse neler hissederdi?

17 Eylül, bir kıyametti.

17 Eylül 1998, kimileri için cehennemdi.

Gülay Hanım, mutfakta bıraktığı kadını anımsadığı an bebeği koltuğun üstüne bırakarak koşar adımlarla mutfağa doğru ilerlediğinde diğer havai fişeklerin sesleri evde de yankılanmıştı. Yangın, gittikçe büyürken bir anda kurumun kapısına defalarca kez darbe vurulmuştu. Hamile kadınların eşleri alt sokağın ilerisinde olduğu için koşa koşa binaya gelmişlerdi; Beyhan Bey hariç.

Kapıyı üç dakikanın ardından kırabildiklerinde tüm sokağın kapıya toplanması, hamile kadınların içini bir nebze rahatlatmıştı fakat mutfakta yerde yatan ve ölü bedeniyle ileride lanet olacak Yıldız’dan bazı kadınlar bihaberdi.

“Hanımlar…” Yangının hemen ilerisinde duran Gülay, içeriyi işaret etti. “Yıldız ölmüş.”

Behzat bu cümleyi duyduğu an şokla titremeye başladı.

Bütün erkekler yangını söndürmek için birlik oldular ancak içeride ölü bir kadın vardı, salonda da yetim ve öksüz bir bebek.

Kimsenin psikolojisi yerinde değildi, herkes ne yapacağını şaşırmıştı.

Behzat içeride olanları kendisini gizleyerek dinlerken şoktaydı.

“Tutuklarlar bizi!”

Hamile kadınların stresten suyu gelmişti hatta kimisi baygınlık geçirmişti, dumandan zehirlenenler de vardı.

Ülkü Hanım’ı dışarıya çıkarırlarken yabancıların görmemesi için kapıyı kapattılar. Ümit Haldun Bey, ablasını gördüğü an “Abla!” diyerek üstüne doğru eğildi. İçerideki dumanları görüp “Çabuk hastaneye, hadi!” deyip karısını kontrol etmek için içeriye daldı.

Fakat herkes neye uğradığını şaşırmıştı.

“Sude!” diyerek hamile karısını kontrol eden Ümit Bey, mutfaktaki alevin içinde bir de Yıldız’ı görünce dünyası başına yıkılmıştı. “Yıldız! Ne oldu ona?”

Sude İnal hem hüzünle hem de öfkeyle bir yandan da şokla, “Oğlun içeride,” diye fısıldadı kocasına doğru.

Ümit, koltuğun üstünde ağlayarak elini kolunu havaya kaldıran minik bedeni gördüğü an gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Sude…” dedi titrek bir sesle.

“Allah belanı versin!” diyen kadın, içeriyi işaret etti. “Bizi hapse mi atacaklar şimdi? Ha? Bebeklerimize nasıl bakacağız?” Karnını tutarken çığlık attı. “Geliyor galiba!”

Fadik İnegöl öfkeli ve gür sesiyle “Yıldız denilen kadın kendi kendini öldürdü! Biz mi hapse gireceğiz?” diye bağırırken peş peşe beş kez öksürdü.

Bengü Lalezar kendisini suçlayarak “Havluyu ben yaktım!” diyerek karnına dokundu. “Ne olur bir şey yapın!” Karnını tutarken yere düştü.

Sude, bile isteye havai fişeklerin tümünü açtığı anı anımsadı fakat sustu.

Bütün eşler, o gün ortak bir karara vardılar.

Bebeği caminin avlusuna bırakacaklardı, Yıldız’ı ise gömeceklerdi.

Ve öyle de oldu.

Olay yerine giren Cumhuriyet Savcısı, Ağır Ceza Hakimi Beyhan Çakmak’ın yakın arkadaşıydı. Olayın üstünü kapatan kişi, oydu.

Fakat Behzat’ın bunları duyduğundan herkes bihaberdi ve tabii 2025-2026-2027 17 Eylül cinayetlerinden de…

GÜNÜMÜZ, MİRAY

Ruhum sıkılmıştı, kalbim sıkışmıştı, gözlerim kararmıştı ve kendimi dışarı attığım andan beri sadece az önce neler gördüğümü ve hissettiğimi düşünüp zemine bakıyordum. Bir elim yerdeydi, diğer elim kalbimde ve şirketin önünden uzaklaşabileceğim kadar uzaklaşıp kendimi yere atmıştım.

“Hanımefendi, iyi misiniz?” Arkamdan gelen sesle beraber sanki o ikisi gelmiş gibi çığlık atarak kendimi ileriye attığımda meğerse kaldırımdaymışım da yere düşmüşüm, yeni fark ediyordum. “Ne oluyor? İyi misiniz?”

İyi giyimli bir adamdı.

Ya Behzat gönderdiyse? Elini uzattığı an biraz daha geriye giderek ayağa kalktım.

“Git!” dedim sadece ve tam önünde duran çantama değdi gözlerim. “Çekilsene be!” Çantamı önünden alırken tehdit edercesine elimi devamlı elimde tuttum. “Git! Sen de onlardansın, değil mi?”

Endişeyle bana bakarken “Hanımefendi,” diyerek elini beline götürdü. “Ben…”

Korkuyla ve büyük bir çığlıkla “Git!” diye bağırdıktan sonra çantamdan telefonumu çıkardım. “Bak benim kardeşim polis! Yemin ederim ararım onu! Çık, git!”

Saçlarımı düzelttikten sonra korkarak sağımı ve solumu kontrol ettim. Daha sonra cevap vermeden koşa koşa metro durağına gitmek için caddeden karşıya geçtim.

Ne yapacaktım ben şimdi? Kime söyleyecektim bunu?

Telefonumu çantamdan çıkarır çıkarmaz önce Mir Beyaz’ı aradım.

“Efendim?”

Açtığını fark ettiğim an karşıdan karşıya geçmek için tekrardan yaya geçidinin önüne gelmiştim. “Mir Beyaz neredesin? Evinde misin?”

“Evet? Ne oldu? Sesin niye öyle geliyor? Hem sen niye dışarıdasın?”

