32. Bölüm
Esma Tonguc / 17 EYLÜL / 31. ONU FARK ETMEK

31. ONU FARK ETMEK

Esma Tonguc
esmatonguc

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.

ON YEDİ EYLÜL (II)

31. BÖLÜM: “ONU FARK ETMEK”

⚖️

“Ve onunla göz göze gelirsin, yeniden tanıştığını hissedersin.”

HÂKİM BAKIŞ AÇISI - SAKAY DEVLET HASTANESİ - İZMİT

Neredeyse otuz sene sonra, tekrardan buradalardı: İzmit Seka Devlet Hastanesi’nde.

Gece vaktiydi, yaralı vardı, insanlar mutsuzdu, gerilim had safhadaydı ve en önemlisi, yine buradalardı. Kaderin ördüğü ağlar mı denirdi yoksa tatsız bir tesadüf mü? Aslında ikisi de değildi. Bu, katilin planladığı bir kurguydu; o da zaten oluvermişti.

Hastanenin ameliyathanesinin önü epey kalabalıktı çünkü ilerideki bekleme koltuklarında, 1998’de doğum yapanlar ve doğanlar çoğunlukta olmak üzere polis memurları, savcılar ve yakın arkadaşları bekliyordu Miray’ı. Uzun süredir ameliyattaydı, herkes onu çok merak ediyordu.

Hemşirelerden biri ameliyathanenin kapısından koşa koşa çıktıktan sonra bekleme koltuğunda çaresizce bekleyen hasta yakınlarına dönüp “Acil, 0 RH – kana ihtiyacımız var, acil!” diyerek etraftakileri işaret etti. “Aranızda var mı?”

“Yok,” diyerek ayağa kalkan kişi, Seray’dan başkası değildi. “Bütün aile A RH – bizde.” Endişeyle Teoman’a döndü ama onun kan grubunun B RH + olduğunu biliyordu. “Biz İzmit’te kim var kim yoksa arayalım.”

Hemşirenin yüzündeki terden çok acil olduğu belli oluyordu.

Varan Alp, Erkin’e dönerek “Seninki neydi?” diye sorunca Erkin kafasını olumsuz anlamda salladı.

“Benim de A RH + kardeşim ama bekle, ekibe sorup geleceğim.”

Hemşire, “Biz de duyuru geçeceğiz,” diyerek koşa koşa koridoru terk etti.

Bengü Hanım baygınlık geçirmek üzereydi ve sesi soluğu çıkmıyordu; Adem Bey, kızının kan grubunu bütün tanıdıklara tek tek gönderip acil kana ihtiyaç olduğunu mesajla gönderirken eli ayağına dolanmış durumdaydı. Koray, sadece duvara yaslanıp ağlıyordu; kendisini dünden beri o kadar suçluyordu ki ablası Seray, kendisine zarar verecek diye yanından ayrılamıyordu.

Teoman, “Ben ablamı arayayım,” diyerek koridorun ucuna yürüdüğü an ablasını, eniştesini, babasını ve dayısını yan yana gördü. Şaşırmıştı. “Baba? Nereden haberiniz oldu sizin?” Telefonunu cebine yerleştirince Buket, dayısının bacaklarına sarıldı. “Abla?” dedi Teoman, Buket’i kucağına alırken.

“Varan Alp aradı bizi,” diyen Ümit Haldun İnal, arkasındaki korumaların biraz daha geride kalması için ileriyi işaret etti. “Yardımcı olabilirsek ne mutlu.”

Seray, Leman Hanımları gördüğü an “0 RH – kan grubu var mı aranızda?” diye sordu yanlarına yürüyerek.

“Dayı? Senin 0 değil miydi?” diye sordu Leman, dayısına dönerek.

“Benim 0 RH + ama ilaç kullanıyorum, sanırım kan veremem,” dedi Ümit Haldun İnal da.

Behzat Bey, “Benimki de 0 ama negatif mi pozitif mi bilmiyorum,” dedi endişeyle. “Baktırabiliyor muyuz?”

Polis memurlarının arkasında beliren güruh, birkaç doktoru rahatsız ederken “Bakalım,” dedi Seray alelacele. “Yani bakılabilir bence.”

“Durun ben korumalara bir sorayım,” diyerek kişisel korumalarına doğru yürüyen Ümit Haldun İnal, herkese tek tek sordu.

Fakat kimsede yoktu.

Herkes seferber olmuştu.

Yeşim, Emirhan, İlkhan ve Evra koşar adımlarla ameliyathanenin önüne doğru yürüyünce Seray, hepsini tanıdı. “Geldiniz mi? Çok şükür,” diyerek onlara doğru koştu. Buraya gelmeleri için aramamıştı onları aslında ama dördü de meraklanıp gelmişlerdi. “Aranızda 0 kan grubu var mı? Negatif lazım. Var mı?”

“Abla benim A pozitif ya…” dedi Emirhan, sonra da Yeşim’e döndü. “Senin ne?”

Yeşim cevap veremeden İlkhan, “Benim 0 Rh -, ben kan veririm!” dedi büyük bir heyecanla.

“Çok şükür!” diyen hemşire, İlkhan’ın kolundan tuttuğu gibi sürüklemeye başladı. İlkhan, neye uğradığını şaşırarak hemşirenin, kolunu kavrayan ellerine bakarken gülmeden edemedi.

Seray rahat bir nefes vererek “Şükür…” deyip tekrardan koridora yürüdü.

Emirhan, “İlkhan geleyim mi?” diyerek arkadaşının peşine takılırken Evra ve Yeşim ne yapacağını bilemeyerek geride beklemeye başladı.

Hemşire arkadan “Beyefendi siz de gelir misiniz? Kan grubunuza bakalım! İkinizden de alırız!” diyerek Behzat Bey’e seslendi.

“Tamam,” dedi Behzat Bey ve çantasını Leman’a uzattı. “Canım çantanı alsana.” Leman, çantasını alırken ileride bekleyen kalabalığı dalgınlıkla izliyordu. “Ben gidip geliyorum,” diyen Behzat Bey, Leman’ın umurunda bile değildi.

Buket, “Baba!” diyerek, dayısının kucağından el salladı. “Bak dayım beni omuzuna oturttu.”

Behzat Bey, buruk bir tebessümle kızına baktıktan sonra Leman’a döndü. “Gidip geliyorum Leman.”

Leman Hanım’ın gözleri, bu hastanede çalışan bir doktoru ararken “Tamam,” dedi sessizce. “Git.”

Yeşim bir yandan Evra’yı sakinleştirirken diğer yandan da fakülteden arkadaşı olan Miray’ı deli gibi merak ettiği için ağlamasını durdurmaya çalışıyordu. Okul zamanı daha yakınlardı ama samimiyetleri asla bitmemişti.

“Evracığım,” diyerek onu bekleme koltuğuna oturttu Yeşim. “Senin yüzünden olmadı, merak etme.”

Onlara Seray haber vermişti, Miray’dan haberleri var mı diye sorular yöneltmişti ama arkadaşları bilmediğini söyleyerek emniyetin önüne kadar gelmişlerdi. Daha sonra da hep beraber hastaneye gelmişlerdi, farklı arabalarla. Yeşim, herkesi kendi arabasıyla İzmit’e getirmişti.

Evra yüzündeki yaraların üstüne akan gözyaşları canını yakınca “Başına gelmeyen kalmadı, bir de benimle uğraşmış. Ne kadar iyi bir insan,” diyerek ağlamaya devam etti. “Keşke kan grubumuz uyuşsaydı da verseydim bütün kanımı.”

Yeşim, üzülerek Evra’nın sırtını sıvazlamaya devam etti.

Teoman biraz ileride, anneannesi ve dayısıyla bekleyen Buse’yi görünce Buket’i, Buse’nin yanına doğru götürdü. Buse, Buket’in elindeki bebeği görünce onunla oyun oynamak istedi ve gülümsemeye başladı. Herkes ağladığı için iki kız çocuğu da korkmuştu ama birbirlerini görünce korkuları bir nebze azalmıştı.

Buket, elindeki bebeği Buse’ye uzattı ve “Al, senin olsun,” dedi gülümseyerek.

Buse, bebeği eline alır almaz “Seninle oyun oynayalım mı?” diye sorup boş koltukları işaret etti. Cebinden çıkardığı küçük oyuncak köpeği Buket’e uzattı. “Köpek kızı kovalasın, sonra da kız bayılsın.”

Buket bu oyunu beğenince kafasını salladı.

“Biliyor musun? Benim dayım polis,” diyerek arkasını işaret etti Buket. “Bak. Adı Teoman.”

Buse gülmeye başladı. “Benim de dayım polis.” Mir Beyaz’ı işaret etti. “Onun adı da Mir Beyaz. Hatta belki arkadaşlardır. Soralım mı?”

Buket, boş bekleme koltuğuna yerleştikten sonra “Hayır çünkü ağlıyorlar,” dedi kısık bir sesle. “Ben sana bir sır vereyim mi?” Buse, bunu duyunca heyecanlanarak başını bir aşağı bir yukarı salladı. Varan Alp, kaşlarını çatarak ikisinin diyaloğunu dinlerken ağlamamak için kendini çok zor tutuyordu. “Benim annem…” dedi Buket, Leman’ı işaret ederek. “Buraya gelmeden önce ağladı.”

Buse, Buket’in annesine bakarken “Benim annem de kayıp,” dedi üzüntüyle.

Buket şok oldu. “Ne? Nereye kayboldu?” Şaşkınlıkla ellerini dudaklarına götürdü. “Yoksa onu da mı köpek kovaladı Barbie bebek gibi?”

Buse üzüntüyle başka bir yöne döndü. “Bilmem. Annemle babam bazen kavga ediyordu, sonra annem ve babam bir anda kayboldu.”

Buket, “Sihirle mi kayboldu yoksa?” diyerek kaşlarını havaya kaldırdı.

“Hayır,” diyen Buse, Buket’ten üç yaş daha büyük olduğu için onun cümlelerine anlam veremedi. “Sihir diye bir şey yoktur!” diyerek Barbie bebeği havaya kaldırdı.

Buket bir hayli sinirlenmişti. “Ama benim izlediğim çizgi filmlerde var…” dedi uzatarak. Sonra kollarını göğsünde bağlayarak Varan Alp dayısına döndü. “Dayı,” dedi sinirle. “Bu kız sihir yok diyor! Hıh!” Küsmüştü. “Ama var!”

Buse, Buket’in hâllerine mana veremeyip Varan Alp’e doğru baktı. Ağladığını görünce “Dayın ağlıyor,” diye fısıldadı, Buket’e doğru. “O mu polis yoksa?”

“Hayır. O bir savcı,” diyerek elindeki köpeği havaya kaldırdı. Hemen anlatmaya başladı: “Benim Varan Alp dayımın köpeği var: Adı Ziva. Ziva kahverengi renk ama beyaz beyaz yuvarlaklar var üstünde. Ona benek deniyor. Bir de Varan Alp dayım İstanbul’a yeni taşındı, biliyor musun?”

Varan Alp, oflayarak ameliyathaneye bakmaya devam etti. Ödü kopuyordu Miray’a bir şey olacak diye.

“Savcı ne demek?” diye sordu Buse merakla. “Yoksa mahkemedeki mavi gözlü adam gibi mi? Ona savcım diyordu Miray ablam.”

“Aaa!” dedi Buket gülümseyerek. “Sen Miray’ı tanıyor musun?”

Buse ameliyathaneyi işaret etti. “Evet, o benim dayımın süt kardeşi. Hatta dayımla aynı gün doğmuşlar, ikiz gibiler.” Hayranlıkla dayısına baktı. “Ama dayım da ağlıyor, herkes ağlıyor. Miray ablam ölebilir.”

Buket hayatının şokunu yaşadı. “Ölebilir mi? Miray ölecek mi?” Bir anda ağlamaya başlayınca annesi ağzını beş karış açarak Buket’e doğru yürüdü. “Miray ölecek mi?” Buket yüksek bir sesle ağlamaya başlayınca Buse korktu ve koşarak anneannesi Biran Hanım’ın yanına doğru ilerledi.

