INSTAGRAM // esmatonguc
Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (II)
26. BÖLÜM: “SERGİLER VE SEVGİLER”
⚖️
“Sizden korkan sizi gibi olsun; biz adalet savunucularıyız.”
“Seni aramıyor mu hiç?”
Mir Beyaz’ın sorduğu soruyu beş saniye sonra ancak algılayıp başımı ona doğru kaldırdım.
“Kim?” diye sordum anlamayarak. “Kim aramıyormuş?”
Bana öyle bir bakış attı ki gören de yarım saattir konuşuyordu da onu dinlemiyordum zannederdi. “Katilden bahsediyorum. Seninle iletişime geçmedi mi?” diyerek sorusunu yineledi.
Telefonumu kilitleyip Mir Beyaz’ın masasının üstüne bıraktım. “Hayır,” dedikten sonra da bacaklarımı salladığımı fark ettim, sanırım stres olmuştum. “Ama başımda başka bir bela var.” Merakla kafasını sallayınca ofladım. “Üç ay önce benim bir davam vardı, hatırlıyor musun? Evra’nın kardeşine arabayla arkadan çarptılar, öldürdüler, dümdüz cinayetti ama savcı kaza dedi, sonra kovuşturmayı başlatmadı, iddianame hazırlamadı…”
“Haaa…” dedi Mir Beyaz birkaç saniye sonra hatırladığında. “İtiraz dilekçesi göndermiştin? Umarım reddedilmemiştir Miray…”
Son günlerde aldığım en iyi haber olan KYOK itirazımın olumlu neticelendiğini “Şansım bu kez yaver gitti,” diye açıkladığımda Mir Beyaz da sevindiğini belli ederek gülümsedi. “Ama aslında dönmemiş gibi varsayabiliriz çünkü aile, zengin bir aile… Evra’nın evini dağıtmışlar, az önce beni aradı…” Sesli ve sıkıntılı bir nefes verdim. “Ama Erkin yanımdaydı, o da duydu, az önce de kolluğu Evra’nın adresine gönderdi. Bunlar işime yarayacak.”
“Seni?” diye sordu kaşlarını çatarak.
“Beni ne?”
“Seni de mi tehdit ettiler?” Bunu biraz sert bir üslupla sormuştu. “Miray sakın…” Dudaklarımı aralayıp itiraz edecektim ki “Miray,” diyerek beni susturdu. “Bak, zaten daha iki gün önce bizi öldürmeye niyetlenmiş bir psikopatın hazırladığı prodüksiyona kadar gittin, dahasını istemiyoruz!”
Öfkelendim. “Kim istemiyor? Mir Beyaz saçmalama ya!” Şu an kalkıp gitmek istiyordum. “Sen omuzundan vurulunca biz merak etmiyor muyuz sanki ama mesleğin bu! Karışamayız! Sen de benim mesleğime karışma, rica ederim ama ya!”
Elini alnına götürüp sınandığını belli eden bir bakış attı. “Kızım onunla bu bir mi sence?” Sandalyesinden kalkıp yanıma doğru yürüdü, karşımda durdu. “Adı üstünde, görevim: Polisim ben! Sen nesin? Avukat. Savunursun tabii istediğini ama büyük aile diyorsun, zengin diyorsun… Ki bak, bunu sadece benim istememem gibi bir durum da yok. Sence annen baban ister mi sana bir şey olmasını?”
“Bana bir şey olmayacak zaten,” dedikten sonra ayağa kalkıp karşısında durdum. “Sıkıyorsa yapsınlar.”
Mir Beyaz arkamdan seslense de durmadım ve öfkeyle emniyetin bahçesine doğru inmek için merdivenlere yürümeye başladım. Bana karışılmasından her zaman nefret ederdim ki Mir Beyaz genel olarak bana karışmazdı ama Melek’i kaybettiğimizden beri içindeki kaybetme korkusu sanki çığ gibi büyümüştü, devamlı kontrol etme gereği duyuyordu. İki gündür ona nasıl olduğunu sorduğumda nerede olduğumu, onun iyi olduğunu ama evden çıkmamam gerektiğini, tek başıma dolaşmamam gerektiğini söyleyip duruyordu.
Bir nebze hak versem de ne yapabilirdim ki? Hayatım boyunca korkarak mı yaşayacaktım? Hiç benlik değildi.
Bahçeye çıktıktan sonra gördüğüm ilk boş banka doğru yürüdüm ancak üstünün ıslak olduğunu fark edince büyük bir sinirle havaya baktım; yağmur yeni durmuştu.
Beklemekten nefret ediyordum ama maalesef avukattım.
Çantamdan telefonumu çıkarmaya çalıştığımda, bunun dünya üzerinde beş bin asra tekabül edeceğini bilerek birkaç saniye oyalandım; telefonumu sonunda çıkardıktan sonra da Erkin’in numarasını tuşladım.
Açmadı.
“Miray!” Arkamı hafifçe döndüğümde Sarp’ın seslendiğini fark ettim. “Sen emniyette miydin?”
Başımla onayladım. “Evet ve çok sıkıldım.” Yanıma yürüdükten sonra tam karşımda durdu. Sanırım adliyeye gidecektim, buna şu an karar vermiştim. “Sen neredeydin? Senin odandaydık hatta Erkin Savcı’yla.”
Sarp güneşten dolayı benimle pek göz teması kuramasa da “Ben adliyedeydim ya, Ceyda Savcı beni görmek istedi, dosyadan dolayı,” deyince konu ilgimi çekti. “Öyle… Geldim şimdi.”
Meraklanarak “Başka?” diye sordum. “Ceyda Savcı ne dedi dava hakkında? Başarabilir mi sence? Sen daha önce hiç onunla çalıştın mı?”
“Çalıştım.” Pek emin olamayarak dudaklarını büzdü. “Yani iyi kadın ama bu dava ona ağır gelebilir, bence Erkin Savcı’nın ilerlemesi daha mantıklı olurdu ama kanunen aykırı artık.”
Bence de dava Ceyda Savcı için ağırdı. Gözlerimi devirerek “Sen sakinleşmişsin galiba…” dedim ve gülümsedim. “Erkin Savcı’yı övdüğüne göre?”
“Biraz konuştuk. Bir de ablasını kaybedince ister istemez üzüldüm ona…” Birkaç saniye sessiz kaldık. “Sonra da niye gizlediğini söyleyince ikna oldum. Şimdi asıl sıkıntı şu, Varan Alp Savcı öğrenince Teoman’a ya da babasına ne olacak?”
Sertçe yutkunduktan sonra “O öğrenmeyecek,” dedim. “Yani umarım…”
“Ceyda Savcı söylemez mi sence ona?” deyince kaskatı kesildim. Sarp’a kadar bile ulaşmış mıydı bunların dedikodusu ya? Kafayı yiyecektim şimdi! “Bence Ceyda, Varan Alp’e öter…” dedi neredeyse fısıldayarak. “Çünkü bunlar belli, sevgili olacaklar. Benden duymadın.”
Beynime kan gitmedi. Sakin kalmaya çalışarak gülümsedim ve “Ne alaka?” diye sordum korkutucu bir sesle. “Ne gördün de öyle düşünüyorsun sen?”
Sarp, “Ciddi misin ya?” dedi kaşlarını çatarak. “Ben Ceyda Savcı’ya uğradığımda bile odasındaydı. Kahve falan içiyorlardı…”
“Kahve!” diye tekrarlayınca Sarp sesimden ürkerek biraz geriye çekildi. “Yani kahveden ne olabilir ki?” Sırıttım. “Dava hakkında konuşuyorlardır…”
Sarp kafasını olumsuz anlamda salladı. “Bayağı samimilerdi Miray.”
“Ya sen ne gördün ya?” dedim sinirlenerek. “Ne gördün? Allah Allah!” Sağ elimi havaya kaldırdıktan sonra bahçeye polis arabası geldi, sanırım müvekkilimi getirmişlerdi. “Yok, onlar sevgili falan değiller.”
Sarp bu hâllerime bir mana veremedi. “Tamam…” dedi tuhaf bir sesle.
“Gidiyorum ben, müvekkilim geldi.” Gözlerimi devirerek yanından uzaklaştım ve polis arabasına doğru yürüdüm.
Beklediğim gibi Evra, araçtan çıkıp emniyete korku dolu bakışlar atmaya başlamıştı bile. Henüz beni görmemişti, yanına doğru yürüyordum.
“Evra!” diye seslendiğim an yüzünü korkuyla bana çevirdi. Yazık, kadını o kadar korkutmuşlardı ki adını seslendiğimde bile ödü kopuyordu. “Hoş geldin.”
Evra bana yalvarır gibi bir bakış attı. “Miray ben çok korkuyorum.” Aracın kapısını kapattı, sonra da yanıma yürüdü. Polis memurlarından birkaçını tanıdığım için onlara göz kırpınca emniyete gittiler, ben de Evra’yla burada kaldım. “Ne yapacağız?” diye sorduğunda Elif kadar olmasa da biraz titriyordu işte.
“İfade vereceksin, sonra ifade tutanağını imzalayacaksın, sonra da ben adliyeye gideceğim. Hani Efnan’ı tehdit etmişlerdi ama demiştim ya, bir karar çıktı ve mahkeme olmayacak diye, o karara itiraz etmiştim ve kabul edildi. Mahkemeden önce adliyeye uğrayacağım, işlerim var,” dedim tok bir sesle. Onu korkutmak istemiyordum ama sert konuşmak zorundaydım. “Sakın geri adım atma, daha da çökerler üstüne. En olmadı savcı, onları kayırırsa savcı için suç duyurusunda bulunurum ya da Başsavcı ile görüşürüm, başka bir savcıya devreder dosyayı. Tanıdık yani, beni kırmaz.” Kolundan nazikçe tutarak emniyete doğru yürümeye başladım. Aslında bu başımı ağrıtırdı ama kız tir tir titriyordu, ona güven vermek zorundaydım.
“Ama…” O durunca ben de durmak zorunda kaldım. “Ya sana da zarar verirlerse?”