Yaya geçidinden koşa koşa geçerken “Yanına geliyorum,” dedim korkuyla. “Onları buldum.”

“Kimi buldun?”

Nabzım asla yavaşlamazken “Katilimizi,” dedim ve tekrardan etrafımı kontrol ettim.

“Ne?” dedi yüksek bir sesle. “Kimmiş?”

“Behzat ve İlkhan.”

⚖️

Ellerinin arasına yüzünü almış, dikkatle gözlerini üstüme dikmiş Mir Beyaz hâlâ ona anlattıklarımı dinliyordu ve ne kadar konuşsam da fayda etmemişti, ona inandıramıyordum.

“Miray sen iyi misin?” Anlamıyormuş gibi ellerini havaya kaldırıp indirdi. İkimiz de kanepesinde oturuyorduk. “Peki annenlere yazdın mı? Barbie bebeğin içine baktılar mı? Nasıl bu kadar emin oldun? Anlamadım ben. Hem ikisi ne alaka? Sen yanlış anlamışsındır.”

Gözlerimi belerterek “Ya niye inanmıyorsun ya?” diye patladım. “Tiyatro kulübünden bahsetti, peruktan bahsetti…” Hâlâ ağlıyordum ve çok sinirliydim. “Sonra…” Hatırlıyormuş gibi parmağımı şıklattım. “Sonra o küpe? Olay yerindeki küpenin aynısıydı. Onu Behzat bıraktı işte bize! Doktor Cevat’ı kötüleyip durdu, hem bizim evin oradaki arazide telefon çekmiyor ki… Nasıl telefonla konuştu?”

Mir Beyaz, “Barbie bebek gelsin, bakalım içine, sonra bunu tekrardan konuşalım,” diyerek telefonunu eline aldı. “Şimdi ben Seray ablaya mesaj atıyorum, getirsin o bebeği buraya. Geliyor değil mi İstanbul’a?”

Başımı hafifçe salladım. “Mir Beyaz onlar… İkisi ne alaka bilmiyorum ama onlar! Eminim! Yangın yerinde bir yakınları zarar mı gördü acaba?”

“Miray İlkhan ile ne alakası var, anlamadım. Hem onlar sana kan verdi kızım…”

“Ya Mir Beyaz anlamıyor musun?” diyerek ayağa kalktım. Çok öfkeliydim. “Sırf kan kaybedeyim diye vurdular beni, sonra da onlar olduğunu anlamam için bana kan verdiler! İkisi de 0 negatif!”

Mir Beyaz bana delirmişim gibi bakıyordu. “Miray onlar senin kan grubunu ne bilsin kızım ya?”

“Of!” Her tarafı yıkmak istiyordum şu an. “Melek’in o gün dışarıda olduğunu ne biliyorlardı o zaman? He? Ne biliyorlardı?” Fular geldi aklıma! “Fular… Çekildiğiniz fotoğrafları göster bana, göster!”

Mir Beyaz bir kez cıklayarak fotoğrafı açtı ve bana uzattı. “Bakmak istemiyorum. Al, bak.”

Fotoğrafta, Melek’in boynunda kırmızı fular yoktu. “Yok işte fular! O sinirle takmamıştır da… Bilerek yaptılar! Fuları boynuna bilerek bağladılar! Ben söylemiştim, fular sonradan bağlanmış olabilir, demiştim! İlkhan o yaşlı kadını bilerek adliyeye getirtti. Belki de çantama yine bir kayıt cihazı attı, o yaşlı kadından da almasını istedi. Olamaz mı? Bence çok mümkün! Hatta ben adliyenin kamera kayıtlarına baktıracağım. Beklesin onlar! İkisini de hapse tıkacağım! İkisini de!”

Mir Beyaz’ın telefonunu koltuğa fırlattığım an yere çöktüm, sırtımı koltuğa yasladım ve ellerimle yüzümü kapatarak ağlamaya devam ettim.

“Başka ne söylediler?” diye sorunca ellerimi yüzümden çekip öfkeyle baktım ona. “Kızım ne bakıyorsun tip tip? Merak ediyorum! Biraz daha sakin anlatırsan bir sonuca varabiliriz.”

Bıkkın bir nefes verdim. Ardından “Buket’in, onun öz kızı olmadığını söyledim, beyefendiye…” diyerek gözlerimi başka bir yöne çevirdim. “Ama umurunda olmadı. Her şey planlıydı… Bilerek geldi doktorun evinin önüne! Puşt!”

“Varan Alp’e söyledin mi bunları?” Mir Beyaz da sanırım işkillenmeye başladı. “Neydi Buket’in kan grubu?”

Sinirden bir iki saniye aklıma gelmeyince sessiz kaldık. Sonra da oflayıp “AB…” dedim. “Nasıl 0 negatif bir bireyin AB grubu çocuğu olabilir ki? İmkânsız oğlu imkânsız. Herif söylediğime de şaşırmadı ki... Belki de her şeyi biliyordu, her şeyin farkındaydı.”

“Miray, dedin ya bunların çocuğu olmuyor diye…”

“Eee?” diye ciyakladım. “Olmuyormuş. Leman başkasından yapmış çocuğu işte.”

“Ya Leman’ın da çocuğu değilse?” dediğinde kaşlarım çatıldı. Mir Beyaz’la göz göze geldiğimizde kafasını salladı. “Belki evlatlık almışlardır. Olamaz mı?”

“O da olabilir,” dediğimde aklıma arazideki konuşmalarımız geldi. “O zaman neden Leman Hanım’ın Doktor Cevat’la olan ilişkisini sorguladı bu adam?” Öfkeyle ayağa kalktım ve evin içinde volta atmaya başladım. “Bak, sana bir şey diyeyim mi?” Sehpanın etrafında daireler çiziyordum. “O doktor… Doktor Cevat da bir şeyler biliyor. Behzat o gün gerçekten onu tehdit etmeye ya da sorgulamaya geldi ama Cevat salağa yattı, sonra Behzat beni görünce bir anda Melek’i işin içine attı.”

Mir Beyaz, “Behzat Bey hastanede değil miydi?” deyince burnumdan nefes verdim.

