INSTAGRAM // esmatonguc
Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (II)
25. BÖLÜM: “TEHLİKE ÇANLARI”
⚖️
“Hava bugün yağmurlu ama içimdeki doluyla kıyaslanamaz bile.”
Havanın karanlığına tezattı içimdeki aydınlık; bilhassa şimdi kuvvetle muhtemel tebessümüme yansıyan mutluluğum, karşımdaki adam sayesindeydi. Onu bana kazandıran hadiseler zincirine teşekkür mü etseydim yoksa beddua mı okusaydım, ilk defa dilemmada bırakmıştı beni. Ama elden ne gelirdi ki? O gülümsüyordu, sonra ben gülümsüyordum işte…
“Varan Alp,” dedim yüzümdeki gülümsemeyi ondan gizlemeyerek. “Sana bir şey söyleyeceğim.”
Gözlerindeki gülümsemeye daha yakından bakmak için yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Boyu uzun olduğu için rahatsız bir duruşla da olsa dudaklarımı yanaklarına kondurdum. Gülüşü daha da büyüdü.
“Senin sözlerin benden de güzel.”
Hâlâ gülümserken kafasını olumsuz anlamda salladı. “İşte o imkânsız.”
Acilin neon ışığı gözlerime değince toparlanmak için “Tamam, sen ne diyorsan o… Gidelim artık,” dedim gülümsememi durdurmaya çalışarak. Emniyet kemerimi çözdüğümde onun da bana uyduğunu, tıpkı benim gibi emniyet kemerini çözdüğünü fark ettim. Daha sonra da arabadan çıktık.
Beraber hastaneye doğru yürürken ara ara kaçamak bakışlar atıyordum ama hâlâ aramızda net bir ilişki olmadığından ötürü duygularımı az da olsun örtmek çabasına giriyordum; aslında duygularımı gizlememe gerek yoktu, bunu biliyordum ama yine de biraz beklemek istiyordum.
Varan Alp de olsa erkekti sonuçta, erkeklere de pek güven olmazdı.
Aslında genel olarak insanlara güven olmazdı.
Gerçi ben bunu neden kendi içimde tartışıyorsam? Asıl bana güven olmazdı, bana! Evine kadar girip sırf Koray’ın Fırat’la olan görüntüsünü görüp yargılanmaması için görüntüleri görmemesi uğruna daha aramızda hiçbir şey yokken öpmüştüm onu!
Bu konuya açıklık getirmeden onunla aramda bir ilişki olamazdı.
Acilin içine girdiğimizde kırmızı alanın önünde beklemek zorunda kaldık çünkü acil servise hasta ve hastane çalışanları dışında kimseyi almıyorlardı, özellikle şimdi. Ama Varan Alp’in savcı kimliği her zamanki gibi işe yarayacağı için doktoru bekliyorduk.
Elif, acilin kapısından çıkıp bizi gördüğü an “Gelebilirler, gelsinler,” deyince içerideki doktor, Elif olduğu için biraz abartılı derecede sevindim çünkü Mir Beyaz’ı görmek istiyordum.
“Mir Beyaz nerede?” diye sordum, kırmızı alana girer girmez.
“O bu gece yattıktan sonra gidebilir,” dedi Elif, önemli bir şeyi olmadığını belirterek. “Sıkıntı yok. Sadece biraz ateşi var Miray… Bir de değerleri düşmüş.”
“Değerleri mi düşmüş?”
Elif üzülerek kafasını salladı. “Ama önemli bir şeyi yok, merak etme. Sıyırmış geçmiş.”
Varan Alp etrafa göz gezdirirken “Diğer yaralı polis memurlarının durumu nasıl? Sizin bir bilginiz var mı?” diye sordu Elif’e.
Elif de “Biri ameliyatta, diğer ikisi de Mir Beyaz’ın olduğu yerde. Ağır yaralı kimse yok,” diye açıkladı.
Mir Beyaz’ın yattığı alanın perdesini açtı Elif, biz de alanın içine girdik. Zavallı kardeşim uyuyordu.
“Ne zamandır uyuyor?” diye sorduğumda Elif yanına yürüyüp ateşini ölçtü.
“Az önce su verdim ona,” dedi biraz daha sessiz konuşarak. “Ama uyursa onun için daha iyi olur. Buradan çıkalım. Ateşi de düşmüş. Uyusun.”
Elif büyük bir telaşla buradan çıkarken Varan Alp ile birbirimize bakıp gülümsedik, sonra biz de çıktık. “Erkin nerede peki?” diye sordu Varan Alp, ben çıkar çıkmaz arkamdan perdeyi çekerek.
Elif’in yüzü düştü. “Savcı olan Erkin mi?”
Kaşlarımı çattım. “Başka Erkin yok Elifçiğim… Gerçekten o nerede? Menderes onun kaşını mı patlatmış?”
Elif kollarını göğsünde bağlayarak etrafa göz gezdirdi. “Umarım hastanenin içinde kaybolmuştur.”
Varan Alp’e döndüğümde Elif’in söylediklerine anlam veremeyerek garip bir bakış attığını fark ettim. “Nasıl yani?” diye sordum, Varan Alp şoktan konuşamayınca.
“Kendisinin kaşına pansuman yaptım. Ayrıca kanamış sadece, kaşının patladığı falan yok.” Elif o kadar sinirli bir üslupla konuşuyordu ki şaşkınlıktan küçük dilimi yutmama ramak kalmıştı. Bu kızın sinirli hâlini hiç görmemiştim. Pardon… Bir kez emniyetteyken odadakilerden şikâyet etmişti ama orada bile bu kadar sinirli değildi.
Varan Alp kibar olmaya çalışarak “Nerede peki?” diye sorusunu tekrarladı.
Elif gözlerini devirdi. “En son acilin çıkışını arıyordu ama umarım kaybolmuştur.” Bana döndü. “Beni müdüre şikâyet edecekmiş Miray.”
“Ne?” Elif’i anlayamıyordum. “Neden?”
“Çünkü onun için suç duyurusunda bulunacağımı söyleyince gururuna yediremedi.”
Varan Alp ile aynı anda “Ne?” dedik ve ben kendimi tutamayıp gülmeye başladım. “Elif, savcı o,” dedim gülmemi durduramayarak. “Onu şikâyet etmek için çok geçerli bir sebebin, çok geçerli bir kanıtının olması gerekiyor…”
Elif sanırım kendi gururuna yediremedi. “Ama ben internetten okudum Miray. Benim ifadem alınırken geldi, bana bağırdı hatta tehdit de etti. Hatta sen onu uyardın!” dedi kanıtlamaya çalışarak. “Uyardın onu.”
Varan Alp de arkadaşını koruyarak “Ama o işler öyle kolay değil, ayrıca internette her okuduğuna da inanma. Bu işler internetten okunarak öğrense okulunu okumazdık, değil mi?” deyince şaşkınlıkla ona döndüm. “Ama o seni şikâyet edemez, merak etme.”
“Evet. Ben doktorum. Tamam, o bir savcı olabilir ama ben de doktorum,” dedikten sonra arkasını işaret etti. “Bu arada maço Menderes bayıldı Miray. Kan gördüğü için. Her uyandığında bayılıyor. Durduramıyorum onu.”
“Ah o nerede o?” dedim büyük bir öfkeyle. “Bir de bana bakarken bayılsın bir zahmet çünkü onu şamarlamamak için kendimi çok zor tutuyorum.”
Elif, Mir Beyaz’ın iki yan yatağını işaret etti. Hepsinde perde çekiliydi. “Ama söylediğim gibi, Menderes baygın. Sanırım bugün dört kez bayılmış. Kendisi bunu iddia etti ama ben onun hiçbir sözüne güvenmiyorum.”
“Niye?” diye sordum merakla. “Ha sen ona da gıcıktın, doğru.”
Elif büyük bir nefretle kafasını salladı. “Maço ve mafya!” dedi beni ikna etmeye çalışır gibi. “Tam bir mafya ya, tam bir mafya. Ben kaba erkeklerden nefret ederim Miray.” Bu Elif’le iyi dedikodu yapılırdı ama şu an hiç sırası değildi. “Kusura bakmayın, sizi de lafa tuttum ama bugün nedense acile hep denyolar denk geldi.” Korkuyla Varan Alp’e döndü ve öksürdü. “Yani tüm günden bahsediyorum, sadece arkadaşınızdan değil, vallahi…”
“Tamam Elifçiğim, tamam…” Omuzuna iki kez dokundum. “Mir Beyaz’ı bu akşam götüremeyiz yani…”
Elif kolundaki saati kontrol ederken bize de gösterdi. “Artık saati tahmin edememek gibi bir problemimin olmaması için kendime kol saati aldım,” dedi gülümseyerek. “Mir Beyaz burada kalsın Miray. Siz de çok durmazsanız iyi olur çünkü her an korkunç görüntülerle karşılaşabilirsiniz.” Varan Alp’e döndü. “Gerçi alışıksınızdır ama yine de etik olmaz. Kırmızı alan burası.”
