20. Bölüm
Esma Tonguc / 17 EYLÜL / 19. KADERİN AĞLARI

19. KADERİN AĞLARI

Esma Tonguc
esmatonguc

 

 

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.

ON YEDİ EYLÜL (II)

19. BÖLÜM: “KADERİN AĞLARI”

⚖️

“Bazen kovalanmasan da kaçarsın ama yine de kaderden kaçamazsın.”

Bari pişmaniye alsaydı, belki pişman olurdum.

Rüzgar’ın sürekli hareket etmesi onu kucağımda tutmamı epey zorlaştırırken elindeki poşeti havaya kaldırıp ablama uzatan Varan Alp’e sanki onu ilk defa görüyormuş gibi bakakalmıştım. Rüzgar rahatsız sesler çıkarınca ise eniştem yanıma doğru yürüdü.

“Oğlum ne oldu?” Elindeki peçeteyle bakıştı. “Ya dünden beri bebeğimi öpemiyorum ya. Bir kere öpsene Miray.”

Ablam Varan Alp’in elinden poşeti aldı ve gülerek “Hoş geldin…” deyip içeriyi işaret etti. “Ayakta kalma, içeri geç. Bol bol ihtilal tatlımız oldu…”

Teoman ısrarla “Ya Miray öpsene şunu bir kez!” diye neredeyse çığlık atınca ne yazık ki Varan Alp ile göz göze geldik.

Allah’ım benim günahım tam olarak neydi de başıma böyle saçma sapan sahneler geliyordu? Teoman niye durduk yere “Öp!” diye bağırmıştı? Manyak mıydı bu adam ya?

“Enişte…” dedim sinirlenerek. “Rujumun lekesi bulaşır şimdi…” Gözlerimi devirerek salona doğru yürüdüm; Varan Alp de eniştem de koridorda kaldı.

Teoman ısrarla “Varan Alp sen öp o zaman,” deyince hepimiz salona girmiştik. Ben Rüzgar’ı otururken pek düzgün tutamadığımdan ayakta kalmıştım, Teoman da hemen koltuğa geçmişti. Varan Alp kapının pervazında kalıp masanın üstünde duran tatlı poşetine baktıktan sonra kaşları hafifçe çatıldı.

“Miray almıştı ya,” dedi Teoman telefonunu açarak. “Varan Alp sen bu oyunda kaçıncı seviyedeydin? Ben bugün 12 oldum.” Telefonu Varan Alp’e doğru çevirdi, Varan Alp de abisinin yanına oturdu.

Küçümseyerek “Abi sen daha 12 misin?” deyince hayatımın şokunu yaşadım. Varan Alp’i hiç savaşlı kılıçlı oyunlar oynarken hayal edememiştim. “Ben geçen gün 15 oldum ama seviye ilerledikçe diğer seviyeye geçmek zor, yarıladım neredeyse…” Sonra yüzünü bana çevirdi. “Ama çok oynamıyorum.” Teoman’a döndü. “Sen niye hasta hasta beni çağırdın, ne oldu?”

Teoman sesli bir nefes verdi. “Dünürler gelecek…” Göz ucuyla bana baktı. “Hiç bana öyle bakma Miray. Baban sürekli tavlaya çağırıyor, tüm gece tek başıma tavla oynayamazdım.”

Hayret edercesine “Ay hiç şaşırmadım ki…” dedim. “Tam senden beklenilecek hareket.”

Teoman büyük bir egoyla “Aslında babanı sürekli yeniyorum, kendisi yenmek için sürekli başka bir oyun istiyor. Neyse ki artık Rüzgar Bey var, artık tüm gece onu sever.” deyip oyununa bakmaya devam etti.

Kısa süreli bir sessizlik oluşunca acayip gerildim. Sanki Varan Alp her an ayağa kalkıp beni kuytu köşeye sıkıştıracakmış gibi hissediyordum. Bu nedenle çaktırmadan yürüyüp salonu terk ettim; kucağımda tuttuğum Rüzgar kişisini unuttuğum şu dakikalarda, mutfağa girer girmez ablamın bana bıyık altından gülmesiyle daha da öfkelendim.

“Ne gülüyorsun be?” Göz ucuyla oğlunu işaret ettim. “Bak kucağımda oğlun var, haddini bil.”

Ablam arsız bir sırıtmayla gözlerini kırptıktan sonra “Annemler gelmese var ya Miray, neler neler yapardım…” deyince annemlerin yolda oluşuna beş kez şükrettim. “Ben bir gün Rüzgar’ı evde bırakıp ikinizi çağırayım, beraber Rüzgar’a bakın, sonra da sizin aranız olur zaten. Direkt.”

Fısıldayarak konuşmasına rağmen “Abla Allah’ın adını verdim, biraz daha sessiz konuş. Yani senin bildiğini öğrenirse rezillik…” derken arkamı döndüm. Kapıyı kontrol ettim, yoktu. “Arsızlığım buraya kadar, kusura bakma.”

Ablam tepsiye birkaç tabak daha koydu. “Miray yani sen çocuğun dudağına vakum gibi yapışmaktan utanmıyorsun, benim öğreneceğimi öğreneceği için mi utanıyorsun? Sen bayağı dengesizsin.”

Vakum benzetmesi hiç hoşuma gitmemişti. “Abla,” Rüzgar’ı işaret ettim gözlerimle. “Şu saf, zararsız, günahsız, hiçbir şeyden habersiz ve de bebek kişisinin yanında bunları konuşarak bilinçaltına işlediğimiz bilgiler dolayısıyla utanıyorum. Tamam mı? Rüzgar da duymasın! Sus artık.”

Ablam ağzına fermuar çeker gibi yaptı ve “Hadi,” dedi tepsiyi eline alarak. “İçeri geçelim de Varan Alp neler hissediyormuş, onu öğrenelim.”

Ağzım beş karış açık kaldı ama ablam çoktan yanımdan geçip mutfaktan çıkmıştı bile. “Ablacığım,” dedim büyük bir sevgiyle. “Canım ablacığım, çayı ne güzel demlemişsin…” Rüzgar muhtemelen kucağımda uyumuştu çünkü hiç kıpırdamıyordu. “Abla sen Rüzgar’ı mı uyutsan? Sanırım uykusu geliyor.”

Salona girdiğimde hepsi masanın başındaydı hatta eniştem tatlı poşetlerini hunharca açmaya başlamıştı bile. Midesiz Teoman. Zaten börekleri tek lokmada yutuyordu, suyu tek seferde içip bitiriyordu…

“Ne dedin Miray?” Ablam telaşla arkasını dönüp kucağımda duran Rüzgar’ı kontrol etti. “Ay kıyamam…” Oğluna aşkla bakıyordu. “Açmış yeşil gözlerini teyzesinin koynundan evini gözetliyor. Anneciğim… Sen evini mi inceliyorsun bebeğim? Ha? Sen evi mi inceliyorsun?” dedi sesini incelterek. “Bak amcan da geldi, bak…”

Ablam tam da beklediğim gibi abarttıkça abartmıştı ve ona anlattığıma pişman edecekti. “Abla, uykusu geliyor sanki…” dedim şansımı son kez deneyerek.

Ablam kolumdan tutarak beni yavaşça Varan Alp’in oturduğu sandalyeye doğru sürükledi. “Bak amcana oğlum, bak…” Beni Varan Alp’in çaprazındaki sandalyeye oturturken Varan Alp, Rüzgar’a bakmaktansa bana baktığından ötürü gözlerimi sadece masaya çevirmiştim. Resmen rezillikti! Bir daha kimseyi öpmeyecektim!

Teoman, “Ya oğlumu 24 saattir öpemiyorum Seray ya…” diyerek yakınmaya başladı. “Geldi beni buldu bu hastalık. Kim beddua etti acaba bana?”

Varan Alp yüzünü Rüzgar’a doğru yaklaştırırken parfümünün kokusu burnuma kadar geldi. “Babam da aradı sabah, o da hastaymış.” Kaşlarım çatıldı. “Dayım da kaza yapmış,” Gözlerini Teoman’a doğru çevirdi. “Erkin de kolunu incitmişti.”

Sanırım ben sebep olmuştum çünkü geçen gün hepsine beddua etmiştim.

“Ne kazası yapmış dayım?” diye sordu Teoman, kısık sesiyle. “Bak yine sesim gitti ya…”

Varan Alp “Önemsiz ya, arabası ağaca toslamış…” diyerek geçiştirdi. “Ormana yürüyüşe gitmiş, şoförü ağaca toslamış arabasını. Dayıma bir şey olmamış yani.”

“Sen konuştun mu dayımla? Nasılmış?” Teoman pek merak etmeyerek sormuştu bu soruyu. Sanırım babasından da dayısından da nefret ediyordu ki çok haklıydı.

Varan Alp çayından çıkan dumanı izlerken “Bir şey söylemedi dün hakkında.” deyip sesli bir nefes verdi. “Zaten ne diyebilir ki? Mir Beyaz’ın yapmadığı çok açıktı.”

Ablam elinde çaydanlıkla masaya doğru yürürken “Miray,” dedi büyük bir zevkle. Yine başlıyorduk. “Biliyorum eline çok yakıştı bebek ama artık bana mı versen oğlumu?”

Garip bir bakış atarak “Alabilirsin ablacığım.” dedikten sonra gözleri tamamen açık duran ve asla ağlamayan Rüzgar’ı ablama doğru uzatırken yavaşça ayağa kalktım ve düşürmemek için büyük bir çaba sarf ettim.

Teoman kafasını bana çevirdi. “Miray ya… Ablam yine sana sataştı, kusura bakma. Hayır, anlamadım ki… Niye bu kadar sinirli son zamanlarda?” Varan Alp’e döndü. “Varanım cidden aşırı saçma değil mi? Ablam genelde biz kavga edince bizi ayırır, son zamanlarda da böyle. Galiba Melek yüzünden, tam emin değilim.”

Geçiştirerek “Sıkıntı yok.” dedim ve çayıma doğru uzandım. Konuşmamak istediğim her an çayı dudağıma götürmek için çay bardağını avucumun içine aldım, bayağı sıcaktı.

Birkaç saniye sessiz kaldık, sonra Teoman önünde duran tatlı tabaklarını bize dağıttı. “İkinizin de aynı tatlıyı alması…” Ablamdan sonra eniştem başlayacaktı anlaşılan. “İnanamıyore… Büyük bir tesadüf ama bence kader.”

Varan Alp’e bakma.

Varan Alp’e bakma.

Baktım.

Ablam, eniştemin asistiyle gol attı. “Çok benziyorsunuz siz, ben hiç şaşırmadım.” Yalvarır gibi bir bakış atınca büyük bir tebessümle Varan Alp’e döndü. “Aynı gün doğmak, aynı hastanede doğmak, neredeyse aynı saatte doğmak…” Elimi alnıma götürdüm. Ablam “Aynı memleket, aynı bölüm, aynı hobiler…” diye devam edince bir an nefes alamadım.

Teoman şükürler olsun ki “Varan Alp’in doğum saati doğum kartında 22.10 yazıyor.” diyerek konuyu değiştirdi. “Aranızda iki dakika var.” dediği an tekrardan masaya çevirdim yüzümü. Bunlar ne yapıp ne edip konuyu bizim evliliğimize getirmek niyetindeydiler, emindim!

Ensem sıcacık olunca göz ucuyla Varan Alp’e döndüm. Muhtemelen ikimizi de daha fazla mağdur etmemek için “Oldu olacak yükselenime de bak abi.” dediğinde ablam kahkaha attı.

“Ben baktım, ikinizin de yükseleni ikizler.”

Allah’ım ne olur yer yarılsın ve içine girip bir kamp hayatına başlayayım.

“İkizler ne oluyordu Seray? Dengesiz eşekler miydi?” diye soran Teoman’dan sonra göz ucuyla Varan Alp’e baktım, yüzündeki ciddiyetsizlikle masaya bakıp gülmemek için büyük bir çaba sarf ediyordu bence. Dudaklarını birbirine bastırmıştı.

Ablam başıyla onayladı. “Yükseleni ikizler olanlar araştırmacı olurlar, işte ne bileyim…” Ablam bir yandan Rüzgar’ı sallarken diğer yandan da astrolog damarını ortaya çıkarmakla meşguldü. “Kararsızlardır, özgür ruhlulardır… Hemen ortama adapte olurlar, dost canlısı insanlardır.”

Teoman beni işaret etti. “Bu direkt Miray ama Varan Alp için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.”

Varan Alp’in yüzü düştü. “Niye, asosyal miyim ben? Ayrıca araştırmacı diyor,” Kendisini işaret etti. “Yani ben.”

“Ya Teo’yu ne takıyorsun Varan Alp…” diyen ablam çayından bir yudum aldı. Sanırım bu sohbette biraz geri planda kalmalıydım ki beni unutsunlar ve başka mevzuları konuşsunlar. Hatta ben acaba bir yalan uydurup gitse miydim buradan? “Senden araştırmacı birinin olmasının mümkünatı yok. Savcısın neticesinde.”

Ablam yine başlıyordu, hissediyordum.

Varan Alp hiç beklemeden “Yani.” diyerek abisine döndü. “Hem sen ne burcuydun abi? At burcu muydun?”

Gülme Miray.

Gülmemek için yanaklarımı dişledim çünkü ablam da eniştem de kahkaha atmıştı.

“Siz başak burçları zaten tiki tiki insanlarsınız…” Teoman masadaki tabağı kaldırıp altına baktı. “Yok efendim masa temiz mi, yok efendim çayımı sıcak içmem, yok efendim koltuğun yeri simetrik olmamış…” Beni işaret etti. “Miray geçen gün şu televizyonu,” dediği an hepimiz arkamızı döndük. Ablamların televizyonu gerçekten kocamandı. “Kaldırıp indirdi. Manyak ya! Tam bir manyak…”

Yüzümü ekşiterek “Enişte senin aldığın televizyondan da bu beklenir zaten.” diyerek yamuk duran televizyona bakmaktan vazgeçtim. Hemen arkamı döndüm. Tabii ki önce Varan Alp’in bana bakan gözlerine, ardından da sümüklü enişteme döndüm. “Dümdüz televizyon alamıyor musun?”

“Kızım yamuk değil, modeli öyle.”

Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Yani yamuk model.”

Eniştem dişlerinin arasından “Siz evlenince düzünü alırsınız.” dediği an birkaç saniye donakaldım. “Vallahi hiç karışmam…” Teoman, büyük bir zevkle çayını yudumlarken ablam da bizi dinlemiyormuş gibi yapıp Rüzgar’ın yüzüne bakıyordu.