Leman Hanım kızını kucağına alıp “Buket, şşştt…” dedi, onu susturmaya çalıştı. “Kızım bak herkes ağlıyor zaten, ses çıkarma, hastanedeyiz!”

Buket’in çığlıkları hastaneyi inlettiğinde Teoman ve Seray da Leman Hanım’ın peşinden yürüyüp dışarıya çıktılar. O sırada da koridora hemşire girdi, Miray’a acilen kan verilmesi gerekiyordu.

“Oldu mu ikisi de?” diye soran Koray, Mir Beyaz’ın karşısında durdu.

Erkin koridora girince “Kan bulundu mu?” diye sordu herkese bakarak.

“Evet,” dedi Elif de. “Bulundu.”

Erkin, hiç cevap vermeden Varan Alp’in yaslandığı duvara doğru yürüdü ve yanında durdu. “Sakin ol, kesinlikle iyileşecek. Bak, adım gibi eminim. Yarın bile ayağa kalkıp duruşmaların içinden geçecek gibi hissediyorum.”

“Çok kan kaybetmiş,” diyen Varan Alp, cebinden telefonunu çıkardı. “Gitmişler mi o şerefsizin peşinden? Tanıdığımız herkes burada… Kesin Miray’ın özel olarak tanıdığı birisi.”

Katil apartmandan çıkarken ekipler peşinden gitmişti fakat kaçmayı başarmıştı. Hâlâ aranıyordu.

Erkin, bilmiyormuş gibi ofladıktan sonra “Ulan Sarp dedi ya, Aykut diye…” dedi sessizce. “Ya oysa? Katilin eline düşüp kurtulabilen tek kişi o! Seni de sesinden tanıdığını söylemişti ve Aykut tam bir kibarcık.”

Menderes, tam da Varan Alp ile Erkin’in çaprazındaki duvarda olduğundan ötürü konuşmaları duymuştu ve beynine bir anlığına kan gitmemişti. Sertçe yutkunur yutkunmaz Aykut’u bulup ağzına burnuna vurmamak için kendisini çok zor tutmuştu.

“Aykut…” diyen Varan Alp, başını olumsuz anlamda salladı. “O adam korkak.”

Erkin, “Biz ne korkaklar gördük de aslında yalandan korkak gibi davranan… Bir bilsen…” diyerek kollarını göğsünde bağladı. “Miray sana ne dedi? Kim olduğunu görmüş mü?”

“Abime erkek olduğunu söylemiş, o kadar. Bir de asıl sıkıntı şu.” Bedenini tamamen Erkin’e çevirdi Varan Alp. “Miray’ı neden karın bölgesinden yaraladı?”

Erkin de bunu düşünmüştü. “Diğer 17 Eylüllüler gibi yıldız simgesi şeklinde değil de karın boşluğundan yaralamasının bir sebebi olmalı…” diyerek arkadaşına katıldı. “Belki de ölmesini istemedi, sadece canını sıkmak istedi. Psikolojisi bozulsun istemiş olabilir ama neden, hiçbir fikrim yok.”

Bengü’nün gözleri Varan Alp’in kırmızı gözlerine değdikten birkaç saniye sonra tavana dönmüştü. Tüm vücudu tir tir titreyen kadının dilinden hiçbir şey dökülememesi canını yakıyordu. Sakladıkları ağır geliyordu.

Fakat bir yandan da ölecek diye ödü kopuyordu.

Erkin, Bengü Hanım’ın sol koltuğunda oturan Biran Hanım’a ve Menderes’in annesi Fadik Hanım’a teker teker baktı. Daha sonra Elif’in annesine doğru döndü, Elif’le göz göze gelince de yanlarına yürüdü.

“Hanımlar…” Adem Bey de dâhil olmak üzere o koltuktaki herkes Erkin’e doğru kafasını kaldırdı. Erkin, kollarını göğsünde bağlayarak “Toplanın bakalım buraya,” deyince Elif’in annesi de yanlarına doğru yürüdü. “Bana 17 Eylül 1998’de gerçekte neler yaşandığını anlatın,” dedi sertçe. “Eğer anlatmazsanız Miray’ı yaralayan, iki kuvöz arkadaşını öldüren, Melek’i öldüren caniye ya da canilere ulaşamayacağız.”

Bengü Hanım, zoraki bir tebessümle “Otuz sene geçti üstünden,” dedi kısık sesiyle.

Fadik Hanım, “Oğlum biz bilmiyoruz,” deyince Menderes’e korku dolu bir bakış attı. “Zaten yangının sebebi belli değil. Hiçbir şey belli değil. Kavga gürültü de olmadı.”

“Ben bana yalan söylediğinizi düşünüyorum, açıkça konuşayım,” diyen Erkin’in sesi sert çıkmıştı. “Eğer o gün, gündüz ya da akşam, yangın esnasında ya da yangından önce ne olduğunu dürüstçe anlatmazsanız seneye sizin çocuklarınız da ölebilir.” Elif’in annesine döndü. “Siz ne düşünüyorsunuz? Sesiniz soluğunuz çıkmadı.”

Elif’in annesi, “Biz otuz sene önce ifadelerimizi verdik,” dediğinde elini ensesine götürüp kaşımaya başlamıştı. “Her şey doğru.”

Erkin, elini ensesine götürüp yalan söylediği için Elif’in annesine dalga geçer gibi güldü. Biran Hanım da “Biz o gün hayatımızın en zor gününü geçirdik, Savcı Bey. İfadelerimizi de tekrar verdik. Bence sen artık bize soru sorma,” diyerek arkasını dönüp yürümeye başladı.

17 EYLÜL 1998, İZMİT SEKA

Kahkahalarla birlikte şen insanlar birbiriyle sohbet ederken kadınların arasındaki bebek diyalogları, küçük çocukları tarafından pek anlaşılmıyordu. İzmit Seka’daki kurumda, daha rahat doğum yapabilmek için ve bebeklere daha sağlıklı bakabilmek için çoğunlukla hanımlara, kısmen de baba adaylarına eğitim verilmekteydi.

Bugün, sekizinci ayını doldurmuş hamile kadınlar için eğitim sonlandığından ötürü kurum, onlara küçük bir kutlama düzenlemişti.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. yıl dönümüydü, bu yüzden şimdiden ülke ayağa kalkmıştı. Kutlamalar, kutlamaları doğruyordu; herkes sokaklara dökülmek için 29 Ekim’in gelmesini bekliyordu ve kurumdaki hanımlar, bebeklerden hangilerinin 29 Ekim’de doğabileceğini düşünüp sohbet ediyorlardı.

Beyler genelde kendi aralarında futbol konuşurlarken abla ve abi adayları da kendi aralarında oynamaya çalışıyordu.

Ülkü Hanım, elini karnına götürdükten sonra “Bazen hareket etmiyor, ödüm kopuyor,” dedi kibar ve ince sesiyle. “Zaten ben sizden daha yaşlıyım, hanımlar… Korkuyorum başımıza bir şey gelecek diye. Ama doktor, ekim sonu diyor.” Karnını okşadı.

“Adını ne koyacaksın?” diyen Fadik Hanım, bütün meyveleri silip süpürmüştü. “Erkekti, değil mi seninki de?”

Ülkü Hanım, “Evet,” dediğinde herkes ona dönüktü. Bu kadını kurumdaki herkes çok beğeniyordu. İnanılmaz güzel bir siması vardı, kumraldı ve yaşına rağmen pek genç gösteriyordu. Çok elit bir kadındı, hem ressam hem de heykeltıraştı. Çok yetenekliydi üstelik zengindi de. “Adının Alp olmasını çok istiyorum ama babası, sırf ismiyle uyumlu olsun diye tüm çocuklarımın adının sonunun -an ile bitmesini istiyor.”

Teoman, zıplaya zıplaya annesine doğru yürürken adı geçtiği için havalara girmişti. O sırada Bengü Hanım, kızı Seray’ın saçlarını okşuyordu.

“Teoman, bak, teyzelerle tanış. Hatta abla sayılırlar.” Kendisi otuzlarının sonundaydı, buradaki hanımlar belki de otuz bile değildi.

Seray, Teoman ona dönünce dilini çıkardı.

“Anne,” dedi Teoman, etraftakiler sohbet etmeye başlayınca. “Şu kız bana dilini çıkardı.”

Ülkü Hanım, Seray’a doğru döndüğünde gözlerinin ne kadar güzel olduğunu fark etti. “Neden?” diye sordu oğluna dönerek. “Sen ona dilini çıkarma. Ayıp. Tamam mı oğlum? Hatta yanına gidip oyna onunla.”

Teoman, annesini dinleyerek Bengü Hanım’ın dizinin dibinde duran suratsız kıza doğru ilerledi. “Oyun oynayalım mı?” diye sorunca Seray gözlerini devirip saçlarıyla oynamaya başladı. “Dilini çıkarmak çok ayıptır,” diye mırıldandı Teoman, annesinin sözlerini tekrarlayarak. Daha beş yaşındaydı.

Dört yaşındaki Seray, “Sen demin bana bakmadın,” deyip balonlardan birini Teoman’ın kafasına attı.

Bengü Hanım kızına “Kızım!” diyerek bağırdı hafifçe. “Yapma çocuğa şöyle. Aaa! Git, babanın yanına. Hadi.”

Teoman, dudaklarını büzerek annesinin yanına yürüdükten sonra karşısında durdu. Annesi o sırada Fadik Hanım’la sohbet ediyordu.

“Oğlum…” dedi Teoman’a doğru dönerek. “Ağlıyor musun?”

“Anne,” dedi ve Seray’ı işaret etti tekrardan. “Şu kız benim kafama balon attı.”

Seray o sırada balonu eline almış, Teoman’ın yanına gelmesi için bekliyordu.

Ülkü Hanım, “Bak, oynayacak seninle oğlum, hadi,” diyerek oğlunu başından atmaya çalıştı. Teoman sabahtan beri bir rahat vermemişti kendisine. “Hadi oğlum, oyna.”

Teoman annesini dinleyip tekrardan Seray’ın yanına gitti. “Seninle oyun oynayalım ve barışalım.”

Seray da “Tamam,” diyerek balonu havaya attı. “Ben Jerry olayım o zaman sen de Tom ol. İzliyor musun onları?”

“Evet hatta ablamla sürekli izliyoruz. Ama benim dizlerim yaralandı. Koşamam ki… Az önce zıplayınca canım yandı.” Seray’ın yeşil gözlerine hayranlıkla baktı. “Evcilik oynayalım mı?”

Seray anında kaşlarını çattı. “Neeeee?” dedi ve ellerini yanaklarına götürdü. “Anneyle baba mı olacağız?” Şok olmuştu. “Çok ayıp bir çocuksun sen.”

Teoman kıkırdamaya başladı. “Hihihihi…”

“Pis!” Koluna vurdu Seray.

Teoman, Seray koluna vurunca üzülerek annesine döndü: “Anne! Anne! Anne!” Seray, Teoman bağırdığı için kulaklarını kapattı. “Şu kız benim koluma vurdu!”

Ülkü Hanım da Bengü Hanım da derin bir sohbete daldığından çocuklarını umursamadı.

Ardından Seray, “Eğer demin yediğin bisküvilerden bir tane verirsen seninle evcilik oynarım,” deyince Teoman, cebindeki bisküvilere döndü.

“Hım…” Bisküvileri çıkardıktan sonra “Bir tane al,” diyerek diğerlerini ağzına attı.

“Çüüş!” diyen Seray, şok olmuştu. “Ayı gibi yedin!”

Teoman buna bozuldu. “Annee!” diyerek Ülkü Hanım’a döndü. “Şu kız bana ayı dedi!”

“Ama ayı gibi yemek yeme. Sen çok ayıp bir çocuksun.” Seray, Teoman’ın verdiği bisküviden bir parça aldı. “Senin en sevdiğin yemek ne peki? Evcilik oynarken onu sana yapayım.”

Teoman ve Seray yere oturup bisküvi yediler. “Benim en sevdiğim yemek patates. Seninki ne?”