Israrla “Bana zarar falan veremezler Evra, tamam mı? Bir kadın öldü, daha doğrusu öldürüldü… Ve bu kadın senin kız kardeşin!” dediğimde sesim istemsizce yükselmişti. “Senin kardeşin ölmüş, hâlâ o aptal cahillerin tehdidinden mi korkuyorsun? Bu ne ya?” Emniyetin için işaret ettim. “Komşular ifade verdi mi? Onu söyle. Duruşma üç gün sonra, tanık olarak çıksınlar.”
Başıyla onayladı. “Polisler sorunca cevap verdiler. Tanık olurlar mı, bilmiyorum.”
“Tamam, sıra sende. Sonra da adliyeye gideceğiz, savcının yanına. Sinir ederse de gerekli cevabı veririz.” Tekrardan kolundan tuttuktan sonra emniyete girdik, cinayet büroya kadar çıktık.
⚖️
Yine bekliyordum.
Eğer benden mesleğimi tek bir kelimeyle ifade etmemi isteseler buna “beklemek” diyebilirdim. Duruşmayı beklerdim, savcının içeri almasını beklerdim, ifadeye alınmak için beklerdim… Beklerdim oğlu beklerdim… Yeter ya!
Mavi kapaklı dosyanın içini açıp okumaya çalışırken bir anda karşımda duran kapı açıldı, odanın içinden de Ceyda Savcı’nın katibi çıktı; ikimiz arasında gergin bir bakışma yaşandı. Sanırım Ceyda Savcı ile Menderes’in davası zamanında o kadar kavga edememiştim ve içimde kalmıştı ki UYAP’a yüklenmeyen her gelişmeyi öğrenemediğimde kalem memuru beni içeriye almadığı için onunla ufak ufak tartışmalarımız olmuştu.
Allah’tan saç baş girişmemiştik.
“Ooo, Avukat Hanım…” dedi ince ve tiz sesiyle. Kâküllü saçlarının bittiği yerde bordo renk gözlüğü parlayan kalem memuru, yanıma kadar yürüdü. “Umarım Ceyda Savcı’ya gelmemişsinizdir. İkimizin de memnun olacağını sanmıyorum.”
Umursamaz bir bakış attıktan sonra “Ceyda Savcı’nın davalarından bu kadar uzak olmasa mıydınız acaba? Zira ben kendisine karşı zafer elde ettiğimi tüm adliyenin duyduğunu varsaymıştım ama… Demek ki sizin kulaklarınız pek iyi duymuyor,” deyip başımı başka bir yöne çevirdim.
“Siz her bağırdığınızda kulaklarım zarar mı görmüş yani?” diyerek aklınca bana laf sokmaya çalıştı.
Sahte bir gülüşle kafamı sallarken “Yok, siz eskiden beri böyleydiniz bence ama yaştan da olabilir…” deyip ayağa kalktım. “Kırk var mısınız?”
“Yok artık,” dedikten sonra göz ucuyla bana baktı. “Senden gencimdir bence.”
“Asıl buna yok artık!” dedim ben de sessiz bir çığlık atarak. “En az otuz beş yaşındasın ve buna yemin edebilirim.”
Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Susman için söylüyorum: 34.”
Kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Sonra da “Gençmişsin,” diye mırıldandım. “Hakkını yemişim ya… Kusura bakma.”
Hiçbir şey söylemeden buradan ayrılınca hazır Ahmet Can Karabıyık denilen savcı da beni oyalıyorken Ceyda Savcı’nın odasının önüne doğru yürüdüm. Kapısının hemen sol tarafında yazan “CUMHURİYET SAVCISI CEYDA SAYAN” yazısını gördükten sonra sıkıntılı bir nefes vererek kapısına tıkladım.
“Gel!” dedi, gıcık olduğum o ses. İçeriye girdiğim an göz göze geldik ve beni beklemiyormuş gibi kaşlarını çattı. “Avukat…” dedi şaşkınlıkla. “Hayırdır? Bizim iş bitmemiş miydi?” Daha sonra otuz iki diş sırıttı, ben de odasının kapısını kapatıp tamamen içeriye girdim. “He sen 17 Eylül için geldin…”
Sandalyesini hafifçe bana döndürdü. “Ben aslında Ahmet Can Savcı ile görüşecektim ama kendisi beni bekletiyor,” dedikten sonra masasının önünde duran sandalyelerden birine rahatça oturdum. Biraz bozuldu ama konuşmasına fırsat vermeden “Ben de sizinle sohbet ederim diye düşündüm,” deyip çantamı kucağıma bıraktım.
Şaşkınlıkla “Burası çay ocağı mı?” diye sordu. “Ben senin askerlik arkadaşın mıyım da sen karşıma geçip benden izinsiz oturuyorsun?”
Az önceki şenliğinden eser kalmayınca “Ya çok pardon,” dedim ve gülümsedim. “Ben size terbiyesizlik yapmak istemedim.” Şu an onu pataklamak istemem haricinde hiçbir sıkıntım yoktu. “Sadece şunu merak ettim… Siz bu davayı gerçekten istiyor musunuz?”
Öfkeyle gözlerini yumduktan sonra “Ben savcıyım,” dedi ve elleriyle odasının her bir yanını işaret etti. “Bana verilen dosyayı istememek gibi bir lüksüm olamaz.” Üslubundan dolayı benden nefret ettiğini düşünüyordum. “Ama sen niye buradasın? Hiçbir fikrim yok.” Bilgisayarını işaret etti. “Sanki öylesine duruyormuşum, işim yokmuş gibi bir de seninle sohbet mi edeceğim?”
Ondan asla rica edemezdim Varan Alp’ten gizlemesini… Hemen söylerdi! Söylemekle kalmazdı, üstüne Varan Alp’i bana karşı doldururdu. Gözlerinden anlaşılıyordu nefreti…
“Aslında geçen gün içimde kaldığı için, size cevap veremediğim için bizzat buraya gelip cevap vermek istedim.” Geçen hafta Varan Alp gelip bizi bölmeseydi ona söyleyeceğim cümleleri öfkeyle peş peşe söylemeye başladım: “Ben mahkeme meşgul falan etmedim, bu sizin göreviniz.” Hayretle yüzüme bakarken hiç çekinmeden devam ettim: “Müvekkilimin istemediği bir bilgiyi sizinle paylaşmak zorunda da değilim, ayrıca asi de değilim,” dedim bastıra bastıra. “Avukat olmam yasa ve kurallara karşı gelmem anlamına mı geliyor? Bence bizzat karşı gelen sizsiniz!” Ayağa kalktığım an bana tehditkâr bir bakış atsa da hiç çekinmeden “Yani ben asi değilim, ben doğruların peşindeyim ama siz ısrarcı ve inatçısınız,” deyip tüm kötü özelliklerini yüzüne vurdum. “Umarım arkadaşımın öldürüldüğü ve aynı zamanda benim de mağdur olduğum 17 Eylül davasında da bu şekilde inadınız tutmaz.”
“Sen bana ders mi veriyorsun ya?” dedi bağırarak. “Çık odamdan! Nasıl davranıp davranmayacağımı sana mı soracağım?” Hayretle kapıyı işaret etti. “Çık!”
Gülümsedim. “İyi günler.”
Kapıya doğru yürürken bile “İnanamıyorum ya…” dedi öfkeyle. “Sen bir daha böyle odama gel bakalım ne oluyor?” Kapıyı kapattıktan sonra biraz da olsa sinirimi çıkardığım için mutluydum.
Ahmet Can Savcı’nın odasının kapısı açıldı, içeriden iki vatandaş çıktı; ben de bunu fırsat bilerek koşa koşa savcının odasına doğru ilerleyip kapı kapanmadan içeriye girdim, sonra da iki kez kapıya tıkladım.
“Buyurun?” Gözlüklerini çıkardıktan sonra kısık gözlerle beni inceledi. “Buyurun.” Sanırım beni tanıyamamıştı.
Kapıyı kapattıktan sonra “Müsait misiniz?” diye sordum.
“Hayır.” Önündeki dosyaları işaret etti. “Sence müsait gibi mi duruyorum?” Bilgisayarı işaret etti. “İki tane iddianame hazırlıyorum, dosyalar olmuş Ağrı Dağı… Sıra numarası aldın mı? Neyse… İçeri gir, söyle.”
Tavrı hiç hoşuma gitmemişti. “İddianamelerden biri müşteki vekili olduğum trafik kazası vakası olabilir mi?” diye sorduktan sonra elimdeki mavi dosyayı havaya kaldırdım. “Savcım, size bir dosya teslim etmeye geldim. Şu an…” dedim ve masasına bıraktım. “İnceleyip iddianamede bulundurursanız nöbetçi mahkemeye kadar çok işime yarayacak.”
Savcı kaşlarını çatıp “Anlamadım ya…” dedi. Dosyayı eline aldıktan sonra “Bu ne? Ne vakası bu? Yanlış mı getirdin ne? Adın ne senin?” diye peş peşe sordu.
Gözlüğünü takarken “Avukat Miray Hilde Lalezar,” dedim ve masasının tam karşısında durdum. “Üç ay önce takipsizlik kararı çıkarmıştınız, ben de itiraz etmiştim. Kaza ile bağlantılı bir dava olduğu için size de göstermem gerekir diye düşündüm.” Duruşmada nasıl davranacağını öğrenmek için getirmiştim.
Kaşları havaya kalktı. “KYOK itirazın kabul mu edildi?”
“Evet. İddianame düzenlemeniz için size iade edilmedi mi? Siz muhtemelen o iddianameyi düzenliyorsunuz.”
Yüzünü bilgisayara doğru çevirdikten sonra “Müşteki: Erva Keskin. Müşteki vekili: Miray Hilde Lalezar.”
Düzelttim. “Erva değil, Evra.”
Öksürerek dosyaya döndükten sonra “Eee? Şimdi bu nedir? Dosyayı iddianameye eklemem için kanıt lazım Avukat Hanım. Ev dağılmış…” deyip biraz daha inceledi. “Sonra…” İçinden okurken yaklaşık bir dakika çaldı hayatımdan. “Heh…” Dosyayı masaya bıraktı. “Siz bana şaka mı yapıyorsunuz? Bunun trafik kazasıyla ne alakası var? Tamam, radar cezasını ispatlamışsın, onu ekledim ama evi dağıtmakla ne alakası var?”
“Hayır. Size şaka yapmıyorum, savcım.” Dosyayı işaret ettim gözlerimle. “Müvekkilimin evine Borat ailesi baskın yapmıştır ve baskını yapan kişi, en küçük oğulları Yasir Borat’tır. Mahkemeye çıkmamamız için bizi tehdit etmektedir.”
Sesli bir nefes verdi. “Ne belli?” Dosyayı eline alıp salladı. “Bunu eklemeyeceğim.”
Dişlerimin arasından “Müvekkilimin Borat ailesi dışında kimseyle husumeti bulunmamaktadır,” diyerek ispatlamaya çalıştım ama hiç inanacak gibi durmuyordu. “Bakın, düzenli olarak tehdit ediliyor ve evine baskın yapıldı. Eğer ispat etmek istiyorsanız mobese görüntülerine bakarak ya da PTS kayıtlarını inceleterek ki bunu yalnızca siz yapabilirsiniz, ispatlayabilirsiniz.”
“Sen bana akıl mı veriyorsun bir de? Allah aşkına beni oyalama! Şu işlerime bak! Bir de itirazını kabul etmişler… Yahu bak ben hatırlıyorum, adam yavaş yavaş ilerlemiş, kız aniden fren yapınca kaza gerçekleşmiş ve adam da zaten hafif yaralanmıştı. Neydi ismi? Yener Borat. Heh…” Yüzünü ekşitti. “Duruşmada bu asılsız iddialarını hakime de sunarsın ama benden destek bekleme.”
Kendimi kesecektim şimdi!
Öfkeli bir nefes verdikten sonra dosyayı elime aldım. “Madem çok yoğunsunuz, o halde başka bir savcıya devredin dosyayı ya da siz çok meşgulseniz Başsavcı’ya sizin yoğunluğunuzdan ben bahsedeyim.”
“Avukat sen ne diyorsun ya?” diye çemkirdikten sonra gözlüğünü çıkarıp masaya bıraktı. “Çık, mahkemede sun!” Sesi de amma yüksekti ihtiyarın… “Hakim kanıt mı ister iddia mı? He? Hangisi? İtirazını da neden kabul ettiler? Anlamadım gitti…” Bilgisayara döndü. “Çık odadan, odadan çık…”
Dosya elimde parçalanmadan “Görüşürüz o zaman…” deyip büyük bir hızla odasından çıktım. Zaten sıkıcı, boğuk ve ter kokan bir odası vardı!
Kendi kendime konuşmaya başladım: “Allah’ım ya…” Ağlamamak için birçok sebebim vardı, en önemlisi de maskaramdı. “Sakin oluyoruz, duruşmaya hazırlanıyoruz, kanıt buluyoruz, sonra da hapse tıkıyoruz ama inşallah ölmeyiz…” diye fısıldadım kendi kendime. Duruşmadan çıkan bir savcıyla göz göze geldikten sonra birbirimize gülümseyerek selam verdik. Asansöre doğru yürüdüm ve beklemeye başladım. “Sanki dosya değil de bok attık önüne…” dedim sessizce.
Varan Alp’i görmek istiyordum ama ona da sinirliydim!
Oflayarak önce yukarıya, sonra da aşağıya baktım.
Varan Alp mi yoksa ev mi?
“Ooof…” Katta kimse olmadığı için rahat rahat konuşabiliyordum. “Ev. Eve gideyim ben…” Dişlerimin arasından “Borat…” diye fısıldadım. “Biraz daha araştıracağım mecburen. Acaba hakim… Yok,” dedikten sonra aşağıya bakmaya devam ettim. “Hakimi de satın alamazlar herhalde? İmkânı yok,” diye mırıldandım. “İmkânsız.”
Asansör geldi ama içerisi mahşer yeri gibi olduğu için korkarak geriye çekildim.
Kapı kapandı, yine burada kaldım.
Merdivenleri kullanarak aşağıya inmek için katın sonuna doğru yürüdüm; duruşma salonlarını geçtikten sonra merdivenleri aradım ama bulamadım.
“Allah Allah…” diyerek geriye çekildim ve etrafı incelemeye devam ettim. “Tövbe…”
Umarım bir kâbusun içinde değildim ki kâbus olmaya çok meyilli bir gündü ama hayır, KYOK itirazım kabul edilmişti! Bu bir kâbussa bilinçaltımı asla affetmezdim!
Hafifçe sağıma döndüğümde kocaman adliyemizin daracık merdivenini sonunda buldum. “Şükür!” diyerek merdivenlere doğru hevesle koştum.
Aşağıya inerken biraz ileride Erkin’i ve Varan Alp’i görünce merdiveni bitirmek üzereydim.
Bunlar ne yapıyordu burada ya? Ama beni görmemişlerdi.
Varan Alp de maşallah, inşaat direği gibi değil de manken gibi duruyordu.
Topuklumun sesi katta yankılanınca istemsizce bana döndüler, ben de onların yanına yürümek zorunda kaldım. Varan Alp’e sinirli olduğumu Varan Alp henüz bilmediği için kaşlarımı çatmadan yürüdüm ama yanlarında durup hiçbir şey söylemediğimde ikisi de garip bir bakış attı bana.
Erkin, biz susup birbirimize bakarken “Iıee…” diye garip bir ses çıkardı. “Beni aramışsın, duymadım. Sen dosyayı götürmedin mi o Ahmet Can Savcı’ya?” diye sorunca öfkeyle ona doğru döndüm.
“Sence alıp bakmış mıdır?” dedim sinirle. “Tabii ki hayır.”
Varan Alp elini uzatıp “Bakabilir miyim?” deyince dosyayı kaldırıp ona uzattım ama parmakları kavrayamadan geri çektim.
“Bakamazsınız.” Dosyayı silindir şeklinde katladıktan sonra çantama sıkıştırdım. “Siz fal bakın bence…” diye ekledim sonra da.
Kaşları çatıldı. “Fal mı bakayım?” diyerek beni tekrar etti. “Ne alaka Miray?” Göz temasımızı asla kesmeden dik dik baktım ona.
Erkin iki kez öksürdükten sonra “Ben yukarı çıkıyorum Varan Alp. Saat beşte otoparkta buluşuruz yine. Hadi görüşürüz,” dedi. Bana dönüp “Görüşürüz Miray…” deyince gülümseyerek kafamı salladım.
Erkin gidince Varan Alp hemen “Ne falı?” diye sordu merak ederek. Bilerek cevap vermedim ve adliyenin çıkışına doğru yürümeye başladım. “Miray!” diye seslendiğinde peşimden geldiğini anlamam uzun sürmedi. Sadece önüme bakarak yürüyordum. Önümü kesip “Daha sabah mesajlaştık…” deyince durdum. İkaz edercesine öksürürken etrafı işaret etmişti.
“Buyurun, ne vardı?” diye sorunca şok oldu.
“Bir şey mi yaptım?” diye sordu sessizce, aynı zamanda etrafa da bakıyordu tabii.
“Bizim ortak bir davamız mı var?” diye sorduğumda daha da bozuldu. “Başka bir avukatla karıştırdınız herhalde, savcım. Hoşça kalın.”
Yürüyüp adliyeden çıkarken ara ara kontrol ettiğimde arkamdan geldiğini fark ettim, sanırım kendisi bir savcı olarak adliyedeyken birinin peşinden koşmayı gururuna yediremiyordu ya da pek uygun görmüyordu. Ben olsam ben de çekinirdim.
Bilerek adımlarımı yavaşlattığımda metroya doğru yürüyordum. Telefonumu çantamdan çıkarmaya çalışırken birkaç bin asır geçti ama hallettim, çıkarabilirdim.
“Miray!”
Yanımda belirince bilerek şaşırmış gibi yaptım. “Aaa… Savcım siz benim peşimden mi koşuyorsunuz?” Üç kez cıkladım. Etrafımızdaki insanlardan ikisi bu söylediğimi duyup gözlerini belerterek Varan Alp’e baksa da hiç bozuntuya vermedik.
“Miray ne oluyor ya?” İspat eder gibi on saniye içerisinde ceketinin cebinden telefonunu çıkardı ve mesajlarımızı gözüme sokarcasına bana göstermeye çalıştı. “Mesajları da okudum. Bir şey yok. Dalga mı geçiyorsun? Şaka mı yapıyorsun? 1 Nisan da değil bugün?”
Tekrardan yürümeye başladım ve “Savcım siz adliyeye dönün, işiniz gücünüz vardır…” deyip elimi salladım. “Hoşça kalın!”
Varan Alp bu kez tek adım attıktan sonra kolumdan tuttu ve “Ne olduğunu söylersen giderim,” dedi sessizce.
Şimdi onu kıskandığımı söylesem çok mu ergence olurdu?
Başımı kaldırarak gözlerinin içine bakarken “Şey,” dedim sessizce.
“Ney?”
“Şey işte…” Eli hâlâ kolumda olduğu için gülümseyerek oraya odaklandım. Yüzümü ona çevirdiğimde merakla beklediğini fark ettim. Kolumu geri çektim ve “Yok bir şey,” dedim sertçe.
“Tamam. Ne falından bahsediyorsun? Bari onu söyle…” dedi çaresizce.
Bu kadar dert edeceğini bilseydim en baştan söylerdim. “Kahve falı.”
“Ne kahvesi?”
Bir adım atıp yüzüne doğru fısıldayarak “Ceyda’yla içtiğin Türk kahvesi,” dediğimde yüzü bozuldu. Sanırım bunu öğreneceğimi hesap edememişti ki zaten nasıl öğrendiğimi ben bile anlamamıştım. “Fal da baktınız mı? Bayağı da samimiymişsiniz…”
Hiç beklemeden “Miray sen…” dedi ve sustu. “Kim söylediyse saçmalamış. Bir de herkesin dediğine inanacaksan yandık.”
Ona güveniyordum ama Ceyda… Az önceki çığlıkları kulağımda tekrardan yankılandı.
“Bizim aramızda bir şey yok. Ayrıca kahve de içmedik. Ben gelmeden önce bir arkadaşı için istemişti, arkadaşı gidince de içemediler.”
“Niye odasına gittin ki?” diye sordum doğal bir şekilde merak ederek. Zaten sinirliydim, bir de doğru düzgün açıklamayınca daha da sinirleniyordum! “Neyse ya!” dedim ve ondan biraz uzaklaştım. “Bana ne?”