“Karışma zaten.” dedim yanlış anlaşılmaya müsaade etmemek adına. “Yani ben zaten televizyon izlemem. Almam televizyon evime.” Terden ölmek üzereydim, bu yüzden saçlarımı geriye attım.

Teoman tekrardan hin bir gülümsemeyle bana döndü. “Varan Alp de çok sevmez. Almazsınız siz.”

“Enişte sen hastaydın, değil mi?” Omuzuna elimi koyunca korkuyla yüzüme bakmaya devam etti. Resmen korkudan Varan Alp’in yüzüne bakamıyordum ve sırf bu yüzden eniştemin yüzünü parçalamama ramak kalmıştı. “Niye yatıp dinlenmiyorsun? Şu kıvırcık saçların var ya…” Fısıldayarak “Yolarım. Sus artık Teoman.” diye devam ettim.

Elimi omuzundan çeker çekmez zil çaldı, neredeyse şükrederek ayağa kalkacaktım ki ablam kalkınca oturdum. Eniştem hâlâ imayla Varan Alp’e bakarken “Sen bu UYAP işini ne yaptın?” diye sorunca gözlerimi kısarak Varan Alp’e döndüm, sonra enişteme.

UYAP ne alakaydı? Ne işi?

Varan Alp büyük bir nefretle ölümcül bir bakış attı. “Oldu o iş.”

Teoman koca bir kahkaha atarak ödümü kopardı, biraz sola doğru sendeledim. “Enişte manyak mısın? Kulağımı hissetmiyorum!”

Teoman’ın yüzündeki neşe büyüdü. “İlan-ı UYAP kolay değil Miraycığım.”

Varan Alp’e döndüm ve “Zaten savcılar tüm gelişmeleri duruşma günü yüklediği için kapılarında dilenci gibi bekliyoruz, bu yüzden UYAP’ı genelde biz kullanıyoruz. Ayrıca ilan-ı UYAP ne?” diyerek masanın ortasında duran çay bardağımı elime aldım, sonra da içtim.

Varan Alp, Teoman’ın konuşmasına müsaade etmeden “Yok bir şey.” deyince gözlerimi üstüne diktim.

Eniştem de “Ya UYAP işleri işte… Anlarsın Miray.” diye açıkladı. Yine anlamamıştım.

Sonunda kapının önünden babamın “Oy benim torunum!” sesi gelince şükrederek ayağa kalktım. Gerçi annemlerin gelmesi iyi mi olmuştu yoksa kötü mü, bilemiyordum. “Oy benim mavi zıbınlım!” Babam hepimizi satarak önce Rüzgar’ı kucağına aldı ve öpmeye başladı.

Teoman yüzünü masaya doğru yaklaştırarak gülmeye başladı. Bense kapıya doğru yürüdüm ve tam salonun pervazında durup babamın Rüzgar’la konuşmalarını izledim.

Annem içeriye girdi, ablama sarıldı ardından bana dönüp “Miray baban az kalsın kahrından ve özleminden ölecekti, dedim bugün gelelim.” dedikten sonra içeriye baktı. “Aaa Varan Alp de mi burada?”

Ablam kafasını salladı. “Evet.”

Annem yüzünü bana çevirdi. “İyi.”

Ya insanlar hoşlandıkları adamla baş başa randevuya çıkardı, buluşurdu, dışarıda görüşürdü… En olmadı duruşmalarda görmeye bile razıydım ama aile ortamında gönül işleri olur muydu ya? Vallahi yetti artık!

“Koray gelmedi mi?” diye soran ablam, dış kapının ardından başını çıkarıp binayı kontrol etti. “Niye gelmedi anne? Geleceğim, demişti.”

Annem de babam da büyük bir yorgunlukla içeri girdiklerinde ablama dönüp “Okulu var onun.” diye açıkladım. “Gerçi yarın pazar ama… Üşenmiştir hafta sonu dışarı çıkmaya.”

Bir dakika ceketleri asmakla oyalandık ve koridorda bekleyip kendimi sakinleştirmek için ancak fırsat buldum. Beynim durmuştu sanki.

Ablamla beraber salona girdiğimizde annemi ve Varan Alp’i karşı karşıya gördük. “Heh, aynen yavrum, vallahi billahi doğru…” Ne konuşulduğunu anlamamıştım ama annem Varan Alp ile konuşuyordu. “Yapmaz benim oğlum, süt oğlum sonuçta… Dedim Miray onu çıkartır.”

Yine konu dönüp dolaşıp nasıl bana gelmişti?

Babam, Rüzgar’ı sevmeye koltukta devam ederken annem de sanırım Varan Alp’e nasihat vermeye başlamıştı. “Ama bir görseniz mahvoldu çocuğum ya… Kim yaptıysa Allah’ından bulsun, beter olsun. Bir de küçücük kızın yanında kavga etmişler. O Asım yok mu Asım… Allah onun da cezasını versin.”

Pembe abla zaten onu diğer dünyaya göndermişti.

“Anneciğim bu gelişinde de pişmaniye getirdin mi?” diye sordu Teoman anneme doğru. Sanırım Varan Alp’le ne konuştuğunu kabalıktan dolayı pek duymamıştı. Bu yüzden sorusu çok alakasız gelmişti.

Rüzgar bir anda ağlamaya başlayınca annem de “Siz sütlü baklava almışsınız ya,” diyerek masaya bir göz attı. “Ah Seray bize çay getirme, getirme vallahi midem bir şey almaz benim.” Annem endişeyle Rüzgar’a doğru eğilip babamın kucağından aldı.

Rüzgar kucağından alınınca babamın yüzü düştü. “Yahu Bengücüğüm,” Bir anda eve sessizlik çöktü, Rüzgar susmuştu. “Ben ayağa kalkayım, kucağıma ver.”

Annem büyük bir bıkkınlıkla, “Tamam, hadi…” dedi küçümseyerek. “Kalk.”

Annem, Rüzgar’ı babama verir vermez Rüzgar tekrardan ağlamaya başladı. Babam hayatının şokunu yaşarcasına “Bu çocuk kime çekmiş? Anlamadım ki…” diyerek annemin eline tutuşturdu. “Al tamam, anladık, bıyık sevmiyorsun…” Birkaç kez cıkladı.

Babamın bu tepkilerine aldırış etmeyen annem “Yavrum siz için çayınızı, ben bakarım torunuma.” diyerek ayakta dolanmaya başladı.

Ablam büyük bir rahatlıkla sandalyeye yerleşince masaya oturup oturmamak konusunda kararsız kaldım. Herkes oturmuştu, bir ben kalmıştım.

Dünyanın en saçma ortamıydı.

“Miray otursana kızım.” Babam masayı işaret edince yavaş yavaş kendi sandalyeme doğru yürüdüm. Otururken de Varan Alp’in içtiği çay bardağına baktım, sonra da kendi çay bardağıma. Daha yeni içiyordu çayını…

Teoman sandalyesini koltuklara doğru çevirdi. “Yalnız babacığım, bu kez tavlada sana müsamaha göstermeyeceğim, haberin olsun.”

Babam anında gaza geldi. “Bekle, bekle sen…” Tehdit eder gibi bakınca gülerek başımı masaya çevirdim. “Asıl sen küçüksün diye ben sana öncelik vermeyeceğim.”

Bu kaotik ve sıkıcı sohbetten sıkılıp elimi üstümdeki ceketin cebine götürdüm, ardından telefonumu çıkardım. Evin WI-FI ağına bağlanana kadar geçen birkaç saniyeden sonra haberlere bakmak için sosyal medyaya girdim ama üstten mesaj gelince öylece donakaldım.

VARAN ALP:

Konuşalım.

 

İçtiğim çay boğazımda kalınca birkaç saniye öksürdüm, sonra da Varan Alp’in gözlerinin içine baktım. Mesajı on dakika önce atmıştı, muhtemelen Teoman bizimle dalga geçmeden hemen önce. Belki de ablamla mutfaktayken.

“Miray şu çayı yavaş iç kızım ya…” diyerek arkamdan çemkiren anneme dönerken Varan Alp’in gözlerinin hâlâ üstümde olduğunu görüp daha da gerildim.

Ayarlarımla oynamıştı resmen.

“Tamam anne.” dedikten sonra masaya geri döndüm.

Sanırım Varan Alp’e bir açıklama yapmam lazımdı.

Tamam da ben ne diyecektim bu adama ya?

Ablam tabağındaki tatlıyı bitirdikten sonra bana döndü ve “Ay çok güzeldi ya, nereden aldınız?” diye sordu. Bu kez Varan Alp’e de bakmıştı.

Aynı anda “Köşedeki pastaneden.” deyince ablam da eniştem de sorgular gibi ikimize de baktı.

Kafayı yememe ramak kalmıştı.

Babam tam da beklediğim bir cümle kurarak “Beraber mi geldiniz?” diye sorunca büyük bir gerilimle arkamı döndüm.

“Yo, tesadüf.” dedim kısaca. Sonra da çayımı elime aldığım gibi kafama diktim, zaten biraz soğumuştu. Bitince kimse konuşmasın diye “Abla bana çay koyar mısın?” diye sorup bardağımı çay tabağının üstüne bıraktım.

Ablam ellerini havaya kaldırdı. “Soğumasın diye mutfağa götürdüm çaydanlığı.”

“Tamam, ben doldurayım o zaman.” Ayağa kalktım ve kimseye bakmadan mutfağa doğru koştum.

Tezgâhın üstüne bardağımı koyduktan sonra bir süre resmen mutfak mermerine bakarak yalnızca düşündüm. Kafamda belli cümleler kurmaya çalıştım ama hiçbiri mantıklı gelmedi. Zaten heyecanlanınca ya da sinirlenince hızlı konuşuyordum, kimse bir şey anlamıyordu… Ben ne diyecektim bu adama ya? Nasıl bir açıklama yapacaktım acaba?

Bardağımı elime aldım, ocağın üstündeki çaydanlığa doğru uzanacakken yanımda beliren bedenle birlikte korkudan bardağımı tezgâha düşürdüm.

Az önceki kâbus dolu düşüncelerim gerçekleşmişti. Gerçekten de kuytu köşede sıkıştırmıştı.

Gözlerimi belerterek tezgâhın üstüne düşen bardağı kaldırdığımda dudaklarını araladı, tam bir şey söyleyecekken de ablam “Miray!” diyerek mutfağa girdi. “Ne kırıldı?” Yanımda Varan Alp’i görünce gülümseyerek “Varan Alp çay istiyorsan bana söyle yengeciğim, niye kalkıp buraya geliyorsun?” diyerek Varan Alp’in bardağını elinden aldı.

Varan Alp de “Yok,” diyerek su bardağı aldı kendine. “Su da alacaktım, o yüzden geldim.”

“Tamam, ben getirirdim.” Ablam beni biraz Varan Alp’e doğru ittirip çaydanlığa uzandı. İkimize de çay doldurduktan sonra mutfaktan çıkacakken durdu. Varan Alp o kadar ağır hareketlerle su dolduruyordu ki imayla onu işaret etti. “Miray ne duruyorsun korkuluk gibi? Alsana bardağını.”

Bardağımı aldım, göz ucuyla Varan Alp’e baktım ve sonra da ablamı takip ettim.

Koridora çıktığımız an “Abla bu yaptığını var ya ömrüm boyunca unutmayacağım. Dile benden ne dilersen…” diye fısıldadım.

Ablam da “Babam Varan Alp’in peşinden öcü gibi baktığı için o kalkmadan ben kalkayım, dedim. Kızım, net… Net hissetti babam.” diye açıkladı. Salona girdiğimizde de fısıldayarak konuşmaya başladı. “Şimdi senin sağın solun belli olmaz, dayanamazsın yine öpersin. Adam sizi öyle görüp kalpten gitmesin.”

Çayımı masaya bıraktım. “Abla çok saçmalıyorsun ama gerginlikten diyecek bir şey bulamıyorum. Sonra laf sokarım.”

Babam “Miray, kızım!” diyerek yanını işaret etti. “Kızım gel, kaç gündür evde bile yüzünü göremiyorum. Gel azıcık yanımda otur…”

Varan Alp salona girdikten sonra Teoman’ın yanına oturdu, yani benim sandalyeme. Ben de babamın yanına yürüdüm, sonra da elimde tuttuğum çayla beraber koltuğa yerleştim.

“Kızım,” dedi babam kulağıma doğru. “Bizim kahveden İsmet var, İsmet amcan. Kızı bunun hukuk yazacakmış ama diyor ki kızımla Miray da görüşsün. Anlatsın bir bu işler nasıl…” Telefonunu çıkarıp yukarı kaldırdı, babam hep yaklaştırarak bakardı telefonuna. “Numarasını söyleyeyim, yaz.”

Çayımı koltuğun kenarına bıraktım, sonra da hiç sorgulamadan numarayı telefonuma kaydettim. “Baba istediği zaman yazsın, görürsem cevap veririm.”

“Kızım ne demek görürsem? Bak mesajlarına…”

“Tamam, bakacağım baba, bakacağım.” dedikten sonra telefonumu kilitleyip cebime koydum. “Siz gelirken bir yere mi uğradınız? Annem niye bu kadar yorgun? Baksana, ayakta uyuyor.”

Babam, anneme bakarken “Yo, vallahi geldik hemen…” dedikten sonra Rüzgar’ı işaret etti. “Şu beş santimlik insan yavrusunu göreceğim diye hız yaptım, ceza yedim.”

Bu kez kahkaha attım. “Ben arabada olsam görürdün gününü…”

Babam geçiştirerek “He he…” dedikten sonra ayağa kalktı. “Damat hadi, tavla zamanı.”

Teoman büyük bir hırsla “Yalnız kayınpeder, başlamadan besmele çekme zira aklını alacağım, önden söylemiş olayım.” dedikten sonra masanın bir kısmını boşalttı. “Kaybeden Varan Alp ile oynasın, sonra kazananla kazanan tekrar oynasın. Vallahi bünyem maksimum üç oyunu kaldırabilir. Biliyorsun ki hastayım.”

Babam Teoman’a küçümser bir bakış attıktan sonra masaya geçti. “Sen beni ancak ve ancak rüyanda yenersin damat.”

Varan Alp ile Teoman muhtemelen tüm ciddiyetini kaybederek kahkaha atmaya başladı, ben de şükürler olsun ki gerilimim bittiği için rahatça çayımı yudumladım.

Beş on dakikadır yalnızdım; annem ve ablam Rüzgar’ı uyutmak için Rüzgar’ın odasına geçmişti, eniştemle babam hâlâ tavla oynuyordu ve Varan Alp de oyunlarını izliyordu. Ben de sosyal medyada video kaydırmakla meşguldüm… Haberlere bakmıştım.

Üstten bir mesaj daha geldi, telefonumun sesi açık olduğundan Varan Alp buraya döndü ama ben ona bakmadım. Mesaj, Mir Beyaz’dan gelmişti.

MİR BEYAZ:

Pazartesi işe dönüyorum.

MİRAY:

Neeeee?

Hemen dönüyorsun yani!

MİR BEYAZ:

Evet, bugün de eve döndüm, İstanbul’dayım.

Ablanlar kalabalıksa gel burada kal.

Bengü annemler oraya gitmiş galiba.

MİRAY:

Mir Beyaz oraya gelmeye aşırı üşeniyorum ya…

Koray gelmedi zaten, çok kalabalık değiliz.

Ama eğer kendini kötü hissediyorsan gelirim.

MİR BEYAZ:

İyiyim ben bir şeyim yok.

İyi geceler o zaman.

 

Sıkıntılı bir nefes vererek boş çay bardağıyla birkaç saniye bakıştım, ardından dertlenerek ofladım. Bu çocuğu kendine getirmem lazımdı. Ben de iyi değildim ama en azından hayatıma odaklanabiliyordum. Her gece ağlayarak uyusam da gündüzünde kalkıp işime gitmesini biliyordum. Mir Beyaz’ın durumu da zamanla daha da iyileşecekti; onun sevdiği kadın ölmemişti yalnızca, bir de üstüne ablasıyla tehdit edilip hapse girmeye zorlanmıştı.

Sanırım biraz dertlenmiştim.

Ekranda başka bir mesaj belirince yüzümü yaklaştırarak kimden geldiğine baktım, sonra da yüzümü hemen Varan Alp’e çevirdim çünkü tekrardan mesaj atmıştı… Ve hâlâ telefonuyla ilgileniyordu, yani bana hâlâ mesaj gönderiyordu.

Sanırım uzun zamandır bana gelen mesajlara bu kadar heyecanlı ve tuhaf tepkiler vermiyordum. Ne oluyordu bana ya? İçime bir şeyler mi kaçmıştı Allah korusun?

VARAN ALP:

Ben çıkarken benimle beraber aşağıya in.

Başkalarıyla mesajlaşıyorsan benimle konuşmaya da zamanın vardır herhalde.

MİRAY:

Görmemişim.

Yan yanayız, niye mesaj atıyorsun ki?

VARAN ALP:

Babanın yanında beni neden öptüğünü mü soracağım?

 

Gözlerimi belerterek Varan Alp’e döndüm, sonra da hızlı hızlı yazmaya başladım. Onun haklı olmasından nefret ediyordum ama kendimi bir şekilde haklı çıkaracaktım, mecbur!

MİRAY:

Yok artık!

Bugün konuşmayalım, istemiyorum konuşmak.

Sonra konuşuruz.

 

Umarım anlayış gösterirdi…

Mesajı okuduğundan emindim çünkü gözleri telefonunun ekranının üstündeydi fakat hiçbir şey yazmadı. Telefonunu kilitledi ve Teoman ile babamın tavla oyununa geri döndü.

Mesajıma cevap vermeye tenezzül etmedi, sağ olsun. Neyse, bu da iyidir.

Ablamla annem içeriye girince babam tavlayı kaybettiğinden Varan Alp ile oynamaya başlamıştı. Uzaktan da olsa onları izlerken keyif alıyordum çünkü eniştem sağ olsun sürekli kahkaha atarak her zarla dalga geçiyordu.

Ablam yanıma oturdu, annem de “Ben bir ağrı kesici içeceğim Seray.” diyerek geriyi işaret etti. “Nerede ilaçlar? Arıtmanın üstünde mi?”

“Evet anne.” dedi ablam da telefonunu eline alarak. “Kırmızıdan kalmadı ama maviliyi iç.”

Başımı telefonuyla ilgilenen ablama doğru çevirdim. “Abla,” dedim fısıldayarak. “Uyuttunuz mu Rüzgar’ı?”

Ablam telefonunu kapatıp koltuğun kenarına koydu. “Uyuttuk.” Gözü masaya çarpınca imalı bir gülümsemeyle ileriyi işaret etti. “Baksana.” Yüzümü masaya doğru çevirdim, Varan Alp ile babamı tavla oynarken görüp tekrardan ablama döndüm.

“Ne olmuş? Tavla oynuyorlar.”

Ablam kaşlarını kaldırdı. “Ne mi olmuş?” Yüzümü tekrardan masaya doğru çevirdi. “Biraz daha bak. Hoşuna gitti mi bu görüntü? Babanla gelecekteki sevgilin tavla oynuyor.”

Kaşlarımı çattım. “Abla şöyle söyleme. Zaten…” Aklıma sürekli Koray’ın görüntülerini sildiğim an geliyordu. “Zaten ne yaptıysam ben yaptım yani…”

Ablam “Sana çiçek almış, yemeğe götürmüş Miray…” diyerek omuzumdan tutarak dürttü. “Şu çocuğa düzgün davran, kaybetme.”

Endişeyle Varan Alp’e döndüğümde yüzüm düştü çünkü görüntüleri sildiğimi öğrenirse zaten onu kaybederdim.

“Sen şu görüntü hoşuna gitti mi? Onu söyle bana.” diye tekrarladı ablam.

Yine kendimden beklemediğim bir cümle kurdum: “Evet.”

⚖️

Varan Alp’i öptüğüm günden itibaren neredeyse üç gün geçmişti ve hiç konuşmamıştık. Ne bir mesaj atmıştı ne de aramıştı ki bu benim işime gelmişti. Kafam çok karıştığından ötürü hem ne hissettiğimi anlayamıyordum hem de onu öptüğüm anki gerilimi geride bırakamıyordum; Koray için çok endişeleniyordum ve tesadüfen başına gelmiş tatsız bir mesele yüzünden daha fazla korkmasını istemiyordum. Üstelik bunu başkasıyla paylaştığım an Erkin’in üvey kardeşi Fırat’ın foyası da ortaya çıkardı, bu kez ikisinin de silah taşıdığı belli olurdu ve kardeşimin başı yine belaya girebilirdi. Her şey boka sarardı.

Cübbemi giyerken saati kontrol ettim, aslında duruşmanın on beş dakika önce başlaması gerekiyordu ama her zamanki gibi gecikmişti işte…

Bekleme koltuğunda oturan Menderes önceki duruşmalara göre gergin değildi, hatta çok rahattı çünkü bu celse işin biteceğinden ikimiz de çok emindik. Dün davaya hazırlanırken kendisine de ofiste gösterdiğim metni ezberleyip ezberlemediğini sorduğumda olumlu bir yanıt almıştım; umarım yüzümü kara çıkarmazdı.

Sonunda duruşma salonuna girdik. Menderes sanık kısmına ilerlerken ben de kendi masama doğru yürümeye başladım. Çantamdan çıkardığım iki küçük dosyayı masanın üstüne bıraktıktan sonra başımı Menderes’in arkasında duran topluluğa doğru çevirdim.

Kısa bir süre geçtikten sonra gıcık savcı ve şükürler olsun ki adaleti şaşmayan Hakime Hanım duruşma salonuna geldi. Heyet dizildikten sonra müşteki avukatı karşı masama geçti, o da bir kadındı. Önceki davalarda barodan bir avukat geliyordu ve pek konuşmuyordu, daha doğrusu bu uzun saçlı savcı kadından ona fırsat kalmıyordu; anlaşılan avukatlarını değiştirmişlerdi. Muhtemelen dilekçeye birkaç Yargıtay kararı eklemiş olmalıydı ama ben de kaç celsedir elim boş gelmiyordum herhalde. En olmadı Menderes’in kan gördüğü an bayıldığı tüm görüntüleri topladığım USB’yi heyete teslim ederdim, o da yanımdaydı.

Hakime Hanım duruşmayı başlattı: “Belirli gün ve saatte ikinci celse açıldı. Sanık Menderes İnegöl, bağsız olarak huzura alındı. Müşteki vekili Merve Günok ve sanık müdafi Miray Hilde Lalezar’ın geldiği görüldü, açık yargılamaya devam edildi.” Müşteki vekilinin ismi tanıdık gelince kaşlarımı çattım.

Hakim sözü bana bıraktı. “Sanık müdafi, buyurun.”

“Sayın Hakim, önceki dilekçelerimde de beyan ettiğim gibi benzer Yargıtay kararları doğrultusunda somut bir delil bulunmadığından ötürü; üstelik davaya yeni eklenen bilirkişi raporlarında da yazıldığı üzere mobese görüntüleriyle kısmen oynandığı yadsınamaz bir gerçek olduğundan; müvekkilim Menderes İnegöl suçu yapmadığını belirttiğinden ve suçu işlediğine ilişkin olay yerinde bir iz asla bulunmadığından müvekkilim Menderes İnegöl’ün beraatini talep ediyorum.” dedikten sonra müşteki vekiline döndüm.

Kendisi izin isteyerek ayağa kalkınca ben oturdum. “Sayın Başkanım,” Sesi ve yüzü, üstelik en çok da ismi bir yerden tanıdık geliyordu ama pek çıkaramamıştım. “Bildiğiniz gibi mobese görüntüleriyle oynanmış olması sanığı tamamen aklamamaktadır. Kutay Solmaz ile Menderes İnegöl’ün arasındaki husumet açıkça bellidir. Bu nedenle tutuksuz yargılanma kararına kesinkes itiraz ediyoruz. O gece ormanda Menderes İnegöl’ün ne işi vardı? Buna kendisinin bir açıklaması dava dosyasında görülmemekte. O hâlde bu kadar basit bir soruya bile cevap vermeyen sanığın beraati ne kadar doğrudur? Üstelik dilekçemde de belirttiğim gibi kendisinin asla dur durak bilmeyen hareketli bir hayatı vardır. Yapmayın Sayın Hakim, lütfen maktulün katili beraat almasın… Ailesi büyük bir hüzün içinde boğulup dururken sanık Menderes İnegöl dışarıda rahatça nefesler almaktadır. Bu çok büyük bir haksızlık değil midir? Ayrıca sanık müdafinin dilekçesindeki yargıtay kararının tamamı okunduğunda beyanlarını doğrulamadığı anlaşılmaktadır ve sanığın kesinlikle tutuklanmasını talep ediyorum.”

Bu neydi şimdi? Hâlâ olay yerinde somut bir delil bulunmamasına rağmen neyin duyarını kasıyordu ki? Tamam, Allah rahmet eylesin, başları sağ olsun ama resmen duygu sömürüsüydü bu. Avukattık biz, gerçekçi olmak zorundaydık; delillerle konuşmalı ve gerektiğinde de susmalıydık. Fakat ben bu duruşmada susmaya pek niyetli değildim.

Sağ elimi havaya kaldırdıktan sonra “Sayın Başkanım,” diyerek göz ucuyla hem davanın savcısına hem de müşteki vekiline baktım. Hakime Hanım’a döndüm. “Bilirkişi raporlarını isteyen bizzat ben olduğumdan ötürü mobese görüntüleriyle oynandığını ispatlayan ve davayı aydınlatan talep de benim talebimdi. O halde neden müvekkilimi ateşe atayım? Eğer mobeseyle oynayan taraf biz isek bunu zaten talep etmezdim. Üstelik bunu tekrarlamak gerçekten çok can sıkıcı fakat bir avukat olarak devamlı delil peşinde koştum ve bu davada ne yazık ki o çok güvenilen mobese görüntülerinden başka bir delil yok.” Öfkeyle sesimi hafifçe yükselttim. “Müvekkilimin telefonu paramparça ediliyor, müvekkilim bir kaza geçiriyor ve yardım aramak için ormandan çıkıp yolunu bulmaya çalışıyor ve mobeseye yakalanıyor; buna rağmen ısrarla olay yerinde bir iz olmamasına rağmen suç devamlı müvekkilimin üstüne kalıyor. Delil yetersizliği sebebiyle müvekkilimin beraatini talep ediyorum.”

Hakime Hanım, savcıya doğru döndü. Savcı lafa girdi: “Avukat Hanım, madem bu bir komplo o hâlde müvekkilinizin dosyasının kabarık olması da ne demek oluyor?”

Dalga geçercesine güldüm: “Sayın Hakim, davayı ilgilendirmeyen bilgilerin dava için kullanılmamasını talep ediyorum. İsterse daha önce bir suç işlemiş olsun, şayet ‘Yapmadım.’ diyorsa ve yaptığına dair somut bir delil bulunmuyorsa beraati gerekir.”

Müşteki avukatı ayağa kalktı. “Hakime Hanım, Sayın Hakim…” dedi peş peşe. Hâlâ ayaktaydım ve bu yaptığı terbiyesizlikti. “Bu dosyanın başka bir şüphelisi yoktur. Suç aleti olarak tahmin edilen bir çakıdır ve kuvvetle muhtemel ceketinin içinde taşımaktadır.”

Sabır.

“Sayın Hakim, müşteki vekilinin iddiaları somut bir niteliğe sahip olmadığı müddetçe geçersizdir. İki celsedir varsayımlar dönüp dolaşıp davayı ertelemiştir ve artık müvekkilimin savunulacak ya da suçlanacak hiçbir vukuatı kalmamıştır. Davanın bu celsede sona ermesini ve artık müvekkilimin beraatini talep ediyorum.”

Savcı beni yanıltmayarak “Avukat Hanım, sizin şüpheleri bastıracak bir açıklamanız yok çünkü bir mafyayı savunuyorsunuz; üstelik bunun farkındasınız. Menderes İnegöl bu cinayetin baş şüphelisidir ve ben de tutuklanmasını talep ediyorum.” deyince öfkeden beynime kan gitmedi.

Artık canıma tak etmişti.

“Şüpheden her zaman sanık yararlanır, Sayın Hakim.” diyerek tekrardan ayağa kalktım. “Ve başka bir şüpheli olduğu aşikârdır, o şüphelinin peşine düşülmelidir. Müvekkilimin geçmişi dolayısıyla bu mahkemede yargılanması yanlıştır, üstelik kendisi hep mağdur olmuştur. Eğer kavga dövüş faslını aktaracaksak burada tüm geçmişini size açıklarım. Fakat bunu yapmıyorum, yapmamamın da bir sebebi var: Çünkü bu davayı ilgilendirmiyor. Artık Sayın Savcımız ve müşteki vekili somut bir delil sunacaksa buyursun sunsunlar, dava ertelensin ve savunmamıza devam edelim ancak bu şekilde müvekkilimi suçlamaya hakları yoktur.”

Hakime Hanım, “Menderes sen ne düşünüyorsun? Bana söylemek istediğin bir şey var mı?” diye sorup Menderes’in üstüne dikti gözlerini.

Menderes, umarım düzgün ezberlemişsindir…

“Sayın Başkanım, sizin vereceğiniz karara saygım sonsuzdur fakat hem görüntülerle oynanması hem kaza yapmam hem güçsüz bir şekilde yürümem sizce de komplo olduğunu açıkça belli etmiyor mu? Ben suçsuzum, bence yüce mahkemeyi meşgul etmeyelim. Siz en iyisini bilirsiniz lâkin önceden de belirttiğim gibi kimseye zarar vermem, veremem.” Yüzünü bana çevirdikten sonra sesli bir nefes verdi. “Evet bu söylediklerim doğru ama size söylemek istediğim başka şeyler de var…” Zoraki bir tebessüm belirdi yüzünde. “Bakın, ben savcımızın da avukatınızın da belirttiği gibi çok fazla kötü işe bulaştım, dosyam gerçekten kabarık. Ama dikkatli bakarsanız ki buna gerek de yok,” Sırıttı. “Asla saldıran taraf ben olmadım, hep bana saldırdılar. Büyüdüğüm aile, düşmanlarımız hep hıncını benden çıkardı ve ben böyle bir ortamda büyümek zorunda kaldım. Hayatım boyunca da evet, kavga dövüşe çok karıştım ama hepsinde de bayıldım.” Bana döndü. “Bunu söylemekten artık utanmıyorum çünkü siz benim hakkımda kötü konuşurken daha çok utandım. Artık itiraf ediyorum, avukatımda da var… Kendisi benim gururum incinmesin diye bu bilgiyi sakladı ve beni çok da güzel savundu. Kendisi tam bir hukuk kadını, yani alınmayın gerçekten bu salondakileri ezer geçer.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Avukatımın önündeki USB’de de var. Beni kan tutuyor ya…”

Hakime Hanım şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. “Kan tutuyor, öyle mi?” Bana döndü. “Doğru mudur?”

“Evet Sayın Hakim, müvekkilimin bir adamı canavarca hisle ve eziyet çektirerek öldürmesine bu nedenle imkân yoktur. USB içerisinde kamera görüntüleri var ve bu görüntüler biz daha imzalarımızı bile atmadan önce kaydedildi. Yani müvekkilimi savunmadan önce…”

Hakime Hanım mübaşirden USB’yi istedi, ben de mübaşire uzattım. “Peki.”

Hakim görüntüleri kontrol ederken davanın savcısının yüzündeki kırmızılığa çok manidar bir bakış attım. Kendisi de görüntüleri izliyordu ve acaba şimdiki bahaneleri neydi?

Sert olmak, adil olmak anlamına gelmezdi; özellikle bazı savcılar bunun dozunu çok kaçırıyordu.

Hakime Hanım’ın yüzündeki tebessümü gördüğüm an Menderes’e dönüp zafer aldığımızı belli etmek adına gözlerimi kırpıp başımı olumlu anlamda salladım.

Gözlüğünü gözünden çıkaran Hakime Hanım, “Keşke daha önce bu görüntüleri bana ulaştırsaydınız Avukat Hanım…” deyince Menderes’i işaret ettim.

“Kendisi görüntülerini paylaşmamı istemedi.”

Hakim, savcıya döndü. “Doğru söylüyor. Kutay Solmaz cinayeti gerçekleşmeden önceki kayıtlarda bile kan tuttuğu apaçık ortada.” Yüzünü bize doğru döndü. “Karar:” dedi sesli bir nefes vererek. Hepimiz ayağa kalktık. “Sanık Menderes İnegöl’ün üzerine atılı canavarca hisle ve eziyet çektirerek insan öldürme suçunu işlemediği, mahkeme heyetine sunulan USB bellek ile kanıtlandığından ötürü; mobese görüntüleriyle oynandığı bilirkişi tarafından tarafımıza sunulduğu ve suç mahallinde yapılan olay yeri inceleme raporunda da gösterilen deliller yetersiz bulunduğundan sanık Menderes İnegöl’ün tutuksuzluğunun devamına karar verilmiştir.”

Büyük bir sevinçle dosyalarımı toplarken duruşma salonundaki kalabalık dağıldı, ardından karşımdaki gölgelere bakakaldım. Hem müşteki vekili gelmişti hem de Menderes ve ikisi de birbirine bön bön bakıyordu.

“Avukatım,” diyen Menderes mutlu gibiydi. “Hakimin beraat vermesi gerekmiyor muydu yav?”

Karşımızda dikilen avukata kısa bir bakış attıktan sonra “Hüküm en son verilir Menderes, karar duruşmasında.” dedim ve müşteki vekiline bakmaya devam ettim. Ardından “Siz?” diye sordum, anlam veremeyerek. Bir dahaki duruşmanın ilanı mübaşir tarafından yapıldığı için eşyalarımı toparlamaya devam ettim tabii bir yandan.

“Miray,” Avukat Hanım bana elini uzattı, ben de hafifçe tutup geri çektim. “Beni tanıdın mı?”

Kaşlarım çatıldı. “Tanıyamadım, kusura bakma.”

Menderes de benim gibi şaşkınken avukat bir anda “Han Hazar Savcı’nın kızıyım ben…” dedi ve gülümsedi. Gözlerim fal taşı gibi açık kaldı.

“Bizim Başsavcı’nın kızı Merve!” Ağzım beş karış açık kaldı. “İnanamıyorum ya, biz seninle en son kaç sene önce görüştük?”

Menderes “Tövbe estağfurullah…” diyerek geriye çekildi. Ben de Merve’yi tanımanın verdiği rahatlıkla masamdan ayrılıp ona sarıldım.

“Miray, karşımda seni görünce babamın söyledikleri yüzünden hafiften tırsmadım değil. Çok dişli bir avukat olduğundan bahsetti hep!” Gözlükleri ona çok yakışmıştı, eskiden hep dikdörtgen çerçeve tercih ederdi, şimdiyse şeffaf ve oval bir gözlük takmıştı. “Hem sen büyüdükçe güzelleşiyor musun ya? Gerçekten maşallah, annen Sana gebeyken ne yedi ne içti de böyle çıktın ya?”

Merve’yi kendime çok yakın görüyordum eskiden… Sanırım en son lise ikide görüşmüştük ve o da evrim geçirmişti.

“Sen bence bunları aynaya bakarak söyle. Saçlara bak ya… Gece gibi saçların var.”

Merve bu iltifatımdan sonra dudaklarını büzüp koluma dokundu. “Miray lütfen beraber bir kahve içelim adliyenin kafesinde. Zamanın var mı?”

“Var, tabii… Ama önce Menderes’i eve sağ salim yollayayım.”

Menderes bana tavırlıydı. “Avukat dedik bağrımıza bastık ama düşmanlarımızla da bu kadar yakın olma.”

Merve, Menderes’e göz ucuyla baktıktan sonra “Miray sen bu sanık kılıklı barzoyu nereden buldun ya?” diye sordu. Merve de böyleydi işte, çok açık konuşurdu.

Menderes’e söylediklerini kınar gibi baktıktan sonra “Sen de az değilsin Merve, nasıl da manipülasyon yapıyorsun…” diyerek dikenlerimi belli ettim. “Tamam, yarım saate kafede buluşalım.”

Saatini kontrol etti. “Bir saat sonra başka bir duruşmaya gireceğim ama o da uzar zaten…”

Kafamı salladım. “Tamam, benim bir savcının yanına uğramam lazım… Yoksa hemen inerdim kafeye. Başka bir zaman diyelim.”

Duruşma salonunun kapısının önünde üçümüz de vedalaştık ve ben cübbemi çıkarıp koluma asılı olan çantanın üstüne yerleştirdim. Bir yandan telefonuma gelen mesajları kontrol ederken diğer yandan da yavaşça Erkin’in odasının bulunduğu kata çıkmak için asansöre doğru yürüyordum.

“Avukat,” İrkilerek başımı telefondan çektim ve karşımda tekrardan o kadını gördüm. “Sen bayağı, dümdüz mahkemeyle dalga geçtin ya…” Kollarını göğsünde bağladı. Cübbesi hâlâ üstünde olduğundan beynime sürekli sakin kalmam için sinyal gidiyordu. “Bunu dosya kovuşturma aşamasına geçmeden önce bana sunman gerekiyordu. Dalga mı geçiyorsun sen bizimle?”

Çenemi sıkmaktan başıma ağrı girmişti. “Artık Menderes için ve benim için dava sonlandı, Sayın Savcım. Zaten delil yetersizliği sebebiyle ilk başta Menderes’in asla kovuşturulmaması gerekirdi ama siz ısrarla onun geçmişini mahkemeye sunup Hakime Hanım’ın kafasını allak bullak ettiniz. Size söylemiştim ben…” Rahatça omuz silktim. “Herkesin savunulmaya hakkı vardır, bunu tüm hukukçular bilir; ayrıca müvekkilimin bir yerlerden para aklayıp aklamamış olması davanın konusu değildir. Sizin bir bildiğiniz varsa, Cumhuriyet Savcısı olarak gerekeni yaparsınız. Tabii, bu sefer daha gerçekçi deliller ışığında olmak kaydıyla. Tam olarak bu cümleleri kurmuştum ama sizin sanırım bir kulağınızdan girip öteki kulağınızdan çıkmış.”

Sırıttı. “Benimle düzgün konuşmak zorunda olduğunu biliyorsun, değil mi?”

“Ama siz de benimle,” Çantama asılı olan cübbeme değdi gözüm. “Ben de hukukçuyum, ben de adalete hizmet ediyorum. Saygı görmeye fazlasıyla hakkım var hele ki bir davayı kazandıktan sonra. Bence siz müvekkilimin istemediği bir bilgiyi sizinle paylaşmadığım için sinirleneceğinize başka bir şüpheli bulmadığınız için sinirlenin. Üstüne bastıra bastıra komplo olduğunu söyledim ama iddianamede lehimize bir beyan yok.” Kafamı olumsuz anlamda salladım. “O yüzden bir masumu savunduğum için ve başka bir şüphelinin bulunmasına kısmen vesile olacağım için en azından beni duruşma sonralarında böylesine sıkıştırmayın.”

Yüzündeki ifade iyice komik olmaya başladı. “Ben ne yapacağımı sana sormayacağım Avukat Hanım… İki tane mahkeme meşgul ettin, bunu yüzüne vurdum. Daha da batırma kendini Allah aşkına…” Yüzünü havaya kaldırdı, sağa çevirdi ve bir anda yanımda Varan Alp’in belirmesiyle ben de aynı şekilde yüzümü yukarı kaldırıp bana bakan gözlerine baktım. “Savcım bir dava daha kapandı.” diye devam eden savcıya çevirdim yüzümü. Varan Alp ile bu kadın tanışıyor muydu? “Ben de avukata diyorum, bu kadar asi olma…” Yanımdan geçip Varan Alp’in önünde durdu. Ben biraz geride kalmıştım.

Varan Alp “Hadi ya,” dedi bir ona bir bana bakarak. “Daha çok azarlıyor gibi görünüyordun.” Göz ucuyla bana baktı, ben de o sırada kaçmak için asansöre doğru yürüdüm. “Avukat Hanım! Bekler misiniz?” diye arkamdan seslenen Varan Alp, beni ikinci adımımda durdurmayı başardı. “Ceyda biz seninle akşam konuşalım o mevzuyu, şimdi benim işim var.”

İsmiyle hitap ediyordu, üstelik bir de akşam konuşacağını söylemişti.

“Tamamdır, savcım…” dedi benimki de… Benimki dediğim, Ceyda Savcı. Neyse, benimki değil… “Akşam görüşelim.”

Bozuntuya vermeden Varan Alp’in cübbesini çıkarışını izledim. “Miray, konuşalım artık.” İleriyi işaret etti. “Odamda.”

Hâlâ savcının arkasından bakıyordum, gıcık olan savcının…

“Arkadaş mısınız siz?” diye sordum o tam ilerleyip yanımda durunca. “Ne konuşacaksınız ki akşam? Bu kadın var ya…” dedim tüm nefretimle. Varan Alp beni dikkatle dinlemeye devam etti. “Çok… Şey bir kadın…” Elimi kaldırıp indirdim. “İyi.” dedim ve gülümsedim. “Mesleğinde çok iyi.”

İleriyi işaret etti. “Başka bir konu konuşabilecek durumda değilim.”

Sanırım bana kızgındı. “Tamam.” dedim ben de uzatmayarak.

Odasına doğru yürümeye başladık.

Koridora girdiğimiz andan itibaren o kadar gerilmiştim ki gerçekten çenemi sıkmaktan başıma ağrı girmişti.

Odasının kapısının önünde durduk, sonra da içeriye girmem için bana öncelik tanıdı. İkimiz de içeriye girdikten sonra kapıyı kapattı ve karşımda durdu.

Kalbim bu kez Ramazan davulu gibi değil, peş peşe patlayan havai fişek gibiydi.

“Dinliyorum.” Muhtemelen o da benim gibiydi, bu yüzden oturmamıştık bile.

Kaç gündür kafamda kurduğum cevapları söylemekte epey zorluk çektim. “Neyi dinliyorsun?” diye sordum bilerek.

“Seni dinliyorum.”

Dalga geçer gibi güldüm. “Ama ben şu an konuşmuyorum.”

“Miray,” dedi gözlerini yumup açtıktan sonra. “Niye kaçıyorsun benden? Ben mi öptüm seni?” Çok ciddiydi. “Dalga geçiyorsun bir de benimle…”

Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyordum. “Ne söylememi istiyorsun ki?” Ona doğru bir adım atınca dengesi bozulur gibi oldu, çatık kaşları gevşedi. “O an öpmek istedim seni! Bu! İstemeseydin iterdin, olurdu biterdi…”

Odanın kapısı iki kez tıklanınca ellerimin titrediğini fark edip yumruk yaptım.

“Gel!” dedi Varan Alp de.

“Savcım,” Kalem memuru gelmişti. “Savcım olay yerine geçmeniz gerekiyor.” Yüzü bana döndükten hemen sonra Varan Alp’e döndü. “Olay yeri inceleme ve cinayet büro intikal etmiş, siz bekleniyorsunuz.”

Varan Alp “Tamam,” dedikten sonra masanın üstünde duran telefonunu cebine koydu. “Geleceğim. Çık şimdi.”

Kalem memuru üzülerek “Savcım biraz tatsız bir mesele,” dedikten sonra yüzünü bana çevirdi. Sanırım çıkmam gerekiyordu. “Erkin Savcı’nın ablası öldürülmüş.”

 

 

 

INSTAGRAM // esmatonguc

Bölüm : 07.02.2025 23:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...