Seray bisküvisini yuttuktan sonra “Bööörek!” dedi ö harfini olabildiğince uzatarak. “Ben de patatesli börek çok severim. Sana patates yapayım, kendime de börek.”

“Bööörek mi?” Teoman yüzünü ekşitip cıklamaya başladı. “Sen daha konuşmayı bilmiyorsun be.”

Seray alınarak Teoman’ı ittirdi. “Artık oyundayız! Sessiz ol!”

Teoman kabullenerek “Tamam,” deyip ona ilerideki fırın ve ocak oyuncağını getirdi. “Al, bunun üstünde yemek pişir. Tamam mı? Ben içeride Pokemon izleyeyim, sen de bana börek getir.”

Seray anında kaşlarını çattı. “Neden? Sen de bana yardım etmelisin.”

Teoman, “Ama ben büyüyünce polis olacağım, yorulurum işten gelince. Sonra Pokemon izlerim ve koltukta uyurum. Sen de bana yemek getirirsin,” deyince Seray ikna oldu.

“Ama ben büyüyünce evde mi olacağım? Sıkılmaz mıyım?”

Teoman düşünceli bir sesle “Sen de daha az yorulmuş olursun çünkü erkekler yemek yapmaz,” dedi ve ocağı gösterdi.

“Ama benim babam yumurta kırabiliyor! Hem de anneme çok yardım ediyor!” diye itiraz etti Seray.

“Benim babam dün ekmek arasına salça sürdü ama yanlışlıkla üstüne şeker döktü,” diyen Teoman, Seray’ın kahkaha atmasını sağladı. “Çok beceriksiz bir adam.”

Seray’ın kahkahası büyüdü. “O zaman ben de böööreğe şeker atayım mı?”

Ülkü Hanım ve Biran Hanım aralarında konuşurlarken kurumdaki aşçılardan biri yanlarına geldi. “Beni hanginiz çağırmıştınız?” Ülkü Hanım, kardeşinin eşini işaret etti: Sude Hanım’ı. Ve aralarında konuşmaya devam ettiler.

Biran Hanım, “Burada kız doğuracak zaten bir Bengü var bir de Saide,” diyerek ikisini işaret etti. “Hepimiz erkek doğuruyoruz herhalde.”

“Benim yengem Sude de kız doğuracak. Adını Melek koyacak hatta, çok kararlı,” dedi Ülkü Hanım da. “İki kuzen yaşıt olacak, artık kardeş kardeş büyürler.”

“Ayy, ne güzel…” dedi Bengü Hanım, sohbete katılarak. “Ben de kararsız kaldım. Sizce Feray mı güzel, Simay mı yoksa Miray mı?”

“Sonunda ay olması şart herhalde,” diyerek kahkaha attı Ülkü Hanım. “Bence en güzeli Miray.” Ülkü Hanım, karnına sancı girince kaşlarını çattı.

“İyi misiniz?” Biran Hanım da Bengü Hanım da Ülkü Hanım’ın koluna dokundu.

“İyiyim, teşekkürler,” diyen Ülkü Çakmak, karnını okşadı. “Benim oğlum sakin, annesi gibi.” Gözleriyle Teoman’ı işaret etti. “Teoman babasına çekmiş. Fıttırık.” Üçü de güldü. “Ama bazen canımı yakıyor, olsun.” Karnını sevmeye devam etti. “Sağ salim doğsun da bütün acılara razıyım ben.”

“İnşallah…” diyerek sesini herkese duyurdu Biran. “Hepimizin çocukları sağlıkla doğsun inşallah. Âmin!”

Herkesten bir âmin almıştı.

Sude, endişeli bir şekilde karnına dokunarak sandalyeye yerleşince Ülkü, bir terslik sezdi. Yengesine soru sormak için ayağa kalkınca karnındaki sancı devam etti. Doğuracak zannetti.

“İyi misin?” diye sordu Ülkü, Sude’nin koluna dokunarak. “Bir şey mi oldu?”

Sude İnal, eşine doğru bakarken gözleri doldu. “Hiç iyi değilim Ülkü. Hiç.”

GÜNÜMÜZ

Erkin Gümüşpala, hiç inanmıyormuş gibi sırıtmaya başladı ve “Peki hanımlar, siz bilirsiniz…” deyip kendisini işaret etti. “Bakın, benim ablam da arada kaynadı gitti. Güçlü durmaya çalışıyorum ama içim enkazdan farksız. Siz bana ya da başka bir savcıya, polis memuruna olanları anlatmadığınız sürece daha çok acı çekersiniz.” Bengü Hanım’a döndü. “Özellikle de siz hanımefendi. Kızınız avukat, katil de kızınızı tanıyor.”

“Kimseyi tanımıyoruz oğlum biz,” diyen Bengü, ağlayarak konuşuyordu. “Kızımı kim vurduysa psikopatın teki işte! Tanımıyoruz hiçbirimiz! Ha tamam, bir kavga gürültü oldu ama o kadar!”

“Ne kavgası?” diye sordu Erkin öfkeyle.

Biran, Bengü’nün koluna vurdu. “Kadınların arasında bir kavga çıktı ama o kadar. Başka bir şey bilmiyoruz. Tamam mı?” dedi Biran Hanım, Erkin’e doğru. “Bizi rahat bırakın! Kızımız içeride, ameliyatta! Saygınız olsun azıcık.”

Ameliyathanenin kapısı açılınca herkesin başı o yöne doğru döndü.

Doktor, maskesini yüzünden çıkarıp “Hiç merak etmeyin!” dediğinde herkesin içine su serpildi. “Kan kaybı vardı, halloldu ama bir süre yoğun bakımda kalsın. Tamam mıdır? Sakin olalım.”

Herkes birbiriyle sarılmaya başladı, şükür fısıltıları dolandı etrafta.

MİRAY HİLDE LALEZAR, BİR HAFTA SONRA

Karnımdaki kurşun yarasını tuta tuta yürümeye çalışıyordum. Koray, koluma girmişti ve on dakikadır hastaneyi dolaşıyorduk. Üç gün önce ağrıdan dolayı her yürüdüğümde canım yanıyordu fakat şu an iyiydim, hatta bugün taburcu bile olabilirdim.

Başımı Koray’a doğru çevirip “Artık koluma girmene gerek yok, gerçekten,” dedim ve kanıtlamak ister gibi kolundan ayrılıp dans ede ede boş koridorun sonuna doğru yürüdüm.

“Ya abla!” diye kızmaya başladı Koray. “Karnından kurşun çıkmış, şu hâline bak!”

Gözlerimi devirerek “Aman…” dedim ve rahatlamasını sağladım. “Beş gündür normal odadayım, iyiyim, bak…” Vücudumu işaret ettim. “Taş gibiyim.”

“Tamam, olsun.” Koray tekrardan koluma girdi.

“Bugün taburcu olacağım Koray. Günlerdir sizinle yürümekten sıkıldım.” Kolumu geri çektim.

Kaldığım odaya doğru yürürken doğduğum hastanede ameliyat olmak biraz garip gelmişti, etrafı inceleyip duruyordum ve zamanın ne kadar hızlı geçtiğini sorgulayıp duruyordum.

Odamın önüne vardığımız an Koray benden çabuk davranarak kapıyı açtı ve içeriye geçerken koluma girmeye çalıştı. Müsaade etmedim.

“Ya anne, al şunu başımdan ya!” diyerek Koray’ı ittirirken birkaç misafirim olduğunu fark ettim: Ceyda, Erkin, Korhan Amir ve Sarp gelmişti; onlardan ayrı olarak tam önümde duran ve kapının kulpuna tutunan Varan Alp de gelmişti.

Dün değil, önceki gün de gelmişti; konuşmuştuk. Annemler başımdan pek ayrılmadığı için genelde sohbet beni kaçırana sövmekle ve kim olduğunu düşünmekle sınırlı kalmıştı.

Annem, yatağımın yanındaki koltukta otururken “Heh, geldi…” dedi, Koray için söylediklerimi es geçerek. “Kızım, savcılar ve komiserler seni görmeye geldi.”

Bundan üç gün önce de Başsavcı ve kızı Merve gelmişti.

Umarım İçişleri Bakanı da ziyaretime gelmezdi.

“Hoş geldiniz,” diyerek herkesin yüzüne tek tek baktım.

“Geçmiş olsun,” dedi Ceyda. Odanın öbür ucundaki uzun koltukta oturuyordu.

Yatağımın yanındaki çiçeklere bakarken “Zahmet etmeseydiniz, sağ olun,” dedim ve yatağa doğru ilerledim. Oturduktan sonra Koray da yanıma geldi, ne diyeceğimi bilemiyordum böyle durumlarda.

Erkin “Senin alnına ne oldu ki?” diye sorunca alnımdaki yara bandına dokundum.

“Serum bağlamışlardı, kafamı kaldırırken bir şeye çarptım,” diye açıkladım. “Kesildi.”

“Aman ya… Vallahi bu kadarı da nazar!” diyen Korhan Amir’e hepimiz gülümsedik. “Peki ne zaman taburcu oluyorsun?”

Ellerimi kaldırıp indirdim. “Umarım bugün.” Gözlerim, Varan Alp’in gözleriyle buluşunca ona sarılmak istediğimi fark ettim; beni bir tek bu iyileştirirdi.

Sarp, ayağa kalkıp yanıma yürüdükten sonra bana çikolatalı gofret uzattı. “Ne getirsem diye çok düşündüm, aklıma bu geldi,” deyince gofreti elime alırken otuz iki diş sırıtmıştım.

Çantamda mutlaka bulundurduğum çikolatalı gofret… Özellikle emniyetteyken çok yerdim.

“Teşekkür ederim.” Çikolatayı yatağa bıraktım.

Ceyda, çantasını koluna takarak ayağa kalktıktan sonra “O zaman biz gidelim. Hasta ziyaretinin kısası makbuldür,” diyerek bana bakıp gülümsedi. “Çok geçmiş olsun tekrardan.” Anneme döndü. “Geçmiş olsun.”

Korhan Amir, yanıma doğru iki adım atıp “Kimseyi dinleme, turp gibisin,” diyerek bedenimi işaret etti. Sanırım Koray’ı patakladığımı görmüştü. “Hemen dön sahalara.”

“Ohoo…” dedim sağ elimi havada sallayarak. “Duruşma salonuna cübbemle girmekten başka hiçbir hayalim yok şu an.”

Aslında vardı, bu yüzden kısaca Varan Alp’e doğru döndüm. Beni affeder miydi, son yaşanılanlardan sonra USB meselesini unutmuş muydu, bilemiyordum.

Varan Alp, Sarp ve Korhan Amir de Ceyda’nın peşinden çıkmasına rağmen koltuğa doğru ilerledi ve oturdu. Sanırım burada kalacaktı. Yüzü o kadar solgun görünüyordu ki ne kadar tuhaf ve hüzünlü hissettiğini fark edebiliyordum. O da iyi değildi.

Annem, telefonu çalınca kapıyı kapatmadan çantasına doğru yürüdü ve telefonunu eline alıp kulağına götürdü. “Ne olmuş?” diye sordu gözlerini kıstığı an. “Miray’ı nasıl bırakacağım ben? Kız yaralı…”

Koray, “Ben buradayım. Ne oldu ki?” dese de annem cevap vermedi.

“İyi, tamam, gelirim,” dedikten sonra alt dudağını ısırdı. Önce Varan Alp’e doğru döndü, sonra bize. “Şeyi bulmuşlar ya…” Annemin yüzü kıpkırmızı oldu. “Asım’ın cenazesini.”

Koray, “Ayyy!” diyerek elleriyle yüzünü kapatırken ben de sıkıntıyla başımı eğdim.

17 Eylül herkesin kıyameti olmuştu, o gün doğmayanların bile.

“Biran çağırdı, gitmem lazım. Oğlum sen ablanın yanında dur.” Göz ucuyla Varan Alp’e döndü. “Neyse Miray, yalnız kalmazsın.” Çantasını toparladıktan sonra “Hadi kızım, ben bir saate gelirim. Tamam mı annem?” deyip alnımdan öptü.

Kafamı salladım. “Tamam.”