Metroya doğru yürümeye devam ederken peşimden yürümeye devam edince fazla mı abarttım diye düşündüm ama muhtemelen bütün kavgalarımı üst üste ettiğim için biraz öfkelenmiştim.
Yürüyen merdivene de binince kaşlarımı havaya kaldırdım. Benimle metroya mı binecekti? Korkunç!
“Konuşmamız bitmeden niye gidiyorsun?”
Sesini pek duyamadığım için “Varan Alp sen adliyeye gider misin? Sonra konuşalım! Biraz ilgi çekiyoruz, herkes bize bakıyor,” dediğimde zaten Eyfel Kulesi kadar boyu olduğu için ve iki adım üst merdivenimde olduğu için göğe bakarak konuşmuş gibi hissediyordum.
Merdivenden indim, o da inince tekrar ettim: “Ben sinirlendim, fazla tepki verdim, kusura bakma.”
“Bak, ben bunu senden gizlemedim.” Biraz daha yaklaştı bana. “Arkadaşım olduğunu söyledim. Böyle şeylere gerek yok. Kahve de içebilirdim, sonuçta arkadaşım ama önemli bir şey konuşmak için gitmiştim.”
Ne konuştuklarını deli gibi merak ediyordum ama sormamak için de dilimi ısırıyordum.
“Bunu sana kim söyledi? Sen onu söyle bana.” Merdivenden inen herkes bizi izlediği için biraz gerilmiştim. “Miray,” diye ısrar edince tekrardan Varan Alp’e döndüm. “Kimden duydun?”
Sustum.
Yavaş yavaş tekrardan yürümeye başladığımda “Miray!” diyerek yanımda bitti. “Hoşuna mı gidiyor ya peşinden koşmam?” Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Söyleyecek misin artık?”
“Hanımefendi!” Yanımızda duran güvenlik Varan Alp’i öldürecekmiş gibi bakıyordu. “Sizi rahatsız mı ediyor?”
Varan Alp sabrı sınanır gibi “Etmiyorum, siz işinize bakın!” diyerek turnikeleri işaret etti.
“Etmiyor,” dedim, güvenliğin başı belaya girmesin diye. Resmen bir savcıyı dövecekmiş gibi bakıyordu. “Varan Alp ben… Ufaktan… Eve gideyim. Biliyorsun, yolum uzun.”
Varan Alp kolumdan tutarak “Konuşmadan bırakmam,” deyince güvenlikteki adam geriye gidecekken aniden arkasını döndü, bize doğru bakmaya devam etti.
Bu kez ısrarla “Bırak kadının kolunu kardeşim, işine bak…” deyip merdivenleri işaret etti. “Çık, çık metrodan. Vallahi polisi çağırırım… Bak yukarısı adliye he!”
Normal şartlarda yaptığı doğruyken şu an başının neredeyse belaya girecek olması onun açısından trajik bir durumdu.
Yanımıza kadar gelip Varan Alp’e tam dokunacakken öksürdüm iki kez, durup bana baktı.
“Sıkıntı yok.”
“Duyamadım!” diye bağırıp dibimizde bitti.
Varan Alp sesli bir nefes verdikten sonra kolumu bırakınca “Savcı o,” dedim güvenliğe dönerek. Güvenlik önce ne dediğimi anlayamadı. “Savcı, savcı! Daha fazla bağırmayın… Sıkıntı da yok zaten,” diye uyarınca ise endişeyle başını geriye çekti.
“Pardon ya… Ben vallahi bilmiyordum, Allah çarpsın ki…” Önümüzden çekilip geçmemiz için müsaade etti. “Savcım buyurun, metroyu kullanabilirsiniz.”
Varan Alp, “Sorun yok ama hanımefendiyle beni yalnız bırakırsan çok iyi olur kardeşim,” diyerek güvenliğin omuzuna iki kere dokundu. “Hadi.”
Güvenlik abartılı bir üslupla “Siz yeter ki isteyin!” dedikten sonra asker selamı çaktı.
Bütün ciddiyetimi kaybettim.
Güvenlik yanımızdan ayrılınca “Kimden duyduğunu söyleyecek misin?” dediğinde gülmemek için ellerimle dudaklarımı kapattım. Sabahki mesajlaşmalarımızı düşündükten sonra biraz yumuşadım ve o gülümseyince tabii… “Her duyduğuna inanma. Aramız iyiyse eğer…” Başıyla yukarıyı işaret etti. “Adliyeye döneceğim.”
Bilerek “Ne konuştuğunuzu söylerseniz belki…” dediğimde yüzü bozuldu.
“Onunla alakalı özel bir durum ama benim hiçbir alakam yok, yemin ederim,” dediğinde ikna oldum ama bilerek gözlerimi kaçırdım. “Başkasının sırrını sevdiğim kadın da dâhil kimseye anlatamam.”
Duyduğum cümleyle gözlerimi belerterek Varan Alp’e döndüm.
“Sevdiğin kadın…” diye tekrar ettiğim esnada gözlerim kravatına çarptı. Ağır ağır kaldırdığım elini yakasına doğru uzattım ve “Peki,” dedim. Hemen ikna olmuştum. “Zaten ben şaka yapmıştım.” Kravatını düzeltirken göz göze geldik, ikimiz de aptal aptal gülümsüyorduk. “Takım elbisen yakışmış.”
“Senin de saçların çok güzel olmuş,” deyince yarısını açık bıraktığım, yarısını da topuz yaptığım saçımı gözleriyle işaret etti.
Elimi kravatından çekerken “O zaman sen git artık,” dedim ki aklı kalmasın. “Sıkıntı yok.”
Başıyla onaylarken ciddileşti ve “Tamam,” dedi. “Görüşürüz.”
Sarıldıktan sonra da ayrıldık; ben metroyla saatler sürecek olan yolculuğuma doğru emin adımlarla ilerlerken o da adliyeye döndü.
Turnikeye kartımı basarken “Siz avukat mısınız?” diyen tanıdık sese doğru döndü gözüm. Turnikeyi geçtikten sonra güvenliğe doğru bakarak kafamı salladım. “Barıştınız mı peki?” diye sordu bu kez de.
Otuz iki diş sırıtıyordu.
Bu sefer kimseyle kavga etmek istemiyordum. “Barıştık be…” dedim sevinçle. “Vallahi barıştık.”
Güvenlikteki adam da sevindi. “Allah ömür boyu mutluluğu sizden eksik etmesin, âmin! Çok yakışıyorsunuz, maşallah.”
Bir yandan şokla güvenlikteki adamı izlerken diğer yandan da kahkaha atıyordum. “Sağ olun, kolay gelsin.”
⚖️
ERTESİ GÜN
Dün, günümün geri kalanını İstanbul-Gebze yolunda ve evin içinde genel olarak yemek yiyerek geçirmiştim. Bu ara nedendir bilinmez fakat iştahım çok açıktı, hem geçen gün ablamlarda da neredeyse evdeki bütün yemeği bitirmiştik.
Umarım kilo almazdım.
Arabanın arka koltuğunda Koray’ın telefondan oynamış olduğu savaş oyundan kılıç sesleri çıkarken ben de sosyal medyadaki haberlere göz gezdiriyordum ve genel olarak sesli bir şekilde dile getirip ülkemin gerzeklerine sövüyordum.
“Bakın, bakın!” Annem ve babam bıkkın bir nefes verirken Koray’ın cep telefonundan beş tane peş peşe kılıç sesi geldi. “İstanbul Zeytinburnu’nda yaşamakta olan R.Z. isimli adam tarafından vahşice katledilen genç kadın, bugün son yolculuğuna uğurlandı.” Kaşlarım çatıldı. “Hadi şüpheliyken adını kısaltıyorsunuz, anladık ama kanıtlandığında yazın bari! Bu nasıl bir haber sitesi ya? Belli yani… O öldürmüş.” Sesli bir nefes verdim. “Birkaç hafta sonra perşembe günü de adliyede duruşma varmış katilinin, tam da bizim duruşmanın saatinde, hım...”
Babam yüksek bir sesle “Kızım sakın bulaşma bak, aman diyeyim,” deyince yüzümü onlara doğru çevirdim. “Zaten yüreğimiz ağzımızda 17 Eylül de 17 Eylül diye diye dolanıyoruz, korkuyoruz ya… Böyle tehlikeli adamlardan uzak dur.”
Leman Hanım’ın sergisine gidiyorduk ve açıkçası canım pek de sergiye gitmek istemiyordu. Yine de Varan Alp’i azıcık da olsa görebilmek için annemlerle bu yola katlanıyordum işte…
Sesli bir nefes verdikten sonra “Baba bu adam mahkûmiyet aldıktan sonra hiçbir şey yapamaz, inan bana,” diyerek rahatlattım onları. Kendi davamdan bahsetmiyordum, az önce okuduğum haberden bahsediyordum. “Hapislerde sürünsün, dört duvar arasında çürüsün inşallah.”
Biraz daha kaydırdığımda bu adamın daha önce zararsız bir sokak köpeğine öldüresiye saldırdığını görüp gözlerimi yumdum.
“Al,” dedim telefonu işaret ederek. “Bir hayvancağızı öldüresiye döven bir adam, ileride gider bir kadını da öldürür. Sonuçta ikisi de can… O adamı hapse tıkmazsan olacağı budur.”
Annem içi şişmiş gibi “Ooof Miray…” dedi ve arkasını döndü. Yeşil gözlerimiz birbirine bakarken gözlerini belerttiğini fark ettim. “Kızım zaten Mir Beyaz ikide bir vurulup duruyor, sen avukatsın ama başın belada, ablan desen elli gündür lohusa, Koray zaten evin içinde aptal aptal bağırıp geziyor!” Sinirle Koray’a döndü. “Sen geçen günkü teslimini yaptın mı? Ha?” diye çemkirdi annem.
Koray neye uğradığını şaşırmış gibi bir bana bir anneme bakarak “Hayda…” dedi sessizce. “Anne yaptım, dedim ya. Vizelere de daha 3 hafta var zaten, bırakın da oyun oynayayım ya…”
Dört kılıç sesi.
Yüzümü telefonuna doğru yaklaştırıp “Bu oyunu Teoman da oynamıyor mu?” diye sordum.
“Evet,” derken oyuna odaklanan Koray, üniversiteye hazırlanırken bu kadar odaklansaydı kesin derece yapardı. “Eniştemden gördüm zaten.”
Sırıttım. “Varan Alp de oynuyor,” dedim ve arkama yaslandım. “Ama o geçen gün 17. seviyeye geçti. Sen daha 8 misin Koray ya? Bir de onun boş zamanı yok… Ha ha ha… Geçmiş seni. Ezik Koray.” Bugün mesajlaştığımızda bana yarım saat geç cevap verdiği için açıklama olarak kılıçlı oyunda bir savaşta olduğunu söylemişti.
Gözlerimi telefondan çektiğim an önce annemle göz göze geldik, sonra babamla.
Dilini eşek araları soksun, Miray!
İki kez öksürüp boğazımı temizledikten sonra da babamla tekrar göz göze geldik.
Ben az önce ne demiştim öyle ya…
Derhal yalana başvurdum: “Eniştem söylemişti.”
Sesim içime kaçmış gibi konuşuyordum. Kırmızı ışıkta durduğumuz için ikisi de bayağı bayağı arkasını dönüp gözünü üstüme dikmişti.
Yutkundum. “Eniştem de 15. seviye, biliyor musunuz? Baba, sen meraklısın ya hani tarihe, savaşlara falan…” Annem kesinlikle bir şeyler döndüğünü sezmişti, yoksa bu kadar kısık gözlerle bana imalı imalı bakmasının başka bir sebebi olamazdı herhalde. “Sana da yükleyelim mi bu oyunu? Koray…” Koray’ın omuzuna iki kez vurdum ama hâlâ annemlerle bakıştığım için ona dönememiştim. “Koray! Adı ne oyunun? Söylesene!”
Koray’a döndüğümde kaşlarını çatarak beni incelediğini fark ettim.
“Abla…” dedi soru sorar gibi. Duruşunu dikleştirdi ve bana bakmaya devam etti. Herkes de bana bakıyordu! Delirecektim! “Hayırdır?” Sol gözünü kırpıp gülümsedi. “Abla sen daha yedi ay önce Leman ablanın sergisi olduğunda ablam dışarıda kalınca sergiye de Leman ablaya da otuz sekiz kere küfretmemiş miydin? Şimdi ne oldu da fikrin değişti ve Gebze’den taaaa İstanbullara, sergilere bizimle geliyorsun?”
Babam araba kullanmaya başlayınca rahatlıkla önüme döndüm ama annem hâlâ aynı pozisyonda beni izliyordu.
Dalga geçercesine güldüm. “Leman Hanım bizzat evime kadar gelip özür diledi ya hani Koraycığım ama sen bilmezsin çünkü misafir geldiğini anlar anlamaz yukarıya çıktın! Artık bu kadar yabani olmaman gerektiğini bilmiyor musun Koray? Ha? Kaç yaşına geldin sen? Yirmi bir yaşındasın sen Koray, yirmi bir! Ben senin yaşındayken var ya…” Elimi havada sallarken konuyu unutup unutmadıklarını kontrol etmek için yüz ifadelerini kontrol ediyordum. “Ne yapıyordum anne ben yirmi bir yaşındayken? Anlat bakayım…”
Annem somurtarak “Aynı boksunuz,” dediği an Koray büyük bir kahkaha patlattı. Babam tövbe çekerken annem, “Sizi doğuracağıma taş doğursaydım keşke…” diye mırıldandı. Bu kadın günlük dizisi bittiğinden beri bir değişikti ya…
Koray sonunda kahkahası durunca “Anne, ablam tam olarak yirmi bir yaşındayken ne yapıyordu? Anlatsana… Çok merak ettim,” diye sormaya başladı. Sanki üstünden sekiz sene değil de yirmi sene geçmiş gibi sorması da trajikomikti.
Annem kaşlarını kaldırıp indirdi. Kafasını olumsuz anlamda sallarken “Bunun mahallede bir sevgilisi vardı… Adı neydi?” deyip gözlerini üstüme dikti.
“Anne o yirmi bir yaşımdayken miydi?” dedim sinirle. Tabii bir yandan da babamın sabır fısıltıları beni germeye başlamıştı.
Annem gözlerini devirdi. “Sen Hukuk okurken okuldan kimseyle çıkmadın.”
“Eee? Çünkü hepsi salaktı,” deyip Koray’a döndüm. “Ama ben misafir gelince odama kaçmıyordum.”
“Tamam,” dedi annem kanıtlamaya çalışır gibi. “Yirmi bir yaşındaydın, ikinci sınıftaydın ve mahallenin meczubu sana âşıktı ya…” Kaşlarım çatılınca kimden bahsettiğini anladım. Zaten o benim sevgilim değildi. Annem abartmıştı. “Sonra gecenin bir vakti elinde güllerle bir de alkolle kapıya dayanmıştı.”
Babam gururla, “Sonra ben de bir tane patlatmıştım ona!” dediği an Koray kahkaha atmaya başladı.
“Ben yemin ederim bunu hatırlamıyorum,” dedi Koray anıra anıra gülerken. “Eee? Başka?”
“Ama onunla hiç sevgili olmadım çünkü dinsiz imansızın tekiydi. Bir de benden küçüktü o ya…” Biraz düşündüm. “İki yaş küçüktü benden. Daha yeni mezun olmuş liseden, okul okumuyordu ve sürekli peşimde dolanıyordu. Marmaray yolunda peşime takılıp duruyordu, hiç yüz vermemiştim.”
Annem birkaç kez cıkladı. “Çünkü o zaman mahallede başka sevgilin vardı, dövmüştü bunu.”
Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Anne, sevgilim falan yoktu ya okul dönemimde! Stajyerken oldu…” Stajyerken sevgili olduğum avukattan sonra da iki kez daha sevgilim olmuştu ama üç sevgilim de katıksız aptal, mal, salak ve geri zekâlı çıkmıştı.
Babam bu sohbetten sıkıldığını belli ederek ofladı. “Susun.”
Annem tavırlı bir sesle “Sen sus. Medeniyetsiz…” deyince kaşlarım çatıldı. Ne oluyordu be?
Babam esefle kınar gibi anneme baktı. “Medeniyetsiz ne demek ya? Hangi baba kızının sevgilileri konuşulurken sohbete katılıp ha ha ha ki ki ki güler? Bu nedir ya?”
Annem sertçe “Sus Adem,” dedikten sonra yüzünü bana çevirdi. “İnşallah tez zamanda evlenirsin kızım.”
“Sus Bengü…” dedi babam kısık bir sesle. Ardından babamla aynadan göz göze geldik. “İnşallah tez zamanda evlenmezsin kızım.”
Koray’la göz göze geldik. “Abla,” dedi kulağıma fısıldayarak. “Bunların arası, yaz havası.”
“O ne demek be?” dedim sessiz bir çığlık atarak.
“Açık yani.”
Haklıydı, bu yüzden annemle babama birkaç saniye daha baktım. Sonra Koray’a dönüp “Bence bunlar…” dedim, kendi fikrimi beyan ederek. “Bizim bilmediğimiz gizli bir hadise dolayısıyla münakaşa ettiler çünkü geçen gün araları gayet iyiydi.”
Koray yüzünü ekşitti. “Sen çok zekisin ya.” Küçümser bir bakış attıktan sonra havalı bir şekilde cama doğru döndü. “Bence bunlar yaşlılıktan.”
Araba aniden fren yapınca Koray da ben de ileriye doğru fırladık.
“Baba ne yapıyorsun ya?” dedim sinirlenerek. “Bütün makyajım arabanın arka koltuğuna bulaştı.”
Zaten arabayla yolculuk yapmaktan hep çekiniyordum, bir de üstüne babam her fren yaptığında yüreğim ağzıma geliyordu. Neyse ki alışmaya başlamıştım.
Koray “Ağğh…” deyip dizlerini ovmaya başladı. “Baba, diz kapağım yerinden çıktı! O nasıl bir fren ya!”
“Gel kolaysa sen kullan o zaman, davul ağızlı Koray…” dedi babam Koray’a…
Burnum acıyordu. “Baba senin yüzünden minik burnum ya kırılsaydı?” diye sordum burnumu ovarak.
Annemle babamın arasındaki sert bakışmaya şâhit olmamın hemen ardından babam sesini incelterek “Aman kızım…” dedi ve iki elini de havaya kaldırdı. “Aman senin makyajın saçın bozulmasın, minik burnun kırılmasın…”
“Baba yoksa bu bir komplo muydu?” Koray, bu saçma sorusunu babama iletirken ben de telefonumun kamerasını açıp saçlarımı düzeltmeye başladım. “Miray ablamın burnunu kırmak için frene mi bastın?”
Annem “Ooof!” dedi gırtlaktan. “Koray kes sesini, oyununu oyna. Miray sen de az süslen, az!” Telefonumu çekiştirmeye çalıştı ama vermedim.
“Bırak anne ya!” diyerek cam kenarına doğru kaydım. “Bıktım sizden!” Saçlarımı düzeltmeye devam ettim. Zaten dudaklarımdaki parlatıcının hepsini yemiştim. Babam o sırada Koray’a “Gerzek davul,” demekle meşguldü.
Ses arabada asla eksik olmazken peş peşe iki tane mesaj geldi, ben de parlatıcımı bulmak için elimi daldırdığım çantamdan elimi çıkarıp mesaja tıkladım.
Varan Alp mesaj atmıştı.
VARAN ALP:
Hangi renk giyindin?
Yoldasınız, değil mi?
MİRAY:
Beyaz, niye?
Evet yoldayız, karşıya geçeceğiz birazdan.
Yirmi dakikaya oradayım…
VARAN ALP:
Sadece beyaz mı?
MİRAY:
Çantam pembe sadece.
Niye ya?
VARAN ALP:
Ona göre giyinecektim.
MİRAY:
Seni pembeler içinde hayal edemiyorum.
Sakın.
VARAN ALP:
Zaten…
Beyaz olur ama.
MİRAY:
Olur olur…
😊
Telefonu kilitleyip kucağıma koyduktan sonra gülümsemeye başladım ve kafamı cama yasladım, tam da köprünün üstündeydik ve denizi izliyordum.
Koray’ın telefonundan yükselen kılıç sesleri, annemin sıkıntıyla verdiği nefesler ve babamın sürekli ani fren yapmasıyla sonlanan yolculuğumuz, tam olarak bir saat sürmüştü. Köprüden çıktıktan sonra sergi alanına geçene kadar biraz trafik vardı ama köprüye gelene kadar neredeyse hiç yoktu, biraz şaşkındım.
İstanbul’un en çok da trafiğini sevmezdim. Burayı tanımaya çalışırken Mecidiyeköy’den Beşiktaş’a metro olduğunu bilmiyordum, otobüse binmiştim ve kırk dakika boyunca otobüste kalmıştık. Hayatımın şokunu yaşamıştım. İlk o zaman başlamıştı İstanbul nefretim! Gebze’den sergi alanına bile bir saatte gelmiştik ama yan yana olan iki ilçe arasında kırk dakika otobüste kalmıştım! Rezil bir şehirdi…
Arabadan indiğimiz an karşımda ablamı görmeyi beklemediğimden kaşlarımı çattım. “Abla!” dedim büyük bir şokla. “Sen geldin mi?”
“Geldim Miray, maalesef.” Eniştemi ablamın birkaç metre arkasında, kucağında Rüzgar’la beraber beklediğini görünce daha da şaşırdım. “Off… Beni ikna etti görümcem. Yeğenini de görmek istermiş…” Somurttu. “Teoman’ın ablası olmasa…” Kahkaha attı.
Koray tam ortamıza geçerken “Biraz dayılık yapalım bakalım,” deyip sesli bir nefes verdi. “Nerede lan yeğenim?” Ablamın saçlarını havaya uçurdu. “Cevap ver lan…” Kabadayı gibi davranıyordu ve utançtan bayılmak üzereydim.
Annemle babam tam arkamızda durdu. Annem, “Kızım…” diyerek ablamın yanına yürürken babam uzaktan sergi alanına göz gezdirdi. “Çocuğu da mı çıkardın Seray ya? Keşke kalsaydınız.”
“Anne tamam, kırk günü doldu zaten,” diye araya girdim. “Bir kereden bir şey olmaz.”
Sergiye yaklaşık yarım saat kalınca hepimiz içeriye girdik; maalesef sosyete tayfanın çoğunluğu, özellikle sosyal medyayla ilgilenenler buradaydı ve Leman Hanım ile kahkahalarla sohbet ediyorlardı.
“Eee?” dedim enişteme doğru. Sadece Rüzgar’la ilgileniyordu. “Ne zaman kesecek kurdeleyi?”
Eniştem bilmiyormuş gibi “Birazdan keser herhalde. Herkes geldi,” deyince gözlerim Varan Alp’i aradı.
Ablam eniştemin yanında durup Rüzgar’ın içinde bulunduğu puseti açıp duruyordu. Rüzgar ise sadece uyuyordu. Geldiğimizden beri böyleydi.
“Ay getirmese miydik Teo ya?” dedi ablam huzursuzlanarak. “Ya hastalanırsa? Ya soğuk kaparsa? Teo ya bir anda ağlamaya başlarsa ve susturamazsak?”
Eniştem ablamı rahatlatmak ister gibi “Aşkım alışmamız lazım ama Rüzgar’la dışarıya çıkmaya…” dedi. Ablam o sırada stresten tırnaklarını yiyordu. “Bak, bunu tutmayı bile yeni öğrendim. Kollarım ağrıdı birazcık ama yere bırakmaya tırsıyore…” Puseti işaret etti gözleriyle.
Enişteme birkaç saniye güldükten sonra ilerideki koltuklarda oturup birbirine sırtını dönen annemle babamı seyretmeye başladım. Sanırım gerçekten araları fena bozuktu.
“Annemle babam bozuk, fark ettiniz mi?” diye sorunca ikisi de kafasını bana doğru çevirdi, sonra da annemle babama döndüler.
Eniştem kaşlarını çatarak “Niye?” diye sordu.
Ablam sessiz kaldı ve ne söyleyeceğimi bekledi. “Vallahi onu biz de bilmiyoruz. Annemin günlük dizisi bitmiş, 1071. bölümde, ona canı sıkkındı ama babamla bozuk olduğunu fark etmemiştim. Arabada biraz tartıştılar,” diye açıklamaya çalıştım.
Eniştem de ablam da anneme ve babama baktılar bir süre.
Ablam “Şimdi annemin dizisi 1071. bölümde bitti diye annem babama mı kızmış?” diye sorduğunda eniştem yüzünü ekşiterek ablama doğru döndü.
“Aşkım onu mu anladın gerçekten?” Dalga geçercesine gülüp yüzünü bana çevirdi. “Arabadayken dizinin finalini izleyememiş, ona kızmıştır. Zaten benim canım kayınpederim Adem babam ne yazık ki doğru düzgün araba kullanmayı bilmiyor.”
Sesli bir nefes verdim. “İkisini birbirine neden bağladınız? Annemin dizisi geçen hafta bitti, akıllılar. Arabadaki kavga benim sevgililerim, daha doğrusu eski sevgililerim yüzünden çıktı.”
Ablam hin bir gülümsemeyle tavana baktıktan sonra “Eski sevgililerin ne alaka?” diye sordu.
Neşesine bir anlam veremedim ama “Ya biri bana takıktı ya, onu konuştuk…” dedim kısaca.
Eniştem, “Hadi canım… Kim takıktı sana?” diye sorarken sırıttı.
“Bizim mahalleden biri ya ama onlar taşınalı beş sene oldu,” dedim kısaca.
Ablam “Haaa…” dedi uzata uzata. “Sen şu kapıya dayanan alkol bağımlısı çocuktan bahsediyorsun.” Teoman’a döndü. “Aşkım bu arada biri gidiyor, diğeri geliyor. Şimdi de Doktor Beyciğimiz var…” Tekrardan tavana bakıp sırıttı. “Aaa…” dedi tavana bakarak. “Sen burada mıydın ya?”
Arkamı dönüp tavana doğru bakarken tam dibimde Varan Alp’i görmeyi beklemiyordum. Ablam demek o yüzden tavana aman Varan Alp’e bakarak sırıtıyordu!
“Merhaba.” Varan Alp üçümüze de selam verdikten sonra üstüne giydiği beyaz kot ceketi inceledim. Bir yandan sırıtırken diğer yandan da hayran hayran bakmakla meşguldüm. “Rüzgar’ı çıkardınız mı sonunda?”
Teoman selam bile vermeden puseti Varan Alp’e teslim etti. “Al canım kardeşim, yeğenine bak.” Varan Alp neye uğradığını şaşırınca istemsizce gülmeye başladım. “Kollarım koptu Varanım ya, vallahi Rüzgo mu ağırlaştı yoksa ben mi güçsüzleştim? Çözemiyore…”
“Abi şurada oturup koltuğa bıraksaydın ya.” İlerideki bekleme koltuklarını işaret ederken annemi ve babamı gördü, birkaç saniye o yöne baktı sadece. “Anneannesiyle dedesi de orada.”
Ablam “Teo’nun salaklıkları işte,” deyip eniştemi annemlerin yanına doğru sürükledi. “Canım ver sen Rüzgar’ı bana,” diyerek puseti Varan Alp’ten aldı ablam. “Hadi biz gittik. Gel Teo.”
Eniştem “Ya niyi iyli yipiyisin?” dedi fısıldayarak ama mana veremeyince onlara bakmayı kesip asıl bakmam gereken insana döndüm.
“Yakışmış,” dedim, ablam ve eniştem annemlerin yanına yürümeye başladıklarında.
Varan Alp tam karşımda durunca birkaç saniye sadece birbirimizin gözlerinin içine baktık. “Pembe çantanı göremedim ben,” dediğinde, annemleri işaret ettim.
“Annem aldı, telefonumdan dizisinin fragmanına mı ne bakacaktı…”
Varan Alp, kaşlarını hafifçe çatarak “Annen telefonunu aldı…” deyince kafamı olumlu anlamda salladım.
“Niye, ne oldu ki?”
Arkasını dönüp anneme baktıktan sonra “Sana bir mesaj atmıştım da…” deyince gözlerimi belerttim. “Umarım görmemiştir.”
“Ne atmıştın?” diye sordum endişelenerek. “Umarım ayıp bir şey değildir.”
Varan Alp gayet sakin bir şekilde “Ben niye sana ayıp bir mesaj atayım Miray?” diye sorunca hak verdim.
“Öyle ayıp değil,” diye açıklamaya çalıştım. “Yani güzel bir mesaj…” Görüş açımı kapatarak karşımda durunca “Aman…” dedim boş vererek. “Görse ne olur sanki? Zaten arabada pot kırdım.”
“Ne dedin?” diye sorduğunda bir anda omuzumda bir kol hissederek başımı sağa çevirdim.
Koray dibimizde bitmişti.
“Savcı abim, nasılsın?” Beni sanki balık tutmuş da oltayı sallıyormuş gibi bir o yana bir bu yana sallayan Koray’ın elini omuzumdan çektim.
“İyiyim Koray. Sen nasılsın?” dedi Varan Alp de.
Koray bir anda çantamı havaya kaldırıp “Çok iyiyim,” dedi erkeksi bir sesle. “Ablacığım…” Çantamı elime tutuşturdu. “Çantanı az önce annemden aldım, telefonu da içine ben koydum,” dedi bastıra bastıra, bir şeyler ima eder gibi. Bir bana bir Varan Alp’e tehditkâr bir bakış attı. “Kilit ekranındaki pamuk şeker ne öyle ya?”
“Koray sana ne ya benim kilit ekranımdan?” diye patladım. “Başka ne gördün? Hayırdır?”
Koray önce Varan Alp’e, sonra bana kısa bir bakış attı. “Boş ver ablacığım.” Varan Alp’in yanından geçip giderken hafifçe ona çarpınca alt dudağımı ısırdım. Kesin görmüştü! “Pardon!” dedi Koray korku dolu bir bakış atarak. “Yanlışlıkla çarptım.” Somurtarak bana döndü. “Baybay abla.”
Koray uzaklaştığı an Varan Alp, “Yandık,” dedi kısık bir sesle.
Telefonumu çantamdan çıkarmaya çalışırken yüz seksen beş bin dokuz yüz on yedi asır geçmiş olabilirdi. Sonunda çıkardıktan sonra kilit ekranımı açtım ama Varan Alp’in mesajını göremedim.
“Gerçekten yandık,” dedim sessizce. “Görmüş.” Ekranı kaydırdığım an alttaki mesajı görür görmez ağzım beş karış açık kaldı. “Ya…” dedim otuz iki diş sırıtarak.
VARAN ALP:
Beyaz giyindim ama sana yakıştığı kadar yakışmamış.
Bir Varan Alp’e bir telefonumdaki mesaja baka baka iyice deliye döndükten sonra kendime geldim. “Koray görmüş ama…” Gülümsemem durdu. “Yani…” Koray’a göz ucuyla baktığımda Varan Alp’e öfkeli bir şekilde baktığını fark ettim.
Varan Alp sanki içimi okuyormuş gibi “Beni öldürecekmiş gibi bakıyor,” deyince kafamı olumlu anlamda salladım. “Annenlere selam da vermedim,” diyerek arkasını döndü. “Mecbur gitmem lazım, sen de gel.”
İstemeyerek de olsa Varan Alp ile beraber annemlerin yanına doğru yürüdüm. Bir yandan Koray’ın attığı şeytani bakışları seyrederken diğer yandan da anneme ve babama bakıyordum.
Varan Alp annemlere selam verdi.
Babam “Aaa…” dedi sahte bir şaşkınlıkla. “Sen ne ara geldin oğlum ya?”
Ablamla göz göze gelince kaş göz işareti yaptığını görüp yüzümü başka bir yöne çevirdim, şansıma Koray’la göz göze geldiğimde ise ablama ve bana bakarak kaşlarını çattığını fark ettim.
İki kez öksürdüm. “Koraycığım,” dedim gülümseyerek. “Gelsene sen bir benimle.”
Koray kahkaha atarak “Ya ilahi Miray ablacığım,” dedi son kelimeyi bastıra bastıra. “Ne zamandan beri bana cağam ciğim coğom kullanıyorsun sen?”
Sakin kalmaya çalışarak “Canım kardeşim, yürü…” dedim ve koluna girdim. “Gel de senin kafana resim tablosu sokayım, değil mi?” Koray pis pis sırıttı. “Geri zekalı,” dedim azıcık daha yürüyüp kenara çektiğimde. “Ne yapıyorsun sen? Niye Varan Alp’e öyle bakıyorsun?”
Koray gururuna yediremeyerek “Abla mesaj atmış sana,” dedi sinirle. “Bir de ne yazmış ya? Kanım dondu resmen. Bak.” Ceketinin kolunu sıyırdı. “Tüylerim diken diken hâlâ…”
“Geri zekalı mısın Koray sen?” diyerek ceketini düzelttim. “Susacaksın birazcık ablacığım…” Zorla gülümsedim.
Koray hüzünlenir gibi başka bir yöne döndü. “Abla vallahi mesajı gördükten sonra…” Tekrar ölümcül bir bakış attı Varan Alp’e doğru. “Tövbe…” dedi sonra da. “Abla siz manita mısınız? Ne ara ya? Ne ara oldunuz?” Oflayarak zemine baktı. “Ben seni kıskandım galiba.”
Mir Beyaz’ın sekiz yaş küçük versiyonuydu.
“Niye Koray? Niye mesela?” Mana veremedim.
Koray büyük bir korkuyla “Abla bilmiyorum ya…” diyerek elini kalbine götürdü. “Kalbim cız etti. Hem ben hâlâ olayın şokundayım, üstüme gelme.”
Sesli bir nefes verdim. “Ablam bile doğru düzgün bilmiyor daha. Kimseye söyleme sakın,” diye tembihledim. “Biz zamanı gelince anlatırız. Daha çok yeni.”
Koray dudaklarını büzerek yukarıya bakınca onu dürttüm. “Of,” dedi sonra ikna olup. “İnsanın tanıdığı olunca garip hissediyor ama… Haberin olsun.” Küser gibi başka bir yöne döndü.
Bıkkın bir bakış attım ve omzumu silktikten sonra “İstersen depresyona gir Koray,” dedim. “Bugün bizi rahat bırak, hatta sadece bugün değil… Unut, kafandan sil.”
Koray “Of, tamam ya…” dedi hüzünlü bir sesle. Ardından koluma girdi. “Gel ablacığım, beraber yürüyelim.”
“Terbiyesizlik ediyorsun bak, anladı o da mesajı gördüğünü…” dedim dişlerimin arasından. Koray dur durak bilir miydi? Asla… Kolumu sanki kendi vücudunun bir parçasıymış gibi kendi kolunun arasına alıp sırıta sırıta yürüyordu. “Koray…” diye burnumdan soludum ama yürümeye devam etti. Annemlerin yanında durduk.
Babam o sırada Rüzgar’ı seviyordu. “Sen mor zıbın mı giydin? Ha? Sen mor zıbın mı taktın? Eşek sıpası…” Teoman’a döndü. “Eşek sen oluyorsun tabii, kızım değil.”
Teoman zaten alışık olduğu için kafasını salladı. “Baba sen tavlada bize yenilip yenilip hıncını da eşek diyerek çıkarıyorsun sanırım?”
Varan Alp, abisinin yanına oturunca Koray ve ben ayakta kaldık sadece. Babam “He he,” diye geçiştirdi. “İkinizi iki kez yendim.” Tekrardan Rüzgar’a döndü. “Oğlum…” dedi çenesine dokunarak.
Tam Koray’ın kolundan ayrılacaktım ki beni bırakmadı. “Abla,” dedi gözlerini kırpıştırarak. “Nereye?”
“Zıkkımın dibine...” dedim sessizce.
Annem bize doğru dönüp “Hayırdır?” diye sordu. Kol kola girişimiz onu epey şaşırtmıştı. “Evde birbirinizi kumandayla kovalıyorsunuz. Bu ne hâl?”
Koray bir anda “Ablam çok güzel olmuş ya,” dedi bastıra bastıra. Utancımdan yerin dibine girecektim ama giremiyordum işte… “Anne herkes ablama bakıyor. Bir de ablama beyaz o kadar çok yakışıyor ki…” Herkes yüzünü bana çevirdi, evet, Rüzgar’ın bile yüzü bu yöne dönüktü.
Kolumu geri çektim. “Şakacı kardeşim benim,” diyerek sırtına bir kez vurdum fakat sert vurmuştum. “Şaka yapıyor.”
Varan Alp’in yanına yürüdüm ki Koray artık şunu kessin!
Yanına oturdum ve çantamı kucağıma bıraktım, sorgular gibi yüzüme bakınca da sadece gülümsedim.
“Efendim hoş geldiniz!” Leman Hanım’ın sesini işittiğimizde hepimiz ileriye doğru döndük. Koray’ın arkasından çıkıvermişti. “Görmedim sizi ya…” Hemen Rüzgar’ın yanına yürümeye başladı, o sırada da annemlerle kısaca selamlaştı. “Halasının aşkı…” dediği an gözlerimi devirerek sağ tarafıma, yani boşluğa doğru döndüm. “Bir tanem benim ya… Gözlere bak, yeşil yeşil… Halasının sergisine gelmiş.”
Ablam bilerek “İkinci gelişi oldu, değil mi?” diye sorup kıkırdadı. “İlkinde malum, kapıda kalmıştım.”
Burnumdan gülünce Leman Hanım yüzünü kısaca buraya çevirdi, sonra da ablama. “O zaman gebeydin, değil mi?”
“Yeni gebeydim,” dedi ablam da güleç bir şekilde.
Varan Alp yüzünü bana doğru çevirince “Şu an kavga mı ediyorlar?” diye fısıldadı bana doğru.
“Hayır, kadın kavgası görmedin galiba sen…”
Leman Hanım zorla da olsa gülümsedi. “Ay ne gerek var şimdi bunları konuşmaya? Tekrardan hoş geldiniz.” İleriyi işaret etti. “Şimdi kurdeleyi keseceğim, siz en önde durun.” Birini arar gibi arkasını döndü. “Hayatım!” dedi eşine doğru bakarak. “Buket’i yukarıdan getirir misin? Sergi açılışına geçelim.”
Birkaç dakika içerisinde Leman Hanım kurdelenin önüne geçti, sergi açılışını ve çantamın içine elimi soktuğum andan itibaren telefonumu bulmaya çalıştığım anları anımsatan Manas Destanı uzunluğundaki konuşmasını gerçekleştirdi. Ardından herkes tek tek tablolara bakmaya başladı. Biz genelde ablamla beraber gezmeye çalışıyorduk çünkü annemle babam sadece Rüzgar’la ilgileniyordu. Sergi falan umurlarında değildi, muhtemelen yalnızca ayıp olmasın diye gelmişlerdi.
“Abla,” dedim sıkıntıdan ölmek üzereyken. “Abla bu ne ya?” Tabloyu işaret ettim. “Klozete benziyor.”
Ablam bir yandan esnerken diğer yandan kafasını salladı. “Ben de tuvalet kâğıdına benzettim ama pek anlayamadım.”
“Varan Alp’i gördün mü?” On dakikadır ortalarda yoktu. “Ya da Teo’yu?”
Ablam sıkıntıyla “Ya ablası onları lafa tutup bize karşı doldurmakla meşguldür, laf soktum ya…” derken diğer tuvali işaret etti. “Ayrıca bu da affedersin ama boka benziyor.”
Kıkırdayarak “Abla, tamam, bu çok mühim görüşlerini sergiden sonraya saklarsın,” diyerek sırtını sıvazladım. “Hadi, biz Rüzgar’ı izleyelim. Çünkü o sanat eseri… Buradakilerden daha çok sanat eseri.”
Ablam gözlerini belerterek “Miray!” dedi yüksek bir sesle.
“Ne?” dedim korkuyla. “Ne oldu be?”
Resmen rengi yerine geldi. Az önce baygınlık geçirecekmiş gibi bakarken şimdi büyük bir aşkla bakıyordu bana.
“Miray siz öpüşmüştünüz. Ben bunu nasıl unuturum?” Kafasına bir kez vurdu. “Miray sen benim mesajlarıma da cevap vermedin…” dedi tehdit edercesine. “Bak bir şey olduysa anlat, çatlatma beni… Bak ne olur ya? Allah’ını seviyorsan… Hem ben senin ablanım, öz.”
Sustuğuna emin olduktan sonra “Galiba biz birazcık olduk,” dedim. Ablamın ağzı beş karış açıldı. “Ama,” dedim ona biraz daha yaklaşarak. “Abla biz acaba bir iki ay seninle bu konuyu konuşmasak mı? Sen kesin enişteme ötersin gibime geliyor. Anlatasım kaçıyor ya… Resmen abisiyle evlisin.”
Ablam “Günaydın,” dedi ve bir adım geriye yürüdü. “Tabii ki anlatmayacağım. Ama sen bana güvenmiyorsan… Peki Miray, öyle olsun.”
İki kardeşim de geri zekâlıydı, tescilli.
“Abla bunları sonra konuşalım,” diyerek koluna girdim. “Şimdi Leman’ın sergisi falan… Her yerde biri geziyor. Olur da bir kişi kulak misafiri olursa biliyorsun, yerin kulağı falan var…”
Ablam “Eh, peki…” dedi hemen ikna olarak. “Birazcık olduk, demen bile yetti zaten. Biliyorsun, en büyük ikinci hayalim sizin evlenmenizdi.” Ciddi değildi ama ciddiymiş gibi konuşuyordu. “Teoman duyarsa bittiniz zaten. Daha hiçbir şey bilmiyorken bile evinize düz televizyon alacağınızı ima ettiyse öğrendikten sonrasını düşünemiyorum. Direkt Rüzgar’a kuzen ister…”
Ablamı uyarırcasına “Sus. Leman.” dedim kısaca.
“Ne Leman’ı be? Ablan ben, ablan…”
“Yanında abla.” Ablam sağına döndüğü an Leman Hanım bize doğru bir adım attı. O daha sormadan ben “Leman Hanım, bayıldım…” dedim profesyonel bir şekilde yalan söyleyerek. “Hele o mavi tablo…”
Deliymişim gibi beni izlerken “Mavi mi?” diye sordu ve etrafa bakmaya başladı. “Mavinin ön plana çıktığı bir tuvalim yok diye biliyordum. Sanırım renk körüsün, tatlım. Bir doktora görün istersen.”
Ablam anında bir adım öne attı ve “Miray klozetin tam ortada durduğu tablodan bahsediyor,” dediği an endişeyle Leman Hanım’a döndüm. Sinir krizi geçirmek üzereydi sanırım. “Etrafında mavi çizgiler vardı. Sanırım çeşme suyunu anlatmaya çalıştın orada Leman abla…”
Leman Hanım zorla gülümsedi. “İstersen sana hediye edeyim, banyona asarsın.”
Ablam önce bana sonra Leman Hanım’a döndükten sonra “Yok. Ben önüme gelen tabloyu evime assam şimdiye yer kalmazdı,” dedi. “Daha fazla kalmak isterdik ama biz en iyisi gidelim ablacığım ya,” dedi ablam son kez Leman Hanım’a dönerek. “Görüşürüz.”
Leman Hanım ikimizi de durdurarak “Bir fotoğraf alacağız, sen kal,” dedi ablama dönerek. Ardından otuz iki diş sırıtarak “Miray sen gidebilirsin,” dediğinde bir an niye geldiğimi sorguladım. “Exten next iyi oluyormuş bu arada.” İleriyi işaret edince ablam da ben de o yöne döndük. “Bir hayırlı olsun alırız Seray.”
Ablam “Yuh,” dedi sessizce. “Bu kim ya?”
Leman Hanım, Ceyda’yı da davet etmişti muhtemelen ve şu an Varan Alp ile karşılıklı konuşuyorlardı.
Ablam kolumdan ayrılarak “O ne demek Leman ablacığım? Ne alaka?” diye sorunca Leman Hanım beni işaret etti.
“Kız kardeşin İngilizcesi ile beni çok etkiledi Seray, ben de ona gönderme yaptım.” Dalga geçer gibi sırıttı. O kısacık saçlarını ellerime alıp okşayasım geldi ama kendime engel oldum, sakindim. “Geçen gün ziyarete gittim de… Sanırım Varan Alp ile Ceyda’nın hikâyesinden bahsetti.”
“O ne demek?” diye sordu ablam da anlamayarak.
Ofladım. “Leman Hanım onu ben…” diyecektim ki beni susturdu.
Ablama döndü. “Varan Alp İstanbul’a Ceyda için döndü ya,” diyen Leman Hanım’ın bu dediğiyle beynime kan gitmedi, damarlarım tıkandı sanki. “Ceyda biraz rahatsız… Tedavi oluyor. Bunun için İstanbul’a geldi.” Ablam büyük bir şokla bozularak yüzünü bana çevirdi ama şoktan sadece Leman Hanım’a odaklandığım için tepkisiz kaldım. “Varan Alp’i yanında istedi, sonra Varan Alp’i İstanbul’a çağırdık ve geldi.” Gülümseyerek omuzuma dokundu. “Siz de yakın arkadaşsınız sanırım… Sana anlattıysa yakın görmüş demektir.”
Her şey tek tek rayına oturduğu sırada başımı ikisine doğru çevirdim.
Sakin kalamıyordum.
⚖️
Gece yarısı olmak üzereyken ablamların evine girdiğimizde bütün akşamı zorla gülümseyerek nasıl geçirdim, bilmiyordum. Sadece uyumak ve uyandığımda da sakin kalkmak istiyordum. Her yerim sinirden ve şaşkınlıktan zangır zangır titriyordu, iyi değildim.
Annem, salondaki koltuğa yayıldıktan sonra konuşmaya başladı: “Vallahi ben bazı resimleri çok beğendim Teoman.”
Eniştem annemin yanına oturduktan sonra “Vallahi ben bile bir şey anlamadım, kötülemek serbest,” dedi gayet samimi bir dille.
Ablam iki kez öksürdükten sonra kaş göz işareti yaparak mutfağı işaret edince bir hışımla salondan çıkıp mutfağa yürüdüm. Yaklaşık bir dakika sonra da ablam mutfağa girip kapıyı kapattı. Sinirden sandalyeye bile oturamıyordum.
“Miray iyi misin?” Ablam buzdolabını açtıktan sonra sanki inat olsun diye soğuk bir soda çıkardı. “Bakma öyle kızım… İç şunu.”
Sodaya göz ucuyla bakarken “Abla dalga mı geçiyorsun? Ne bu ya?” deyip masaya geçtim. Sonra da sodadan iki yudum aldım. “İçsem de hazmedemem zaten.” Ağlamak istiyordum. “Ya her şeyi geçtim,” dedim üzülerek. “O kadar güven veriyordu ki bana… Gerçekten bu sefer çok başka olacak sandım.”
Ablam da tıpkı benim gibi şoktaydı. “Belki Leman cadısı sırf sen üzül diye abartmıştır. Belki gerçekten Varan Alp, sadece Ceyda için değil de herkes burada diye gelmiştir… Olamaz mı?”
Omzumu silktim. “Hayır. Ona neden geldiğini sorduğumda yalan söylediğini anlamıştım zaten.”
Ablam bir kez cıkladı. “Miray, Varan Alp bence o kadını sevmiyor ya…” Beni işaret etti gözleriyle. “Bana anlatmadın pek ama sen galiba olduk dediysen kesin sevgilisinizdir.”
Kafamı duvara yasladım. “Abla şimdi artık konuşmasak mı?” Beynim zonkluyordu. “Hem kalbim hem beynim acıyor çünkü.”
Ablam oflayarak “Bütün keyfimin içine sıçtı, o tablodaki şey gibi…” dediğinde bile gülemedim. “Ama Miray, sakin ol… Tamam mı? Varan Alp öyle seni kandıracak bir adam değil. Bir sana bir ona gitmez yani. Tamam mı ablacığım? Ona sorarsın, o da sana anlatır.”
Zaten sormuştum, yalan söylemişti.
Ablamı geçiştirerek kafamı salladığımda mutfağın kapısı açıldı. Annem kaşlarını çatarak içeriye girdikten sonra önce bana, sonra da masanın üstündeki sodaya baktı.
“Ah Miray ya…” Masanın tam karşısında durdu. “Kızım, karnın mı ağrıdı? Ondan sen bütün gün asık suratla gezdin…”
Annem hazır yanlış anlamışken role girip “Ay evet ya,” dedim ve karnımı tuttum. “Çok ağrıyor karnım.”
“Kıyamam,” dedikten sonra sodaya baktı, sonra da ablama. “Kızım sodayla olmaz ya… Miray acıkmıştır, o yüzden karnı ağrıyordur. Yemek varsa ısıt da yesin.”
Ablam “Var var…” deyince itiraz ettim:
“Yok. İştahım yok.”
Annem sanki dünyası başına yıkılmış gibi üzüldükten sonra kaşlarını çattı. Aydınlanır gibi sırıttı. “Kızım nasıl iştahın yok?” diye sordu. “Daha sabah kahvaltı ederken ‘Anne ben bu aralar çok iştahlıyım.’ deyip ikinci tava yumurtayı istemedin mi?”
Ablam kahkaha atarak annemin kendisine dönmesini sağladı. “Anne kız fazla yemiş işte… Soda içsin, bırak.”
“İyi, iyi tamam…” dedi annem, ardından elindeki şeyi havaya kaldırdı. “Yahu ben bunu bugün Leman Hanım’a verecektim ama unuttum ya…”
Annemin elinde tuttuğu küpeye bakarken korkarak ayağa kalktım.
“O ne?” diye sordu ablam yüzünü yaklaştırarak. “Leman ablanın küpesi mi bu?”
Annem başını salladı. “He… Vallahi gördüm, onun kulağındaydı bize geldiğinde ama oturduğu koltuğun arasına düşmüş.”
Sertçe yutkunduktan sonra küpeyi elime aldım.
Dava dosyasındaki küpeyle bire bir aynıydı; Melek’in öldürüldüğü yerde bulunan küpeyle.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
10.5k Okunma |
1.17k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |