29. Bölüm
Esma Tonguc / 17 EYLÜL / 28. GÜVENEMEDİKLERİMİZ

28. GÜVENEMEDİKLERİMİZ

Esma Tonguc
esmatonguc

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.

ON YEDİ EYLÜL (II)

28. BÖLÜM: “GÜVENEMEDİKLERİMİZ”

⚖️

“Sakın arkana bakma; gölgenin yamacında bir katil var.”

Duyduklarımın verdiği şokla beraber yere çömelip çöp konteynırının arkasında gizlendiğim sırada cerrah, sessiz fısıltılarla ve küfürlerle araziyi terk ederek kendi apartmanına doğru yürümeye başladı. Behzat Bey’in iddia ettiği durum, epey karışıktı; bana talip çıktığından rahatsız olduğu cerrahın, eşiyle ne karıştırdığını öğrenmek için buralara kadar gelip ona hesap sormuştu üstelik Melek’i de işin içine katmıştı.

Cerrah, Varan Alp’i tanıyor olabilir miydi? Çünkü telefon konuşmalarında sesini direkt tanıdığını iddia eden bir cümle kurduğunu hatırlıyordum.

“Alo!” Behzat Bey’in olduğu yöne doğru çaktırmadan başımı hafifçe kaldırdım. Gördüğüm kadarıyla telefonla konuşuyordu. “Melek’in öldüğü gün Doktor Cevat’ın nerede olduğunu öğrenmek istiyorum, daha doğrusu öldüğü saat.”

Behzat Bey’in sesi gittikçe yaklaşmaya başlamıştı, bu nedenle daha fazla dayanamadım ve zaten karakterimle de uyuşmayan bu hareketimi hemen kestim; görünür bir vaziyette Behzat Bey’in karşısına çıktığımda adam neye uğradığını şaşırdı.

“Tamam, sonra konuşalım,” deyip telefonu kulağından çekti. Endişeyle cerrahın olduğu yöne baktıktan sonra “Bizi duydun sanırım,” deyip yüzünü bana çevirdi.

Yanına yürüdüm, tam karşısında durdum ve “Bakın, eğer bildiğiniz ve gizlediğiniz bir durum varsa Leman Hanım’la ilgili, lütfen benimle paylaşın,” dedim rica eder gibi fakat serttim.

Yüzündeki tereddüdü görünce ofladım ama beklemediğim bir şekilde “Miray,” dedi az önceki öfkesinin dinmediğini belli edecek bir tonlamayla. “Geçen gün bu doktor var ya…” Birkaç kez cıkladıktan sonra elini şakaklarına götürüp alnını ovdu. Başına ağrı girdiği kesindi, adam sinirden kıpkırmızı olmuştu resmen. “Sana ondan uzak durmanı söylediğimde altı boş bir ithamda bulunmamıştım, bir sebebi vardı… Üstelik Leman’ın bu herifle görüştüğünü bu sabah öğrendim.”

“Nasıl yani?” Anlamayarak kollarımı göğsümde bağladım. Hafiften rüzgâr esmeye başlamıştı.

Gözleri kısıldıktan sonra sesli bir nefes verdi. “Hastanede olduğum gün, yani Melek’in öldüğü gün…” İnanamıyormuş gibi gözlerimin içine baktı. “Leman yarım saatliğine ortadan yok oldu.”

Kalbimdeki ağrıyla sertçe yutkunduğum an “Bu imkânsız, yani hastaneden çıkması imkânsız,” dedim fısıltıyla. “Leman Hanım yapmaz…” Buna inanmak istemiyordum. “Yapmaz, değil mi?”

“Yapmaz.” Behzat Bey’in söylediğiyle biraz da olsun içim rahatlamıştı. “Ama bu adam!” Öfkeyle, doktorun binasını işaret etti. “Seneler önce karşımıza çıktığında da ters bir şeyler sezmiştim ben ama Leman yapmaz, dedim sineye çektim.” Anlamayarak yüzüne bakınca “Seneler önce, dediğim, 2015-2016 zamanı,” diye açıklamaya devam etti.

“2016 mı?” diye tekrarladım yüksek bir sesle. “Benim kaza geçirdiğim sene.”

Behzat Bey’in gözleri kısıldı. “Ne kazası geçirmiştin?”

“Boş verin…” dedim geçiştirerek. “Tamam, ee?” dedim sabredemeyerek. “2015-2016 senelerinde ne oldu?”

Kafasını olumlu anlamda salladı. “Sanırım o zamanlar yeni mezundu bu adam,” diyerek cerrahın bulunduğu apartmanı işaret etti. “Öyle hatırlıyorum… O zamanlar Leman ve ben o zamanlar yeni evliydik ama çocuğumuz olmuyordu, belki biliyorsundur… Sonra hastaneye gittik, vesaire… Bu herif…” Tüm nefretiyle dişlerinin arasından “Leman’a sarkıyordu o zamanlar. Evli olduğunu bilmesine rağmen… Ama şimdi beni de Leman’ı da tanımıyormuş gibi davranıyor,” deyince yeni anlamıştım neden buraya gelip hesap sorduğunu.

“Onu gördüğünüzde tanımadınız mı? Hem Leman Hanım niye sizi aldatsın ki?” Bir yandan da sorduğum soru sebebiyle çekinmiştim.

“Onu gördüğümde tanıyamadım çünkü eskiden sakalları yoktu.” Bilmiyormuş gibi birkaç sesli nefes verdi. “Miray bu durum aramızda kalsın lütfen.” Arabasını işaret etti. “Ben de artık gideyim.”

“Melek’i o öldürmüş olabilir mi?” diye sorduğum an Behzat Bey’in yüzü düştü.

“Bunu duymanı istemezdim.”

Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Önemli değil. Siz bana şunu söyleyin: Cerrah yani Cevat, Melek’i öldürmüş olabilir mi? Ve neden?”

Behzat Bey kısa bir süre tereddüt etti. “Bu doktoru Beyhan Bey’in ayarladığını bile düşünüyordum eskiden,” dediği an beynimin içi iyice hallaç pamuğuna dönmüştü. Varan Alp’in babası ne alakaydı ya? “Çünkü Beyhan Bey o dönem benim maddi sıkıntılarım var diye Leman’ın benimle olan ilişkisini onaylamıyordu. Üstüne bir de çocuğumuz da olmayınca… İşler biraz karışıktı o sıralar Miray. Ama bu herif hem Leman’ı hem de Beyhan Bey’i ve tabii ki beni tanıyor fakat tanımıyormuş gibi davranıyor.”

“Telefonunuzu yere atıp gittikten sonra küfredip durdu.”

Behzat Bey “Heh,” dedi büyük bir sinirle. “İşte buradan da belli… Bana da küfretti, terbiyesiz herif. Hem suçlu hem güçlü. Ama beklesin; ne de olsa Leman’dan öğreneceğim neler olup bittiğini.”

“Bana da haber verebilir misiniz?” diye sorduğumda donmak üzereydim. Terlikle çıktığım için ayaklarım buz kesmişti.

“Haber veririm vermesine de Leman’ın psikolojisi şu sıralar pek iyi değil… Yani bana hemen anlatır mı, sanmam. Senden özür dilesin diye bile zar zor getirdim buraya. Babasıyla pek konuşmuyor, garip garip davranıyor… Buket etkilenmesin diye susuyorum ama patlamama az kaldı.”

“Yine de ne kadar erken öğrenirseniz o kadar iyi. Biliyorsunuz, değil mi?”

“Biliyorum…” dedi hemen. “Ama kızım daha beş yaşında.” Az önce kızına neden bu kadar düşkün olduğunu anlamıştım çünkü belli ki dünyaya gelmesi mucize gibi bir şeydi. “Kızımı düşünüyorum.”

Kendisine göre haklı olduğu için ısrar etmedim. “O zaman cerrah da bende.”

“Doktor Cevat’tan mı söz ediyorsun?”

Başımla onayladım. “Âşık zaten bu bana,” dediğimde Behzat Bey kaşlarını çatarak hafifçe gülümsedi. “Biraz sıkıştırırım, öter.”

“Bak, seni önceden de uyardım. Bu adam tekin biri değil. Sana bir şey diyeyim mi? Çalıştığı hastaneye gittim bugün, yoktu ama kime sorsam adamı övüp durdu.” Hayretle gözlerini belertti. “Bana ettiği küfürlerden sonra da başkalarına iyi, özünde kötü olduğunu düşünmeye başladım.”

Apartmanına bakarken “Hiç de öyle birine benzemiyor,” dedim sessizce.

“Zaten iyi zannettiğin herkes kötü çıkar bu hayatta Miray.” Güveni sarsılmış gibi asmıştı yüzünü. “Kaç senelik karıma bile güvenemiyorum… Melek konusunda için rahat olsun, Leman asla ona zarar vermez, veremez. Benim bahsettiğim konu, bu Cevat denilen adamla olan ilişkisi… Umarım Beyhan Bey’in işi değildir… Neyse…”

Aklıma Varan Alp’in evindeyken laptopundan sildiğim video kaydı gelince kalbim acıdı. Ben de tıpkı Behzat Bey gibi yüzümü astım.

“Neyse, ben içeri sizinkilerin yanına uğrardım ama kızım beni bekliyor. Hem şimdi neden geldiğimi falan da sorarlar, açıklaması güç olur…” Saatini kontrol etti. “Leman bu ara akşamları sanat ofisine gidiyor, arkadaşlarıyla resim çiziyor.” Gülümsedi. “Buket de evde yalnız kalıyor ve galiba o kadar şımartmışım ki yalnız uyuyamıyor.”

Buket’ten bahsederken yüzü güldüğü için “Babasına bu kadar yakın olduğu için çok şanslı bir çocuk,” dedim. “Benim babam küçükken de benimle çok yakın değildi, şimdi de değil… İmreniyorum bazen babalarıyla yakın olan kız çocuklarına.”

Behzat Bey, “Ben de babamdan ayrı kaldığım için sanırım kızıma daha da sarıldım,” deyince dudaklarımı büzdüm. “Ama işte, Leman da tam tersi.” Kaşları hafifçe çatıldı. “O annesiz kaldı ama Buket…” Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Buket’i de annesiz bırakıyor. Ama psikolog bir arkadaşım var, kendisiyle görüştüreceğim. Eminim ki daha da iyi olacak.”

Benimle dertleştiği için biraz garip hissettim çünkü pek yakın değildik. “Olur tabii ki,” dedim üzülmemesi için. “Hem Buket’in en azından annesi de babası da hayatta, sağlığı yerinde…”

“Öyle çok şükür…” dedikten sonra aydınlanmış gibi bana döndü. “Ya ben de seni lafa tuttum, kusura bakma.”

Kaşlarımı kaldırıp indirdim. “Hiç önemli değil ama Behzat Bey, ne olur Leman Hanım’dan bir şey öğrenirseniz hemen bizimle paylaşın. Bana söylemek istemezseniz Varan Alp’e haber verirsiniz. Yeter ki bilelim.”

“Tamam, Varan Alp az çok neler olduğunu biliyor zaten. Onu haberdar etmiştim. Bir durum olursa yine kendisini bilgilendiririm. Haydi, hoşça kal…”

Behzat Bey arabasına binip bizim sokaktan çıkana kadar bekledikten sonra eve doğru yürüdüm; içimden bir ses arkamı dönüp adını az önce hatırladığım Doktor Cevat’ın evine gitmem gerektiğini söylese de kendimi son anda sakinleştirdim ve bizim kapıya doğru yürüyüp birkaç kez tıkladım.

“Neredesin sen?” diyen ablamın sesi o kadar neşeli geliyordu ki meraklanmıştım. “Telefonunu aradım, ulaşamadım! Neler olduğunu bir bilsen!” Beni çekiştirdi.

Onu ittirirken “Abla dur!” diye patladım sinirle.

“Ne oldu ya?”

Şaşkınlıkla sorduğu bu soruyu duymamın ardından “Yok bir şey,” dedim sessizce. Neler döndüğünü hesap ederken bıkkın bir nefes verdim. “Ha şey, ne oldu? Sen onu anlat bana?”

“Rüzgar nasıl gülüyor, biliyor musun?” diyerek içeriyi işaret edince başımı o tarafa doğru çevirdim.

Şaşkınlıkla “Güldü mü? Ne? Kime güldü?” diye peş peşe sorarak içeriye girdim.

Hemen ardından babamın sesini işittim: “Dedesinin boklu torunu!” Rüzgar’ın çenesine başparmağını yerleştiren babamın ağzından çıkan cümleyi hayretle dinledim. “Sen yeşil zıbın mı taktın?”

Rüzgar bacaklarını hareket ettirip gülümseyince sağ yanağında küçük bir gamze belirdi. “Abla gamzesi mi var Rüzgar’ın?” diye sordum hevesle.

Eniştem “Kesin şimdi kendisine benzediğini söyleyecek,” dese de keyfimi kaçıramadı.

“Benim de sağ yanağımda minik bir gamze var. Tabii ki bana benziyor,” dedim ve saçlarımı geriye savurdum.

Koray, “Abla yemin ederim üniversite sınavında senin gibi sallasaydım derece yapmıştım,” diyerek elini omuzuma attı. “Bana bak,” dedi herkesin kahkahası birbirine karışırken. Kulağıma eğilip “Eniştem ne yapıyor?” diye fısıldadı.

“Koray…” dedim uyarır gibi. “Sus.”

Koray’ın yüzündeki şeytani gülümseme babama doğru döndü. “Babama söylesem gece uyuyamaz he…”

“Geri zekâlı, sussana!” dedim tekrardan.

Koray hızını alamayıp “Anneme söylesem 1071. bölümde biten günlük dizisini umursamayarak düğün hazırlıklarına başlar,” deyince öfkeli bir nefes verdim.

“Koray susmazsan ben de seni savcılığa vereceğim.” Şakası bile komik değildi ama beni buna mecbur bırakmıştı. “Kes artık.”

Koray uslanır mıydı? Asla. “Yapmazsın, biliyorum.” Karizmatik bir bakışla “Eniştem seni alıp gezdirecekse önce benden izin alsın,” dediği an suratına bir tane çakmak iyi olabilirdi. “Cumhuriyet Savcısı Varan Alp Çakmak…”

Öksürdüm. “Varan Alp, senin suratına çakmak.”

Koray sırıtarak “Abla bok gibi espri yapıyorsun,” deyince karın boşluğuna dirseğimi değdirdim. Bunu beklemediği için yüzü ekşidi. “Öldürseydin… Mal Miray abla!”

Babamın yüzü bu tarafa doğru dönünce “Koray! Düzgün konuş, davul dilli!” diye uyarmıştı.

PAZARTESİ

Bir avukatın rutini: beklemek.

Beklemek üzerine şiirler, hikâyeler hatta biraz abartsam romanlar bile yazabilirdim…

Ahmet Can Savcı’nın odasının önünde çınar ağacı olmak üzereydim. Telefonumu çantamdan çıkarırken geçen zaman bile daha kısaydı ve gerçekten çok sıkılmıştım. Bekletilmekten nefret ediyordum.

Kapıya üçüncü kez tıkladıktan sonra “Savcım,” dedim bıkkınlıkla ve içeriye girdim. “Lütfen dosya sırasının bizim dosyaya geldiğini söyleyin zira ben adliye koridorlarında ağaç oldum, meyve vermek üzereyim.”

Ahmet Can Savcı gözlüğünü çıkarıp masanın üstüne bıraktı. Gözlerini kıstı ve “Sen kimdin? Hangi dava?” diye sordu.

Rabbim bu bunamış mıydı yoksa bir televizyonda yayınlanan skeçlerdeki hiç komik olmayan yeteneksiz oyuncu gibi bana rol mü kesiyordu? Sadece soruyorum…

İki kez öksürüp boğazımı temizledim. “Savcım, Boratlar desem tanıdık gelir herhalde. Ayrıca daha önce iki kez odanıza girdim.” Daha sonra beni duymayacağı bir şekilde fısıldadım. Tartıştığımız için hatırlar varsaymıştım ama belli ki herkesle tartışıyordu.

“Haa…” Önündeki dosya yığınını işaret etti. “Sen adliye koridorlarına ağaç oluyorsun ama bizim masanın üstünde dağ gibi duran dava dosyalarını bilmiyorsun yani… Avukat çık dışarı ya… Bakarsın UYAP’a yükleyince! Yeter ya!”

Sabır fısıltılarıyla odasından çıktıktan hemen sonra kapıyı kapattım ve ofladım! Bedenimi koridorun sonuna doğru yürümek için çevirdiğimde ise kendi odasının kapısının önünde bekleyen Ceyda’ya çarptı gözlerim. Kalem memuru, elindeki dosyayı Ceyda’ya uzatıyordu; Ceyda ise sadece bana bakıyordu.

Acaba bir şey söylemeden yanından gitsem çok mu garip olurdu?

“Avukat Hanım!” Ceyda tam da tahmin ettiğim gibi bana seslenerek yanıma kadar yürüdü. “Müvekkiliniz Fırat Gümüşpala, Sulh Ceza’ya çıkacak. Bugün. Tutukluluk istedim.”

Başımı sallayarak “Biliyorum,” dedim sessizce.

Ceyda’nın kaşları havaya kalktı. “Burada ne yapıyorsunuz peki?” Gözlerim bu kez gıcık kalem memuruna döndü, beni öldürecekmiş gibi bakıyordu. “Ahmet Can Savcı’ya mı geldiniz yine?”

“Evet,” dedim bıkkınlıkla. “Bir dosya hakkında bilgi almam lâzım, hâlâ bekliyorum.”

Ceyda’nın yüzündeki kıskançlık ifadesinin farkındaydım. Varan Alp ile beraber beni gördüğünde de aynı bu şekilde bakmıştı bize.

Bu yüzden asabımı bozmaması adına “Başka sorunuz yoksa gideyim ben,” dedim bıkkınlıkla.

Kaçar gibi arkamı dönüp bir adım atmıştım ki “Varan Alp Savcı’nın yanına gidiyorsunuz herhalde,” deyip beni durdurmayı başardı. Başımı çevirir çevirmez dik dik bakmaya başlamıştım. “Benden de selam söylersiniz.”

Önce kalem memuruna bakıp ‘Ne var?’ dercesine bir bakış attım, sonra da Ceyda’ya yaklaşıp “Sen kendin söylersin selamını,” dedim fısıldar gibi. “Biz aramızda seni konuşmuyoruz ama sen onunlayken o beni sana çok anlatıyordur. Arkadaşısın sonuçta.”

Cevap vermesini beklemeden çekip gittim, arkamı da hiç dönmedim çünkü gerek duymadım.

Ahmet Can Savcı’nın UYAP’a yükleyeceği gelişmeleri ömrüm boyunca beklemem gerekebilirdi, bu nedenle yarım saat sonra yanına tekrardan uğrayacaktım ama önce duruşmaya çıkacak olan Fırat’la görüşmem gerekiyordu.

Fırat’la beraber adliyedeki görüşme odasına geçene kadar yarım saat oyalanmıştım zaten. İçeri geçtiğimiz andan itibaren de Fırat’la ilk kez konuşacağım için onu pek tanımadığımdan susmuştum.

Bir süre ikimiz de birbirimize baktık, en son dayanamadım ve sesli bir nefes verip lafa daldım:

“Merhaba Fırat,” dedim ve karşısındaki sandalyeye oturdum. “Ben abinin kısmen arkadaşıyım, çok yakın değiliz ama rica etti, avukatın oldum.” Çantamı masanın sağ tarafına bıraktım. “Avukatın benim yani. Adım Miray.”

Fırat bıkkınlıkla “Sence kaç sene yatarım?” diye sorunca öylece kaldım. Cevap vermeyince “Soru sordum,” dedi sertçe.

“Bu tavrı takınmadan önce keşke aklını başına toplasaydın da oraya buraya silah taşımasaydın,” dedim anlayacağı dilden. “Benimle düzgün konuş. Oturuşunu da topla.”

Koray’la yaşıttı muhtemelen.

“Abim sattı beni, değil mi?” Dalga geçer gibi güldü. “Zaten ablam hasta olmasa çoktan tutuklattırmıştı beni. Onun yüzünden ceza yiyeceğim şimdi…”

Hayret dolu bir bakış attım. “Onun yüzünden ceza yemeyeceksin Fırat. Abin sana sanki zorla mı mal taşıttırdı? Sanki paraya ihtiyacın varmış gibi salak saçma işlere girmişsin. Uyuşturucu bile taşımışsın…”

“Sana ne?”

Daha da öfkelendim. “Bana mı ne?” Sinirle birkaç saniye güldüm. “Senin taşıdığın silah yüzünden benim en yakın arkadaşım öldü. Bak cümleyi bir de böyle duy: Senin taşıdığın silahla, üstünde parmak izin bulunan silahla Melek İnal öldü. Hani neredeyse tüm Türkiye’nin yüzde bilmemkaçının tuttuğu parti var ya… O partinin başkanının kızı öldü. Sence kaç sene yatarsın Fırat? Anlat bana her şeyi.”

Fırat hiç korkmadı, aksine gülümsedi. “Bana yapılan iyiliğin karşılığını veriyordum.”

Kolundaki dövmeyi işaret ettim gözlerimle. “Kolundaki dövmeyle bir bağı var mı?”

“Var,” dedi hemen. “Kime yardım ederlerse onlar da ona yardım etmek zorunda.”

“Sana ne yardımları dokundu? Kim bunlar?”

Fırat sarhoş gibi konuşuyordu. “Bilmiyorum ya… Başımı şişirdin ha! Kaç sene yatacağım? Onu merak ettim.”

“Bunun cezası on yıldan az olmaz,” dedim açıkça. “Uyuşturucu taşıdığına ve hatta sattığına dair somut deliller var savcının elinde. Seni savunmam imkânsız.”

Fırat hemen kabullendi. “Sıkıntı yok ya… Zaten pek savunacak gibi de durmuyorsun.”

“Benlik de bir sıkıntı yok,” diyerek çantamı elime aldım. “Zira pek savunulacak gibi durmuyorsun.”

Kardeşimi alıkoyup silah taşıdığı yetmiyormuş gibi bir de benimle böyle konuştuğu için cinlerimi tepeme çıkarmıştı.

Görüşme odasından çıktık, yirmi dakika sonra da nöbetçi mahkemeye çıktı ve tahmin ettiğimiz gibi tutuklu yargılanma aldı; diğer mahkemede muhtemelen sekiz on sene arası bir ceza alacağı kesindi, bu yüzden bu dava üzerine kafamı pek yormamayı tercih ediyordum. Odaklandığım tek kısım, kolundaki dövmeydi ve görüşme odasında anlattıklarını tekrar anlatmasını istemek durumundaydım. Tabii önce Erkin’e gitmem gerekiyordu.

Erkin’in odasının kapısının önünde durduktan sonra iki kez kapıya tıkladım, sonra da içeriye girdim. Her zamanki gibi kafası bilgisayara dönüktü ve kimin geldiğine bakmamıştı.

Kapıyı kapattıktan sonra “Kardeşin tutuklandı,” deyip içeriye doğru yürüdüm. Masasının önündeki sandalyelerden birine geçene kadar ne yüzüme bakmıştı ne de konuşmuştu.

“İyi olmuş,” dedi kısaca. “Ağzını aradın mı?”

Umutsuz bir bakış attım. “Ketum biri. Sadece tek bir cümle kurdu kolundaki dövme hakkında. Neymiş… Onlar Fırat’a yardım etmiş, Fırat da onlara yardım etmek zorundaymış.”

Erkin düşünceli bir bakış attıktan sonra “Onlar mı Fırat’a yardım etmiş?” diye sordu. “Fırat’ın hiçbir zaman yardıma ihtiyacı olmadı ki… El bebek gül bebek büyüdü gitti. Kim, neden ona yardım etsin?” Elini iki kez salladı. “Kafasından uydurmuş.”

“Bence sıkıntıları var o çocuğun ve sen pek yakın olmadığın için bilmiyorsun.”

Erkin, “Umurumda değil,” diyerek başını bilgisayar ekranına çevirdi. “Yani şu yıldız simgesi saçmalığını çözdüğümüz sürece umurumda değil,” diye ekledi. “Ceyda’ya ifade verdi mi?”

“Hayır, bir saat sonra ifadeye gelmesini istedi.” Ceyda’nın adı geçince bile tüylerim diken diken olmuştu. “Bekletmeyi seviyor.”

Erkin’le gözlerimiz tekrardan buluştu. “İfadeden önce Fırat’la yine konuş ne olur ne olmaz.”

“Erkin, istemiyor,” dedim ısrarla. “Cezaevine girmekten korkmuyor. Korksaydı belki kibar bir dille onunla konuşmaya çalışırdım ama umurunda bile değil.”

“Tamam…” dedi o da. “Koray meselesini ötmesin, yeter.”

Aklıma gelince yine yüzüm düştü.

Dünkü olayı anlatmak için Erkin’e döndüm. “Bir şey daha var.”

“Ne?” Sanırım ciddi olduğunu anında sezmişti. “Başımızdan bela eksik olsa şaşarım zaten.”

“Bu kez olay Fırat’la alakalı değil. Leman Hanım ile Behzat Bey ile alakalı ve cerrahla… Yani cerrah dediğim, Doktor Cevat ile alakalı.”

Erkin hiçbir şey anlamayarak yüzünü buruşturdu. “O kimdi ya?”

“Benim görüştüğüm adam.”

Kaşları çatıldı. “Ne? Varan Alp’le görüşmüyor musun sen?”

Güldüm. “Önceden görüştüğüm doktordan bahsediyorum. Mahalleden birisi işte ya… Hem görüşmüş de sayılmam yani, annem falan zorlamıştı! Neyse!”

“Ha hatırladım,” dedi uzata uzata. “Tamam da ben Leman ablayla ya da Behzat Bey’le olan alakasını pek çözemedim.”

“Anlatıyorum işte, dinle,” dedim sertçe. İkide bir lafımı bölüp duruyordu.

“İyi, anlat.”

Tamamen ona döndüm. “Ben cuma günü çöp atmak için dışarıya çıktım, sokağa. Konteynırın arkasında boş bir arazi var, orada da Behzat Bey ile Doktor Cevat’ı gördüm. Kavga ediyorlardı.”

Erkin bu kez gerçekten şaşırmıştı. “Yuh…” dedi sessizce. “Ne alaka?”

“Ne duyduğumu bile tam hatırlamıyorum ama Behzat Bey sanırım Leman Hanım’ın onu aldattığını düşünüyor ya da başka bir şey karıştırdığını… Çünkü Leman Hanım, Behzat Bey hastanedeyken yarım saatliğine dışarıya çıkmış. Dışarıya çıktıktan kısa bir süre sonra Melek öldürülmüş, ondan da fenası: Melek’in ölümünden kısa bir süre önce Doktor Cevat, Kaleli Hastanesi’ndeymiş ve Leman Hanım’la tartışıyormuş. Bundan öncesi de varmış.” Hatırladığım kadarıyla anlatmaya devam ettim: “Leman’la Behzat yeni evliyken Beyhan amca, bunları ayırmak istiyormuş falan… O dönem de çocukları olmuyormuş, bu yüzden hastaneye gidiyorlarmış; Doktor Cevat Beyimiz de Leman Hanım’a yazıyormuş. İşler iyice karışık… Ama Melek’in ölümüyle bağlantısı ne, çözemedim.”

Erkin dumura uğramış gibi sadece yüzüme baktı. Birkaç saniye sonra “Bu ne ya dizi gibi?” diyerek arkasına yaslandı. “Melek’in ölümüyle ne alakası olacak ya? Behzat Bey sinirle söylemiştir onu. Hem Cevat mıdır nedir, sana talip değil miydi? Leman Hanım ne alaka? Bu adam kaç yaşında ya?”

“Evet, ne bileyim… Behzat Bey dün bana Leman Hanım’ın sürekli akşamları arkadaşlarıyla buluşup resim çizdiğini söyledi. Bu da garip geldi mesela…”

Erkin iyice kafası karışmış gibi saçlarını karıştırdı. “Miray yok ya… Zaten HTS’lerine bakılmadı mı? Kamera kayıtları da var. Leman Hanım’ın ne işi olur Melek’i öldürmekle?”

Sertçe yutkunduktan sonra “Annesi öldü diyedir belki…” dediğim an Erkin’in çatık kaşları gevşedi. “Belki annesi sırf 17 Eylül’de öldüğü için…” Konuşamadım daha fazla. “Erkin o gece başka kim öldü? Ha? Kimse ölmedi. Demek ki birisi, Varan Alp’in annesi öldü diye intikam alıyor. Bu açık değil mi? Hem telefonda da söylemişlerdi… Ölüm günü olsun, demişlerdi. Hatırlamıyor musun?”

“Yok artık.” Kafasını başka bir yöne çevirdi. “Tamam da Varan Alp’in annesinin ölüm sebebi, doğum sırasındayken, yani erken doğum yaptığı için değil miydi? Varan Alp bana hep böyle anlattı. Bu işte bir terslik var…” Erkin aydınlanmış gibi bana döndü. “Ya sonradan öldüyse?”

Teori üretmekten beynim buruşunca “Doktor Cevat’ın HTS’sine baktır,” dedim sessizce.

“Bunu Ceyda yapmalı,” dediğinde gözlerimi devirerek başka bir yöne döndüm. “Miray, davanın savcısı artık Ceyda. Şimdi bana anlattıklarını gidip ona anlat ki Cevat’ın HTS’sine falan baktırsın. Ondan da bir şey çıkmazsa demek ki Behzat Bey kafasında kurmuş.”

“Ya bir aile sırrını ortaya çıkarırsam diye o kadar korkuyorum ki… Ortada bir durum yoksa daha büyük bir rezillik! Onlar bizim akrabamız sayılır,” dedim kafa karışıklığımı dile dökerek.

Erkin birkaç saniye sessiz kaldı. “O zaman ben söyleyeyim,” diyerek ayağa kalktı. “Dosyaya eklemediğimi söylerim.”

“Peki katil Leman Hanım ise ne olacak?” Onunla beraber ayağa kalktığım an elimi kalbime götürdüm. “Erkin ödüm kopuyor Varan Alp’in ablası çıkacak diye… Bak o kadının psikolojisi iyi değil.” Aklıma saçları geldi. “Saçları da kısa.”

“Miray…” Erkin kendime gelmem için sesini hafifçe yükseltti. “Kadının telefon sinyalleri hastaneyi göstermiyor mu? Kameralarda, Melek’in ölüm saatinde hastanede olduğu gözükmüyor mu? Gözüküyor.”

Yine de içimdeki korku hissine engel olamıyordum. “Ama üç kişiler… Değiller mi?” dedim sessizce. “Belki de kafayı tırtlatmıştır. Hem benden nefret de ediyor… Ya gerçekten işin içindeyse?”

“Yahu kuzenini de öldürtmez ama ya…” dedikten sonra kapıyı açtı. “Artık saçmalama ve benimle gel, hadi.”

Söylediği gibi peşinden ilerlemek için çantamı bıraktığım yerden aldım ve koridora çıktım. Erkin, odasının kapısını kapatırken ben de cübbemi çıkarıp çantamın koluna astım.

“Savcım çıkıyor musunuz?” Sanırım Erkin’in kalem memuruydu, bir anda önümüzde bitmişti. “Başsavcı’nın kalemi bana Başsavcı’nın sizi yanına çağırdığını söyledi de… Ben de onu söylemek için gelmiştim.”

Erkin, “Hadi ya,” diyerek yüzünü bana çevirdi. “Miray sen Fırat’ı Ceyda’ya ifadeye götürdüğünde bana mesaj atarsın, ifade biter bitmez uğrarım.”

“Tamam…” dedim.

Sonra ikimiz de adliyenin başka yönlerine doğru gitmeye başladık, yürürken de telefonum çaldı. Zaten ne zaman asansörün önüne gelsem telefonum çalıyordu, asansöre yürürken de çalmasına şaşırmamıştım.

Çantamdan telefonumu çıkarana kadar geçen süre, dünya üzerinde yetmiş bin seneye tekabül ediyor olabilirdi.

Menderes arıyordu.

“Efendim?” diyerek katta bir oraya bir buraya yürümek için gezinmeye başladım. “Sen arar mıydın beni ya, Mendo?”

Menderes’in sesi telaşlı geldi: “Avukat sen neredesin?”

“Adliyedeyim.” Ağzım beş karış açıldı ve kaşlarımı çattım. “Umarım yine bir cinayette şüpheli değilsindir Menderes çünkü son iki ay içerisinde bütün savunma yetimi kaybettim!”

“Avukat bu kez ben tehlikede değilim!” Biri için yardım mı isteyecekti acaba, diye düşünüp dudaklarımı araladığım esnada sözlerine bu şekilde devam etti: “Sen tehlikedesin.”

Kaşlarım çatıldı.

Birkaç saniye sessiz kaldım. “Nasıl yani?” diye sordum sonra da. “Ben mi tehlikedeyim?”

“Boratlar seni öldürmek için kiralık katil tutmuşlar.” Menderes cümlesini tamamlayana kadar beynime kan gitmemişti sanki. “Peşinde kiralık katil var, yemin ederim! Ama halledeceğim.”

Anlayamadım. “Nasıl? Sen nereden biliyorsun bunu?”

“Babam haber verdi bana…” Sesi biraz kısık gelmeye başladı. “Avukat adliyeden ayrılma ve yanında mutlaka birini bulundur. Boratlarla ben konuşacağım.”

Nefesim daralınca kattaki duruşma salonlarının birine doğru yürüyüp salon kapısının yamacında duran sandalyelere oturdum. O sırada da konuşamadım.

“Kiralık katil derken? Yani…” Kekeleyip durdum. “Size kadar bile ulaştı mı bu? Ben kimseyi fark etmedim peşimde.”

Menderes ofladı. “Avukat sen güvenli gördüğün bir yerde dur, yeter. Gerisini de bana bırak. Seni kimse öldüremez. Babam da ilgileniyor, merak etme. Ama sana dikkatli olman gerektiğini söylemek için telefon ettim. Korkma ve yalnız kalma. Tamam mı? Haber vereceğim sana.”

Boynumu ovarken “Tamam,” deyip telefonu bekleme koltuğunun üstüne bıraktım. Nefesim kesilmişti resmen.

Duruşma salonunun kapısı açıldı, birden fazla insan bir anda hararetli bir şekilde konuşarak koridora doluştu. Asliye Ceza’nın önündeydim, daha yeni fark ediyordum.

Ve göğsüm daraldığı için ikide bir boynumu ovup duruyordum. Korkudan bütün damarlarım tıkanmıştı sanki.

Kiralık katil ne demekti ya? Gerçekten bu kadar ileri gitmiş olabilirler miydi?

“Miray…” Başımı hafifçe soluma doğru çevirdiğimde gözlerim karardı. “Miray iyi misin?” Bu bir kadın sesiydi ama kim olduğunu anlayamamıştım. “Miray! Bana bak, hey!” Gözlerim kapandı.

⚖️

“Ayılıyor galiba…”

Gözlerimi araladığım an etrafımda toplanan bedenleri fark ettim ama gözüm hâlâ bulanık görüyordu, kim burada çözememiştim. Burası neresiydi, onu hiç çözememiştim.

“Bileğine sür kolonyayı.” Bu ses tanıdık değildi.

“Niye bayıldı? Sen gördün mü? Kafasını bir yere çarptı mı?” Varan Alp’in sesi hemen solumdan geldiğinde, sertçe yutkundum. “Yere mi düştü?”

Gözlerimi aralarken Merve’nin burada olduğunu fark ettim, hemen arkasında da Başsavcı vardı, yani babası. Tam karşımda da Erkin duruyordu.

Nerede olduğumu bilmiyordum.

“Savcım isterseniz hastaneye götürün.” Özel kalem odasındaydık muhtemelen ve rahat bir koltuğun üstünde oturuyordum. Başım da Varan Alp’in omuzundaydı. Bileğimi havaya kaldıran kişiyi tanımıyordum. Konuşmaya devam etti: “Avukat Hanım, tansiyonunuza bakalım mı?”

Başımı kaldırdığımda aklıma Menderes’le olan telefon konuşmam geldi. Herkes yüzüme bakarken sessiz kaldım ve ayaklanmaya çalıştım.

“Gerek yok,” dediğim an tekrardan koltuğa düştüm.

“Miray…” Varan Alp çenemi tutup yüzümü yüzüne doğru çevirdi. “Yüzün kireç gibi olmuş. Ne oldu?”

Göz göze geldik fakat hemen gözlerimi kaçırdım. “Başım döndü, gözlerim karardı, ben de anlamadım...” dedim peş peşe.

Kendimi biraz geri çekip gözlerimi kırpıştırdım, sonra da etraftakilere kısaca baktım.

“Bence bir tansiyonunuza bakalım,” dedi muhtemelen kalem memurlarından biri olan bu kadın. “Düştüyse bir tuzlu ayran getiririz.”

Han Hazar Başsavcı “Vallahi Miray ödüm koptu ya,” diyerek kızına döndü. “Merve aradı bizi de öyle duyduk...”

Merve’ye döndüğümde telaşla bana baktığını fark ettim. Onu da korkutmuştum muhtemelen.

Erkin, kalem memuruna dönerek “Tansiyonuna bakalım en iyisi,” deyince kalem memuruna istemeyerek de olsa sol kolumu uzattım.

Bileğime geçirdiği aletin sesi odada yankılanırken kalbimin çarpıntısını başımdaki damarda bile hissediyordum.

Muhtemelen çok korkmuştum. Muhtemelen değil, kesinlikle çok korkmuştum.

“Çok düşük değil ama…” dedi kalem memuru. “Biraz düşmüş tansiyonu. Nabzı bayağı yüksek.”

Tansiyon aletini bileğimden çıkardıktan sonra Merve bana bir şişe su uzattı. “Miray su iç istersen, al.” Şişeyi alırken ellerim titrediği için Erkin’in kaşlarını çattığını fark ettim.

“Miray senin ellerin mi titriyor?”

Avuç içimi sıktıktan sonra şişeyi koltuğun üstüne bıraktım. “Önemli bir şey yok,” dedim herkese tek tek bakarak. “Ama yalnız kalsam daha iyi olur.”

Başsavcı anında itiraz etti: “Olmaz öyle… Ellerin titriyor. Anlat bakalım, ne oldu?”

Birkaç saniye boyunca ortam sessizleşti.

“Korktum sadece.” Daha kendime yeni yeni geliyordum. “Peşime kiralık katil takmışlar.”

“Ne?” Herkes birden konuşmaya başladı.

“Kim takmış? Perşembe girdiğin duruşmanın sanığının ailesi mi?” diye sordu Varan Alp hemen. Sesindeki öfke ve korku, yerini sadece öfkeye bıraktı: “Kim?” diye yüksek bir sesle sordu.

Erkin birkaç kez cıkladıktan sonra “Adliyede deme sakın!” dedi öfkeyle.

Merve babasına dönüp “Siz halledemez misiniz ya? Kiralık katil ne demek?” diyordu. Önceki söylediklerini duymamıştım bile.

“Miray!” Varan Alp avuç içimi ellerinin arasına alınca ellerim ısındı. “Gördün mü yüzünü? Nereden biliyorsun bunu?”

Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Menderes’in babası duymuş.”

“O kim?” diye sordu Han Hazar Başsavcı.

“Müvekkilim,” dedim kısaca.

“O nereden duymuş yahu?” dedi elini havaya kaldırarak. “Te Allah’ım ya…” Birkaç kez daha cıklayıp yanıma oturdu, Erkin de biraz yana kaydı. “Kim ilgileniyor davayla? Hangi savcı?”

Korkudan savcının adını bile unutmuştum. Ben cevap veremeyince de Erkin, “Ahmet Can Savcı, davanın savcısı,” dedi kısaca. “Başsavcım sivil polis görevlendirelim.”

Han Hazar Başsavcı bana döndü. “Miray seni daha önce tehdit etmişler miydi bunlar?”

“Sözlü bir tehdit oldu.” Varan Alp’e döndüm. “Hatta Varan Alp’in odasının önünde tehdit etti bir tanesi. Adını bilmiyorum ama Boratlardan. Sonra nezarete attılar çünkü Varan Alp’e de bir şeyler söyledi… Ne dediğini hatırlamıyorum.”

Başsavcı “Tamam…” dedi öfkeyle. “Sen yalnız kalma, halledeceğiz.” Ayağa kalktıktan sonra bir daha arkasını döndü. “Bir de tuzlu ayran iç.” Kalem memuruna döndü. “Tuzlu ayran bulun getirin bir yerden. Ben de Ahmet Can Savcı’nın yanına bir uğrayayım.”

“Emir anlaşıldı Sayın Başsavcım.”

Başsavcı odadan çıkınca Merve yanıma doğru yürüdü ve “İyisin, değil mi?” diye sordu. “Miray ben duruşmaya gireceğim şimdi ama buradaysan duruşmadan sonra yanına uğrarım.”

“Gerek yok, benim yanımda zaten,” dedi Varan Alp, cevap vermeme izin vermeyerek.

Merve “Tabii savcım, tamam,” dedikten sonra tekrar bana döndü. “Görüşürüz Miray.” Kafamı salladıktan sonra Merve arkasını döndü ve odadan çıktı.

Erkin ve Varan Alp’le yalnız kaldım.

“Menderes nereden biliyormuş?” diye sordu Erkin. Sonra da yanıma oturdu. “Bu herif ciddili mafya galiba… Dalga geçiyorduk ama öyle çıktı.”

Varan Alp, “Bir işe yaradı,” dedi kısaca. “Miray ben emniyete geçeceğim, halletmem gereken bir iş var ama kısa.” Ellerimi bırakmayarak ayağa kalktı. “Sen de benimle geliyorsun. Sonra da bana gidiyoruz.”

Erkin “Ben de geleyim mi?” diye sorunca ona doğru döndüm. Beni gülümsetmeyi başarmıştı.

“Senin adliyede işin yok mu?” diye sordu Varan Alp sinirle. Bir yandan da gelmemesini ima eder gibi alttan alttan “Ben hatırlıyorum, vardı,” dedi.

Erkin çantamı bana uzattı ama ben tutmadan Varan Alp, Erkin’in elinden aldı. “Yok işim.” Erkin de ayağa kalktı. “Geleyim mi?”

“Gelme,” dedi Varan Alp tok bir sesle.

Hiç hâlim olmadığı için pek sesim soluğum çıkmamıştı. “Niye ya?” Erkin bana doğru döndü. “Hem bekle de kız tuzlu ayranını içsin. Ne bu acele?”

“Sana ne acaba?” diye cevapladı Varan Alp de.

Kalem memuru içeriye girer girmez “Avukat Hanım al,” diyerek tuzlu ayranı bana doğru uzattı. Elimle kavrar kavramaz “Yavaş yavaş içersin artık,” deyip masasına doğru yürüdü.

Hiç gerek yoktu ama yine de “Teşekkürler,” dedim.

Biz de çok beklemeden özel kalem odasından çıktık fakat Erkin de peşimize takılmıştı.

Varan Alp’in elinde çantamı görünce bir anlığına ciddi kalamayıp bütün derdimi tasamı unuttum ve gülmeye başladım. Yan yana yürüdüğümüz için ikisi de başını çevirip bana baktı.

“Ne oldu?” diye sordu Varan Alp, ben gülünce.

“Hiç,” dedim sessizce. “Sinirim bozuldu galiba.”

Erkin, alınır gibi “Gelmeyeyim mi yani?” diye sordu. “Peki, öyle olsun Alp. Bunu unutmayacağım.”

“Sus artık Erkin.”

“Susmuyorum, susmuyorum kardeşim…” Savcı koridoruna girdiğimiz an Erkin önümüzde durdu. “Fırat ifadeye girecek, Miray’ın işi var ama?” Ceyda’nın odasını işaret etti. “Miray?”

“Ben onu unuttum…” dedikten sonra alt dudağımı ısırdım. “Bir de Ahmet Can Savcı’dan HTS çıktı mı diye dosyaya bakacaktım, UYAP’a yüklemez kesin. Perşembeye kadar da adliyeye uğramayacağım ya, o yüzden girip bakmam lazım.”

Varan Alp’in elini bıraktıktan sonra çantamı ondan almak için diğer eline uzandım ama çantayı havaya kaldırdı. “Tek dolaşmayacaksın.”

Erkin “Öh…” dedi, Varan Alp’in abarttığını belli ederek. “Adliyedeyiz.”

“O denyo adliyedeyken hatta benim odamın önündeyken gelip benim sevgilimi tehdit edebiliyor ama…” dediğinde birkaç saniye sessizlik oluştu.

“Sevgilim mi?” dedik Erkin’le aynı anda.

Varan Alp, mana veremeyerek “Evet?” dediğinde sırıtmaya başladım.

Erkin gülüşünün arasında “Yani ben gelmeyeyim mi?” diye sorunca gülüşüm durdu.

Hiddetle “Gelme!” dedikten sonra çantamı Varan Alp’in elinden aldım. “Hem sen savcı değil misin ya? İşin yok mu senin?”

Erkin’in kaşları havaya kalktı. “Sen ayran içince kendine mi geldin?”

“Geldim. Aynen.” Ayranı eline tutuşturunca sanki eline bomba atmışım gibi bakakaldı. “Ben ifade alayım, ay, aldırayım, yani ifadeye gireyim… Sen de işin yokmuş ya, ayranımı tut.”

Kumam gibi davranan Erkin, “İşim yok mu dedim ya?” dediğinde ben çoktan Varan Alp’e dönmüştüm bile.

“Azıcık…” dedim işaret parmağımla başparmağımı birleştirerek. “Azıcık bekle geleceğim.”

Erkin ayranımı Varan Alp’in eline tutuşturdu. “Ayranı neden bana verdiğin konusun en ufak bir fikrim bile yok Miray ama sevgilin tutsun,” dedi imalı imalı. “Ayrıca Ceyda’nın yanına uğramam lazım, ben de geleceğim.”

“Tamam, ben odama geçeyim o zaman. Haber verirsiniz,” diyen Varan Alp ayranımla beraber asansöre doğru ilerlemeye başladı.

Erkin’le baş başa kalınca Erkin, “Hadi yine iyisin, turnayı gözünden vurdun,” dedi ve yürümeye başladı.

Kaşlarımı çatarak peşinden ilerlerken “Ya bırak turnayı…” dedim. “Ceyda’ya şimdi mi söyleyeceğiz? Bir şey çıkmazsa rezillik.”

“Ya çıkarsa?” derken pek inanmıyormuş gibi konuşsa da şansımızı denemek zorundaydık. “Pek inancım yok ama maalesef… Söylesek daha iyi.”

Ceyda’nın odasının önünde durduktan sonra “Tamam,” dedim sessizce.

Erkin odanın kapısına iki kez tıkladıktan sonra Ceyda “Gel!” dedi yine bıkkın sesiyle. Erkin içeriye girdi, kapıyı tamamen açtı ardından ben içeriye girdim. “Erkin Savcım…” diyen Ceyda’nın keyifli bakışları beni görünce solmuştu. “Buyurun.”

Kapıyı kapattıktan sonra Erkin, “Müsaitsiniz, değil mi savcım?” diye sordu.

Ceyda kahvesini yudumladı. “Tabii ki.”

“17 Eylül davası için geldik,” diyen Erkin bir anda ciddiyete büründü. “Hastanenin dış kameralarında Leman Yücesoy’un, Cevat Uzun adında bir doktorla tartıştığını görmüştük. Miray’ın karşı apartmanında oturuyormuş herhalde ve kimseyi tanımıyormuş gibi davranıyor.” Erkin, ona anlattığım kısmı biraz kese kese anlatmıştı. “Diyoruz ki acaba siz HTS baktırsanız, maktullerin ölüm anında neredeymiş diye… Ya da sinyal yoksa belki de ifade alırız…”

Ceyda bakışlarını üstüme dikti. “Miray Hanım’ın karşı apartmanında ikamet ediyor oluşu ne gibi bir şüphe teşkil ediyor? Pek anlayamadım.”

Sanırım Varan Alp ile beni el ele gördüğünden beri tamamen düşmandı bana. Benim ona düşman olmam gerekirdi be! Resmen aralarında bir şey olduğunu zannediyordu!

“Çok alakası var,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Biliyorsunuz ki katil ara sıra beni arayıp bizimle dalga geçiyor ve sadece benimle iletişime geçiyor. Bir HTS baktırmak bu kadar zor olmamalı…”

Erkin uyarır gibi birkaç kez öksürüp dikkatimi üstüne çekmeye başardı. Bana kaş göz işareti yaparak tekrardan uyarınca susup önüme döndüm.

Ceyda dalga geçercesine güldükten sonra “Görüyor musun Erkin Savcım?” deyip beni işaret etti. “Artık avukatlar, Cumhuriyet Savcıları ile bu şekilde konuşuyorlar. Üsluba bakar mısınız?”

“Ne varmış üslubumda? Hakaret mi ettim yoksa küfür mü?”

Erkin araya girerek “Yani savcım, eğer Cevat Uzun’un HTS kayıtlarına bakabilirsek çok iyi olur. En azından şüphelileri tek tek eleriz ya da şüphelerimizi artırabiliriz. Böyle böyle bulacağız katili,” dedi hızlı hızlı.

“Tamam, baktıracağım,” dedi Ceyda, sadece Erkin’e dönerek. “Bu arada kardeşini tutukladık.” Erkin de dalga geçercesine tebessüm etti. “Vallahi sana helal olsun… Başkası olsa kardeşini ele vermezdi.”

Son cümleyi duyduğum an başımı öne eğerek zemine bakmaya başladım. Böyle ufak sözler bile kalbimi acıtıyordu.

“Ama ben de olsam aynısını yapardım,” dedi Ceyda gaza gelerek. “Mesela Varan Alp de öyle…” Başımı kaldırıp ona döndüğümde sanki sırf beni gıcık etmek için konuşuyordu. “Ablasının ifadesini aldım, çıtını çıkarmadı. Başkası olsa deliye döner… Ama konuştuk hallettik.” Ceyda, bana doğru döndü. “Ya üçümüz bugün dışarı mı çıksak ya?”

Beni kastetmediği kesindi.

Varan Alp’ten bahsediyordu.

Gözlerimi devirip sesli bir nefes vererek ayağa kalktım. “Biz Fırat için ne zaman gelelim?” diye sordum Ceyda’ya.

Erkin o sırada ne diyeceğini şaşırmış gibi bir bana bir Ceyda’ya döndü.

“Daha yirmi beş dakika var ya, Avukat Hanım,” dedi Ceyda sert bir sesle. “İstiyorsan çık, oyalan, sonra gel. Şu an gördüğün gibi müsait değilim.”

“Aynen, değilsiniz,” diyerek arkamı döndükten sonra yürümeye başladım.

“Ne diyorsun Erkin?” diye sordu ben odadan çıkmak için yürürken. “Ya da sen gelmesen mi ya? Sana balık ekmek sözümüz vardı ama Varan Alp de kaçtır bana gelecek, gelmiyor.”

Odanın kapısının kulpuna tutunan elimi hemen geri çekip arkamı döndüm. Erkin “Ney?” dedikten sonra ayağa kalktı. “Ha şey Ziva’yı bırakmaya mı? Evet, bence de.”

Ceyda’nın gözlerini kısarak bana doğru baktığını gördüğümde sanki başka derdim yokmuş gibi burada durup saçmaladığı cümleleri dinleyecek hâlim olmadığından kapının kulpuna dokunup açtım.

“Yok canım, ne Ziva’sı?” dedi Ceyda yüksek bir sesle. “Ben ondan baş başa bir söz almıştım.”

“Ziva da köpek zaten…” diyen Erkin, muhtemelen bir gerilim çıkmaması için çok kötü bir kahkaha attı.

“İyi günler,” dedikten sonra odadan çıkıp kapıyı sertçe kapattım.

Ceyda Savcı ile uğraşacak takatim pek yoktu.

“Zaten hasta kadın…” dedikten sonra bıkkın bir nefes verdim.

Tıpkı onun da söylediği yirmi dakika boyunca adliyede oyalandım. Fırat buraya getirilene kadar da çıtımı çıkarmadım ve koridorda bekledim. Genelde bekleme koltuğunda oturup telefondan sosyal medyayı karıştırarak bir şekilde oyalanmıştım işte.

Fırat gelince kalem memuru, Ceyda Savcı’nın kapısını çaldı, ben de Fırat’ın yanına doğru yürüdüm ve beklemeye başladım.

Fırat’la göz göze gelince bana çok sert bir bakış attığından ötürü “Önüne dön,” dedim sessizce. “İçeride de saygısız saygısız davranma.”

Beni pek umursadı, hiçbir şey söylemedi.

Daha sonra içeriye girdik; ellerinde kelepçe olan Fırat hemen sandalyeye geçti ve zemine bakmaya başladı, ben de karşısındaki sandalyeye oturup bekleyedurdum.

Kalem memuru bilgisayarın başına geçtikten sonra Ceyda Savcı, “Evet…” diyerek önündeki dosyaları topladı. “Fırat Gümüşpala, anlat bakalım…”

“Neyi?” Fırat’ın sesi öküz gibi çıkmıştı.

“Çiçekçiye giden sesin, değil mi?”

Fırat başını geriye yasladıktan sonra “Evet, bir çiçekçiye gitmiştim,” diye mırıldandı. Sanki ünlü oyuncuydu da onunla röportaj yapıyormuşuz gibi davranması dünya saçmasıydı.

“Kiminle gittin? Yanında biri daha varmış. Kamera kayıtlarında o şekilde gözüküyor ama ikinizin de yüzü pek seçilmiyor. Yanındaki kişi kimdi?”

Sertçe yutkunup Fırat’a doğru döndüm.

Duruşunu dikleştirip “Yanımdakini polis zannettim ben,” dedikten sonra biraz düşündü. “Hatta taşıdığım silah onun sandım ama o polis değilmiş. Yani kendisini tanımıyorum.”

Rahat bir nefes verdiğimde Ceyda ile göz göze geldik.

“Peki sana silahı, o restorana götürmeni isteyen kimdi ya da kimlerdi?” diye soran Ceyda’dan sonra merakla Fırat’a döndüm.

Fırat, kelepçeli elleriyle gözlerini ovduktan sonra “Onları kimse göremez,” diye mırıldandı. “Sadece dövme yaparken içlerinden birisini gördüm ama tanımıyorum.”

“Ne dövmesi bu Fırat?” diyerek sorularını sormaya devam etti Ceyda.

Fırat kolundaki dövmeyi işaret etti. “Yıldızlı bir dövme işte… İki sene önce yaptırmıştım.”

“Peki bu dövmeyi sana niçin yaptılar? Zorladılar mı?”

Fırat kafasını olumsuz anlamda salladı. “Hayır çünkü ben de istedim. Niçin yaptırdığını da anlatmak istemiyorum. Susma hakkım var mı avukat?”

Bıkkın bir nefes verdim. “Var ama anlatsan pek fena olmaz gibi Fırat.”

Ceyda gözlerini, kalem memuruna doğru devirdi. “Neyse…” dedi sonra. “Restorana girdikten sonra yanında duran kişi silaha dokundu mu ya da silahı senden aldı mı?”

Fırat “Yok ama ben Mir Beyaz’a çiçek demetini uzattıktan sonra arkamı döndüğümde yoktu. Kaçmış gitmiş herhalde. Ya da… Tutmuş da olabilir, bilmiyorum,” derken pek kararsızdı. “Emin değilim.”

Sıkıntıyla başımı duvara doğru çevirdim ve sakinleşmek adına arkama biraz daha yaslandım.

“Çiçek demetini Mir Beyaz’a bıraktığında neler yaşandı?” diye devam etti Ceyda.

Fırat biraz düşündü. “Ölen kız sürekli boynunu ve kollarını kaşımaya başladı. Ben de hemen uzadım.”

“Biraz daha düzgün konuş!” diye uyardım onu. Ölen kız, neydi Allah aşkına?

Ceyda, “Peki sen daha sonra nereye gittin?” diye sordu notlarına bakarken.

“Abimin yanına gittim çünkü ablam rahatsızlanmıştı. Zaten abim de hastanedeydi. Öldüğü an neler olduğunu bilmiyorum ve ben öldürmedim.”

“Anladım,” dedi Ceyda ve bir süre sessiz kaldık. “Beraber restorana zorla götürdüğün kişi kaç yaşlarındaydı ya da simasını hatırlıyor musun?”

Fırat gözlerini kısıp “Yani…” dedi düşünerek. “Benim yaşlarımdaydı. Yüzünü hatırlıyorum ama pek değil. Eli yüzü düzgün, süt çocuğu gibiydi. Bir de şey, gözleri yeşildi.”

Çenemi sıkmaktan başıma ağrı girmişti.

Ceyda’nın gözleri, yeşil gözlerimle buluştuğu an gözlerimi kaçırdım. “Tamam,” dedi Ceyda kaşlarını çatarak. “Peki o çocuğu alıkoymanın sebebi neydi? Silahı kimden aldığını biliyor musun?”

İşte şimdi yanmıştık.

Fırat gözlerini bana doğru çevirdikten sonra “Silah arabanın içindeydi ve bir polisin aracıydı. Aracı aldıktan sonra aldığım yere geri bıraktım. Bana verilen görev, o silah kötüye kullanılacağı içindi. Ben de aldım, silahı cama sıktım ve sonra da orayı terk ettim. Olay bu,” diye açıkladı. “Bu kadar yetiyor mu avukat?”

“Soruları bitince gideceğiz. Cevaplamaya devam et,” dedim sessizce.

“Sana o görevi kim, hangi yolla verdi Fırat?” diye sordu Ceyda.

Ofladıktan sonra “Dedim ya, tanımıyorum diye. Yüzlerini hiç görmedim. Telefonumu arıyorlar özel numaradan ve yapmam gerekeni söylüyorlar. Bu kadar,” dedi istemeye istemeye. “Buradan katil çıkmaz savcı,” dedi Fırat, Ceyda’ya tavsiye verir gibi. “Ben hiçbir şey bilmiyorum.”

Ceyda sorularına devam etmekte kararlıydı: “İçinde bulunduğun arabayı nereye park ettin?”

Kalem memurunun klavyeye değen elleri durdu. Ortalığa bir süre sessizlik hâkim oldu.

Fırat, “Bir savcının evine,” diye açıkladı. “Apartmanın önüne bıraktım.”

“Plakasını hatırlıyor musun?”

Ne olur hatırlamıyor olsun…

“Nereden hatırlayabilirim ki? Bakmadım bile…” deyip tavana bakmaya başladı Fırat. “Ama araba beyazdı ve arabanın içinde bir tane bebek çorabı vardı.”

Gözlerimi belerterek bir Fırat’a baktım bir de Ceyda’ya. “Ne çorabı?” diye sordu Ceyda.

“Ya dedim ya, polis zannettim ben o çocuğu,” dedi kelepçeli ellerini havaya kaldırarak. “Polis arabasıydı, beyazdı ve içinde hani…” Aklına gelmeyince gözlerini kapattı. “Şey deniyor sanırım: patik. Mavi renk bir patik asılıydı arabaya. Bu arabadaki çocuk muhtemelen arabasını çaldığım polisin akrabası falandı.”

Çarpıntım hızlandıkça başım dönüyordu ve yine nefesim tıkanmaya başlamıştı.

Ceyda, kısık gözlerini bana doğru çevirdikten sonra “Bu, Teoman’ın aracı olabilir mi?” diye sordu Fırat’a dönerek.

Fırat, “Şarkıcı Teoman mı?” diye sordu sesini yükselterek. “Yani yok artık, o kadar da değil.”

Ceyda yüksek bir sesle “Sen benimle dalga mı geçiyorsun?” diye bağırdı. Sert sesiyle “Teoman Komiser, Teoman Çakmak, hani abinin arkadaşı. Daha doğrusu abinin en yakın arkadaşının abisi…” deyince Fırat gözlerini kıstı.

“Abim, Erkin oluyor…” dedi matematik hesabı yapar gibi. “Onun en yakın arkadaşı, Varan Alp. Onun abisi mi Teoman? Bilmiyorum vallahi…”

Ceyda sabır fısıltılarıyla bir bana bir Fırat’a bakmaya devam etti, ardından telefonunu eline aldı. Dişlerimi sıkarak birbirine değdiriyordum ve çok gerilmiştim.

“Alo,” dedi Ceyda ve sandalyesini geriye doğru hareket ettirdi. “Sarp Komiser, şimdi dediklerimi iyi dinle: Teoman Komiser’in aracına git, fotoğrafını bana at. İç ve dış her alanının fotoğrafını istiyorum. Daha sonra acilen buraya getir.”

“Miray abla,” dedi Fırat yüzünü bana yaklaştırarak. “Ne zaman buradan çıkacağım ya?”

Öfkeyle gözlerimi yumdum. “Fırat buradan çıkıp eve gideceğini mi zannediyorsun? Hapse gireceksin! Bu ne rahatlık?” dedim sessiz bir çığlık atarak.

“Ya ama sıkıldım adliyeden… Cidden…” Kelepçeli ellerini havaya kaldırdı.

Ceyda telefonunu masaya bırakıp “Dur, dur…” dedi gülümseyerek. “Daha işimiz bitmedi.”

En azından Koray’ı alıkoyduğunu itiraf etmişti Fırat, bu nedenle Koray’ın başı belaya girmezdi. Hem Koray’ın HTS’sine baktırsa bile evde çıkacağı için mutluydum. Sonuçta bana doğum günü mesajı atarken evde olduğunu söylemişti. Bu yüzden içim rahattı.

“Fırat eğer bize yıldız simgesinin kime ait olduğunu söylersen biz birçok insanın hayatını kurtaracağız. Karşında oturan kişi bile 17 Eylül 1998, İzmit Sakay Devlet Hastanesi doğumlu; avukatının bile yardıma ihtiyacı var çünkü peşlerindeki kişi her kimse gelecek seneye kadar bulamazsak bir 17 Eylüllü arkadaşımızı daha kaybedeceğiz. Onların hayatı tehlikede. Eğer bir şey biliyorsan lütfen söyle.”

Fırat kafasını olumsuz anlamda salladı. “Yemin ederim bilsem söylerim ama hiçbir fikrim yok. Zaten bana yardım ettiklerinde bile kimseyi görmedim. Yüzlerini göstermiyorlar.”

“Onlar hakkında ne biliyorsun?” diye sordu Ceyda, sesini daha nazik kullanarak. “Lütfen bildiğin başka bir şey varsa benimle paylaş.”

Fırat, “Benimle konuşan kişinin sesi robot gibiydi, bunu biliyorum,” dediği an Ceyda ile göz göze geldik. “Bana dövme yapan kişi de bir kadındı. Ama ona soru sorduğumda o topluluktan olmadığını söyledi. Bunları biliyorum.”

“Nasıl bir kadındı konuştuğun kişi? Biraz tarif eder misin?”

“Kısa saçlı bir kadındı, saçları kumraldı. Ya gözlerini falan tam hatırlamıyorum ama benden bayağı büyüktü yani. Ayrıca gittiğim yerde bir sürü dövme çizimleri vardı,” dedi büyük bir hayranlıkla. “Kadın bayağı iyi resim çiziyordu.”

Ceyda’ya döndüğüm an gözlerini belerterek Fırat’a bakakaldığını fark ettim.

Her şey o kadar karışmıştı ki…

“Kadının yüzünü gördün mü?” diye sordu Ceyda, titreyen sesiyle.

Fırat cıkladı. “Siyah bir maske takıyordu.”

“Sesi nasıldı peki? Duysan tanır mıydın?”

Fırat, “Üstünden iki sene geçti, unuttum bile. Ama etraf leş gibi sigara kokuyordu ya…” diyerek başını geriye yatırdı. “Başıma ağrı girmişti. İğrençti.”

Ceyda saçlarını arkadan toplayıp geri bıraktı. Yorgun bir nefes verdikten sonra “Neresi olduğunu hatırlıyor musun?” diye sordu.

Fırat “Hatırlamıyorum,” dedi sadece.

“Peki… Burada bekleyin,” diyerek ayağa kalktı Ceyda. “Sarp Komiser gelince arabanın görüntülerini gösteririm, sonra da gidersiniz.”

Ceyda odadan çıktıktan sonra kalem memuruyla bakıştık bir süre, o da hayatının şokunu yaşıyormuş gibi bakıyordu bize.

“Ooooff…” dedi Fırat, kelepçeli ellerini havaya kaldırarak. “Abla bunlar beni aşırı tilt etmeye başladı ya…”

“Silah taşırken rahatsız olmuyorsan ellerin kelepçelendiğinde de susmak zorundasındır. Hayat böyledir,” dedim sert bir sesle.

Fırat otuz iki diş sırıtarak “Ben normalde insan sevmem ama galiba bana sürekli laf soktuğun için sana hafiften düşmüş olabilirim,” deyince kaşlarım çatıldı.

“Düştüm derken?”

Kalem memuru açıkladı: “Hoşuna gitmişsin yani.”

Gözlerimi belerterek Fırat’a döndüm. “Yaşından utan. Terbiyesiz.”

Fırat’ın gülüşü derinleşti. “Âşık oldum mu dedim ya? Alt tarafı güzelsin…”

Kalem memuru birkaç kez cıkladıktan sonra “Elinde kelepçe var. Nasıl bu kadar rahat olabilirsin? Aklım almıyor…” diye mırıldandı.

Fırat yüzünü kalem memuruna doğru çevirdi. “Teyze senin görevin bilgisayara yazı yazmak mı?” diye sordu tuhaf bir sesle. “Bayağı hızlı yazıyorsun he…”

“Teyze mi?” diyen kadına bir süre kıkırdadım. Gözleriyle beni işaret etti. “Ona abla diyorsun, bana teyze.”

“O senden daha genç,” dedi Fırat, sonra da kafasını bana doğru çevirdi.

“Aşk olsun…” dedi kalem memuru, gözlerini üstüme dikerek. “Aynı gibiyiz bence.”

Birkaç dakika sonra Ceyda Savcı, Sarp ile beraber içeriye girdi. Sarp’ın elindeki dosyayı açıp Fırat’ın önüne yerleştiren Ceyda, tek bir soru sormuştu:

“Bindiğin arabanın içi böyle miydi?”

Fırat yüzünü yaklaştırarak “Oo…” dedi gülerek. “Vallahi buydu galiba. Araç aynı ama içi biraz farklı gibi.”

“O muydu değil miydi?” diye sertçe sordu Ceyda da.

Fırat kelepçeli ellerini kaldırarak kafasını kaşıdı. “Emin değilim, oydu.”

Ceyda “Ne?” dedi.

“Değildi ya…” diye devam etti Fırat.

“Emin misin?” diye sordu Ceyda da.

Başını olumsuz anlamda salladı. “Hatırlamıyorum.”

“Kafası güzeldir zaten,” dedim ben de gülümseyerek. “Bence öyle.”

Ceyda, dik dik bakmaya başladı bana. “PTS kayıtlarından görürüz onu.”

Sarp, “PTS mi baktırayım, savcım?” diye sordu hemen.

“Aynen komiser… Bir de şey,” dedi parmaklarını çıtlatarak. “Doktor Cevat Uzun’un HTS kayıtlarına da bakalım.”

Sarp, aklında tutmak ister gibi kaşlarını çattı ve “Tamamdır,” dedi sessizce. “Çıkıyorum o zaman savcım.”

“Çık,” dedi Ceyda. Ardından bizi işaret etti. “İfade tutanağını imzalayıp çıkarsınız siz de.”

İfade tutanağının çıktısı önümüze gelince Fırat eline kalemi aldı. “Şurası,” dedim ve parmaklarımla imzalayacağı kısmı işaret ettim. Fırat, kelepçeli elleriyle tutanağı imzaladıktan sonra da sonunda odadan çıktık.

Bakalım PTS kayıtları çıkınca neler olacaktı?

⚖️

İşim bittikten sonra adliyeden tek başıma çıkmaya ürktüğüm için Varan Alp’i aradım. İki dakika sonra danışmanın önünde buluştuk ve hakim savcı otoparkına indik. Daha sonra da adliyeden tamamen çıktık.

“Aradı mı seni Menderes?” diye soran Varan Alp’e çevirdim kafamı. Arabanın içindeydik ve güneş gözlerimi mahvediyordu.

“Yok, aramadı daha,” dedim gözlerimi kısarak.

“Bir kiralık katilimiz eksikti…” dedi o da sinirle. “Onlara ulaşıp davayı bıraktığını söylesen uğraşmayı bırakırlar mı sence?”

“Bırakırlar ama sence sorun bu mu?” diye sordum bir anda patlayarak. “Bir aile var… Tamam, zengin; tamam, aşiretler… Artık her neyse… Peki bu aile neden sürekli suç işlemesine rağmen hâlâ suç işlemeye devam ediyor? Oğulları kasti bir şekilde günahsız bir kadının arabasına çarpıyor, ben de o kadının ablasını savunduğum için ölümü mü hak ediyorum? Sence bu normal mi? Ailecek ülkeden sınır dışı edilsinler. Bu ne ya?”

Varan Alp de sanki elinden bir şey gelmiyormuş gibi bıkkın bir nefes verdi. “Müvekkilin nerede kalıyor şu an?”

“Yeşim diye bir arkadaşım var. Onun ailesi de varlıklı ve güvenilir… Onların yanında kalıyor işte…”

“Ben ilgileneceğim o durumla,” diyerek bana güven vermeye çalıştı. “Korkma sen.”

Omuz silktim. “Menderes’in babası da mafyatik bir şey ya… Ondan umudum var.”

Güldü. “Ha ben seni koruyamam ama onlar mı seni korur?”

Biraz düşündükten sonra “Maalesef senden de korkmuyorlar Varan Alp,” diye açıkça itiraf ettim. “Beni senin kapının önünde tehdit eden adamı hatırlatayım.”

“Onun cahilliğine veriyorum. Bir savcıdan da çekinmiyorsa onun gerzekliği zaten…”

Bu kez ben güldüm. “Sen de sinirlenince ayrı bir yakışıklı oluyorsun.”

Muhtemelen bunu söylememi beklemiyordu. “Allah Allah… Başka?”

“Başka…” dedim ve düşünmeye başladım. “Bir de tost yaparken daha bir karizmatik oluyorsun.”

Gülüşü derinleşirken “Acıkmış olabilir misin?” diye sordu ve bir anda kaşlarını çattı. “Ben senin ayranını unuttum ya…” dedi büyük bir halt yemiş gibi. “Neyse alırız yolda.”

“Ya ayrana ihtiyacım yok şu an…” dedim gülerek. “Saçmalama.”

“Olsun yine de alalım.” Göz ucuyla bana baktıktan sonra gülümsedi. “İyisin, değil mi?”

Başımla onayladım. “Emniyetteki işin ne kadar sürer?”

Birkaç saniye sonra “Emniyette işim çok yok, bilişime uğramam lazım,” dedi kısaca. “Bir şeye baktıracağım da… Sonra eve geçeriz.”

Gözümün önünde duran boşluktaki anahtarı görüp havaya kaldırdım ve “Aaa!” dedim şaşkınlıkla. “Kendine yeni anahtarlık mı yaptırdın? Yine 41, yine Kocaeli…”

Memleket sevgisi denince de Varan Alp Çakmak.

“Güzel, değil mi? Ayrıca o galiba cebimden düştü… Sen onu çantana,” dedikten hemen sonra düzeltti. “Çantana atma aman… Cebine atsana onu.”

Çantamda kaybolacağını ima ettiği için kıkırdadım.

“Anahtarı mı?”

Emniyetin önüne gelince yavaşladı. “Evet, kaybolmasın o koca çantanda.”

“Bende mi kalsın yani?” dedim gülümseyerek.

Arabayı park ettikten sonra bana döndü. “Aynen öyle.”

Anahtarı cebime atarken başımı ona doğru çevirdim, o da bana döndü. Kısaca etrafına baktıktan sonra da yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. Dudaklarını yanağıma bastırdı. Gözlerimi kapatınca bir kez daha öptü ve “Niye başını hep belaya sokuyorsun sen?” diye sordu sakin bir sesle. Gözlerimi açmadım ve gülümsemeye devam ettim. “Rahat kafayla öpemiyorum bile, halimize bak.”

Bu kez gözlerimi açıp bana aşkla bakan yüzüne doğru baktığımda emniyetin bahçesinde olduğumuzdan dolayı “Buradan güvenli neresi var, söyle, çok merak ettim,” dedim. “Hem Menderes halledeceğini söyledi, Boratlar onun ya da babasının bir tanıdığı herhalde.”

“Tanıdığı çıkmasa şaşırırdım zaten…” deyip gözlerini başka bir tarafa çevirdi.

Yine kıskandığını fark edince sırıtarak “Kötü biri değil o ya!” dedim fakat sanırım daha da batırmıştım. “İyi biri ve çok saygılı aslında.” Daha da batırdığımı fark ettiğim sırada Varan Alp’in kaşları çatıldı. Bana doğru dönünce “Ama hiç anlaşamazdım herhalde, ayı o ayı!” dedim kendimle çelişerek.

Elimi yanağına doğru götürdüğümde “Konuşuruz sonra bu meseleyi,” dedi.

“He tamam o zaman!” dedim elimi hemen çekerek. “Ceyda gıcığını da konuşuruz! Zira kendisi bugün seninle baş başa kalmak istediğini gözüme soka soka söyledi de! Bence Mendo’dan daha sıkıntılı. Ne dersin?”

“Öyle mi söyledi sana?” diye sorduğunda şaşırmış gibiydi. “Allah Allah…”

“Evet, öyle söyledi…” dedim ve sıkıntılı bir nefes verdim.

Göz göze geldik ve “Ben onunla dışarıda hiç görüşmedim,” dedi, güven vermek ister gibi. “Görüşmem de. Takma, boş ver.”

“Ne takacağım ya? Umurumda değil.” Saçlarımı biraz geriye attım.

Başıyla onaylarken saçlarıma baktı, sonra da gülümsedi. “Güneş vurunca ayrı bir güzel oluyorsun,” deyince saçımda duran elimi indirip gülümsemeye kaldığım yerden devam ettim. “Ama burnunun ucu hâlâ çok parlıyor,” diye ekleyince gözlerimi devirdim.

“Benim makyajımla derdin ne tam olarak?” Çantamı omuzuma aldım. “Bak, ikinizden birini tercih edecek olsam düşünürüm. O yüzden makyajımla aranı düzelt.”

Bozuntuya vermeyip “Hemen,” deyince gözlerimin yandığını fark ettim.

Güneş gözlerimi kör ettiği için “Şu arabadan artık çıkalım çünkü gözlerim kör olmak üzere,” deyip kapıyı açtım. Kendimi dışarı atar atmaz “Artık güneş gözlüğümle gezeceğim!” dedim sinirlenerek. “Havaların ara ara kötüleşmesi umurumda değil.”

Varan Alp’le beraber emniyete yürürken koluna girdim, o da elimi tuttu.

Cebimde duran anahtarlığı çıkardım çünkü kaybolması muhtemeldi. Her an düşecek gibiydi.

“Sen istiyorsan cinayet büroya çık, orada bekle,” dedi Varan Alp, merdivenleri çıkarken.

Biraz düşündükten sonra “Yok ya…” dedim. “Senin yanında kalayım.”

Ara ara ofladığım ve yorgun bakışlarla gözlerine baktığım için “Acıktın sen belli… Canın ne istiyor?” diye sorunca düşündüm.

“Niye?” diye sordum. “Sen mi yapacaksın?”

“Yapamaz mıyım? Bak, tostumu hâlâ unutamamışsın.”

Abarta abarta “O on üzerinden on puanlık bir tosttu! Onun üstü gelemez, asla!” dedim ve gülmeye devam ettim.

“Tamam. Ne istiyor canın?”

Sırf takılmak için “Bol karabiberli pilav…” deyince gözleri kısıldı ve önüne döndü. Zaten bilişim katına gelmiştik. “Şaka şaka…” dedim ve içeriye girmeden önce koridorda durduk. O saçlarımı geriye doğru atınca ben de omuzunda duran saç telini havaya kaldırdım. “Bu ne Varan Alp?” Yüzümü yaklaştırdım.

“Senin saçın.”

“Benim mi?” diye sordum sol gözümü kırparak.

Alınarak “Sen bayıldığında omuzuma yattın ya Miray…” deyip arkasını döndü. “Hadi girelim içeri, herkes bize bakıyor.”

Saç telini bırakıp “Limonlu kek yapalım mı?” diye sordum. “Hani masanda tarifi vardı…”

“Tamam, yapalım,” dediğinde bilişim alanına girdik.

“Savcım buyurun, baktırdım ben.” Bir anda sarışın bir polis memuru önümüzde belirince ikimiz de durduk hatta elimde duran anahtarı az kalsın yere düşürecektim. Korkmuştum. “Buyurun, sizin istediğiniz kayıtlara bakalım. İleride hemen…”

“Ben kalayım o zaman burada,” diyerek Varan Alp’in elini bıraktım ama o yeniden tuttu.

Yürümeye başladık. “Yok ya…” dedi küçük bir şeyden bahseder gibi. “Benim evime gelen karton kutu vardı ya…” dediği an nabzım hızlanmaya başladı.

“Ne kutusu?” diye sordum bilerek.

Gülümsedikten sonra masanın önünde durduk, sonra da “Beni öptüğün gün,” diye kısık bir sesle konuşmaya başladı. Yüzünü yüzüme yaklaştırınca korkudan sertçe yutkundum. “Bakmaya çalıştığım USB, bir karton kutunun içindeydi. Onun içinden bir şey mi silmişler diye baktırmaya geldim. Kaç gündür aklımda ama baktıramamıştım. Geçen gün bıraktım emniyete.”

Elimi tutup beni peşinden sürükletirken hissettiğim korku ve hüzün, kalbimi yerinden çıkarmak üzereydi.

Varan Alp elimi bıraktıktan sonra ilerideki masaya doğru yürüdü ve elini masaya yerleştirdi. Eğilerek bilgisayara bakınca nefes alış ve verişlerim hızlanmaya başladı.

Her şey bitmişti.

“Savcım belleğin içinden silinen herhangi bir video kaydı yok ama sizin laptopunuzdan siz bir video silmişsiniz, bu da USB içerisinde mevcut olan bir video.”

“Ben video falan silmedim,” dedi Varan Alp daha da eğilerek. “Bence USB’den silip o şekilde gönderdiler.”

Zorla yutkunarak iki adım daha attığımda bilgisayarın ekranını gördüm.

“Savcım videoyu bilgisayarınızdan öğle saatlerinde silmişsiniz,” diye ısrar etti polis memuru.

“Yanlışlıkla silmişim o zaman,” dedi Varan Alp de. Artık sesleri daha boğuk duyuyordum. “Videoyu kurtardın herhalde… Aç bakayım bir.”

Birkaç saniye sonra “Aç-tım…” dedi polis memuru heceleyerek. “Buyurun savcım.”

Laptopun içindeki video kaydı açıldığı an gözlerimi yumdum, eş zamanlı olarak da sol gözümden bir damla yaş aktı.

Anlamamasına imkân yoktu çünkü Koray’ın da Fırat’ın da yüzü belli oluyordu, daha videonun başından.

Gözlerimi açtığım an Varan Alp bir anda kafasını bana doğru çevirdi.

Bana attığı şüpheli bakışı anlatabilmem mümkün değildi. Gözlerimiz buluştuğu an kalbim sanki az önce ağrımıyormuş, az önce hızlı çarpmıyormuş gibi daha da acıttı canımı.

Varan Alp duruşunu dikleştirip bana tereddüt edercesine baktı, sonra da polis memuruna döndü. “Video 23 Ekim’de silinmiş? Bakar mısınız?” diye sorunca avucumun içinde sıktığım anahtarlık bir anda yere düştü.

Varan Alp önce anahtarlığa sonra da gözlerimin içine bakınca hemen gözlerimi kaçırdım.

“Savcım evet, 23 Ekim 2027, 14.58’de silinmiş.”

Gözlerindeki hayal kırıklığına daha fazla bakmamak için başımı çevirdim ve arkama bile bakmadan yürümeye başladım.

Onu bir daha kazanmamak üzere kaybettiğimin farkındaydım.

 

 

 

-

 

:)

 

INSTAGRAM // esmatonguc

Bölüm : 02.05.2025 20:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...