“Anne.” Koray ayağa kalktıktan sonra annemle beraber kapıya doğru yürüdü. “Nerede bulmuşlar? Söyledi mi bir şey?”

İkisi de odadan çıkınca Varan Alp’le yalnız kaldık.

Oturmaktan ve uzanmaktan sıkıldığım için hemen ilerimde, koltukta oturan Varan Alp’in yanına yürümek için ayağa kalktım. Yanına doğru yürürken adımlarımı kontrol etti. Sonra da yanına oturdum.

“Yürüyebiliyorsun.” Bana doğru çevirdi bedenini. “Çabuk iyileştin.”

Başımla onayladım. “Sana doğru yürürken daha emin adımlarla yürümüşümdür, ondandır.” Sanırım flört etmemi beklemediğinden şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. “Normalde bu kadar hızlı yürümem.” Bir şey söyleyemeyip şaşkın şaşkın bakmaya devam edince günlerdir bir kez bile yanına yaklaşamadığım için ona doğru yaklaşıp sarıldım. Çenemi omuzuna dayadığım an hiç beklemeden “Niye dün gelmedin?” diye sorup daha sıkı sarıldım.

Bir süre konuşmadı, ardından “Dün İstanbul’daydım,” dedi kısık bir sesle.

Başımla onaylarken kendimi biraz geri çektim, o da kendini geri çekti.

Aramızdaki gerilimin beş dakikalık bir konuşmayla geçeceğini ve beni hemen affedeceğini tabii ki beklemiyordum ama yaralıydım, bu yüzden bana yumuşak davranıyordu. Sırf bu yüzden biraz naza çekerek elimi yarama bastırdım ve “Anladım,” dedim.

Gözleri çatık kaşlarımı, akabinde yarama bastırdığım elimi görünce “İyi misin?” diye sordu.

Duruşumu dikleştirip “Biz iyiysek iyiyim,” dedim.

Tabii ki suskun kaldı, sonra da düz bir ifadeyle “Sen iyi ol da…” dedi ve artık ne söyleyecekse yarıda bırakıp bakışlarını kaçırdı. “Bir de evden çıkma.”

Ne söylediğini anlamam birkaç saniye sürmüştü çünkü o konuşurken sadece onu izliyordum.

“Çıkmam,” derken aklıma alıkonulduğum an geldi. “Beni neden öldürmedi acaba?”

Yüzü hızlıca bana döndü, sonra da “Geldiğimizi anladı bence,” dedi.

“O zaman kafama sıkardı.” Başımı olumsuz anlamda salladım. “Zaten bana sıktı, yirmi saniye olmadan siz geldiniz ama ben öncesinde sesinizi duymadım. O nereden bilecek?”

“İllaki ortakları vardır.”

Omuzumu silktim. “Beni öldürmek istemedi.”

Varan Alp “Yani her neyse, seni yaraladı sonuç olarak,” dedi sert bir sesle. “Seni sadece Cevat mı gördü apartmandan çıkarken?”

“Çıkarken görmedi,” derken düşündüm. “Evet, sadece cama çıktığımda gördü, yani dışarı çıkarken görmedi.”

“Allah Allah…” Bir süre düşünür gibi önüne döndü, ben de arkama yaslandım. “Başka hiç mi bir şey fark etmedin?”

“Cerrah aman Cevat beni neden öldürmek istesin ki? Ayrıca adamı kaç gündür araştırıyorsunuz, bir rahat bırakın artık… O değil işte.”

“Tamam da ‘Beni herkes tanıyor,’ dedi…” Bana döndü. “Onu herkes tanıyorsa neden sadece seninle iletişime geçti ki?”

“Nasıl yani? Ne zaman dedi ki bunu?” diye sordum.

“Boş ver. Gözlüklü demişsin bir de…”

“Hı hı evet,” dedim hemen. “Yani gözlüğünü çıkardı sanki… Burnunun kemerini sıktı ve oradan bir şey çıkardı. Güneş gözlüğü de olabilir vallahi bilemem…”

“Başka ne dedi sana?”

Gözlerimi devirdim. “Salak salak konuştu yine… Hatırlamıyorum tam. Bana su içirdi.” Bunu söyleyip söylememek konusunda kararsız kalsam da “Bir de şey yaptı,” dedim.

Duraksayınca ciddileşip “Ne yaptı?” diye sordu.

Gözlerimle karnımı işaret ettim. “Vuracağı yere önceden dokundu.” Kısık gözleri açıldı ve alnındaki damarlar belli oldu, yüzü kızarınca da “Sadece dokundu,” dedim. “Parmağını değdirip çekti. Sapık gibi…”

“Cevat o an emniyetteydi yoksa kesin o derdim.” Ani bir öfkeyle ayağa kalktı. “Şerefsiz.”

Ağır ağır ayağa kalkarken “Ağır bir parfüm kokusu vardı,” dedim.

Varan Alp konuyu değiştirmeme rağmen “Başka bir şey yapmadı, değil mi?” diye sordu.

“Yapmadı.”

Keşke söylemeseydim.

Kapı hunharca açılınca yavaşça geriye çekildim. Tabii ki Koray gelmişti ve klasik bir andı bu, biz hep basılıyorduk. Öpüşürken bile şimşek çakmıştı!

“Abla?” diyen Koray, şüpheli bakışlarını Varan Alp’e çevirdi. “Ne oluyor burada?” Kapıyı yavaşça kapatırken gözlerini üstümüzden çekmedi.

Varan Alp, Koray’ın sözlerini pek önemsemeyerek “Ben de gideyim,” deyince çattım. Gitmesini istemiyordum.

“Nereye?” diye sordum kaşlarımı çatarak. “Niye gidiyorsun?” Acaba Koray yüzünden mi gidiyordu?

“Babam çağırmıştı yanına,” deyince Koray’a doğru ölümcül bir bakış attım. “Önemli bir mesele var. Onu da görüp İstanbul’a döneceğim. İşim var.”

Gitmesini istemiyordum.

Yine de bugün taburcu olacağım için “Peki,” demekle yetindim.

Varan Alp son kez bana baktıktan sonra odadan çıkınca Koray’la baş başa kaldık.

“Al işte…” diyerek kapıyı işaret ettim Koray’a. “Gelmeseydin kıyamet mi kopardı Koray? İnseydin aşağıya!” Koray’ı pataklamamak için kendimi zor tutuyordum.

Esefle kınar gibi beş kez cıkladı. “Abla kurşun yedin, kaçırıldın, alıkonuldun…” dedi abarta abarta ki zaten abartılacak bir durumdu ama çok olağanüstü bir durummuş gibi dans ede ede anlatmıştı, daha doğrusu ellerini dans ettire ettire. “Hâlâ koca peşindesin.”

Güldüm. “Koca mı peşindeyim?”

“Koca, evet.” Yatağımın üstüne oturunca ben de karnımı tuta tuta karşısına kadar yürüdüm. “Bir de tipin kayık olmasa anlarım ama bu tiple kimseyi tavlayamazsın sen.”

“Ay,” dedim, kaşlarımı çatarak. “Paşama bak… Geçen gün taş diyordun bana. Hayırdır?”

Üstümdeki pijamaları işaret etti. “Abla pijamalarla ve makyajsızken nineme benziyorsun. Adam kaçtı senden.”

“Pislik,” diyerek yatağıma yürüdüm, sonra da yanına oturdum. “Gerçekten tipsiz miyim?”

Koray göz ucuyla beni süzdükten sonra “Hâlâ çoğu dünya yıldızına taş çıkarırsın ama azıcık yorgunsun. Göz altında halkaların çıkmış, mor mor,” diye açıkladı. “Ama o Varan Alp Çakmak beyefendi yatsın kalksın dua etsin, sana şükretsin,” deyince kıkırdadım. “Çünkü kendisi o kadar da yakışıklı değil. Alt tarafı boyu uzun, eli yüzü düzgün. Sen…” dedi abarta abarta. “Seni ne doktorlar ne mühendisler istedi, değil mi?”

“Doktor kısmı kısmen doğru,” diye katıldım ona. “Aferin sana, ara ara böyle öv beni ama Varan Alp’e…” diyerek koluna vurdum. “Laf yok.”

Koray koluna bakarken “Sen döv kardeşini, döv…” dedi ve alınarak başını sağına çevirdi. “Biz seni övelim, sen kocana laf attık diye bizi döv. Peki.”

“Tamam, gel…” diyerek yanağını sıktım. “Senin yeşil gözlerin yeter. Sen daha yakışıklısın, kıskanma.”

⚖️

Taburcu olmamın üstünden sadece bir gün geçmişti ve dün akşamdan beri tek düşündüğüm şey, Varan Alp’ti. Ablama aramızın bozuk olduğunu söylediğimde ateşimi kontrol etmek için elini alnıma götürmüştü çünkü ona göre vurulduktan sonra ve ameliyattan çıktıktan sonra bu ruh halinde olmam pek normal değilmiş.

Bana göre normaldi.

Ablam ve eniştem beni hastaneden alıp annemlere getirmişti, eniştem İstanbul’a dönmüştü ama ablam buradaydı, bizimle kalıyordu. Şimdi de kahvaltı ediyorduk. Çok daha iyi bir durumdaydım, hatta dün bakkala yollayabilmişlerdi beni.

Tabağımı bitirip ayağa kalktığımda babam, “Kızım…” diyerek oturmamı işaret etti. “Senden bir şey isteyeceğim ben.”

“Benden?” dedim soru sorar gibi, sonra da oturdum. “Olur.”

Koray’ın içtiği çay boğazında kalınca kaşlarımı çattım. Babam, dikkati kendi üstüne çekerek “Bana biraz para lazım,” dediğinde daha da şaşırdım.

Ablam “Ne?” dedi büyük bir tepki vererek. “Baba ne yaptın?”

Annem hiçbir şey söylemeyince aralarının neden bozulduğunu şimdi anlamıştım. Babam kesinlikle kumara karışmıştı, başka bir açıklaması olamazdı.

Koray, “Abla yemin ederim sana yalan söylemedim, eve geliyorduk o saatte,” diyerek kendisini açıklamaya çalışınca içime öküz oturdu, kendimi daha da berbat hissettim. “Ama sonra babam beni çağırınca kumarhaneye gitmek zorunda kaldım. Orada öyle görünce babamı…”

“Bir sus sen,” dedim Koray’a. Sonra başımı babama çevirip “Baba sana inanamıyorum ya…” dedim, öfkeyle. “Umarım sadece bu kadardır.”

“Kızım eğer ödemezsem başım belaya girecek,” diyen babama annemden cevap pek gecikmedi:

“Beter ol.” Çayından bir yudum aldı. “Evladından para istemeye utan bari. Kız kendisine ofis kiralayacaktı. Sayende o da olmayacak.”

Bıkkın bir nefes verdim. “Tamam. Ne kadar lazımsa gönderirim.” Masadan kalktıktan sonra ablamla bakıştık. “Konunun ayrıntılarını öğrenmek falan da istemiyorum. Koray saat on ikide senin yanındaydı, değil mi? Onu söyle, yeter.”

Babam sıkıntıyla başını sallayınca ablam, “Baba gerçekten yuh ya…” diyerek ayağa kalktı. Ben masadan kalkıp odama doğru yürürken ablamla babamın tartışmasını dinledim bir süre: “Miray’ın birikmişi olmasaydı ne yapacaktın? Çok merak ediyorum!” Ablam da arkamdan gelmeye başladı ama susmuyordu. “Bir halt var sanki kumarda…”

“Abla Allah aşkına şişirme başımı, sus,” dedikten sonra odama girdim. Tam kapıyı kapatacaktım ki ablam da odamın içine girdi. “Ne oluyor?” diye sordum ve hayırdır dercesine bir bakış attım.

“Yok bir şey ya… Canım sıkıldı.” Cıkladı birkaç kez, ben de kapıyı kapattım. “Yine bulaşmış. Gerçi ben bırakamadığını Teoman’la on kez tavla oynayınca anlamıştım. Belli, bırakamamış kumarı.”

Yatağıma oturup kalpli yastığımı kucağıma aldım.

“Ben de Koray o gece neden acilen evden çıktı, onu anladım.” Beni kaçırdıkları günden bahsediyordum. Başımı yatağın başına doğru yasladıktan sonra ofladım. “Of abla…” Ablam da yatağıma oturdu, sonra da bağdaş kurdu. “Hem katili bulamadık hem yaralandım hem yaraladım…”

Ablam da son on gündür benden Varan Alp’i duymaktan oldukça sıkılmıştı. Gına geldiğini belli eden meşhur göz devirmesini yaparken “Bıktım Varan Alp’ten…” dedi sıkıntıyla. “Miray git, konuş konuşacaksan…”

Telefonumu kaldırdığımda yeşil gözleri telefonuma değdi. “Sence aramalarıma dönüyor mudur? Mesajlarıma bakıyor mudur?” Tebessüm ederek başımı olumsuz anlamda salladım. “Bir kez canını sıktım, on iki sene konuşmadı; şimdi daha çok canını sıktım, yirmi dört sene acı çektirir.”

Ablam “Yok be…” dedikten sonra cıkladı. “Sen ameliyattayken ağlıyordu.”

Dudaklarımı büzüp “Ya…” dedim. Üzülmüştüm. “Kıyamam ama…” Neredeyse ağlayacak gibi oldum. Dertler sıkıntılar bitmek tükenmek bilmiyordu ki… Tam toparlandım, derken şimdi de babamın borcu çıkmıştı meydana! Kim bilir ne belalar açmıştı başına?

“Gerçi ağlamayan bir Erkin vardı herhalde. O ne duygusuz bir adam ya!” dediği an gülesim geldiği için hafifçe kıkırdadım.

“Öyledir ama ben kayıpken çok uğraşmış herhalde, Mir Beyaz söyledi.”

Ablam “Bilmiyorum ki…” dediğinde boş bir ifade belirdi yüzünde. “Miray senin kaybolduğunu anladığımız anla bulduğumuz an arasında koskoca 24 saat var ama ben neredeyse hiçbir şey hatırlamıyorum. Biz galiba sadece ağladık.”

Hak verdim. “Ağlamak için haklı bir sebebiniz olduğundandır abla.”

“Hâlâ iyi değilim.” Ellerini havaya kaldırdı. “Normal gözüküyorum ama korkuyorum. Her an evi biri bombalayacakmış gibi hissediyorum.”

Tekrardan ofladım. “Yok canım…”

“Yok canım…” dedi beni tekrarlayarak. “Diye diye kıyameti koparacağız!”

“Ben galiba korkmuyorum,” dedim güçlü bir sesle. Duruşumu dikleştirdiğim an büyük bir aydınlanma yaşadım. “Gerçekten abla, korkmuyorum ben. Tek korkum Varan Alp’i kaybetmek.”

“Ay ne oldu acaba bu kadar da aranız bozuldu? Bir anlatsan…” dediği an başımı dolabıma doğru çevirdim.

“Sonra anlatırım.”

“Miray, İstanbul’a mı gideceksin yoksa?”

Anladığı için sesimi çıkarmadım ve dolabıma doğru yürüdüm, ardından “Hı,” dedim sessizce.

“Saçmalama kızım! Evden çıkman tehlikeli!”

Yüzümü ekşiterek “Üffff… Abla sus,” dedikten sonra tekrardan dolabımdan kıyafet bulmaya çalıştım.

“Miray sen ne ara bu çocuğa bu kadar âşık oldun? Tamam, yakıştırdık ama bu kadar da delisi olma. Yüz verme.”

Camdan dışarıya baktığımda havanın yağmurlu olduğunu görüp kendime kalın kıyafetler çıkardım. “Abla sen karışma. Bu mevzuda ben haksızım.”

“Miray.” Ablam bir hışımla ayağa kalktıktan sonra kıyafetleri elimden çekiştirip aldı. “Teoman’ın hiçbir şeyden haberi yok. Normal mi bu sence? Siz öpüşeli haftalar oluyor ama çocuk abisine hiçbir şey anlatmamış.”

Sonunda keyfimi kaçırmayı başarınca tereddüt edercesine gözlerinin içine baktım.

“Ankara’dayken her gün iki kez telefonla konuşuyordu bunlar. Varan Alp o gün evine misafir gelse, ne yemek yaptığını abisine anlatır yani. Seni niye anlatmadı o zaman?”

Sanki içimdeki yangın sönmüştü de ablam tekrardan alevlendirmişti.

“Abla çünkü fırsat olmadı.” Kıyafetlerimi bu kez ben çekiştirip elinden aldım. “Erkin biliyor mesela,” dedim çokbilmiş gibi. “Ayrıca enişteme söylerken çekinmesi çok normal. Senin kocan sonuçta.”

Ablam bir terslik sezdiğini kaldırdığı kaşlarıyla iyice belli edince gözlerimi devirdim.

“Tamam. Peki. Sırf Varan Alp’i tanıdığım için susuyorum ama bir terslik var, haberin olsun.”

“Tersini düzüne çeviririm o zaman,” dedim tok bir sesle. “Beni affedecek, barışacağız, nokta net.”

Ablam, yatağıma oturup “Arsızsın işte…” dediğinde gözlerimi devirdim. “Miray sence babamın borcu ne kadar?”

Kıyafetlerim yakışıyor mu diye aynanın karşısında geçip üstüme tutarken “Çığ kadardır,” dedim takmayarak.

“Kızım sen niye hiçbir derdini önemsemiyorsun ya?” diye patladı ablam. Yine çok konuşmuştu.

“Âşığım çünkü!” diye bağırdığımda sesimin evde yankılandığının farkındaydım. “Başka bir şey düşünemiyorum ayrıca kaç gündür yüzünü bile göremiyorum! Kötü hissediyorum onu görmeyince! Tamam mı?”

Ablam muhtemelen hislerimin bu noktaya geldiğini yeni fark ediyordu.

“Tamam, ben çıkayım, sen de giyin,” deyip yatağımın üstünden kalktı. Odadan çıkarken “Bittik biz,” demeyi de ihmal etmedi. “Yandık.”

⚖️

Yaklaşık iki saat süren yolculuğumdan sonra sonunda Varan Alp’in evinin güvenliğinin önündeydim. Site güvenliğine yürürken turnikeye kartını basan Erkin’i gördüğümde, olduğum yerde kaldım ve beni görmesini bekledim. Dümdüz yürümeye devam edince beni görmesi için “Savcım!” diyerek elimi kaldırdım.

Erkin gözlerini kısarak bana dönüp “Miray!” dedi dehşet bir sesle. “Ne yapıyorsun sen burada? Dinlensene evde! Bu hâlde dışarı mı çıkılır?” Ayağımdaki topukluları gördüğü an gözlerini belertti. “Yok artık. Bu kadar çabuk toparlanmış olamazsın.” Sanırım eteğimi ve deri ceketimi kıskanmıştı çünkü tip tip bakıyordu.

“Yani Erkin Savcım,” dedim iki adım ona doğru attıktan sonra. “Bir selam verelim dedik, kafamıza taş atmadığınız kaldı.”

Kaşları havaya kalktı. “Avukatlık modunu da mı açtın? O kadar iyisin yani…”

“Varan Alp’e kendimi affettirecek kadar iyiyim.”

Buna biraz imkânsız gözüyle bakıyormuş gibi yüzü düşmüştü. “Beni evine almıyor mesela ama sen şansını dene.”

“Sana da mı küstü?” Buna şaşırmıştım. “Sen kardeşini ihbar etmek zorunda değilsin. Sana neden küsüyor ki?”

“O daha çok işin öpüşme kısmıyla ilgilendiği için ikimize de tavır yapıyor,” deyince biraz utanmıştım, azıcık. “Sana kolay gelsin. Az önce uğradım.” Başını olumsuz anlamda salladı. “Pek muhatap olunacak bir ruh hâline sahip değil.”

“Hastanedeyken biraz konuştuk aslında…” dedim gülümseyerek.

“Yani sen kendin söylüyorsun, hastanedeyken. Şimdi işin zor.”

“Konuşur belki?” İyimser olmaya çalıştım. “En azından bir süre tavır yapar, sonra affeder.”

Sessiz kaldı, sonra da “Dediğim gibi, sen hazırlıklı ol ters davranırsa falan diye… Şu an biraz huysuz gibi…” dedi.

“Müsait değil mi acaba?” diye sordum.

“Yo, müsait ama bence ikimiz dışında herkese.”

Kapıyı işaret ettim. “Beni turnikeden geçirsene. Güvenlik haber vermesin geleceğimi, belki içeri aldırmaz.”

“İyi, tamam.” Kartını girişteki turnikeye bastı, ben de siteden içeriye girdim. “Görüşürüz,” dedikten sonra el salladı, ardından yürümeye devam etti.

Takım elbise giyinmediği için garip gelmişti gözüme Erkin.

Varan Alp’in bloğuna yürürken biraz yoruldum ve binanın içine girdiğim andan itibaren kalbimdeki çarpıntı kendisini belli etmeye başladı; yorgunluğumu umursamadım.

Acaba ne yapsam affederdi?

Özür dilemek?

Asansöre bindim.

Ofladım.

Asansörden indiğimde gereksiz bir telaşla dairesinin kapısına baktım, sonra da sertçe yutkundum. İlerlemeye başladım.

Kapının önünde durduktan sonra zile basmadım, üç kez kapıya tıkladım. Dürbünün olduğu kısımdan uzaklaşıp kenarda beklerken hızla kapıyı açan Varan Alp, muhtemelen Erkin’i beklediği için beni görünce şaşkınca bakakaldı.

“Günaydın.”

Güleç bir yüzle o davet etmeden içeriye girdiğimde hiçbir şey söylemediği için biraz bozulmuştum ama yine de farkında değilmişim gibi davrandım. Kapıyı kapatınca direkt bana doğru döndü.

“Nasılsın?” diye sordum konuşmasına fırsat kalmadan.

Pek ev hâlindeymiş gibi durmuyordu; dışarı çıkmak için giyinmiş gibiydi. “İyiyim. Sen nasılsın?” derken kapıyı kapattı ve bana döndü.

Kapının önünde dikildiğimiz için “Çıkıyor muydun?” diye sordum, kıyafetlerini işaret ederek.

“On dakikaya çıkmam lazım. Buket’i kreşe bırakacağım,” deyince kaşlarımı kaldırıp indirdim.

Başımı salladıktan sonra “Ben de seninle geleyim,” deyince öylece kaldı, cevap vermedi.

Bilerek kaşlarımı çatıp elimi kurşun yarasına doğru götürünce onun kaşları çatıldı. Beklediğim gibi hemen yaklaştı ve ayakta duramayacağımı düşünüp koluma dokundu.

İyi misin?” diye sordu, koluma girince daha da abarttım.

“Ay ben çok yol geldim. Acaba gelmese miydim?” diyerek başımı koluna doğru yasladım. Yalandan bir kez öksürdüm.

Salona kadar yürüyüp koltuğa oturtunca endişeli bakışlarını üzerimden eksik etmedi.

“Evet,” dedi sonra da. Ne söylediğimi bile unutmuştum. “Tek başına geldin muhtemelen.”

Başımla onayladım.

“Sana evden çıkma, dedim. Bari birkaç gün dinlenseydin.”

Yanıma oturunca yakınlığımızı fırsat bilerek “Ama sen yaralandığında yanında ben vardım,” dedim. Elimi karnımdan çektikten sonra Varan Alp’in elini tuttum. “Sen de benim yanımda ol.”

Bunu o kadar içten söylemiştim ki bir anlığına merhamet eder gibi olup ellerimize bakmıştı.

“Ben de yanındaydım zaten Miray,” deyip elini elimden ayırdı. “İnsanlığımdan olmadım herhalde.”

Sanki kalbimin üstünden defalarca kez ezip geçtiler gibi hissettim. “O kadar mı sadece?” diye sorduğumda kalbimdeki ağrının haddi hesabı yoktu.

“Benim evden çıkmam lazım,” diyerek ayaklandı. “Sen çok kötüysen kalabilirsin. Ne zaman istersen o zaman çıkarsın.”

Anında ayaklanıp “Ben de geleyim?” diye sorumu yineledim. “Hem Buket beni çok seviyor, biliyor musun?” Biraz hava atar gibi gülümsedim. “Bir de şey,” dedim onunla gelmemi kabul etmesi için. “Buket’in kreşinin yakınlarında işim var.”

“Buket’in kreşinin yakınlarında,” dediğinde pek inanamıyormuş gibiydi. “Sen Buket’in kreşini nereden biliyorsun?”

Sırf onunla konuşabilmek için girmediğim hâl kalmayınca ne diyeceğimi şaşırarak gözlerimi kaçırdım.

Koltuğun kenarındaki oyuncağı görür görmez “Bak,” dedim gülümseyerek. “Bu da Buket’in Barbie bebeği. Biliyorum çünkü biz Buket’le yakınız. Beni çok seviyor.” Barbie bebeğe bakarken “Bana da aldı hatta, hediye,” dedim hava atar gibi. “Yoksa bunu da sana mı aldı?” diye sorduğumda ciddi kalamayarak gülmüştüm.

“Hayır.” Bebeği elimden alıp koltuğa bıraktı. “Unutmuş.”

Salondan çıkmak için yürümeye başlayınca peşine takıldım. “Geliyorum ben de değil mi?”

Üstüne ceket aldıktan sonra beni işaret etti. “Üşümüyor musun böyle?”

“Kalın giyindim,” dedim üstümdeki deri ceketi işaret ederek.

“Etek giymişsin Miray. Dışarısı buz gibi.”

Az önceki mesafesinden eser kalmadığı için “Üşümüyorum,” diyerek yanına yürüdüm.

Ceketini giyindikten sonra kapıyı açtı ve “Tamam, çıkalım,” dedi peş peşe.

Otoparka inmemiz beş dakika sürmüştü ve bu süre zarfında da hiç konuşmamıştık. Arabaya biner binmez bu arabadaki anılarım canlanınca başımı hevesle Varan Alp’e doğru çevirdim.

“Senin işin neredeydi?” diye sorunca bakışlarımı kaçırdım.

Kısa bir süre düşündükten sonra “Bakırköy,” dediğimde bana ölümcül bir bakış attı.

Kısık gözlerine hayran hayran bakarken “Buket’in kreşi Etiler’de Miray,” dediği an başımı hızla kaldırdım.

“Ben de Etiler’le Bağcılar’ı karıştırmışım zaten,” dedim sırıtarak.

“Bağcılar mı?” Onu güldürmeyi başarmıştım. “Bakırköy olmasın o?”

Ne? Ne diyordu bu be?

“Ne Bağcılar’ı Varan Alp ya? Bebek… Ay şey, Etiler işte. Buket’in kreşinin yakınları. Biliyorum ben oraları. Benim hayatım İstanbul’da geçti. Ne diyorsun sen?”

Çok boş konuşmuştum.

Sessiz kalıp derin bir düşünceye dalarcasına önüne döndü. Bu kez de “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. Dilimin durduğu yoktu ki…

“İnsanlar ölümden dönünce bu kadar saçmalar mı acaba? Onu düşünüyordum.”

Bozularak “Aşk olsun,” dedikten sonra küçük çantamı havaya kaldırdım. “Bak, yıllar sonra küçük bir çantayla çıktım dışarıya.”

Kısaca çantama baktıktan sonra “Senin için sevindim,” dedi kısık bir sesle.

“O kadar mı?” diye sorup çantamı havaya kaldırdım. “Hiç mi tanıdık gelmedi pembiş çanta?”

Sergide taktığım pembiş çantaydı ama sesini çıkarmamıştı pek. “Gelmedi,” dedi kısaca.

Çantamı indirir indirmez arabayı durdurdu, sonra da sağını solunu kontrol etti. Tam ne olduğunu soracaktım ki ileriden aceleyle buraya doğru yürüyen Leman Hanım’ı ve Buket’i görür görmez kaşlarım çatıldı.

Ay Leman Hanım’ı da hiç göresim yoktu… Ameliyattan çıktıktan sonraki tüm sanrılarım, Leman Hanım’ın katil olduğunu yönündeydi.

Allah’ım sen koru ya… Varan Alp’in ablasıydı o!

Hem zaten beni kaçıran kişi erkekti.

Yine de kısa saçlı kadın şüphemiz beni çok korkutuyordu.

Buket büyük bir hevesle arabaya doğru koşuşturunca Leman Hanım arkasından bağırmaya başladı. Varan Alp arabadan indi diye mecbur ben de inmek zorunda kaldım, sırf Leman Hanım için.

“Buket dur!” diyerek arkasından koşuşturan bıkkın kadın, beni görünce öylece kaldı. Karşımda durur durmaz dayısının kucağına atlayan Buket’e bakarak “Miray,” deyip bu kez de karın bölgeme doğru döndü. “Tatlım geçmiş olsun, ne çabuk iyileştin öyle.”

Sadece bir kez ziyaretime gelmişlerdi, onda da baygın gibiydim.

“Evet, çabuk iyileştim, sağ olun.”

Leman Hanım bir bana bir Varan Alp’e baktıktan sonra kulağıma doğru “Exten next oluyor muymuş?” diye sordu imayla.

Sinir bozucu bir gülümsemeyle “Görürsünüz onu…” dedim çaktırmadan.

O da güldü. “İnşallah görmem.”

Gülmeye devam ettim hatta kahkaha atarak “Çok beklersiniz…” demeyi ihmal etmedim.

Daha gür bir kahkaha atarak “Allah korusun ikincinizden…” deyince sinir bozukluğuyla daha büyük bir kahkaha attım.

“Susun bence, duymasın.”

İkimiz de aniden gülüşümüzü kestik.

Buket bu kez bana doğru koşup “Miray ölmemişsin!” deyince kaşlarım çatıldı. Sanırım Buket bile vurulduğumu biliyordu. Bacaklarıma sarılınca ben de saçlarını okşadım.

“Sen nereden duydun bakayım?” Yanaklarını sıktım.

Mavi gözlerini bana doğru çevirip “Ben hastanedeydim!” diyerek zıpladı. “İzmit’e geldiğimizde dedemle beraber hastaneye geldik. Hatta biliyor musun, Cumhurbaşkanı olacak dayımız da geldi. Orada bir kız vardı, ben de ona Barbie verdim. Benden büyüktü. Ama sihirlerin gerçek olmadığını söyledi, ben de ona kızdım. Biliyor musun? Onun dayısı da Teoman dayım gibi polismiş.”

Nefes nefese kalınca “Sanırım Buse’den bahsediyorsun...” deyip annesine doğru döndüm.

Varan Alp, “Abla senin işin nerede?” diye sorunca Leman Hanım kısaca bana baktı.

“Uzakta canım.” Buket’in Barbieli çantasını Varan Alp’e doğru uzattı. “Kreşin konumunu attım, bulursun herhalde. Maalesef kreşteki oyun günü ile hafta sonu planım çakıştı, o yüzden Buket’i bırakamadım. Geç kalmayayım şimdi.” Bana açıklama yapar gibi olunca başımla onayladım. “Bulursun değil mi konumu?” Bu kez Varan Alp’e sormuştu.

“Bulurum.”

“Tamamdır. Hoşça kalın o zaman,” diyerek el salladı ve ters yönde yürümeye başladı Leman Hanım. Üçümüz kaldırımın ortasında öylece kaldık, daha sonra da arabaya bindik.

Buket’in anlattığı bütün saçma sapan hikâyeleri dinleyerek geçen beş dakikalık yolculuk, şimdiden kâbus gibi gelmişti. Bu kız susmak bilmiyordu, aynı benim küçüklüğüm gibiydi ama ben kendime bile katlanamıyordum ki Buket’e katlanayım.

“Dayı senin köpeğin Ziva’nın benekleri beyaz ama ben geçen gün kahverengi benekli bir köpek de gördüm! Biliyor musun?” Kulaklarım kanamak üzereydi, geldiğime bin pişman olmuştum.

Varan Alp, “Var tabii, köpeklerin rengi değişik hep dayıcığım,” diyerek Buket’e kısa bir açıklama yaptı.

“Ama ben hiç mor köpek görmedim ya da pembe.” Buket tekrardan başladı. “Dayı biliyor musun? Ben geçen gün annemle alışverişteyken yeşil saçlı bir kadın gördüm!” dedi ve abartılı bir şekilde gülmeye başladı. “Sonra anneme dedim ki: Anne bak, Şrek.” Abartılı bir kahkahayla kulaklarımı patlatan Buket’e gülmek zorunda kaldım.

“Çok komik,” dedim ve sahte bir gülüşle Varan Alp’e döndüm.

Varan Alp bana tip tip bakarken “Aynen,” demeyi de ihmal etmedi.

“Miray sen hiç kaplumbağa gördün mü?” diyerek sorusunu bana yönelten Buket yüzünden hayvan bilgimi sorguladım.

Biraz düşündüm. “Tabii ki gördüm,” dedim sonra da.

Buket tekrardan konuşmaya başladı: “Miray biliyor musun?” dediği an bilmiyorum diye çığlık atmama ramak kalmıştı. “Babamla bir kez hayvanat bahçesine gittik ama uzaktaydı, hem de çok. Sonra ben orada gördüğüm hayvanlardan çok korktum!” dedi abarta abarta. “Bir kez de akvaryuma gittik ama kocamandı! Her yerde su vardı, masmavi!” O kadar hayran hayran anlatıyordu ki yaşama sevincimi kaybettiğimi düşünmüştüm. “Hatta babam bir tane balık gösterdi bana, çok güzeldi! Aynı Ziva gibi bebekleri vardı, ay şeyi, benekleri!”

“Peki sen ne zamandır kreşe gidiyorsun Buket?” diye sordum ki kız azıcık da sorularımı cevaplasın.

Buket “Hım…” diyerek işaret parmağını çenesine götürdü. “Bence bir aydır. Ondan önce de bir kez başka bir kreşe gittim. Ama bu kreşimde hafta sonu da oyun günlerim oluyor. Bunu daha çok sevdim. Miray, biliyor musun? Önceki kreşimde bir çocuk bana âşık oldu ama babam geçen gün sevgililerin sadece büyüyünce olduğunu söyledi. Büyüyünce sevgili yapacağım.”

“Allah Allah…” dedi Varan Alp, kırmızı ışıkta durunca. “Kiminle sevgili olacaksın? Hayırdır?”

Buket birkaç saniye sesli kahkahalar attı. “Kreşteki Arda ile.”

Bu kez beni de güldürmüştü. “Arda’yı biraz tanıtır mısın Buket? Çok merak ettim.” dedim ben de.

Araba tekrardan hareketlenince Buket’in dikkati dağıldı ve dışarıya bakmaya başladı. “Miray!” diyerek ileriyi işaret etti. “Orada Miray yazıyor!”

Kaşlarımı çatıp işaret ettiği yöne döndüğümde Miray Eczane yazısını görüp güldüm. “Sen okuma yazma biliyor musun Buket?” diye sordum sonra da.

Buket “Iıııı!” dedi ve güldü. “Evet ama bu gizli bir bilgi. Babam bana birkaç tane harf gösterdi, sonra ben de kitaplardan sora sora okumayı öğrendim Miray. Gizli bir bilgi. Unutma!”

“Anladım.” Varan Alp’e döndüğümde sadece yola odaklandığını fark ettim.

“Miray, biliyor musun?” dedi Buket, yüzüncü kez. “Varan Alp dayımın evinde kahverengi ve uzun saçlı Barbie bebeğimi unuttum. Dayım getireceğini söyledi ama getirmedi!” Birkaç kez cıkladı. “Çok kötü bir davranış. Varan Alp dayım çok unutkan.”

Varan Alp, “Hadi oradan…” dedi komik bir sesle. “Unuttuk herhalde.”

Buket de “Peki ama eğer bir dahaki… Bir dahaki…” derken bir anda hapşırdı.

“Çok yaşa,” dedik Varan Alp’le aynı anda.

Buket de “Tamam, yaşarım,” dedikten sonra tekrardan hapşırdı. “Bir dahakine getirirsin dayı. Eğer getirmezsen Barbie evimdeki küçük çocuklar ablasız kalacak. O Barbie, abla Barbie’ydi ve size getirdim çünkü seninle onu tanıştıracaktım. Belki de sana âşık olduğu için orada kalmıştır.”

Kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.

“Yok dayıcığım çünkü bana hiç yüz vermiyor. Ben getiririm onu sana sonra.”

Buket, “Hım… Peki,” diyerek saçlarıyla oynamaya başladı. “Miray, biliyor musun?” dediği an içimden yüz kere sabır çektim. “Benim kuzenim Rüzgar’ın gözleri yeşil.”

“Biliyorum canım çünkü Rüzgar benim yeğenim oluyor.”

Buket büyük bir şaşkınlıkla “Ne?” diyerek sevinçle kıkırdadı. “Sen onun dayısı mısın?”

Varan Alp bir anda gülmeye başlayınca kendimi tutamayıp ben de sessizce gülmeye başladım. “Hayır tabii ki…” dedim sonra da. Varan Alp hâlâ gülüyordu. “Ben onun teyzesiyim.” Sanırım sadece dayıların yeğeni olur zannediyordu. Muhtemelen halası, amcası ya da teyzesi olmadığı içindi.

Buket de “Çok korkmuştum…” dedi büyük bir tepkiyle. “Hiç erkeğe benzemiyorsun. Hem sen çok güzelsin.”

“Gerçekten mi?” Miyavlıyormuş gibi Buket’e döndüm. “Sen daha güzelsin.”

Buket, dayısının omuzlarına dokunarak “Dayı sence biz güzel miyiz?” diye sorunca gözlerimi Varan Alp’e doğru çevirdim.

Varan Alp, “Güzelsiniz,” deyince havalanarak sırıtmaya başladım.

“Peki dayı…” Kreşin önüne gelmiştik sanırım. “Dayı sence Miray ablam Rüzgar’ın nesi?”

“Dayıcığım duydum az önce…” dedi Varan Alp ve arabayı park ettikten sonra vitesi boşa aldı. “O teyzesi, ben de Rüzgar’ın amcasıyım.”

Buket biraz düşünceli bir ifadeye büründüğünde gözleri kısılmıştı. “Hım…” dedi işaret parmağını çenesine götürerek. “O zaman benim amcam,” diye düşünmeye devam etti. “Ah! A bakın!” İleriyi işaret etti. “Arda orada! Bakın! Arda! Aaa!”

Bir anda kapıyı açıp arabadan inince Varan Alp kaşlarını çatarak Buket’in arkasından bakakaldı. “Buket’e bak sen ya… Beş yaşında sevgili yapmış.”

“Bunu sen mi söylüyorsun?” diye Varan Alp’e takıldığımda hızla kafasını bana çevirdi.

“Doğru. Bunu sana mı söylüyorum?”

Sanırım on yaşımdayken etrafımda dolanan erkek çocukların üstünden bana laf sokmuştu.

“Komiksin,” dedim gıcık ettiği için.

Buket’in çantasını alarak arabadan inince ben de dışarıya çıktım. Az önce buz gibi olan hava şimdi pek dingindi, rüzgâr bile esmiyordu.

Kreşin içine girene kadar Arda’yla Buket’i izledik, ikimizden de ses soluk çıkmadı. Kreşin kapısındayken de Buket’in çantasını sırtına taktı Varan Alp, daha sonra da Arda’yla Buket’in gidişini izledik.

Tam kreşten çıkacaktık ki arkadan bir kadın “Pardon!” diye seslendi bize doğru. “Leman Hanım yok mu? Gelmedi mi?” diye sorarken elindeki kâğıdı kaldırdı. “Bize form doldurması gerekiyordu ama?”

“Ben Buket’in dayısıyım. Ben doldursam?” dedi Varan Alp, kâğıdı eline alarak. “Ablamı arayıp sorarım.”

“Tamam, o da olur.” Kadın bizi küçük bir odaya doğru yönlendirince ben de etrafı inceleye inceleye Varan Alp’i takip ettim.

Odaya girdikten sonra Varan Alp formu doldurmaya başladı.

“Masanın üstünde mavi pilot kalem var, onu kullanabilirsiniz,” dedi kadın, siyah kalemliği işaret ederek.

Varan Alp formu doldururken kadın da masanın başındaki sandalyeye geçti. Gözleri bana doğru dönen orta yaşlı kadın “Siz eşi misiniz?” diye sorunca gülümseyerek Varan Alp’e döndüm.

“Yok, değilim,” dedim pek ciddi kalamayarak. Bu sorudan da gına gelmişti ama hoşuma gidiyordu.

Kadın büyük bir imayla gülümsemeye devam ederken Varan Alp’in yüzünde mimik oynamamıştı. Formu dolduruyordu sadece.

Kreşte çalışan öğretmen kadın bile aramızdaki enerjinin farkında ama Varan Alp hâlâ tavır yapsın…

Ceketinin cebinden telefonunu çıkardıktan sonra kulağına götüren Varan Alp, ablasını aramıştı muhtemelen. Birkaç saniye sonra da “Abla Buket’in kimlik numarasını söyler misin?” diye sordu. “Çıkardın mı kimliği? Bir de hangi hastanede doğmuştu?” Hepsini tek tek yazdı. “Kan grubunu da soruyor.” Yazarken bir anda duraksadı. “B pozitif mi yoksa? Ne? AB pozitif… Tamam,” diyerek kâğıda yazdığı an durdum.

Kaskatı kesildim.

Bana kan veren kişi Behzat Bey değil miydi?

İyi ama Behzat Bey 0 Rh – kan grubuna sahipse kızı nasıl AB Rh + olabilirdi ki? İmkânsızdı.

Varan Alp, telefonu kapattıktan sonra “Bu kadar mı? Başka bir form yok, değil mi?” diyerek kadına formu uzattı.

“Yok, bu kadar,” diyen kadın, dosyanın içine sıkıştırdı formu.

Varan Alp kısaca bana baktıktan sonra “Hoşça kalın,” deyip ayağa kalktı.

Titrek adımlarımla onu takip ettim.

“Senin kan grubun ne?” diye sordum bilerek.

“Biz ailecek B pozitifiz,” deyince sertçe yutkundum. “Sen de B olsaydın on kişi kan verirdik sana,” dedi gülümseyerek. “Ama eniştemle, üniversiteden bir arkadaşın kan verdi.”

Varan Alp hâlâ fark edememişti bu durumu.

Arabaya tekrardan bindik ama canım bu duruma sıkıldığı için sadece sustum.

Varan Alp kafasını bana doğru çevirdikten sonra “Sen gerçekten bir yere gitmeyeceksin, değil mi?” diye sordu.

Biraz duraksadım. “Eniştenin şirketine gidecektim,” dedim bir anda aklıma gelince. “Kendisi bana kartını vermişti, iş teklif etmişti.” Varan Alp’in kaşları havaya kalktı. “Neredeydi şirketi?”

“Buraya yakın. Bırakayım seni,” deyip arabayı çalıştırınca sertçe yutkundum.

Bunu Behzat Bey’e ben söylemek istemezdim ama eğer bilip de susarsam çok büyük bir günah işlemiş olurdum. Ona kızının kan grubunu söylemek zorundaydım.

Hatta belki de… Belki de Cevat’ın kızı bile olabilirdi!

Elimi kalbime götürüp “Allah korusun,” dedim sessizce.

“Neyi?” Varan Alp bir anda bana doğru dönünce gözlerimi belerterek ona doğru döndüm. “Duymadım tam.”

Yine yutkundum. “Arabayı çalıştırdın ya. Allah kazadan korusun, dedim.”

Hiçbir şey söylemeyerek önüne döndü ve dakikalarca konuşmadık. Bir yandan bunun mümkün olup olmadığının hesabını yaparken diğer yandan da Leman Hanım’a inanamıyordum!

Bir çocuğun AB kan grubundan olması için annesi ve babasında A ve B gruplarını alması gerekirdi. Bu durumda da Behzat Bey kesinlikle A grubu olmalıydı, aksi takdirde Buket onun kızı olamazdı.

Kafayı yiyecektim!

Zaten eğer 0 grubundan değilse ben şimdiye kadar hakkın rahmetine kavuşmuştum.

Bu nasıl bir şey ya?

Yaklaşık üç dört dakika boyunca internet üzerinden de araştırmalarımı yaptığımda bunun gerçekten de imkânsız olduğunu fark ettim. O sırada da araba durdu, ben de şaşkınlıkla Varan Alp’e döndüm.

“Geldik,” dedi sessizce.

Telefonumu çantama sıkıştırırken “Fark etmedim,” dedim titreyen sesimle. Elim ayağım titriyordu. “Şey.” Yukarıyı işaret ettim. “Ben hemen çıkıp gelirim. Senin işin yoksa bekler misin? Konuşuruz.”

Varan Alp ne diyeceğini bilemedi bir süre. “Şimdi konuşalım.” Bedenini tamamen bana çevirdi. “Ne söylemek istiyorsan söyleyebilirsin.”

Kendimi buna hazırlamamıştım. Gözlerinin içine bakarak “Bence beni affedebilirsin,” dedim ve elini tuttum. “Ben sadece kardeşimi korumaya çalıştım, başka hiçbir amacım yoktu.” Gözlerim dudaklarına kayınca “Aslında bayılma numarası da yapabilirdim, ortalığı birbirine de katabilirdim ama o an seni öpmek tek çare gibi geldi,” diye açıkça belirttim. “Ve asla pişman olmadım. Hatta iyi bile oldu.”

“Ben bunları biliyorum zaten,” dediğinde içime su serpmişti. Hevesle ona doğru döndüğümde “Ama ben çok düşündüm,” deyince öylece kaldım. Ellerimizi ayırmadığı için kendimi sakinleştirmeye çalıştım. “Eskisi gibi olalım.”

“Nasıl?” Tam hevesle yüzüne doğru yüzümü yaklaştırıyordum ki dudaklarım dudaklarına değmeden yüzünü başka bir yöne çevirdi.

Bu, bugün içerisinde iki olmuştu.

Kalbimi acıtmıştı.

Yanaklarının bir santim ilerisinde kalan dudaklarımı yanaklarına değdirmeden geri çektim ve hâlâ birbirine tutunan ellerimize korkuyla baktım.

“Böyle değil.” Ellerimizi de ayırdı. “17 Eylül’den önceki zamandan bahsediyorum.”

İnanamıyormuş gibi gülerken “Ama sen benimle konuşmuyordun bile,” diyerek iki kez öksürüp boğazımı temizledim. “Biz arkadaş bile değildik.”

“Evet,” dedi sadece.

Büyük bir yıkımla “Gerçekten benimle öyle mi olmak istiyorsun?” diye sorduğumda gözlerim de dolmuştu.

“Evet,” dedi tok bir sesle.

Kabullenemeyerek göz temasımızı kesince ikimiz de bir süre sessiz kaldık. “Ama bu çok fazla değil mi Varan Alp?” Göğüs kafesimin içindeki yangın yüzünden birkaç saniye sakinleşmek için duraksadım. Tekrardan ona döndüğümde sesi çıkmadığı için sinirlenmiştim. “Ne kadar bir süre?” diye sorarken gözlerim dolmuştu. “Sonsuza kadar değil herhalde.”

Günlerdir bana olan öfkesini hiç belli etmemişti, ta ki “Sen benim güvenimi kırdın,” diyene kadar. “Bu hemen affedilecek bir şey mi? Ya da affedilecek bir şey mi sence?”

Dişlerimin arasından “Keyfimden yapmadım,” dedim.

“Yo, tam da keyfinden öptün bence beni.”

Tüm vücudum hem sinirden hem de üzüntüden titrerken “Bana karşı bir şey hissetmiyorsun yani?” diye sordum.

Cevap vermedi.

“Güvenini kırmışım ya,” dediğimde gözlerimizi buluşturdu.

“Güvenimi kırınca geriye bir şey kalmadı.”

Sinirden gülerken “Ha doğru anladım yani, peki… Sen de çok iyi âşık rolü yapıyormuşsun o zaman!” derken sesim biraz yükselmişti.

Arabanın kapısını açtıktan sonra hiçbir şey söylemediği için tekrardan ona doğru döndüm.

“Bir şey söylemeyecek misin?”

Arabanın kapısı açıktı ama inmemiştim, bu aslında mecazen birçok şey ifade ediyordu.

“Enişteme selam söylersin,” dediğinde daha da öfkelenip kaşlarımı çattım.

Ardından “Söylemeyeceğim!” dedim yüksek bir sesle. Benimle dalga geçiyordu resmen.

Gözlerimiz tekrar buluştuğunda “Görüşürüz o zaman,” deyince birkaç saniye donakaldım.

Hiçbir şey söylemeden arabadan indim, sonra kapıyı hafifçe kapattım; daha fazla onu ya da aracını görmemek için de şirketin girişi neredeyse koşar adımlarla o yöne doğru ilerledim.

Merdivenlerden indikten sonra şirketin adını görür görmez elimi kalbime götürdüm ve merdivenlere oturarak duygularımı boşalttım, yani ağladım.

Bu kadar çabuk vazgeçmesi zoruma gitmişti.

Yaralandığım günden beri on gün geçmişti, yani onunla iletişimim kesildiğinden beri on bir gün. Bu on bir gün boyunca düşünüp vardığı sonuç, beni bırakmaktı.

Beni affedeceğini düşünmüştüm, ablamın söylediklerine rağmen ama ablam haklı çıkmıştı. Gerçekten de belli ki bir terslik vardı.

Birkaç dakika içinde toparlandım ve her ne olursa olsun Behzat Bey’e, Buket olayını anlatabilmek için şirkete girdim. Bana asansörle dördüncü kata çıkmamı söylediler, daha sonra da bir süre asansör bekledim.

Dördüncü kata vardığım an gördüğüm ilk iki kişi, Emirhan ve İlkhan’dı.

Emirhan beni görür görmez “Aaaa!” diyerek olduğum yönü işaret etti. “Miray gelmiş.”

Önce kafam basmadı, neden burada olduklarını sorguladım ama sonra onlara kart verdiğim aklıma gelince jeton sonradan düştü.

“Nasılsınız?” diyerek yanlarına yürüdüğümde ikisi de kaşlarını çatarak yüzüme baktılar. “Merak etmeyin, iyiyim. Behzat Bey ile bir şey konuşmaya geldim de…”

İlkhan büyük bir gururla “Seninle kan kardeşi mi olduk şimdi?” deyince ona tam teşekkür edemediğimi fark ettim.

“Sana teşekkür hediyesi olarak güneş gözlüğü alacağım,” dedim gözlerimi kırparak.

Emirhan büyük bir sıkıntıyla “Aslında senin yüzün pek iyi olduğunu söylemiyor Miray,” deyince yüzümün kıpkırmızı olduğunu düşündüm, sonuçta ağlamıştım. “Ağladın mı bakayım sen?” Kolunu omuzuma attı. “Anlatmak ister misin? Bir şey mi oldu?”

“Yoksa enişteyle mi tartıştın?” diye sordu İlkhan da. Tam o sırada yaşlı bir kadın gördüm, bana bakarak gülümsemişti; onu tanıyormuşum gibi hissetmiştim.

Emirhan, karnıma baktıktan sonra “Ay dur,” diyerek kolunu omuzumdan çekti. “Çok yüklenmeyeyim. Tamam. Şimdi anlat.”

Hiç yalan söyleyebilecek durumda değildim. “Gönül işi,” dedim kısaca.

“Boş veeer…” dedi İlkhan elini sallayarak.

Emirhan da “Yenisini alırıııız…” dedi uzatarak. “Sen ne demiştin? Behzat Bey mi? O da sana kan verdi ha!”

“Odası neredeydi? Hemen görüşeyim de… Eve döneceğimi, yoruldum,” deyince İlkhan koluma girdi ve ileriyi işaret etti. “Ha tamam, gördüm. Sağ ol.”

Behzat Bey’in odasına doğru ilerlerken kapıya yaklaştığım an beni bir kadın durdurdu ve “Buyurun!” dedi önümde bariyer olarak. Neye uğradığımı şaşırdığım için iki adım geriye gittim.

“Behzat Bey ile görüşeceğim,” dedim kısaca. “İçeri girebiliyor muyum?” Kadın beni incelerken itiraz etmemesi için “Akrabasıyım, mühim bir mesele,” dedim.

“Sormam gerek, bir saniye. Adınız neydi?”

“Miray,” dedim ve kollarımı göğsümde bağlayarak beklemeye başladım. Birkaç saniye sonra kapıyı aralayıp içeriye davet etti.

İçeriye girer girmez kapı, ardımdan kapanınca kurşunun girdiği bölgeye bir sancı girdi. Behzat Bey’e selam veremeden olduğum yerde kalakaldım.

“Hoş geldin.” Behzat Bey, sandalyeleri işaret etti. “Daha iyisindir umarım.”

Zorla da olsa yürüyerek masasının önündeki sandalyeye yerleştim ve “Sancı girdi sanırım,” diyerek karnımı tuttum.

“Vücudumdaki kan orada diye beni görünce garip mi hissetti acaba?” diye yersiz bir şaka yaptı. “Ağrı kesici kullanabiliyorsan isteyeyim asistanımdan.”

Ağrım geçtiği için “Sıkıntı yok,” dedim ve yutkundum. Muhtemelen fazla yürüdüğüm için olmuştu.

“Bir saniye bekleteceğim,” dedikten sonra telefona uzanıp bir müddet duraksadı. “Alo? Canım gelir misin birazdan? Evet. Tamamdır.”

Telefonunu kapatıp masaya bıraktıktan sonra “Behzat Bey,” dedim nasıl lafa gireceğimi bilemeyerek. “Öncelikle bana kan verdiğiniz için çok teşekkür ederim.” Ciğerime hava girmiyordu sanki. “Ama ben bu vesileyle bir bilgiye sahip oldum.”

“Ne bilgisi?” Kaşları çatıldı. “Anlamadım.”

“Buket’in kan grubunu biliyor musunuz?” Dan diye lafa girdim. Nefesim tıkanır gibi oldu. “AB kan grubuna sahip.”

Behzat Bey, “Ha?” diyerek sol kaşını kaldırdı. “Yani? Buket ile alakası ne?”

“Siz bana kan verdiniz ya…”

Başıyla onayladı. “Evet?”

“Kan grubunuz 0?”

“Evet.”

“Siz eğer 0 grubundansanız ne yazık ki çocuğunuz AB grubuna sahip olamaz,” dedikten sonra gözlerimi kaçırdım. Ahşap masaya gözlerimi diktim. “Buket sizin kızınız değil.”

Ona bu bilgiyi verdiğim için kendimi tabiri caizse bok gibi hissetmiştim ve yüzüne bakamamıştım.

Birkaç saniye sonra kapı iki kez tıklandıktan sonra açıldı, içeriye İlkhan girdi.

“Ha İlkhan gel,” diyen Behzat Bey’e anında başımı kaldırarak döndüm. Gayet olağan bir tepki vermişti. Ya da beni anlamamış mıydı? “Otur canım.”

İlkhan, büyük bir gülümsemeyle karşıma oturunca burnuma bir parfüm kokusu doldu. Bu koku bir yerden çok tanıdık geliyordu ama tam kestirememiştim.

Kaşlarım daha da çatıldı.

Behzat Bey “Bu çocuk fena…” dedi. “Kardeşim olsa bu kadar severim.”

Hayretle ona doğru döndüğümde kan grubu meselesi hakkında şaka yaptığımı düşündüğüne emin oldum. Tekrardan açıklamak için dudaklarımı araladığım esnada Behzat Bey kıkırdadı.

“Beni bazen çok güldürüyor.”

“Miray,” diyen İlkhan’ın yüzündeki sırıtış daha da büyüdü. “Miray hatırlar ya… Biz aynı kulüpteydik. Tiyatro kulübü…”

Anlam veremedim. “Nasıl yani? Ne alaka?”

“Tiyatro kulübündeydik ya…”

Anlam veremeyerek Behzat Bey’e döndüğümde bana doğru gülümsediğini görüp korkuyla İlkhan’a döndüm. “Evet?”

Kalbim çok hızlı çarpıyordu.

“Behzat Bey’e bundan bahsettim geçenlerde. Çok güldük…” İlkhan’ın yüz ifadesini ilk defa bu kadar tuhaf görüyordum. Neyden bahsediyordu bu çocuk? “Bir keresinde ben kadın olmuştum, hatırladın mı? Peruk takmıştım. Kısa saçlı bir kadını canlandırmıştım…”

Gözlerimiz buluştuğu an, dudaklarını ıslattı; elimi kalbime götürüp Behzat Bey’e döndüm.

Çok korkunç bakıyorlardı.

Onlardı.

İkisiydi.

Arkama yaslandığım an Behzat Bey, “İyi misin tatlım?” diye sordu.

İlhan sesini incelterek “Ayol iyi, baksana…” dediğinde gözlerim kararır gibi oldu. Nefes alıp vermekten kalbime ağrı girmişti.

Barbie gibi mi olmuştun İlkhan?” Behzat Bey, İlkhan’a döndüğü an İlkhan öyle bir kahkaha attı ki bu kahkahayı daha önce duyduğuma emin oldum.

Ayağa kalkar kalkmaz titreyerek duvara doğru koştum, sonra da ikisinin bana gülümseyerek bakan gözlerine.

Elim ayağım boşalmıştı.

“Gidiyor musun?” diye soran İlkhan, sol gözünü kırptı bana bakarak. “Dikkat et.”

“Baybay tatlım…” diyen Behzat Ali Yücesoy’un son kelimesini duyduktan sonra kapının kulpuna tutundum fakat kapıyı açamadım.

Yere doğru düşmeden önce zorla yutkundum, dişlerim gıcırdıyordu.

Çığlık atmak istiyordum fakat sesim çıkmıyordu.

Derin bir nefes aldıktan sonra ikisine de tek tek bakarken aklıma gelen her şey, şu an gelmişti.

Evden çıktığımı onlar biliyordu, evet çünkü Behzat Bey her şeyden haberdardı. Sırf neler olduğundan haberdar olmak için eve Barbie bebek getirtmişti, muhtemelen içerisinde ses kayıt cihazı vardı ve evden çıkmadan kendi kendime konuştuğum için beni duymuştu.

Az önce gördüğüm yaşlı kadın… Menderes’in duruşmasından çıktıktan hemen sonra o kadın gelmişti yanıma, ondan önce de İlkhan. Fuları Melek’e bıraktığımı biliyorlardı, Melek’i belki de onlar takip etmişti. Telefon konuşmamı duymuşlardı.

Burnunun kemerine dokunan adam… O İlkhan’dı. Gözlük takıyordu. Oydu.

Yıldız simgeli küpe… Behzat Bey, Cevat’ı bana kötülerken tam o koltuğun karşısında durmuştu. Telefonunu arar gibi yaptığında kapının önündeydim, küpeyi sırf Leman Hanım’dan şüpheleneyim diye o bırakmıştı.

İlkhan, Evra’nın mahkemesinden çıktıktan sonra Emirhan’ın omuzuna tutunarak ayakta durmuştu çünkü Aykut’u kaçırdıktan sonra tıpkı benim gibi karnından yaralanmıştı.

Sırf bana kan versinler de ben onların kim olduğunu anlayabileyim diye beni karnımdan yaralamışlardı. Allah kahretsin.

Cerrahla kavga eden Behzat Bey, arazinin önünde telefonla konuşmuştu fakat o arazide telefon çekmiyordu. Hatta ablam beni aradığında ulaşamamıştı. Behzat Bey orada olduğumu fark etmişti! Beni fark ettikten sonra suçu cerrahın üstüne atmıştı, Cevat’ın!

Katil onlardı.

İkisiydi.

-

Sosyal medya platformlarında ya da önceki yorumlarda katillerin isimlerini asla ama asla açıkça yazmayalım, olur mu?

Bu konudaki hassasiyetimi anlayacağınızı düşünüyorum.

INSTAGRAM // esmatonguc

Bölüm : 06.06.2025 21:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...