“Tamam,” dedi Varan Alp de, sonra bana döndü. “O zaman çıkalım, Erkin’i arayayım. Buradaysa konuşuruz, değilse de döneriz.”
Sanırım boşuna gelmiştik.
“İyi, tamam…” dedim ben de çaresizce. “Erkin’i görseydik iyiydi…” Acilden çıkmak için yürümeye başladık, Elif arkamızda kalınca da el salladım çıkarken.
“Merak ediyorsun tabii de…” Acilden tamamen çıktık. “Aykut’u emniyete götürmüşler, ifadesini aldıktan sonra sen özel olarak konuşursun onunla. Olan biten ne varsa Aykut hâkimdir.”
Aykut’u da günahım kadar sevmezdim ama yine de hâline acımıştım.
“Aykut acaba Menderes’i arayıp ne söyledi?” Kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Vallahi orasını siz bileceksiniz, Menderes’in Avukatı Hanım…” deyince kaşlarımı kaldırarak ona döndüm.
“Varan Alp sen var ya… Sen dışarıdan kedi gibi görünüyorsun ama kabul et, senin içinde yatan bir dağ ayısı var…”
“Ne?” dedi büyük bir tepki vererek. “Dağ ayısı mı var?”
Gülüşümün arasında “Evet!” dedim zorla da olsa. “Yalan mı ya? Çok kıskançsın…”
Aniden durduk çünkü önümüzde Erkin belirdi, ikimiz de anlık bir şok yaşadık. “Aaa Erkin…” dedi Varan Alp, ciddiyetsiz bir sesle. “Sen burada mıydın ya?”
“Aaa, Varan Alp…” dedi Erkin, Varan Alp’in sesini tekrar ederek. “Arkadaşının kaşı patlasın, sen…” Çaktırmamaya çalıştı ama kaş göz işareti yaptığını fark etmiştim. “Savcım siz neredesiniz ya?” diye sordu ciddiyetle. “Yirmi dakikadır telefonuna mesaj gönderiyorum, periyotlar hâlinde ama…” Göz ucuyla bana baktı. “Neyse.”
“Söyle söyle, içinde kalmasın…” dedim ve kollarımı göğsümde bağladım.
Erkin kıskanç bir sesle “Şu çocuğu sal artık,” deyince Varan Alp onu susturmak için öksürdü. “Ne?” dedi Erkin bir ona bir bana bakarak. “Yeter ya! Ankara’dayken bile daha çok görüşüyorduk.”
“Ay abart istersen,” dedim kaşlarımı çatarak. “Gerçi kaşın da patlamamış, Elif öyle söyledi. Senin kanında var galiba mübalağa yapmak… Ne dersin savcım?”
Erkin’in yüzü düştü. “O doktorla mı konuştunuz?” diye sordu ciddiyetle. “Beni şikâyet edecekmiş…” Birkaç kez cıkladı. “Allah bu insanlara bak, azıcık…” Biz gülerken o da işaret parmağı ile başparmağını birleştirdi. “Azıcık akıl verse bu ülke böyle olmaz he… Bu nedir ya? Savcıyı şikâyet edecekmiş! Bak bak bak… Sen kimsin? Başsavcı mısın, müfettiş misin?” Birkaç kez cıkladı. “Doktor.”
“Yalnız kendisi benim çok yakın olmasa da arkadaşım oluyor, biraz dikkatli konuş.” diyerek iki gözümü de birden kırptım.
Erkin umursamayarak “Allah Allah…” dedi ve Varan Alp’e döndü. “Savcım yarın tatil yok, emniyetteyiz, haberin olsun. Pazartesiden itibaren dava Ceyda Savcı’da.” Göz ucuyla kısaca bana baktıktan sonra tekrardan Varan Alp’e döndü. “Ceyda sıkıntı çıkarmaz, değil mi? Dâhil eder umarım bizi de.”
Varan Alp kafasını hafifçe yukarı kaldırarak “Yok, çıkarmaz sıkıntı,” dedi kısık bir sesle.
“Tamam. Yine de hafta sonu…” Kendisini işaret etti ve Varan Alp’i. “Biz yokuz Miraycığım… Türkiye Cumhuriyeti Savcısı ne demek? Ha bir de İstanbul’daysan… Çalışmak, çalışmak, çalışmak… Neyse, iyi geceler. Çıkıyorum ben, daha fazla duramayacağım burada.”
Erkin’le konuşmam gereken Fırat ve Koray mevzusu yine askıda kalınca biraz huzursuz oldum ama telefonla konuşabileceğimi hatırlayınca kendimi sakinleştirdim. Halledecektim, sakindim, iyiydim… Bir şey yok…
Varan Alp, “İyi geceler…” deyince Erkin arkasını dönüp acilden çıktı.
“Biz ne yapacağız?” diye sordum o gidince. Hastanenin zeminini inceliyordum, parkeleri güzeldi.
“Biz.” Varan Alp’in bu söylediğiyle zemine kilitlenen gözüm bir anda açıldı ve Varan Alp’e doğru emin adımlarla ilerledi. Yüzündeki gülümsemeden anladığım kadarıyla kesinlikle bana âşıktı. Kesin yani… Bunun başka bir açıklaması yoktu.
Beklemediğim bir anda beni taklit ettiği için ne diyeceğimi bilemedim. “Yani sen ne yapacaksın?”
“Sen ne yapmak istiyorsun?” diye sorduğunda ağır ağır yürümeye başladık. Acilin çıkışına doğru ilerliyorduk.
Biraz düşündükten sonra sesli bir nefes verdim. Hava bugün soğuktu hatta yağmur çiseliyordu. “Hava soğuk…”
Tamamen dışarı çıktığımızda kafasını yukarı kaldırdı. “Evet, yağmur şiddetlenecek gibi görünüyor.”
“Benim evde işlerim var,” dedim lafa girerek. “Yani yarın Gebze’ye gideceğim.” Tamamen ona döndüm. “İki gün görüşemeyebiliriz. Hatta belki de birkaç gün…”
İkimiz de olduğumuz yerde kalakaldık, birkaç saniye birbirimize baktık. Yağmur bizi pek rahatsız etmemişti. “Hafta içi de mi gelmezsin?” diye sorunca sesindeki korku yüzünden dudaklarımı büzdüm ama muhtemelen gözlerimin içi gülüyordu.
“Gelmeyebilirim… Artık işsiz bir avukatım.” Aklıma Menderes gelince söylediğim sözü derhal geri aldım. “Pardon, Menderes manyağı şirketi reddetti, vekâletimiz var… Muhtemelen pazartesi gelirim.”
Bana doğru bir adım attı. “Ama bana iki gün de fazla geldi.”
Açık konuştum. “Bana da.” Yanımızdan geçen ambulansa korku dolu bir bakış attıktan sonra tekrardan ona döndüm. “Ama yapacak bir şey yok.”
Yağmur çiselemeyi bırakıp bardaktan boşalırcasına yağmaya başlayınca hızlı hızlı arabaya doğru yürüdük, hiç konuşmadan arabaya bindik. On saniye bile olmamıştı yağalı ama saçlarım ıpıslak olmuştu.
“İnanamıyorum ya,” dedim elimi uzatıp aynayı açtıktan sonra. “Saçlarıma bak!” Sinir bozukluğuyla gülerek bu kez onun saçlarını inceledim. Kahkaha attım. “Seninkiler daha beter!” Açıkçası sanki duş almış gibi görünen Varan Alp’e bakarak katıla katıla gülmüştüm.
Varan Alp, arabanın torpidosuna uzanıp muhtemelen peçete çıkarırken gülüşümü durduramadığım için arkama yaslanıp kahkaha atmakla meşguldüm.
“Sana daha önce bu kadar komik bir kadın olmaman gerektiğini söylemiştim,” dedi tariz yaparak. Ama ben hâlâ gülüyordum, bütün ciddiyetimi kaybetmiştim. “Al, yüzünü sil bununla.”
Peçeteyi bilerek almadım. “Yok, ıslak kalsın yüzüm.” Hâlâ sırıtıyordum.
Peçeteyi önce alnıma, sonra yanaklarıma ve çeneme, son olarak da çenemin altına ve boynuma değdirerek beni rahatsız eden ıslaklığı kuruttu. Peçeteyi kendisine doğru çevirip “Peçetenin gökkuşağına dönmesine gülsem mi yoksa tepkisiz mi kalsam, bilemedim,” dedi. Sonra da bana çevirdi.
Kırmızı allığım ve tabii ki açık renk fondötenim yüzünden peçete gökkuşağına dönmüştü. Ha bir de bazı kısımları siyahtı, rimelim bitmek tükenmek bilmiyordu, tıpkı dertlerim gibi.
“Ne olmuş yani?” diyerek elindeki peçeteyi işaret ettim. “Tepkisiz kalacaksın.”
“Tamam,” dedi hiç beklemeden ve sorgulamadan. “Tepkisiz kalayım.”
“Eee?” diye sordum hastanenin önünde olduğumuzu belirtmek için arabanın camından dışarıyı işaret ederek. “Ne yapacağız şimdi?”