“Zaten iki kişiler: Behzat ve İlkhan. Bu yıldız meselesi, havai fişek gösterisi de yangın gününden kalma ama önce aralarındaki bağı çözmemiz lazım. Niye bizi öldürüyor bu manyaklar?”

Mir Beyaz sıkıntıyla başını koltuğa yaslarken “İlkhan kaç yaşında Miray? Fakülteden arkadaşsanız senden küçük olması lazım. Bu çocuk niye dünyada değilken yaşanılanların hesabını sorsun? Deli mi ya?” dedi. Aklına yatmamıştı bunlar, belli. “Sen yanlış anlamış olabilir misin?”

“Hayır!” Daha yüksek bir sesle tekrarladım. “Yanlış falan anlamadım! Tamam mı?”

“Tamam, sakin…” Yanını işaret etti. “Gel, otur. Savcılarımıza söyleriz, İlkhan’ın HTS kaydına baktırırlar. Eğer İlkhan tetikçiyse ve Behzat Bey azmettiriciyse bunu da aralarındaki bağı çözerek ispatlarız. Tamam mı? Gel, önce sakin ol ama… Tamam mı Miray?”

Yanına oturduktan sonra kollarıyla beni sarıp kafamdan öptü.

“Sen niye bu kadar sakinsin?” diye sordum.

“Kızma ama onlar olduğunu sanmıyorum. Sen bu ara biraz değişik davranıyorsun…”

Kendimi ondan uzaklaştırdım. “Görürsün.” Ardından telefonunu işaret ettim ona. “Ceyda Savcı’nın numarası var mı sende?”

“Hafta sonu ya hani…” diyen Mir Beyaz, bu kez benim telefonumu işaret etti. “Sen sevgilini arasan da o mu ilgilense? Ceyda Savcı’nın numarası falan yok ayrıca.”

Gözlerim kendi telefonuma doğru değdiğinde “Sevgilim yok benim,” dedim sessizce.

“Nasıl yok?” Mir Beyaz’ın kaşları çatıldı ama yüzüne bakmamayı tercih ederek halıya doğru eğdim başımı. “Ayrıldınız mı?”

Bir süre sessiz kaldık.

“Belki de hiç beraber olmamışızdır,” dedim ve arkama yaslandım. “Galiba beni o kadar da sevmiyordu.” Elimi kalbime götürdükten sonra sinirlenerek geri çektim. “Neyse sen ara,” dedim onun telefonunu işaret ederek. “İlkhan’dan şüphelendiğimi söyle. Hem Erkin’e haber ver hem de Varan Alp’e.”

Mir Beyaz sesli bir nefes verdikten sonra “Umarım onlardır ya da umarım değildir diyemeyecek kadar ruhsuzum,” deyip telefonunu eline aldı. “Korhan Amir’e haber vereyim, o ilgilensin artık.”

“Tamam.”

⚖️

Dünden beri pek uyuduğum söylenemezdi. Mir Beyaz’ın evinde kalmıştım ve gece uyurken bile devamlı kâbus görmüştüm. İlkhan gözlüklerini çıkarıyordu, burnunun kemerini sıkıyordu ve beni öldürmek için silahını çıkarıyordu; rüyalarım bundan ibaretti. Her seferinde nefes nefese uyanıyordum ve geri uyumak epey zorlaşıyordu.

Neyse ki erkenden kalkıp emniyete gelmiştik, dışarıda olmak ve gündüz vaktinde olmak daha iyi hissettirmişti. En azından etraf aydınlıktı ve kalabalık içerisindeydim.

Dün yaşadıklarımı anlatmak için Korhan Amir’in emniyete gelmesini beklerken diğer yandan da ablamla mesajlaşıyordum; dün ablama odamdaki Barbie bebeği İstanbul’a getirmesini söylemiştim ve şu an hangisi olduğunu bulamamıştı. Bir tane bebek vardı orada.

Beni arayınca açtım ve koridorun sonundaki pencereye doğru yürüdüm, bir yandan da konuşmaya başladım: “Abla?”

“Miray burada Barbie bebek yok.”

Koridorun ortasında adımlarım bir anda durdu. “Ne demek Barbie bebek yok? Bütün oyuncaklarımın olduğu yerde, saçı uzun bir bebek var abla. Düzgün bakar mısın?”

“Miray on dakikadır hem oyuncakların olduğu kısma hem de odanın diğer kısımlarına baktım ama yok, Barbie bebek falan. Hatta sana fotoğrafını göndereyim, bekle.”

Telefonu kapatmadan yavaşça kulağımdan çektim ve öylece zemine bakakaldım. Evimize girecek kadar ileriye gitmiş olabilirler miydi?

Arkamdan “Miray!” diye seslenen kişiye bakmak için başımı çevirdiğimde beş metre kadar ilerimde durup elleriyle gelmemi işaret eden Sarp’ı fark ettim. Sanırım Korhan Amir gelmişti, o yüzden çağırıyordu.

Telefonumu kaldırdım, ablamın gönderdiği mesaja tıkladım ve diğer yandan da Sarp’ın yanına doğru yürüdüm. Fotoğrafa dikkatlice baktıktan sonra bebeğin gerçekten de odamda olmadığını fark ettim.

Odama kadar girmişlerdi.

İnanamıyordum.

“İyi misin?” Sarp, yüzümdeki şaşkınlığı fark edince ilerideki masayı işaret etti. Çoğu polis memuru emniyete gelmemişti bile. “Otur şuraya, gel.”

Sandalyeye doğru yürüdüm, ardından oturup kendime gelmeye çalıştım. “Evime kadar girmişler Sarp. Odama girmişler.”

Sarp, kafasını sağa doğru çevirip gelen kişiye baktığında ben de istemsizce o yöne doğru döndüm. Ceyda gelmişti ve bana bakıyordu.

“Miray?” dedi soru sorar gibi. “Hadi.”

Büyük bir nefretle ama bir o kadar da korkuyla ayağa kalktıktan sonra emin adımlarla Ceyda’nın arkasından ilerledim. Sarp’ın odasına girdik, içeride Mir Beyaz ve Umay da vardı. Ceyda, Sarp’ın sandalyesine geçti, ben de masanın yamacındaki misafir sandalyelerine oturdum. Sonra da onlar benden rica etmeden ne varsa anlattım.

“Bakın savcım…” Kalp atışım normalin bir tık üstündeydi. “Benim şüphelendiğim iki isim var. Biliyorum, delil olmadan konuşmam çok yanlış ama kendileri, yani o iki kişi alenen bana katil olduklarını ima ettiler. Çok eminim.”

Ceyda hiç beklemeden meraksız bir tınıyla “Kim peki? Tanıyor muyuz?” diye sordu.

“Üniversiteden arkadaşım İlkhan ve…” Odadakilere tek tek baktım.

“Ve?” dedi Ceyda Savcı, devam etmemi isteyerek. “Kim?”

“Leman Hanım’ın eşi, Behzat Ali Yücesoy.”

Ceyda önce kaşlarını kaldırdı, daha sonra gözlerini kıstı. “Behzat Bey o gece hastanede yatıyordu Miray, HTS kayıtları da kamera kayıtları da bunu ispatlıyor. Yanlış anlamış olabilir misin? İlkhan’a bakalım ama…”

“Savcım tetikçinin İlkhan olduğundan yüzde yüz eminim. Beni o kaçırdı.”

Ceyda bana inanıyor gibi görünüyordu. “Yüzünü gördün mü? İfade verdiğinde sadece bir erkek olduğunu söylemiştin.”

Başımla onayladım. “Bir de gölgesini gördüm ama o korkuyla unutmuşum, burnunun kemerini sıktı.” Ceyda, bu cümleme pek mana veremedi. “İlkhan gözlüğünü çıkardığında burnunun kemerini sıkar, hep. Üstelik beni kaçırdığında aldığım yoğun parfüm kokusuyla aynı… Yani aynı parfüm, eminim.” İspatlamaya çalışır gibi devam ettim: “Behzat Bey de o da işin içinde, eminim. Benimle alay eder gibi güldüler, seslerini tıpkı telefonla konuştuğumuzda çıkan kadın sesi gibi incelttiler… İlkhan peruk taktığını söyledi, kısa saçlı… Şikâyetçiyim.”

Ceyda, Sarp’a döndü. Daha sonra gözleriyle dışarıyı işaret etti. “Komiser hemen İlkhan dediğimiz şahsın HTS kayıtlarına baktıralım, 16 Eylül boyunca nerelerdeymiş…” Bana döndü. “Dosyaya girmesi adına adliyeye, bana ifade vermeniz gerek Avukat Hanım. Fakat ne yazık ki Behzat Bey için işlem başlatamam çünkü kendisi o gün hastanedeydi.”

“Kendisi azmettirici, eminim…” Fakat bunu da kanıtlamamız gerektiğinin farkındaydım. “Bunu nasıl kanıtlayabilirim, bilmiyorum.”

Ceyda da “Önce İlkhan, daha sonra da şüphelerimiz olumlu yönde sonuçlanırsa da Behzat Bey ile olan bağına bakarız. Bu kadar mıdır?” diyerek tavrını ortaya koydu. “Başka bir vaka üzerinde çalışmam gerek, Sarp Komiser’le. Siz bana en yakın zamanda kendinizi kaçıran şahıslar hakkında bildiklerinizi eklemek için ifade vermeye gelin Avukat Hanım.”

“Tamam,” dedim ben de söyleyecek bir şey kalmayınca. “Aslında şey…” Ayağa kalkıp gidecekken son anda aklıma geldi. “Behzat Bey bizim eve geldikten sonra bırakıldı o küpe, hani size getirmiştim ya… Bir de bana bir bebek getirdiler, Barbie bebek. İçinde ses kayıt cihazı olduğunu düşünüyorum fakat bebek şu an ortada yok. Evime girip geri almışlar oyuncağı.”

Ceyda ne diyeceğini bilemeyerek gözlerini bir Mir Beyaz’a bir bana çevirip durdu. “O bebeğin içine konulmuş bir ses kayıt cihazı olduğunu düşünüyorsunuz yani?”

“Evet.”

“O zaman oyuncak bebeği getirin, içindeki ses kayıt cihazını da getirin.” Ceyda, kol saatine bakarak saati kontrol etti. “Sonrasına bakarız.”

Beni bu kez ciddiye almadığını düşünerek “Farkında mısınız, bilmiyorum ama kaybolduğundan bahsettim,” dedim sert bir sesle. “Kimin aldığını bilmiyorum, kayıp. Bir şey yapmayacak mısınız?”

“Miray Hanım,” dedi Ceyda, sert bir sesle. “Bunlar yalnızca varsayım, tahmin, şüphe… İlkhan dediğiniz kişinin HTS kayıtlarına bakarız, kendisinin ifadesini de alırız, şüphelerimiz artarsa adımlarımızı da o tarafa doğru atarız. Benden fazlasını beklemeyin çünkü sadece bir davayla ilgilenmiyorum.”

Ceyda odadan çıkınca büyük bir şokla arkasından bakakaldım. O çıktıktan bir iki saniye sonra da Umay peşinden çıktı, zaten sesi çıkmamıştı.

“Miray kadın doğru söylüyor,” dedi Mir Beyaz da. “Koskoca savcı… Bekleyeceğiz mecbur. İlkhan eğer…”

Sözünü kestim: “Ya Mir Beyaz Allah aşkına sus!” dedikten sonra çantamı alıp arkamı döndüm. “Bak, sakın bana kimseyi savunma! Bu ne ya? Apaçık katil olduklarını belli ettiler, diyorum! Bunun dahası var mı sence? Bunu nasıl ispatlayabiliriz ki? Başka bir telefon kullanıyordur! Kullan at hatlar katilimizde bol bol var neticesinde ama kimse bunu hesaba katmıyor! HTS de HTS!”

“Sakin ol!” diye patladı Mir Beyaz en son. “Miray sakin ol ya! İfadesini de alacak işte! Allah Allah…”

“Bakacak! Neredeyse bulmak zorunda! Savcı o! Tamam mı? Bu dava yüzünden altı kişi öldü şu ana kadar! Az mı ya? Az mı?”

Bir hışımla odadan çıkmak için kapıyı açtığımda karşımda Varan Alp’i görmeyi beklemiyordum. Ona da çok sinirliydim.

“Miray bak sakın!” dedi Mir Beyaz arkamdan seslenerek. “Sakın yanlarına gitme!” Bir yandan çatık kaşlarıyla Mir Beyaz’a doğru bakan Varan Alp’in pek memnuniyetsiz sıfatını incelerken diğer yandan da Mir Beyaz’ın sarf ettiği sözleri dinlemekle meşguldüm. “Tamam mı?” dedi en son.

Mir Beyaz’ın olduğu yöne döndükten sonra “Değil!” dedim büyük bir öfkeyle.

Memnuniyetsiz Varan Alp’in koluna sertçe çarparak emniyetin çıkış kapısına doğru yürürken Mir Beyaz arkamdan seslendi Mir Beyaz ama durmadım, sadece yürüdüm.

Tam bütün masaların arasından geçip çıkış kapısına yürüyecektim ki masanın önünde gördüğüm bedenle bir anda büronun ortasında mıhlandım. Dimdik duruyordu, dikdörtgen çerçeveli gözlüğüyle ve elinde çantasıyla gözlerimin içine dik dik bakıyordu. Pişkin pişkin gülümsediği an sanki beynimin içinde kıyamet koptu, kendime hâkim olamadım.

“Ne haber Miray?” diyerek sol gözünü kırpan İlkhan, diğer yandan da çantasını masanın üstüne bırakmıştı. “Bir müvekkilimi görmeye geldim de… Cinayet büroya da uğrayayım dedim.”

Gözlerim doldu, kendime hâkim olamadım ve üstüne doğru yürüyüp yakasına yapıştım.

“Ulan şerefsiz!” diyerek onu ittirdiğimde bilerek kendisini yere düşürdü. “Kalk yerden pislik herif!” Sahte bir şok ifadesine bürünmeden hemen önce otuz iki diş sırıtıyordu.

“Heeey! Ne oluyor?” Bir polis memuru beni geriye doğru çektiğinde gördüğüm tiyatro karşısında şok olmuştum.

“Kalk yerden ve şimdi bana söylediklerini savcıya söyle!” diye bağırdım.

Polis memuru kolumu bıraktığı an İlkhan ayağa kalktı ve “Miray ne yapıyorsun? İyi misin?” demeye başladı.

“Yalancı şerefsiz!” diyerek tokadı suratına yapıştırdığım an gözlüğü havaya fırladı, ardından yere düştü. Bir kez daha ittirdiğimde ise arkamdan bir sürü kişi omuzumdan tuttu ve beni geri çekti.

Polis memuru, “Savcım bir anda saldırdı, tutamadım,” dediğinde Varan Alp’in bana korkulu ve öfkeli bir bakışla baktığını fark edip kendimi geri çektim.

İlkhan, “Miray ben sana kan verdim, senin yaptığın bu mu şimdi?” dedi hüzünlü hüzünlü.

“Bak hâlâ oyun oynuyorsun! Tiyatrocu şerefsiz!” diyerek üstüne yürümeye çalıştığım an Varan Alp iki kolumdan da tutup beni geriye çekti.

“Miray dursana!” dediğinde bir tane de ona yapıştırmamak için kendimi çok zor tutmuştum.

“Sana ne Varan Alp? Çek ellerini kolumdan,” diyerek kendimi geri çektikten hemen sonra İlkhan’a doğru döndüğümde aynı hüzünle bana baktığını fark edince “Seni geberteceğim!” diyerek üstüne atladım.

Öfkeden gözüm dönerken iki kolumu da tekrardan tutan Varan Alp, “Şahsı nezarete atın,” diyerek polis memurunun önüne bırakınca hayret edercesine sinirden gülmeye başladım. Beni nezarete mi atacaktı?

“Sen ne yaptığını sanıyorsun ya?” dedim ve bu kez de Varan Alp’in üstüne yürüdüm. “Bu mu olduk şimdi?”

“Hanımefendi! Karşınızda savcı var!” diyerek beni çekiştiren kadın polis memurunun kollarını çekmeye çalıştım; öfkeden gözüm dönmüştü.

Varan Alp ne olduğunu anlamaya çalışır gibi bir İlkhan’a bir bana baktı, sonra da “At nezarete,” dedi kolumdan tutan polis memuruna.

“Bunu var ya!” dedim polisle beraber ileriye yürürken. Bir yandan da neden öfkelendiğimi anlamaya çalışan Varan Alp’e bakıyordum. “Ödeteceğim sana! Hele bir çıkayım şuradan! Göreceksin sen!” Polis memuru kadın kollarımı daha sıkı tutunca “Ya bırak! Zaten iniyorum!” dedim yüksek bir sesle. “Morarttın kollarımı.”

“Devletin savcısını tehdit ettin az önce, farkında mısın?” diyerek merdivenlerde bile ittirmeye başladı beni. “Bu nasıl bir arsızlık? Terbiyesiz.”

Bu kez dalga geçer gibi gülmeye başladım. Delirmek üzereydim.

Bir dakika içinde nezarethanedeydik.

Demir parmaklıkların arkasında olduğuma inanamıyordum.

Birkaç dakika boyunca sadece oturup ağladım, sonra da yavaş yavaş toparlandım.

Burnuma kötü bir koku gelince ağır bir hareketle sol tarafıma doğru döndüm. Tahminen otuzlu yaşlarda görünen kadına bakarken sırıtarak bana baktığını fark ettim.

“Gündüz gündüz içtiniz mi?” diye sorduğumda öfkeliydim. “İğrenç kokuyor.”

Kadın kahkaha atarak başını bir sağa bir sola salladı. “Bu benim ayık hâlim, bebeğim.” Bir anda ayağa kalkıp kafasını demir parmaklıkların arasına soktu. “Kız seni bir yerden tanıyorum… Yoksa artist misin?”

Gözlerimi devirerek önüme döndüm. Fısıltılı bir sesle “Bir bu eksikti cidden…” diye mırıldandım. “Beni layık gördüğü yere bak! Nezaret!”

“Kim?” diye soran kadın, onunla sohbet ettiğimi düşünmüştü muhtemelen.

Boş bir bakışla yüzüne bakarken “Size söylemedim, önünüze döner misiniz?” dedim.

“Doğru söyle. Oyuncusun, değil mi?”

Tüm şeytanlığımla “Hee oyuncuyum!” diye bağırdım en son.

Allah’ım düştüğüm yere bakar mısın ya? Ben gerçekten hak ettim mi bunları? Hak ettiysem başım gözüm üstüne ama vallahi hak etmiyorum ya!

“Gerçekten kafayı yemek üzereyim,” diyerek ayağa kalktım. “İnsan bir dinler! Bu kız niye saldırıyor ki bu çocuğa, değil mi?” Sesim yankılanınca istemsizce hâlâ merakla bana bakan kadına doğru döndüm. “Nefret ediyorum ondan,” dedim öfkemle. “Ama konumuz bu değil. Onun kuzenini öldüren herife bir tane tokat yapıştırdım diye beni nezarete attı ya, çok koydu işte…”

“Sen iyi misin bacım?” diye demir parmaklığı yumruklayan kadın açıkçası umurumda bile değildi.

“Ben fazla iyiyim,” diye cevapladım ve tekrardan oturağa çektim. Arkama yaslanırken “Savcı diye havalarda tabii…” diye kısık bir sesle söylendim. “Zaten tam mesleğini bulmuş. Fasulye sırığı.” Kollarımı göğsümde bağlarken dün, arabada geçen konuşmayı anımsayarak “Bıraktı gitti resmen…” dedim. “Sonra bir de üstüne katille muhatap oldum ya katil!”

“Ya bacım sen ne diyon katil, savcı? İyice delirmişsin!” diyen kadın, zannımca benden bıkarak oturağına geçti ve uzandı.

Ayağa kalkıp nezarethanenin içinde ne kadar yürüyebilirsem yürüdüm ve düşündüm.

Nasıl çıkacaktım ya bu işin içinden?

Bir iki dakika sonra on metre ilerimizdeki kapı açıldı, içeriye tam da beklediğim gibi Varan Alp girdi. Bilerek arkamı döndüm ve kollarımı göğsümde bağladım.

Pislik.

Adım sesleri yaklaşmasına rağmen arkamı dönmedim.

“Miray,” derken sesi soğuk çıkmıştı. Asla arkamı dönmedim. “Miray bana bakar mısın?” Yine dönmedim. “Açsana şunu,” dediğinde göz ucuyla anahtarı kilide sokarak demir kapıyı açan polis memuruna baktım ama Varan Alp’e asla. Kapı açıldı, Varan Alp içeri girdi ve tam karşımda durdu.

Bu kez kafamı kaldırdım ve gözlerinin içine pis pis bakmaya başladım. “Hayırdır?” dediğimde düz bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. “Canın sıkıldı, nezarete mi girdin? A pardon! Sen canın sıkılınca nezarete de attırıyorsun değil mi? Bu nasıl bir iş ya?” Sesim daha da yükseldi. “Çık!” diye bağırdım. “Ayrıca senin için suç duyurusunda bulunacağım. Sen ne hakla beni nezarethaneye atıyorsun?”

“Karşımda adam dövdün,” deyince inkâr edercesine gözlerimi devirdim.

“Dövmedim.”

“Dalga mı geçiyorsun?” diye sorduğunda ellerimi yumruk haline getirdim ve iyice sıktım. “Niye saldırdın İlkhan’a?” diye sorduğunda ise dalga geçer gibi güldüm.

“Sana ne?” Bu kez sesim pek çıkmamıştı. “Sana ne ya? İster döverim ister söverim.”

“Değil mi, bana ne? Savcı falan olsam neyse ama bana ne ki? Ben kimim yani?” diye peş peşe sertçe sorular yöneltti. “Olay ne? Onu söyle! Bak bütün gün burada kalırsın yoksa!”

“Ya bu kız kafayı yemiş!” diye yan nezaretten seslenen kadına döndüğümde, beklemediğim için kaşlarımı çatmıştım. “Az önce katil matil bir şey diyordu… Herhalde zırdeli.”

“Sensin deli,” deyip Varan Alp’e doğru döndüm.

Polis memuru bir anda “Sus!” diyerek kadını susturdu. “Savcı burada.”

“Ne? Savcı mı?” diyen kadın koşa koşa demir parmaklıkların önüne geldi. “Savcım sana zahmet beni bir çıkarıversen? Avukatım falan yok. Kocamın kafasında rakı şişesi kırdım diye beni nezarete attılar sabahleyin.”

Keşke ben de Varan Alp’in kafasında rakı şişesi kırsaydım.

“Sana bir şey mi söyledi? Terbiyesizlik mi yaptı?” diyerek az önceki sorularını yinelemeye başladı Varan Alp.

“Bir şey söyledi, evet. Eğer beni şirketin önünde bırakıp gitmeseydin ilk sana söylerdim. Belki bu kadar sinirlenmezdim, yalnız kalmazdım, delirmezdim!” diyerek bir anda içimi dökmeye başladım. “Ama sen gittin! Şimdi geri kalanı seni ilgilendirmez. İstersen beş gün nezarette tut, koymaz bana. Ayrıca İlkhan’ı sorgulamadan önce bir kendini mi sorgulasan? Zira en büyük terbiyesizlik sana ait.”

“Miray.” Sesi tabii ki benim sesimden daha uysal çıkmıştı. “Söyleyecek misin yoksa gideyim mi?”

Dediğim dedik dediğimizde de Varan Alp…

Dalga geçercesine güldüm. “Git.”

“İyi,” dedikten sonra demir parmaklıkların ardından çıktı, sonra da polis memuruna döndü. “Kimseyle görüşmeyecek.”

“Ne?” dediğim an demir parmaklıklar üstüme doğru kapandı. Varan Alp arkasını dönüp çıkarken “Sana inanamıyorum!” diye bağırdım ve demir parmaklıkları yumrukladım. “Varan Alp dursana!” diye bağırdığımda elimi kırmak üzereydim. Sonunda durdu. “Gel buraya!” diye bağırdım sinirle. Sanırım polis arkadaşımızın kulağını patlatmıştım çünkü kendisini yüzünü ekşiterek kulağını tutuyordu. “Pardon,” dedim sessizce. Ardından beş altı metre ilerimde durup düz bir ifadeyle yüzüme bakan Varan Alp’i görüp “Çıkar buradan beni!” dedim sert bir sesle.

“Git, dedin,” diyerek ağır adımlarla buraya yürüdü. “Gitmeyeyim mi?”

“Buraya gelip beni çıkaracaksın,” dedim sinirle. Sesimdeki netlik yüzünden duraksadı, sonra da polis memuruna kısa bir bakış attı. “Şimdi.”

“Önce anlatacaksın.”

İyice sinirlerimle oynamaya başladı. “Çıkarır mısın?” dedim ısrarla. “Bak, yemin ederim…” dedim ve parmaklıkları yumruklamaya başladım. “Kırarım elimi!”

“Hanımefendi ne yapıyorsunuz?” Memur Bey’e de rezil olmuştum. “Yapmayın,” diyerek göz ucuyla Varan Alp’i işaret etti.

Varan Alp en son “Tamam, kilitleme,” diyerek kapıyı kendisi açtı. Kilitlenmeyen parmaklığı neden yumruklamıştım ki ben? “Çık, hadi.”

Parmaklıkların arkasından çıktığım an özgürlük çok hoş gelmişti.

“Bir beni hapse tıkmadığın kalmıştı,” diyerek önden yürüdüm ve hızlı adımlarla buradan çıktım. “Tık, hapse de tık. Onu da yap.”

Yapardı da…

İkimiz de nezarethaneden çıkıp emniyetin kat arasında durduk. Merdivenleri kullanarak inip çıkan insanları görmezden gelerek pencerenin önüne doğru yürüdük.

Ben durunca o da durdu, sonra da karşıma geçti.

“Anlat şimdi,” deyince bir yandan tavırlı bir ifadeyle gözlerimi devirirken diğer yandan da İlkhan geliyor mu diye merdivenleri kontrol etmiştim. “Bakma merdivenlere,” dedi sertçe. “Anlatır mısın artık?”

Yüzümü ekşiterek “Sen ne oldun şimdi?” diye sordum haklı olarak. “Ne oldun yani? Harika bir savcı mı?”

“Miray anlat artık şunu da bileyim.”

“Niye bu kadar merak ediyorsun?” diye sorarken bakışlarında gizlediği hüznü fark edebiliyordum. Bayağı bayağı acı çekiyordu ama bunu bize yapan da kendisiydi. “Hani benimle konuşmak istemiyordun?” Cıkladım. “Hani eskisi gibi olmak istiyordun?”

Zorda kalınca “Bu farklı bir konu,” dedi sakince.

Daha fazla muhatap olmamak için “İlkhan katil,” dediğimde bunu beklemediği için bir süre sadece gözlerimin içine baktı. “Katil o. Tetikçi o yani.”

“Anlamadım.”

Ona olan sinirim hâlâ geçmemişti ama özellikle bu konu hakkında her konuştuğumuzda ona sarılmak istiyordum.

İstemsizce gözlerim doldu. “Şirkete gittiğimde kendisi söyledi.”

“Hangi şirkete? Eniştemin şirketine mi?”

“Evet.” Ona anlatacak çok şeyim vardı ama sanırım beni sadece kısa cevaplarla dinlemek istiyordu. Kısa ve net. “Enişten de azmettirici.”

Varan Alp anında “Yok artık,” deyince o da bana inanmadığı için öylece kaldım. “Eniştem ve senin üniversiteden arkadaşının ne gibi bir alakası var?”

“Sen de bana inanmıyorsun.” Büyük bir aydınlanmayla pencereden dışarıya bakarken kimsenin bana inanmadığını fark ettim.

Ve ağlamaktan bazen nefret ediyordum.

“Miray gerçekten ikisinin alakasını söyleyecek misin yoksa…”

“Yoksa ne?” diyerek başımı tekrardan ona çevirdim. Bu kez üzülerek bakıyordu bana. “Delirdiğimi falan mı düşünüyorsun?” Sessiz kaldı çünkü gözlerim dolmuştu. “Ama ikisi ne kadar profesyonel bir şekilde sizi kandırıyor, biliyor musun? Haberiniz bile yok! Benim aklım başımda değilmiş gibi davranmayı kesin artık!”

“Eniştem işin içinde değildir, sanmıyorum ama İlkhan’ın ifadesini alırız. Sakin ol.”

Dalga geçercesine gözlerinin içine bakarken “Bu dikkat dağınıklığı ile zor ama…” dedim öfkeyle. “Buket’in kan grubu ne?” diye sorduğumda kaşları çatıldı.

“Buket’in kan grubu ne alaka?” diye sorarken kaşları çatıldı.

“Söyle,” dedim ısrarla.

“AB dedi ablam. Ne alaka?”

“Enişteninki ne?” diye sordum sertçe. “Sıfır!” Bir anda aydınlanır gibi gözlerini belerttiğinde “Sence bu mümkün mü?” diye sordum. “Değil! Buket, Behzat Bey’in kızı değil. Ha diyeceksin ki tamam, ablam yanlış söylemiştir. Ara, sor şimdi. Sor, sor…”

Ceketinin eline cebini yerleştirdikten sonra durakladı. “Yüz yüze sormam lazım,” dedi donuk bir sesle. “Şimdi bir dakika… Ablam bu meseleyi gizledi diyelim, eniştem neden 17 Eylüllüleri sırf bu yüzden öldürsün?” diye sorarken bile mana vermedi. Ama bunu söylerken sesi titremişti. “Niye? Hâlâ alakayı bağlayamadım.”

“Enişten geldi, bilerek küpeyi bizim evdeki koltuğun arasına sıkıştırdı! Sırf ablandan şüpheleneyim diye kısa saç şüphesi çıkardılar! Ama kısa saç peruğu takan kişi, İlkhan’dı. Hemşire o gün kısa saçlı bir kadın gördüğünü söyledi ifadesinde ama ona saldıran kişi neden erkekti? Çelişki! Hepsi çelişki! Kısa saçlı bir kadın yok!” Bana gerçekten de deliymişim gibi bakıyordu. “Niye bakıyorsun ya öyle? Bir şey desene!”

“Ne diyeceğim? Bilmiyorum,” dedi sadece. Beyni yanmış gibi bakıyordu gözlerimin içine.

Bana inanmıyordu. “Seslerini incelterek konuştular karşımda. Enişten Buket’i kullanarak bana Barbie bebek aldı, içine de ses kayıt cihazı yerleştirdi. Beni kaçıran kişi Doktor Cevat değildi, zaten emniyete almışsınız, ifadeye, o olamaz. Evden çıktığımı da o ses kayıt cihazı sayesinde biliyorlardı,” diye devam ettim. “Bir kadının öldürdüğünü, daha doğrusu Leman Hanım’ın öldürdüğünü düşünmemizi istedikleri için hem kısa saç şüphesi yarattılar hem de seslerini incelterek konuştular. Bakılacak tek şey HTS mi sence?” diyerek onu ikna etmeye çalıştım. Şok olmuştu. “Hatları çıkarıp çıkarıp atıyorlar, başka telefonları olamaz mı gerçekten?”

“Eniştem neden böyle bir şeyle uğraşsın Miray?” Yüzünü yüzüme doğru eğince bir tane çakasım geldi suratına. “Geçerli bir nedeni olması lazım.”

Biraz düşündükten sonra “Ailesini tanıyor musun eniştenin?” diye sordum.

“Hayır,” dedi.

“Çünkü muhtemelen yangında bir yakını öldü.”

Varan Alp birkaç saniye sonra “O zaman İlkhan ne alaka Miray?” diye sordu. “İlkhan senin üniversiteden arkadaşın değil mi? Benim eniştemle ne gibi bir yakınlığı olabilir? Belki de sen korkmuşsundur, yanlış anlamışsındır. Olamaz mı?”

“İlkhan…” dedikten sonra birkaç saniye gözlerimi yumdum. “Beni kaçıran kişiyi görmedim ama kokusunu duydum,” dedim ve başımı bir aşağı bir yukarı salladım. “Behzat’ın odasına girdiği an aldığım kokuyla aynı kokuydu. Yüzüme öyle pişkin pişkin baktı ki…”

Kaşlarım çatıldı.

“Kurşun yarası…” dedim fısıldayarak.

“Ne?” dedi anlamayarak.

Ona cevap vermeden koşa koşa merdivenleri çıktım, arkamdan seslense de durmadım. Cinayet büroya adımımı attığım an gözlerim onu aradı.

İçeriye girdim, tüm komiser odalarına cam kapılardan kısaca baktım ama göremedim.

“Nerede o?” diye sorup az önce çantasını bıraktığı masaya doğru yürüdüm. “İlkhan nerede?”

“Miray!” Varan Alp yanımda durduktan sonra kendime gelmem için beni kendisine çevirdi. “Yine ne yapıyorsun sen? İki dakika sakin ol ve yanımda dur.”

Sarp önümüzde durup “Varan Alp Savcım,” diyerek kendi odasını işaret etti. “Ceyda Savcım sizinle 17 Eylül davası için görüşmek istiyor.”

Hâlâ İlkhan’ı arıyordum. “İlkhan nerede?” diye sordum Sarp’a.

“İlkhan Ceyda Savcı ile görüşüyor,” dedi sıradan bir şey der gibi.

Hiç beklemeden Sarp’ın odasının kapısını açtım ve içeride İlkhan’ı görünce öfkeli bir fısıltıyla “Şerefsiz,” dedim. “Anlat! Savcıya da anlat! Katil olduğunu itiraf etsene! Şerefsiz!”

“Avukat Hanım! Bu nasıl bir terbiyesizlik? Odaya dan diye giriyorsunuz! Kapı çalma adetiniz yok mu?” diye çemkiren Ceyda’yı umursamadım.

İlkhan’ın tişörtünü işaret ettim. “Üstünü çıkar.”

“Ya Miray…” dedi Sarp kolumu hafifçe tutarak. “Ne yapıyorsun?”

“Çıkarsana tişörtünü!” diye bağırdım İlkhan’a. “Kurşun yaran var mı, bakalım.”

Varan Alp, İlkhan’ın yanına yürüdü ve “Ayağa kalkın,” dedi. İlkhan pişkin pişkin ayağa kalktıktan sonra Varan Alp tişörtü sıyırdı.

Tam da beklediğim gibi…

“Burada bir yara var,” dedi Varan Alp, aynı zamanda İlkhan’ı öldürecekmiş gibi bakıyordu. Tişörtü sertçe indirip sert sert bakmaya devam etti. “Ne bu yara? Hayırdır avukat?”

“Bakın!” dedim ispatlandığında. “Aykut’u kaçırırken karnından yaralandı çünkü!”

İlkhan, “Yok artık… Asılsız bir iddia bu!” dedi ve göz ucuyla Varan Alp’e baktı.

Ceyda, gerçekten de kurşun yarası olduğunu görünce “O hâlde bu yara ne zaman oldu Avukat Bey?” diye sordu. “Kim silahla yaraladı sizi?”

“Polis yaralamadı elbette,” diyen İlkhan, gülümsedi. “Zaten yaralayan şahıstan şikâyetçi de oldum. Sokakta yaralandım ben. Bir saldırgan tarafından.”

Dalga geçercesine güldüm. “Yalancı… Gerçekten tiyatrocusun sen. Şerefsiz.”

“İspatlayın o zaman,” diyen İlkhan, hepimize tek tek baktı. “Şüphelerle tutukluluk nereye kadar gider ki? İspat gerek.”

Bu zamana kadar hiç savaşmadığımızı tek bir cümleyle özetledi İlkhan; savaş, bugünden itibaren başlıyordu.

 

 

INSTAGRAM // esmatonguc

Bölüm : 20.06.2025 20:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...