Varan Alp gözlerini kısarak başını öne doğru ilerlettikten sonra tekrardan bana döndü. “Bu yağmur durmaz ki…” Arabayı çalıştırınca ben de emniyet kemerimi taktım. “Sahile gidelim.”
Kaşlarımı çattım. “Şaka herhalde.”
“Hayır.”
“Yağmurda sahile mi gidilir Varan Alp? Deniz alıp bizi götürünce de kahkaha atarız artık.” Gayet ciddi bir biçimde arabayı kullanmaya devam etti. Varan Alp’te de biraz delilik vardı ama abisi baş deli olduğu için kanında vardır, diye düşündüm. “Heey!” dedim koluna dokunarak. “Ciddi misin sen?”
“Evet,” deyince elimi geri çektim. “Arabada kalırız, uzaktan denize bakarız. Olmaz mı?”
Düşününce pek de fena bir fikir olmadığını fark ettim. “Tamam, peki.”
“Yakın zaten, bak…” Yolun karşısını işaret etti. “Şurada dururuz işte…”
Söylediği gibi yolun karşısına geçti, sonra da arabayı denize doğru bakacak şekilde park etti. Yağmur biraz da olsun yavaşlamıştı ama yine de şiddetli yağıyordu.
Arabanın klimasını açarken başımı arabanın koltuğuna yasladım ve yüzümü ona doğru çevirdim, hatta bedenimi ona doğru çevirdim. O da tıpkı benim gibi yüzünü bana çevirince birkaç saniye sadece gülümseyerek birbirimize baktık.
“Taş kâğıt makas mı oynasak?” diye sordum aramızdaki gerici ve romantik bakışmayı sonlandırmak için. Kalbim Ramazan davulu gibi çarparken beynim pek çalışmıyordu çünkü…
Varan Alp, elini uzattı ve parmağımın ucundan tuttu. “Hayır, kutu kutu pense oynayalım,” dedi sessizce. Şakasına gülemedim çünkü o sırada birleşen ellerimize bakmakla meşguldüm. Birkaç saniye boyunca da sadece parmak uçlarımı tutan parmak uçlarını izledim.
“O zaman doğruluk cesaretlilik.” Elimi elinden çekince gözleri istemsizce gözlerime kaydı. Heyecanlanarak doğrulduğumda hâlâ mayışmış bir hâlde kafasının araba koltuğuna yaslandığını fark ettim. Arka planda duyulan yağmur sesleri asla yavaşlamıyordu, arkamızdan geçen arabaların asfaltta çıkardığı ses de huzur veriyordu. “Doğrul, hadi, oynayalım.”
Belli ki uykusu geliyordu ama beni kırmamak için doğruldu. “Tamam,” dedi yine yorgun bir sesle. Bana burada arabayla durmayı ve denizi izlemeyi o teklif etmişti, bu yüzden pek sorgulamadım. “Ama hayatımda ilk kez oynuyorum.”
“Ne?” dedim abartılı bir üslupla. “Yuh! Teo gibi bir abin varken ilk defa mı oynuyorsun gerçekten?”
Kafasını sallarken sesli bir nefes verdi. “Abimle oyun oynamayı ilkokula geçince bıraktım.”
Kahkaha atmamak için elimi dudaklarıma götürdüm çünkü deli gibi kahkaha atıp ortamı bozmak istemiyordum. “Tamam, ilk benimle oynuyorsun. İki kişiyiz zaten, sıra sıra sorarız. İlk ben başlayayım mı? Ya da hayır, sen başla. İlk defa oynuyorsun.”
“Ben mi soracağım yani sana?” deyince kafamı salladım. Hiç söylemek istemiyordu ama yine de sordu. “Doğruluk mu cesaretlilik mi? Otuz yaşında bu oyunu oynadığıma inanamıyorum,” diye eklemeyi de ihmal etmedi.
“Yirmi dokuz. Daha otuz olmadık, sus lütfen.” Ayrıca doğruluk mu seçsem cesaretlilik mi, onu düşünüyordum. “Doğruluk,” dedim ve hevesle kafamı koltuğa yasladım. “Sor.”
Yüzündeki yorgun gülümsemeyle düşünceli bir bakış attıktan sonra göz göze geldik. “Bak ben zor sorular sorarım ama, haberin olsun,” deyince heyecanlandım.
“Tamam, daha güzel zaten öyle!” dedim heveslenerek. “Sorsana!”
“Beni neden öptün?”
Yüzümdeki tebessüm tek bir cümleyle silinince doğruldum. Sanki onu neden öptüğümü biliyormuş gibi sorduğundan dolayı gözlerim titredi ve zorla da olsa gülümsemeye çalıştım.
“Nasıl yani?” diye sordum, bilmediğini varsayarak.
“Açık ve net. Beni neden öptün?”
Bütün dengemi tek bir soruyla altüst etti. “Öyle istedim çünkü?” Kendimi şu an çok kötü hissetsem de bilmediğini düşünerek yanıtlamak zorundaydım, şimdi zamanı değildi. “Ama daha önce sormuştun, ben de cevaplamıştım.”
“Daha önce pek inandırıcı gelmemişti,” deyince gözlerimi kaçırıp denize döndüm. Saçlarım dağılmış gibi topladım, bir şeyle oyalanıyormuş gibi yaptım ve sonra tekrardan ona döndüm. “Sanki acelen varmış gibi öptün…” Gözleri kısıldı. “Niye?”
Sertçe yutkundum. “Sana öyle gelmiş.” Zorla gülümsedim. “Sıra bende.” Toparlanmak için öksürdüm. “Doğruluk mu cesaretlilik mi?”
“Doğruluk,” dedi yorgun bir sesle. En azından az önceki ısrarında inatçı olmadığından ötürü biraz rahatlamıştım.
Birkaç saniye düşündükten sonra “Niye İstanbul’a geldin?” diye sordum. En çok merak ettiğim soruydu bu, onun hakkında. Her ne kadar Korhan Amir’le konuşurken duymuş olsam da ben de ona inanamamıştım.
Gözlerini kaçırdı, bir müddet sonra da gözlerimizi buluşturdu. “Korhan Amir’e söylerken duymadın mı?”
“Bana da senin söylediklerin inandırıcı gelmedi. Başka bir sebep olduğunu düşündüm hep,” diye açıkça belirttim. “Çünkü Teoman hep senin İstanbul’dan nefret ettiğini söylerdi.”
Başıyla onayladı. “İstanbul’u sevmiyorum zaten, İstanbul’un içindekileri seviyorum.”
“O zaman neden buraya geldin Varan Alp?”
Sanki benden sakladığı bir şeyler varmış gibi gelmişti, az önceki bakışlarımızdan sonra. Sanki ikimiz de doğruluk adı altında bahaneler sunarak birbirimize yalan söylüyorduk. Bu belki bir paranoyaydı, belki de saçma sapan bir his… Ama neden ikimizin verdiği cevaplarda da bu kadar gerginlik hissetmiştim? Belki de yalancı olan bendim, onu da kendime benzetip vicdanımı rahatlatmaya çalışıyordum. Bu da olabilirdi…
“Bilmiyorum,” dedi birkaç saniye sonra. “Ama iyi ki gelmişim.”
“Niye?” diye sordum uzata uzata. Bu soruyu sormak bile çok keyif vermişti.
Gözlerini bir saniye olsun gözlerimden ayırmadı. “Yarım bıraktığım hikâyenin devamını yazıyormuşum gibi hissettirdi çünkü.” Saçlarımın ucuna dokunurken uzun zamandır bu duygudan yoksun olduğumu hissetmiştim; bu hem hüzünlüydü hem de mutluluk vericiydi. “Ve hikâyenin başrolünde de yeşil gözlü bir kadın var.”
Şaşırıyormuş gibi “Aaa!” dedim ve güldüm. “Güzel mi bari?”
“Devamlı çirkin ya da güzel olup olmadığını soran bir güzeş.” Bu söylediğini gayet sakin karşılamaya çalışsam da karnımın içinde garip garip cisimler dolaşıyormuş gibi hissettiğimden dolayı sesli bir nefes almıştım.
“Başka?” dedim ve sol gözümü kırptım.
“Başka ne?” dedi açıklamamı ister gibi. “Ne duymak istiyorsun?”
Saçlarımın ucunda duran elini işaret ettim gözlerinle. “Ne hissettiğini?” dedim tok bir sesle.
“Olmaz ki ama,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Sıra bende çünkü.”
“Ha oyun…” dedim aydınlanır gibi. “İyi tamam, sor. Ya da direkt söyleyeyim.” Sırf bu sorunun aynısını sormaması için “Cesaret...” dedim ve kendimi biraz geriye çektim. Saçlarımın ucunda duran eli havada kalmıştı.
“Cesaret…” diye tekrarladı.
“Evet. Cesaret…” diye tekrarladım ben de.
Tereddüt eder gibi kaşlarının altından gözlerini kısarak baktı. “Emin misin?”
Küçümsememesi için kendimi işaret ettim. “Sen baksana bana. Sence bende herhangi bir şeyden korkacak bir tip var mı?”
Kafasını olumlu anlamda sallarken “Var,” dedi sessizce.
Dudaklarımın arasından küçümseyici bir nefes verdim. “Yolla gelsin.”
“Kendini denize at,” deyince gözlerimi belerttim.
“Oha ama…” dedim itiraz ederek. “Bu sayılmaz! Havaya bak! Hasta mı olayım?” Oyunbozanlık yaptığımın farkındaydım ama Varan Alp de amma insafsız çıkmıştı.
İki üç saniye kıkırdadıktan sonra “Bir daha o kadar emin konuşma…” deyince öfkelenip kollarımı göğsümde bağladım. Ona bakmıyordum. “Oyun burada bitiyor mu şimdi? Ben mi kazandım?”
“Yo…” dedim ve bir saniye ona baktıktan sonra tekrardan denizi izlemeye devam ettim. “Aksine, kaybettin Varan Alp.”
İtiraz etti. “Hayır, kazandım.”
“Kaybettin!” diyerek ısrar ettim.
“Tamam, kaybettim… Devamı yok mu şimdi bunun?” diye sorunca kafamı olumsuz anlamda salladım.
“Tamam,” dedim ve tekrardan yüzümü ona çevirdim. “Ben soracağım. Doğruluk mu cesaret mi?”
Muhtemelen bana olan hislerini açıklamamak için “Cesaret,” dedi ama daha fenasının geleceğinden bihaberdi.
Büyük bir hevesle “Bana olan hislerini babama mesaj olarak gönder!” diye neredeyse bağırdım.
Şok oldu. “Ne yapayım, ne yapayım?” dedi ciddiyetsiz bir gülüşle. Hatta bir süre sadece buna güldü, kendisini sakinleştirmeye çalışarak yüzünü kapattı. “Yok, ben…” Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Buna cesaretim yok. Şimdilik. Sonrasına bakarız.”
Otuz iki diş sırıtarak “O zaman ikimiz de kaybettik,” diyerek sevindim.
Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Aslında o öyle değil,” dedi hâlâ gülerken. “İkimiz de kazandık.” Son cümlesinde tüm kelimelerinden sonra nefesini yüzümde hissedince burunlarımız birbirine değmişti. “Sana demiştim ya,” dediğinde dudaklarımız birbirine değiyordu. Sanırım bayılmak üzereydim. “Seni bir şartla affederim, diye.”
“Hı,” dedim zorla da olsa. “Seni öpersem.”
“Öp.”
Onu tam öpecekken kaşlarımı çattım. “Hep ben mi öpeceğim ya?” diye sorarak kendimi geriye doğru çektim. Kalbim sanki arkasından atlı kovalıyor gibi saniyede yüz kez attığı için elim ayağım titriyordu.
Gözlerini kısarak “Niye oradasın?” diye sordu. Sanırım heyecandan kafamı cama yaslamıştım. “Buraya gel.”
Tekrardan ona doğru yaklaşınca bu kez nefes almama bile izin vermeden dudaklarımızı buluşturdu. Onu öptüğümde nasıl öptüysem ve pişman olmadıysam o beni öptüğünde de aynı şekilde hissetmiştim. Yanlış hareketlerimin sonucunun doğru hislere bağlanması gibi, yanlış yollara yürürken doğru insanla karşılaşmış gibi… Sanki hayat acı verdikten sonra ödüllendiriyordu beni, ağladıktan sonra gülüyordum, dilim damağım kuruduktan sonra su içiyordum, acıktıktan sonra yemek yiyordum, öfkeleniyordum sonra kahkaha atıyordum ama en çok da kazadan sonra yürüdüğüm ilk anı anımsatmıştı bana Varan Alp’in dudakları; sevinç, hüzün, heyecan, öfke, korku ve sayamayacağım bir çok duyguyu bir arada hissediyordum. Çok garip hissediyordum, hem de çok.
Dudaklarımız birbirinden her ayrıldığında sadece tek bir nefes aldıktan sonra tekrardan birbiriyle buluşturuyorduk, bu ta ki şimşek çakana kadar sürmüştü.
Şimşek çakınca korkmuştum hatta deprem oldu zannetmiştim çünkü bulunduğumuz yer sallanmıştı.
Birbirimizden ayrıldıktan sonra sarhoş gibi etrafa bakmaya başladık, sanırım o da korkmuştu.
“Sanki evliymişim de kocam seninleyken basmış gibi korktum,” dedim ortamı yumuşatmak için. Sanırım verdiğim örnek pek uygun olmamıştı. “Yani his olarak...” Sürekli nefes alıp verdiğim için ciğerlerim hayatının şokunu yaşıyor olabilirdi. “Yoksa öyle bir şey çok saçma gibi olmuş olabilir…”
Ne söylediğimi pek anlayamadığı için birkaç saniye duraksar gibi oldu. Ardından “Sen heyecanlandığında çok saçmalıyorsun,” deyince gerçekten de öyle olduğu için gülümsedim. “Ama bu bile hoşuma gidiyor.”
“Bir de çok hızlı konuşuyorum.” Gözlerim dudaklarına kaydı. “Ruj bulaşmış çenene.” Başparmağımla çenesindeki lekeyi sildim.
Varan Alp’in gözleri devrildi. “Geçen hafta da bulaşmış, Erkin gördü.” Gözlerimi belertince “Ama yanlış görmüşsün, dedim.” dedi rahatlatmak ister gibi.
“Ondan kaçar mı? Anlamıştır o…” dedim ben de.
“Yok ya, nereden bilsin? Ben bile o an beni öptüğünü tam olarak idrak edememiştim.” dediği an kendimi çok kötü hissettim. “Ama az önce daha net idrak ettim.”
Dengem bozulmuştu.
Burada öylece kaldığımız için bir Varan Alp’e bir de denize yağan yağmura bakıp duruyordum ama normal değildim. Sanırım utanıyordum. Ama azıcık.
İki kez öksürdükten sonra “Üşüdün mü?” diye sordu.
Yüzümü ona çevirip “Hayır,” dediğimde önce sorgular gibi bedenime baktı, sonra da âşık gibi gözlerimin içine.
Sanırım titriyordum.
Allah Allah ya…
“Üşüyorum!” dedim hızlıca. “Evet, sen sorunca tam anlamadım.” Aslında o kadar sıcaktı ki pişmek üzereydim ama yalan söylemek zorunda kalmıştım.
Arsızlığımı yitirmiş olabilir miydim?
“Saat de geç oldu.” Birkaç saniye sadece birbirimize baktık. “Ziva’nın canı çok sıkılmıştır…”
Sanırım ben de Varan Alp’in evinden ve arabasından başka bir yere gidemezdim. Bu yüzden “Ziva yalnız kalmasın…” dedim ve zorla da olsa gülümsedim. “Başına bir şey gelir falan.”
“Ev karanlık.”
Şaşkınlıkla “Korkar… Köpek…” dediğimde bana bile pek inandırıcı gelmemişti. “Korkmasın.”
“O zaman,” Vitesi ayarladıktan sonra sağ eliyle direksiyonu kavradı. O arkasına dönerek yolu kontrol ederken sürekli ona baktığım için gözlerimi oymak istiyordum. “Gidelim Ziva’nın yanına,” diye ekledi ve yola girdi.
Şu an oyalanabileceğim tek şey, cep telefonumdu; bu yüzden elimi çantama daldırdım ama telefonumu çıkarana kadar geçen süre, dünya üzerinde muhtemelen bir milyon altı yüz bin sekiz yüz on beş saate tekabül ediyordu.
Telefonumu çıkardıktan sonra mesajlarımı kontrol ettim, sonra da bir cevapsız arama olduğunu fark ettim ama saat epey geç olduğu için geri dönmedim. Zaten tanımadığım bir numaraya aitti.
“Salı günü ablamın sergisi var,” deyince başımı hafifçe ona doğru çevirdim. Ben perşembe günü zannetmiştim, bu yüzden dinlemeye devam ettim. “Sizi de davet etmiş. Gelecek misiniz?”
Aslında hiç Leman Hanım’ın sergisine gidecek hâlim yoktu ama kırmamak için “Geliriz herhalde,” dedim, öyle çıktı ağzımdan. “Belki ablam gelmez, Rüzgar’ı dışarıya çıkarmak istemiyor. Zaten önceki sergide de dışarıda kalmıştı.” İşte son cümle ağzımdan kaçmıştı.
“Ne?” Sanırım Varan Alp’in bu durumdan haberi yoktu. “Hamileyken mi?”
“Evet,” dedim istemeyerek de olsa. Dilimi eşek arısı soksaydı da konuşamasaydım. “Ama kapıdaki güvenlik yüzünden, ablanın kasıtlı yaptığını düşünmüyorum.”
Toparlamaya çalışsam da biraz morali bozulmuştu, belliydi. “Benim haberim yoktu bundan. Abim girmiş miydi peki içeriye? Onunla girseydi keşke.”
“Teoman iş çıkışı hemen geçmişti, ablam da serginin başladığı an oradaydı ama içeriye almadılar. Ablan da sanırım o an kurdele kesiyordu, kimse telefonuna bakmadı. Ama geçti gitti sonuçta… Ablan da ne çok resim yapıyormuş ya,” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım. “Yılda iki kez sergi açtı. Helal.”
Leman Hanım’ı övdüğüme inanamıyordum ama Varan Alp’in yanında ablasını kötüleyemezdim!
“Bütün gün evde resim çiziyor, normaldir…”
Yüzümü hafifçe ona doğru çevirdim. “Sen de resim çiziyorsun, değil mi?”
“Çiziyorum bazen.”
“Koray da çok resim çizerdi küçükken ama şu an sadece bilgisayardan proje çizmekle meşgul,” diyerek enayi kardeşimin hâlinden yakınmaya başladım. “Bütün gün bilgisayarın başında proje yetiştiriyor hocalarına. Eve gidiyorum, odasından çıkmıyor. Geçen gün ablan ve enişten geldi ya, hemen odasına çıktı. Yabani bu çocuk ya…”
Varan Alp’in yanında Koray’dan bahsetmek ilk defa garip gelmişti.
“Genç işte…”
“Biz de genciz,” dediğimde kırmızı ışıkta durduk. “Değil miyiz?”
Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Yaşlandık biz.”
“Ay sanırsın altmış yaşında…” dedim sesimi incelterek. “Kırka kadar kendimi genç görüyorum, kırktan sonrasına bakarız…”
“Sen yemek yemiş miydin?” diye sordu konuyu anında değiştirerek.
“Yedim. Ablam kızartma yapmıştı. Hani siz yemediniz diye kızdı ya… Sen yedin mi?” diye sordum ben de.
Kafasını salladı. “Abimle yedim.”
“İyi.”
Beni tekrar etti. “İyi.”
Yirmi dakikalık yolun ardından sitenin içine girdik, sonra da onun bloğuna yürüyüp asansöre bindik; sitenin içinden Varan Alp’in evine doğru olan yolumuz dünya üzerinde beş bin seneye tekabül ediyordu. Zaten gerim gerim geriliyordum, bir de bu kadar yol yürüyünce ek olarak bir de ıslanmamak için hızlı hızlı yürüyünce daha da gerilmiştim.
Ama durmak bilmeyen dilim, daha dairesine girmeden bile konuşmaya başladı. “Madem havanın yağmurlu olduğunu biliyordun, niye şemsiye almadın Varan Alp?” Az önce asansördeyken havanın yağmurlu olacağını bildiğini söylemişti. Sinirlenmiştim. “Saçlarımı sabah yüz kere şekillendirdim, yağmur yüzünden Einstein’in saçları gibi kabardı. Şu hâlime bak.”
“Miray sadece on saniye yürüdün, abartma istersen.” İkimiz de içeriye girince Ziva bu kez havlamadan yanımıza koştu, Varan Alp de ışığı açtı. “Kabarmamış bile. Bir de benim saçıma bak sen!”
“Ya senin saçın bir santim! Bozulsa ne olur bozulmasa ne olur?” Holde duran aynadan kendime bakarken o da yanımda durdu ve kendisine baktı.
“Bir santim değil benim saçım.”
Gözlerimi devirerek saçlarına bakınca gülmemek için kendimi çok zor tuttum. “Tamam, en uzun saç seninki. Çok da gürler maşallah…” Yalandan güldüm. “Kurutma makinen nerede? Hasta olurum ben hemen ya… Zaten belli, sürekli hapşırasım geldi ama hapşıramadım.”
Birkaç saniye bana deliymişim gibi baktı. “Kurutma makinesi nerede olabilir?” diye sorduğunda sinirlenerek banyoya yürüdüm. “Yanlış yere gidiyorsun, mutfakta ocağın üstünde…” diyerek şaka yapsa da aldırmadım.
Gıcık.
“Onu sormadık herhalde!” Sesim banyosunda yankılanınca aynadan gördüğüm saçlarıma dokunarak bir kez daha sinirlendim. “Tamam, gördüm.” Hemen prizin yanındaydı, ben de prize takarak kurutma makinesini açtım.
Neyse ki iki üç dakika içinde kurudu ve normal bir insana benzedim.
Ziva, banyonun kapısının önünde nöbetteymiş gibi beni izlerken tatlılığına dayanamayıp ona doğru eğildim. “Ziva,” dedim sesimi incelterek. “Ya sen ne kadar tatlısın ya…” Varan Alp ortalıkta gözükmüyordu.
Ziva bana daha çok yaklaşıp onu sevmemi isteyince iki elimle de yanaklarını sıkarak onu okşamaya başladım. “Koş!” deyip salona doğru koşunca peşimden koştuğu için biraz korktum ama yine de ben durduğum an durup dilini çıkararak bana baktığı için sakinleşiyordum. “Hani senin oyuncakların?” diye sordum ve masanın üstünde duran yapbozu görüp kaşlarımı çattım. “Yuh!” Varan Alp tam o sırada içeriye girmişti. Üstünü değiştirmişti. “Bu kaç bin parça ya?”
“2000 parça, çok değil.” Masanın önünde durup sadece çevresini oluşturduğu yapboza bakıp güldü.
Bir ona bir yapboza baktıktan sonra “Sende de tam o tip var zaten,” deyip sandalyeye oturdum. Bütün masayı kaplamıştı resmen.
“Ne tipi?” diye sordu düz bir sesle.
Elime birkaç yapboz parçası alıp tek tek bakarken “Sanki iş hayatında problem çözdüğü yetmiyormuş gibi eve geldiğinde sıkılınca başka problem arayan ve deli gibi yapboz oynayan insan tipi…” dediğimde çok hızlı konuşmuştum.
“Ha deliyim yani ben?” Yanımdaki sandalyeye oturup eline birkaç yapboz parçası aldı. “Peki.”
Gülümseyerek ona döndüğümde “Değil misin? Bana mesela?” diye sordum şaka yaparak. Tek bir kelimeden bile bu şekilde bir cümle çıkardığımı anlayınca kaşlarını çatarak bana döndü. “Şaka yaptım!” dedim gözlerimi kocaman açarak. “En çok parça bulan kazanır.”
“Sen de kazanmaya ne meraklısın ya,” dedikten sonra eline aldığı ilk yapboz parçasını yerleştirdi ve uydu. Şok olmuştum. “Ama ben çok hızlı çözerim, haberin olsun.”
Ağzım beş karış açık kalırken “Onu oradan çıkarıp geri koydun, değil mi?” diye sorduktan sonra ben de bir parça çıkarıp yerine taktım. “Ben de bir tane yerleştirdim.”
“Miray çıkarsam görmez miydin?” diye sordu ciddiyetsiz bir ifadeyle. İleride duran parçalardan birini aldıktan sonra kendi köşesine yerleştirdi, o da oldu. “Bak, bu da oldu. 2-0.”
“Senin kadar hilebaz bir insan görmedim… İnanamıyorum…” Ağzım açık kalmıştı. Resmen hile yapıyordu. “Eline aldığın parçayı nasıl anında yerleştirebilirsin ki doğru yere? Yalancısın! Vallahi de billahi de yalancısın. Çekil…” Kolunu itekleyip ilerideki tüm yapboz parçalarını kendi önüme çektim.
“Asıl hile yapan sensin.” Elindeki parçaları gösterdi. “Benim tarafımdakilerle senin tarafındakiler bir mi sence? Ortaya koy onları.”
Kafamı olumsuz anlamda sallayınca elini arkamdan dolayıp benden yapboz parçalarını tek hamlede aldı. “Bir de hırsızsın ya! Hem savcı hem hırsız! Onları ben aldım,” Geri almaya çalıştım ama vermedi. Ben de sakinleşip kendi tarafımdakilere odaklanmaya çalıştım. “Neyse, ben bunlarla bile geçerim seni.”
Varan Alp benim tarafımdaki köşeye doğru elini uzatıp bir yapboz parçası daha yerleştirdi ve kıkırdamaya başladı. “3 oldu. Yetişirsen haber ver ama ben biraz da bu tarafla ilgileneceğim.”
Sinirden gülmeye başladım ve elimdeki yapboz parçalarına hayretle baktım. “Varan Alp bu imkânsız ama ya…” Önüne yığdığı parçaları ayırırken o kadar keyifliydi ki öfkem katbekat artmıştı. “Ayrıca demoralize oldum ben.” Tüm parçaları ortaya attım. “Al, al hepsi senin olsun.”
“Onlara ihtiyacım yok, sağ ol.” Gözlerimi kısarak bir yapboza bir de önündeki yapboz parçalarına bakarken onu izledim. Gerçekten merak etmiştim nasıl yaptığını. Acaba bir hilesi mi vardı? Çünkü eline aldığı parçayı anında uyduruyordu.
Parmağını uzatıp eline almaya çalıştığı ama küçüklüğünden dolayı alamadığı yapboz parçasını kendime doğru çekip aldığımda bozularak bana döndü.
“Ben seçtim,” dedim ve yapboza doğru döndüm.
“Aynen. Kesin sen seçmişsindir.” Yapbozu işaret etti. “Eğer ilk hamlede doğru yere yerleştirirsen üç puan birden vereceğim, hadi.”
Sevinçle kaşlarımı kaldırdım. “Gerçekten mi?” diye sordum. Başıyla onayladı. “Tamam, dur, bulacağım.” Gözüm bir aşağı bir yukarı bir sağa bir sola gitti ama kendi tarafıyla ilgilendiği için daha çok onun köşesine doğru eğdim başımı. Lacivert renkteki bu yapboz parçasını korkarak da olsa lacivert alana doğru sürükledim ama olmadı.
Bozularak gözlerimi devirdiğimde “Ver bana,” diyerek elimden aldı yapboz parçasını. Kendi tarafına değil de benim tarafıma doğru yerleştirdiği yapboz parçasına bakarak alkış tuttum. “4-0 oldu. Yenilmelere doyamıyorsun galiba…” Tuttuğum alkışı anında kestim.
“Sen hile yapıyorsun,” dedim kabullenemeyerek. “Az önce de nasıl bu kadar profesyonel hile yapabilirsin diye alkış tuttum zaten.” Kocaman alanda nasıl anında yapboz parçasının yerini bulabilirdi ki? İmkânsızdı bu. “Ya da…” dedim aydınlanarak. “Bu yapbozu daha önce yüz kez yapıp bozdun.”
“Öyle olsa bile bu bir beceri olmaz mı?” diye sorunca keyifsiz bir bakış attım. “Yenildiğini kabul et.”
“Yenilmedim.”
“Yenildin,” dedi gülerek.
“Ya yenilmedim!” dedim ısrarla. “Sen hile yaptın. Kabul et.”
Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Yenildin ve kazandım, ek olarak hile de yapmadım.” Sandalyeden kalktıktan sonra kanepede uzanan Ziva’nın yanına doğru yürüdü. “Ben biraz Ziva’yla oynayayım, sen de olur da bir parça bulursan…” dedi imkânsız bir cümle kuruyormuş gibi. “Yani bulursan gerçekten…” dedi abarta abarta. “Haber ver.”
Yenilgiye hiç gelemezdim.
“Bekle sen…” Bu söylediğime de gülünce kayışlar koptu, beynimde şimşekler çakmaya başladı.
Masanın üstünde duran kalemi önüme koyduktan sonra saçlarımı topladım, sonra da kalemi saçlarıma geçirdim. Tüm yapboz parçalarına tek tek baktıktan sonra sadece bir parça olsa bile bulmak için yaklaşık on dakika geçirdim.
Ama sonunda buldum…
“Varan Alp buldum!” deyip arkamı döndüğümde salonda olmadığını fark ettim. “Neredesin?” Ziva ile göz göze gelince “Nerede o? Nerede?” diye sordum peş peşe. “Cevap versene Ziva.”
Ziva iki kez havladığında burnuma kahve kokusu gelmeye başladı. Telefonumu elime aldıktan sonra yapbozun fotoğrafını çektim, sonra da büyük bir gururla mutfağa doğru ilerledim.
“Bak,” dedim mutfaktan içeriye girer girmez. Havaya kaldırdığım telefona gözlerini kısarak bakan Varan Alp’e attığım havadaki oksijen dünyada bile yoktu. “Bu sen Ziva’nın yanına gidince çektiğim fotoğraf, bu da parçayı bulduktan sonra…” Telefonu geriye çekince inanır gibi oldu. “Ne oldu? İnanmıyordun… Ağır mı geldi Varan Alp? Çok mu üzüldün? Kıyamam ya…”
“Yalnız ben dört parça buldum, iki dakikada…” Tezgâhın üstündeki kahveleri eline aldı. “Sen beş saatte bir tane buldun.”
Kaşlarımı çattım. “Beş saat mi?” diye sorup mutfağın ışığını kapattım. Peşinden ilerlerken “Senin kadar çok çözsem iki dakikada on tane bulurdum ama…” dedim biraz abartarak. “Ki yapbozu bozsak şu an hayatta çözemezsin…” dedim daha da abartarak. “İddiasına bile varım. Hile yaptın. Nokta! Pardon, ünlem!”
Varan Alp, Ziva’nın topunu salonun öbür ucuna attıktan sonra ben de koltuğa yerleştim. Sonra bana dönüp “Tamam, sen kazandın…” dedi küçümseyerek.
Onu dövmemek için bir sebep…
Savcı olması.
Tamam.
Elime aldığım kupa bardağı burnuma götürdüğümde kahvenin kokusu bütün yorgunluğumu sildi. Birkaç saniye sadece gözlerimi kapatıp kahveyi kokladım.
“Bugün neydi öyle ya?” diye sorduğumda Varan Alp de yanıma oturdu, elinde battaniye görünce kaşlarımı çattım. “Bu ne?” dedim kırmızı battaniyeye bakarak.
“Üşüme diye.” Battaniyeyi ikimizin de bacaklarına örttü. “Eee, ne diyordun? Bugün?”
Battaniyeye dokunup salak salak sırıttıktan sonra “Bugün neydi ya?” dedim gözlerimi belerterek. “Emniyetten kulübeye, kulübeden ablamlarla, ablamlardan hastaneye, hastaneden deniz kenarına,” derken göz göze geldik. Sırıttım. “Çok yoğundu. Galiba dünü beş gün olarak yaşamış olabilirim.” Kahveden bir yudum aldım. “Bu kahvenin markası ne? Söylesene, bizim eve de alayım.” Telefonumu elime alıp kahvenin markasını söylemesini bekledim.
“Bilmiyorum,” deyince gözlerimi kısarak kafamı ona çevirdim. “Çünkü Erkin poşet poşet aldığı için yarısını aynı şekilde poşet poşet bana gönderdi.” Kafasını salladı. “Ama gerçekten çok güzel. Sorarım ben ona.”
Şüpheli bir bakış atarak telefonumu koltuğa geri bıraktım. Bilerek fısıldadım: “Kaçak kahve olmasın?”
Güldü. “Erkin kaçak çay içiyor bu arada.”
Hiç güleceğim yoktu ama kahkaha attım. “Biz de bazen kaçak çay içiyoruz, bence güzel.” Kahveden bir yudum daha aldım. “Sen de Doğu’da görevdeyken içmişsindir herhalde…”
“İçtim tabii, hem de mekânı bile vardı onun. Gerçi orada kaçak çay dışında çay içmiyorlar ama… Bizzat mekânına gittim. Götüreyim mi seni bir kere?”
Umarım kahveyi üstüme dökmezdim. “Olur. Arabayla kaç saattir sence?”
“Arabayla oraya gidilmez. Ha gidilse bile on beş saat sürer bence.”
Kaşlarımı havaya kaldırarak “On beş ne be? Yuh!” dedim, sessiz bir çığlık atmıştım. “Neyse ki İzmitliyim, bir saat.” Saçlarımın açıldığını hissedince başımı sağa doğru çevirdim ve az önce topuzuma tutturduğum kalemi Varan Alp’in elinde gördüm. “Amaç?” diye sordum başımı ona doğru çevirdiğimde. Pis pis gülüyordu.
“Bak bu kalem,” Boynuma doladığı koluna kafamı yaslarken elindeki kalemi gözüme sokarcasına salladı. “Yazı yazılıyor bununla.” Beni yine sinir etmeye çalıştığı aşikârdı. “Topuz tokası değil yani…”
Burnumdan nefes verdim. “Rahatsız mı oldun Varan Alp?” Tek gözümü kırptım. “O zaman senin evine de gelmeyeyim bir daha?” Bütün keyfi yerle bir oldu. “Gelmeyeceğim, şu an karar verdim.” Kahvemden zevkle iki yudum aldım. “Artık adliye köşelerinde görmekle yetineceksin, mecbur.”
“Nasıl yapıyorsun topuzu?” diye sorup kahvesini orta sehpaya bıraktı. Saçlarımı topuz yapmaya çalıştı ama kalemi tutturamadı, topuz sürekli bozuldu. “Miray,” dedi ısrar ederek. “Yapsana şunu.”
Ciddiyetsiz bir ifadeyle gülerek kahve bardağımı onun eline tutuşturdum. Gözlerimle kalemi işaret ettim. “Ver hadi ver.” Kalemi elime aldıktan sonra topuzuma tutturdum ve kahve bardağımı ondan geri almadım. Ayağa kalktım. “İki saattir sandalyede oturuyorum ya, sırtım ağrıdı galiba.” Sırtıma dokundum.
“Uyu, uzan istersen.”
Ziva önüme kadar gelince ona doğru eğildim ve yumuşak kafasını okşadım. Önünde duran topu alır almaz ileriye, salonun diğer köşesine attım.
Ziva koştu, topunu aldı ve bana geri getirdi. “Ya kıyamam…” dedim doğrulup Varan Alp’e dönerek. “Bütün gün evde sıkılmış seni beklerken…”
Topu tekrardan salonun diğer ucuna attım, Ziva büyük bir mutlulukla tekrardan o yöne doğru koştu ve topu alıp bana getirdi.
“Alışık o,” dedi Varan Alp sessizce. “Bak bu müziği çok seviyor.” Varan Alp pikaba doğru yürüyünce Ziva beni ve topunu bırakıp pikabın olduğu bölgeye yani Varan Alp’in yanına doğru koştu ve iki kez havladı.
“Ziva sen çok tuhaf bir köpeksin,” Onların yanına yürüdüğümde Ziva’nın merakla kafasını plağa doğru kaldırdığını görüp gülmeye başladım. “İnanamıyorum ya… En sevdiğin şarkı mı var senin?” Kafasını okşarken hayvan bir oraya bir buraya savruldu. Sanırım biraz fazla sevmiştim.
Plak çalardan Ziva’nın sevdiği müzik çalınca Ziva bir anda zıplayarak koltuğa koştu, sonra buraya, koltuğa, sonra buraya… Delirmiş gibi davranıyordu ve şok olmuştum.
⚖️
2 GÜN SONRA
Emniyetteydim ama önceki davalarımdan kalan bir KYOK itirazım olumlu neticelendiği için adliyeye uğramam gerekiyordu, işlerim vardı; burada da Menderes’le ilgileniyordum ve Erkin’i Menderes’in suçsuz olduğuna ikna etmekle meşguldüm. Anlayacağınız, işler pek karışıktı. Tatilken bile iş başı yapıyordum ve bu kez Aykut’la da didişiyordum!
Hava yağmurluydu, tıpkı iki gün önceki gibi dışarısı berbat durumdaydı. Neyse ki bu kez yanıma şemsiye almıştım ama adliyeye gitmeye üşeniyordum.
“Sonra beni restoranın bahçesinden aldıkları gibi götürdüler efendim,” Aykut’un gri takım elbisesinin içine giydiği mor kazak göz zevkimin içine ederken bir de bana dellenmesi yok muydu, boğmak istiyordum onu, boğmak! “Miray da Miray… Zaten boru gibi sesi vardı adamın, kulağımın zarı delindi…”
Erkin ısrarla “Aykut Bey sus artık…” deyince Menderes ofladı. “Bir kes ya! Bu nedir kardeşim? İfadeni aldık, bitti! Sen daha neyden yakınıyorsun? Miray kurtarmasa toprağın altında rahmetliydin!” Birkaç kez cıkladı. “Çık, kalk, git bu odadan…”
Aykut kalkmadı. “Erkin Savcım,” Açık alnındaki terleri sildi. “Ben şikâyetçiyim, diyorum. Bakın, size aktarabileceğim bütün bilgileri aktardım. Evet, Menderes suçsuz. Bu kesin zira onu arayıp beni kurtarması için rica ettim. Hani kendisi mafya ya…”
Erkin dişlerinin arasından “Aykut bu odadan çıkmazsan hakkında soruşturma başlatırım,” dedi ciddiyetle. “Yahu yeter! Kalk git kardeşim! Dinledik diyorum seni ya…” Kaşları daha da çatıldı. Menderes’e döndü. “Bana bak. Mafya mısın sen?”
Menderes itiraz etti. “Savcım ben sizi görmedim bile. Yanlışlıkla yumruk attım, yemin ederim.” Yüzünü bana çevirdi. “Miray ve eski davamın mahkemesindeki hakim de şâhidimdir ki beni kan tutuyor. Ben bir insanla öyle yumruklu falan kavga edemem. Sizi gördüğümde tokat atacaktım.”
Aykut bacağını bacağının üstüne attı, tıpkı benim gibi otururken de küçümser bir bakış attı bana.
Gözlerimi devirdikten sonra “Aykut Bey siz hâlâ burada ne yapıyorsunuz? Tamam, anladık, kaçırıldınız,” deyip otuz iki diş sırıttım. “Ama sizi de ben kurtardım. Rica ederim bana artık o şekilde bakmayın.”
Erkin burnundan solur gibi “Sen şimdi Aykut seni aradıktan sonra mekâna girince seni bacağından kim vurdu, görmedin mi?” diye sordu. “Ulan madem bacağından vuruldun! Bana nasıl yumruk attın?”
Erkin’in hâlâ bantlı duran kaşının altına bakarken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Savcım Menderes yanlış anlamış, sizi katil zannetmiş ve kendisi de 17 Eylül 1998 doğumlu olduğu için ani bir nefretle öldürücü darbe olmaksızın bir tanecik yapıştırmış. Abartmayalım.” diye savundum.
Erkin bir bana bir Menderes’e baktı, en son Aykut’a ölümcül bir bakış attı. “Yahu sen hâlâ burada mısın?” diye bağırdı Aykut’a doğru.
Muhtemelen Aykut’un ödü koptu. “Sayın Savcım korkuyorum, araba istedim ama komiserler daha sonra yardımcı olabileceğini söyledi.”
Menderes sesli bir nefes vererek “Bu tuzluğu alsın benimkiler,” dedi. Telefonunu çıkarıp bir mesaj gönderince Aykut’un kaşlarının havada olduğunu gördüm. “Çık Avukat Bey, benimkiler seni bırakacak.”
Menderes’in son cümlesinin ardından Aykut büyük bir rahatlıkla ayağa kalktı, çantasını da koluna taktıktan sonra havalı havalı yürüyerek Sarp’ın odasından çıktı. Üçümüz kaldık.
“Savcım,” dedim Erkin’e oldukça nazik bir şekilde. “Menderes zararsız biri. Evet, hafiften mafyatik bir görüntüye sahip olabilir, sert bir adam da olabilir ama yapmayın… Zaten yeni tutuksuz yargılanma aldık önceki duruşmadan…” Menderes’in omuzuna dokundum. “Siz tabii ki en iyisini bilirsiniz Erkin Savcım ama Menderes kendisini korumak için bir tane patlatmış sadece.”
Erkin’in mavi gözleri kısıldı. “Öyle mi Avukat Hanım?” diye sordu sertçe. “Ulan bu adamı salsam, ertesi gün adliye çıkışı bir tane kafama patlatsa o zaman da mı kan tuttuğunu iddia edeceksin?”
“İddia değil Erkin ya!” dedim sinirlenerek. “Yani Sayın Savcım…” diye düzelttim. “İddia değil, gerçek. Bunu mahkemede, USB’de kanıt olarak sundum ve tutuksuz yargılanma aldım, teessüf ederim…”
Erkin sesli bir nefes verdi. “Tamam defol sen, çık,” dedi Menderes’e bakarak. “Avukatın kalsın sadece. Hadi…” dedi daha yüksek bir sesle.
Menderes pek gururuna yediremese de sessiz kalarak odadan çıktı. Erkin’le baş başa kaldık. Hiç beklemeden “Ceyda Savcı’da mı dava?” diye sordum.
“Maalesef.” Huzursuz bir nefes verdi. “Ceyda bir de iz buldu mu o ize takar, peşinden gider. Koray ile Fırat’ın görüntüsünün Ceyda’ya da ulaştırılamayacağının garantisini veremeyiz. Bence ben artık Fırat’ı ele vereyim, Koray’ı da bilmiyormuş gibi yaparız.”
Dudağımı dişlerken “Çok ikilemde kaldım,” dedim huzursuzca. “Koray’ın görüntüsü hiçbir yerde net değil, değil mi? Sadece bize gönderilen video kaydında var.”
“Bildiğim kadarıyla.”
Erkin böyle söyleyince çok kararsız kaldım.
“Acaba Koray itiraf mı etse? Beni zorla alıkoydu, der.” Şimdiden bu kadar huzursuz olduysam sonrasını hayal bile edemedim. “Ben de avukatı olurum, savunurum kardeşimi.”
Erkin ben bilmem dercesine arkasına yaslandı. “Sen de görüntüleri yok ettin Miray. Şimdi bu ortaya çıkarsa Varan Alp hepten dellenir, seni delil karartmadan Ceyda’nın önüne atar.”
“Hayır…” dedim sinirle. “Sende var o video kaydı. Ben sadece Varan Alp’in görmesini engelledim. Delil karartma falan yok yani.”
Erkin, “Varan Alp bilmesin Miray,” deyince gözlerimizi tekrardan buluşturdum. “Bunun sonucu kötü olur. Ha bana küser mi, belki bir iki ay tavır yapar ama seni hepten siler.”
İçimi büyük bir korku kapladı. “Ama hayatım boyunca ondan saklayamam.”
“Ben seni ele vermem,” dediğinde ona istemsizce güvendim. “Bilmediğini söylersen ve o şekilde davranırsan da konu kapanır. Bu kadar. Büyütme şu mevzuyu. Ben halledeceğim.” Telefonunu eline aldı. “Hatta şimdi Ceyda’yı arıyorum, adliyedeyse yanına gideceğim.”
Keşke başka bir savcıya devredilseydi dava.
“Koray olduğunu öğrenirlerse bütün çabam boşa çıkacak ama Erkin…” Sıkıntılı bir nefes verdim. “Hata yaptığımla kalacağım.”
“İstiyorsan şimdi, gidip Ceyda’ya söyle. Varan Alp ile paylaşmamasını da söyle.” Kaşları çatıldı. “Ki bu konuşma pek iyi sonuçlanmaz… Çünkü Ceyda, Varan Alp’e âşık, sen de Varan Alp’e âşıksın.”
Yüzümü ekşittim. “Çok komiksin,” dedim ve gözlerimi kaçırdım ondan. “Ya Fırat, Koray’dan bahsederse?”
“Koray’ı tanımıyor bile… Tarif etse bile ne kadar edebilir ki?”
“Sence şu an Varan Alp’e her şeyi anlatsam onunla aramız bozulur mu?” diye sorduğumda telefonunu masaya bıraktı.
“Bozulur,” dedi sessizce.
Delirecektim!
“Ne yapacağım o zaman ben?” Sıkıntıyla bacaklarımı sallamaya başladım.
Erkin ayağa kalktı, karşımdaki sandalyeye oturdu ve “Savaşacaksın,” dedi basit bir şey söylüyormuş gibi. “Çünkü kardeşin de suçsuz sen de suçsuzsun ve seni saklamaya ben zorladım. Eğer öğrenirse ve sana kızarsa direkt beni suçla. O bana küsemez zaten.” Büyük bir egoyla arkasına yaslandı.
“Sana küsemez ama beni siler. Harika cümleler kuruyorsun!” Yalandan alkış tuttum.
“Miray tamam, sen de rica ediyorum abartma şu meseleyi,” diyerek masadaki dosyalardan birini önüme attı. “Bu dosyayı Ceyda’ya devredeceğim, artık ilgilenmeyeceğim ama bir bak istersen. Olay yerinde böyle bir küpe bulundu.”
Yıldızlı küpeyi görür görmez “Duvardaki yıldız, aynı zamanda Fırat’ın kolundaki dövme…” dedim yutkunarak. “Erkin, Fırat kesinlikle bu işin içinde.” Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Kolundaki yıldızlı dövmenin başka bir açıklaması olamaz.”
“Fırat’ın avukatı ol,” dedi Erkin, çok normal bir cümle kuruyormuş gibi. Ben şaşırarak gözlerimi belertmiştim. “Davanın içine dâhil olursun, bilgi alırsın.”
“Bir Fırat kalmıştı avukatı olmadığım.” Gözlerimi devirdim. “Eee?”
“Belki sana bir şeyler anlatır, güvenir…” Bu biraz mantıklı gelmişti. “Sonra sen de bize anlatırsın.”
“Düşüneceğim.” Dosyayı karıştırmaya devam ettim. “Saç telleri çıkmış, evet, Varan Alp saç tellerinden ve kan örneğinden bahsetti.”
Erkin dosyayı eline aldı. “Bir de olay yerini değiştirmişler, bu kadar.”
“Nedim’in ölümünden ya da bu Bolu’daki Melek adındaki kadından da bir haber yok sanırım?”
Erkin yeni hatırlıyormuş gibi “Bolu olayında bir görgü tanığı var…” deyip işaret parmağını hafifçe kaldırdı. “Kısa saçlı bir kadın gördüğünü söylüyor.”
İki elimi birbirine çaktım. “Çattık ya bu kısa saçlı kadına! Hayır, etrafımda kısa saçlı bir kadın da yok şüpheli olarak gördüğüm!”
“Sen dikkat et yine de,” deyince ayağa kalktım, artık adliyeye geçmem gerekiyordu. “Adliyeye mi?” diye sordu Erkin.
“Evet.” Çantamı toparladım, omuzuma astım. “KYOK itirazım ilk defa reddedilmedi.”
Erkin güldü. “Avukatların korkulu rüyası KYOK itirazı… Hangi karara itiraz ettin?” diye sordu.
“KYOK itirazımı boş ver de…” dedikten sonra göz göze geldik. “İtirazımla bağlantılı başka bir dava var; KYOK itirazımı eski müvekkilim için yapmıştım, öldü.”
Erkin’in kaşları havaya kalktı. “Öldü mü?”
“Maalesef.” Sinirlenerek daha olayı anlatmadan bütün düşüncelerimi dile getirdim. “Bence savcıyı satın aldılar, başka da bir düşüncem yok.” Nefret ediyordum böyle insanlardan. “Müvekkilim tehdit edilen genç bir kadın, üç ay önce de kardeşi öldürüldü, yani eski müvekkilim,” Erkin’in kaşları çatıldı. “Araba kullanırken arkadan son hızla gelmiş, çarpmış… Ve çarpan kişi, yaşayan müvekkilimi tehdit eden adamın oğlu!” dediğimde o kadar sinirlenmiştim ki sesi yükselmişti. “Bundan on dakika önce de radardan ceza yemiş ama savcı, müvekkilimin kardeşinin araba kullanışında bir problem olduğunu düşünüyor. Maalesef… Bu çarpan adam var ya, ailesi ülkenin en zengin ailelerinden. Üstünü kapayıp müvekkilimi tehdit ediyorlar, geçenlerde beni de tehdit etmeye çalıştılar ama ben korkar mıyım?” Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Korkmam. Şimdi onlar düşünsün… Duruşma perşembe günü ve KYOK itirazım da kabul edildi. Şimdi müşteki vekili olarak davayla bağlantılı olan KYOK itirazı kabulünü de mahkemeye sunacağım. Görecekler günlerini…”
Sanırım fazla gaza gelmiştim.
“Bu savcının adı ne? Söyle bana,” dediğinde ikimiz de odadan çıkıyorduk. “Aynı savcı mı peki? Hani ölen müvekkilinin ve ablasının davasına bakan… Bağlantılı diye ondadır herhalde…”
“Evet.” Sesli bir nefes verdim. “Ahmet Can Karabıyık mı ne… Öyle bir şeydi. Karasakal da olabilir.”
“Bizim adliyede mi?” diye sorunca kafamı salladım. “Adını duymadım, yeni muhtemelen.”
“Radar cezası yediğini ispatladım, ki bunu ispatlayana kadar da canım çıkmıştı.” Emniyetten çıkıyorduk Erkin’le. “Sonra da dosyanın içine zımbalayıp itiraz dilekçeme ekledim radar cezasını çünkü savcımız, beyimiz…” dedim abarta abarta. “Ceza yediğine dair bir ispat olmadığını öne sürmüştü. İçimin yağları eridi… İtiraz merci dosyayı açıp içindeki cezayı kontrol etme zahmetinde bulunmuş, iddianameyi düzenlemesi için de savcılığa iade etmiş. Bir dakika,” Telefonum titreyince elimi çantama daldırdım, ne yazık ki telefonumu çantamdan çıkarmam bu kez yedi asra tekabül etmişti dünya üzerinde. “Müvekkilim arıyor. Muhtemelen geldi. Biz savcıya tekrardan ifade vereceğiz de…” Telefonu açtım. “Efendim?”
“Miray…” Sesi ağlamaklı gelen Evra’nın ne söyleyeceğini beklerken endişeyle olduğum yerde kalakaldım. “Miray b…” Konuşamıyordu. “Yine tehdit ettiler. Avukatın savcının yanına giderse… Giderse onu da öldürürüz, diyorlar.”
Sıkıntılı bir nefes verdim. “Hiçbir şey yapamazlar. Nasıl tehdit ettiler seni? Mesaj mı gönderdiler?”
“Gelip evi dağıttılar. Neymiş, mahkeme olmaması için şikâyetimizi geri çekecekmişiz iki davadan da…” Ağlamaya devam etti. “Miray ben gelmeyeyim. Sen de gitme. Boş ver. Allahlarından bulsunlar.”
Çenemi sıktıktan sonra “Evi sakın toplama,” dedim sert bir sesle. “Komşularını çağır, yanlarında dur. Polisle geleceğim.”
“Miray yapma! Bak senin de başına bela olurlar…”
Benim başımda daha büyük bir bela varken onlardan mı korkacaktım?
“Evra sen dediğimi yapar mısın?” dedim sertçe. “Kim kimi öldürüyor ya?” Erkin’le göz göze geldik. “Hiçbir şey yapamazlar. Bekle sen…”
“Miray… Çok tehlikeliler ama onlar…”
Telefonu kapatmadan önce son kez “Sen söylediklerimi yap, yeter,” dedim tok bir sesle.
“Ne oldu?” diye sordu Erkin. “Seni öldürmekle mi tehdit etmişler?”
Dalga geçercesine güldüm. “Evet… Bir sene içerisinde iki kez ölüm tehlikesi atlattığım için benimle gurur duyun.”
Erkin saatine bakarak ofladı. “Ben kolluğu adrese yollayayım istersen, kadını da alıp buraya getirsinler.”
Mantıklı geldi. “Çok iyi olur. Evini dağıtmışlar, komşulardan da ifade aldık mı tamamdır.” Arkamı döndüğümde gözlerim Mir Beyaz’ı aradı.
“Anlaştık," dedi Erkin, elini uzatarak.
Elini sıktım. “Anlaştık savcım.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
10.5k Okunma |
1.17k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |