Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
Bölüm içerisindeki siyasi partiler ve politikacılar, isimleri, tamamen yazar tarafından kurgulanan hayal ürünlerinden ibarettir.
ON YEDİ EYLÜL
15. BÖLÜM: "KİLİTLİ KAPILAR"
"Anahtarı bulamazsan kilidi kır."
⚖️
Melek'in ölümünden tek bir kişi değil, herkes sorumlu...
Ağlamamak için zar zor direndiğim birkaç dakikayı geride bırakırken hâlâ ifade odasının bekleme koltuğunda oturmuş, telefon ekranına bakıyordum. İnce bir ipin üstünde yürüyormuş gibi hissediyordum; aşağıya baksam düşecektim sanki ama önüme bakınca da yürüyemiyordum.
İfade odasının kapısının açıldığını fark ettiğim an telefonumu kilitledim ve çantamı kucağıma alıp içine yerleştirdim. Bir polis memurunun içeriye gireceğini tahmin ederken Varan Alp'in geldiğini görmek beni kısa bir süreliğine şaşırtmıştı.
Dinlediğim ses kaydından sonra hele... Bu ses kaydını ona nasıl açıklayacaktım ki? Hem babası işin içindeydi hem abisi hem de Melek'in babası, yani dayısı! Bu ses kaydını duysa eminim ortalık karışırdı, kıyamet kopardı.
Üstelik gizlice ses kaydı almam suçtu ve ben bunu emniyette yapmıştım.
"Miray, burada mıydın?" diye sorarken bir yandan da bana adım adım yaklaşıyordu. Sanki çantamı karnıma yapıştırıp sıkmasam içini açıp telefonumu zorla aldıktan sonra kaydı dinleyecekmiş gibi hissettiğimden bir süre sessiz kaldım. "Ne yapıyorsun burada?"
Yalan uyduracak kadar boş değildi zihnim, çok doluydu. Sesli bir nefes verdikten sonra "Telefonla konuştum, içeride çok hengâme var da..." diye açıklarken yanıma oturdu, daha da gerilmeye başladım. "Siz bir şey buldunuz mu?"
Bir yandan muhtemelen yüzümdeki gerginliği fark ettiğinden sorgulayıcı bakışlarını üstümden esirgemezken diğer yandan da yüzünde garip bir mutluluk vardı.
"Erkin şu Bolu'daki davanın savcısıyla görüşüyor, ekipler de evin olduğu sokaktaki tüm dükkânların kamera kayıtlarına bakacaklarmış." Yorgun bir nefes vererek arkasına yaslanınca göz ucuyla yüzünü inceledim. Tekrardan göz göze geldiğimiz an "Sen de git istiyorsan, bu gece bir şey çıkmaz." dedikten sonra bir süre daha birbirimize baktık.
Sanırım gerçekten buradan uzaklaşmam gerekiyordu yoksa kafamı toplayamayacaktım. "Gideceğim zaten."
"Kötü bir şey mi oldu?" diye sorunca önüme döndüm, sonra da çantamın içini karıştırmaya başladım.
Kafamı olumsuz anlamda bir sağa bir sola salladım. "Ben yoruldum galiba ya... Bir de tekrardan ölüm haberi gelince bünyem kaldıramadı." Bir yandan da doğruyu söylediğim için suçlu hissetmeyip gülümsedim. "Kısır döngüye girmişiz gibi hissediyorum." Tamamen ona çevirdim bedenimi. "Herkesin hayatının merkezine yerleşen bir dava var, herkes o dava için çabalıyor, yani etrafımdaki herkes... Gerçek hayatımdan o kadar koptum ki, koptuk ki gülünce bile vicdan azabı çekiyorum."
Muhtemelen ses kaydından sonra iyice duygusala bağlamıştım, normalde böyle huylarım yoktu.
"Ortada bir ölüm olmasa seni teselli edebilirdim ama bazı gidişlerin dönüşü olmuyor işte, bu yüzden ne desem boş." Cümlesini söylerken bile zihnimin bir köşesinde cevapsız kalmış sorular hüzünlü bir melodi gibi tekrar tekrar çaldığından sırf ona anlatamadığım için vicdan azabıyla kıvranıp durmuştum. "Ama Melek çok şanslı," diyerek zoraki bir gülümsemeyle düşüncelere daldı. "Senin gibi bir arkadaşı olduğu için. Bence herkesten çok sen çabalıyorsun."
Ses kaydı aklımdan çıkmıyordu ve burada daha fazla durursam Varan Alp'e söylemem an meselesiydi.
"Çabam boşuna çıkmasın da..." dedikten sonra çantamı omuzuma aldım. "Sevgilisi bile Melek'in katilinin dışarıda olmasına göz yumuyor." Ayağa kalktım. "Ben gideyim yoksa emniyeti yakacağım sinirden."
Varan Alp de ayağa kalktı. "Eve mi?"
Onunla beraber Gebze'ye gitme işimiz de yalan olmuştu.
Az önceki ses kaydı olmasa ablamın yanına gidebilirdim ama şimdi çok kararsızdım. "Bilmem," dedim o yüzden. "Nereye yürürsem artık, yolda karar vereceğim."
"Dikkat et, duruşmaya az kaldı." diye uyardı beni.
"Duruşmaya az kaldı ama ortada şüpheli yok." derken yürümeye başladık, ifade odasından çıktık. "Mir Beyaz oradan çıkınca başına bir iş gelecek mi, gelmeyecek mi belli değil."
Varan Alp kafasını olumsuz anlamda salladı. "Sen Mir Beyaz'ı oradan çıkar, gerisi çorap söküğü gibi gelecek. Belli, Melek'i kim öldürdüyse o tehdit etmiş Mir Beyaz'ı. Artık ablasıyla mı tehdit etti, yeğeniyle mi belli değil."
Sesli bir nefes verdim. "Senden bir şey isteyeceğim."
"İste." dediğinde sanki ne istersem yapacakmış gibi güven vermişti sesi.
"Eğer dayına uğrarsan..." Biraz daha yaklaştım. "Biraz illegal bir istek ama idare edeceksin artık."
Kaşları havaya kalktı. "Dayımı rehin mi alayım?"
Bu durumda bile beni güldürmüştü. "Hayır tabii ki... Melek'in odasına girip günlüğünü getireceksin bana. Bir günlük tuttuğunu biliyorum hatta dört beş defter eskitmiştir. Bir de bilgisayarı..." Aramızdaki boy farkı dolayısıyla çok da sessiz konuşamadığımdan biraz daha yaklaştım. "Bilgisayarını getir."
"Baktılar zaten onlara," deyince sesli bir nefes verdim. "Yani bilgisayarını, teknolojik aletlerini incelediler."
Kafamı olumlu anlamda sallarken "Biliyorum onu Varan Alp ama ben de incelemek istiyorum. Bu ülkede her şey layıkıyla mı yapılıyor sence? Gözden kaçırdıkları bir detay vardır belki." derken fazla yakın durduğumuz için nabzım at yarışında son dakika depar atıp kazanmış atlar gibiydi.
Parfümünün kokusu da burnuma çok fazla gelince kendimi hemen geri çektim. "İyi, tamam ama dayıma çaktırmadan nasıl getireceğim konusunda bir fikrim yok. Söz veremiyorum." deyip etrafa göz ucuyla kısa bakışlar attı.
"Sen halledersin." deyip otuz iki diş sırıttım. "Sonra da bizim evi biliyorsun zaten, getirirsin bir zahmet." Annemle babamın Varan Alp'i benimle görünce yaşayacağı ufak çaplı heyecanı fark ettiğim an vazgeçtim. "Ya da ben senden alırım."
"Yarın bir vaka gelmezse akşam uğramaya çalışırım."
Doğru, bu adam savcıydı. Ben de sanki internet sitesinden kargo ister gibi ne rica etmiştim...
"Tamam o zaman, görüşürüz." dedikten sonra ağır adımlarla yürümeye başladım.
"Görüşürüz."
⚖️
14 EKİM 2027, PERŞEMBE
DURUŞMAYA KALAN SÜRE: 7 GÜN 10 SAAT
Çalışma masamın üstüne yığılan dosyalar, laptopumda açık kalmış içtihat programlarında işime yarar Yargıtay kararı ararken Aykut'un işine gelen tüm delilleri -ki aynı zamanda Erkin'in de- hakimin mahkumiyet vermemesi için çürütmeye çalışırken Varan Alp dün İzmit'e gelemediği için çok kızgındım. Masamın sol köşesinde duran laleler ve annemin zorla önüme attığı meyve tabağı masamdaki Şam şeytanı dosyaların yanında trajikomik gözükürken sandalyeden bıkkınlıkla kalktım.
Başparmağımın etimi koparırcasına ısırdıktan sonra "Acaba ben mi gitseydim Meleklerin evine?" diyerek kendi kendime konuşmaya başladım. Gerçi Varan Alp bu akşam geleceğini söylemişti -kısa bir mesajla ve şüpheli- ama olsun... Ben mi gitseydim?
Kapı yavaşça aralanınca düşüncelerim anında yok oldu. "Anne," dedim annemin koca yeşil gözlerini görünce. Elindeki bardağı görür görmez gözlerimi belerttim. "Anne daha yeni meyve getirdin ya... Niye uğraşıyorsun bu kadar? Ben alırım acıkırsam."
Annem kupayı masama bıraktı. "Miray, iki gündür odandan çıkmıyorsun kızım." Dışarıyı işaret etti. "Ya hani diyorum bir sahile falan mı gitsek? Babanın canı da dondurma çekmiş."
Kafamı olumsuz anlamda salladım. "İmkânsız. Hem bu aralar hava biraz bozdu... Ne dondurması Allah aşkına? Lehime Yargıtay kararı topluyorum, dilekçeye ekleyeceğim." Annem elbette söylediğimi anlamadı. "İçtihat programlarını talan ettim, internet sitelerini çökertmek üzereyim ve muhtemelen yetmiş sene önceye bile ışınlanmış olabilirim... Yani hepsini okuyorum, merak etme. Ama benim başka bir şey yapmam lazım anne..."
Annem korkuyla "Miray sana kurşun mu döktürsek?" deyince anlamayarak yüzüne baktım.
"Anne bana nazar mı değdi? Ne kurşunu, ne dökmesi? Öyle batıl şeylere niye inanıyorsun ki sen?" Saçlarım dağılınca sinirim bozulduğu için saçımdaki gevşek lastiği çıkardım. "Ya kafayı yiyeceğim, benim lastiklerim niye bu kadar gevşiyor ya! Anne doğruyu söyle, sen mi kullanıyorsun?" Lastiği yatağımın üstüne fırlatıp çekmecelerimi karıştırmaya başladım. "Yeni bir lastik bulana kadar da duruşma günü gelir kesin."
"Miray!" Anneme döndüğüm an elindeki terliği fark etmeyi ben de beklemiyordum. Gözlerimi kırpıştırarak geriye çekildim. "Ya kızım sen aklını mı yitirdin? Bak, biraz daha bu odada kalırsan terliği beyninde patlatırım ha... İn aşağıya, hadi... İn. Şu doktorla yemeğe çıkın."
Gözlerimi belerterek "Neye neye? Kimle?" deyip yanına doğru yürüdüm. "Anne ne doktoru, ne yemeği? Komşudan mı bahsediyorsun sen?"
"Kızım adam koskoca cerrah, sana ne zararı olabilir ki?" Sinirden elimi yumruk yapıp ısırmaya başlayınca "Bak bak, hallere bak hallere! Otuz yaşına geleceksin, bu hareketler ne Miray ya?" diyerek terliği daha da yaklaştırdı yüzüme. "Saat dokuz olmadan in aşağıya da ayıp olmasın."
"Anne, bak," Dişlerimi sıkmaktan çenem uyuşmuştu. "Mir Beyaz'ı çıkarmak için yarı kel kafalı Aykut'un telefonlarına bakmıyorum, muhtemelen bana dava açacak... Şu masaya bak!" diye çemkirdim. "Bak, masaya bak! Ya sanki düşmanın hapiste ya! Süt çocuğun hapiste!"
Annem terliği indirdikten sonra "Kızım böyle aklına girmez, bir şey bulduğun da yokmuş... Yargıtlar margıtlar da karar verememiş..." diyerek kekelemeye başladı. "Aman! Odayı temizleyeceğim ben, azıcık evden çık!"
"Saat dokuzda temizlik mi yapacaksın anne? Vallahi kafayı yiyeceğim ben ya..." Elimi saçlarıma daldırdım, sonra da çekmeceye doğru yürüdüm. "Bir de gitmiş bana randevu ayarlamış... Neymiş, otuz yaşında kızmışım... Ha ha ha... İstesem yüz kere evlenmiştim!"
Sonunda bir lastik toka da buldum, harika.
Annem hayretle "Tövbe!" diyerek terliği üstüme attı sonunda.
"Ya Aykut kim bilir bütün içtihatların tam metnini ezberlemiştir..." derken saçlarımı toparladım. "Sen de beni zıkkımın kökü restoranında, cerrahlarla buluştur anne. Tamam mı?"
Annem bilgisayarda açık kalan dosyaya bakarken bir anda bilgisayarı kapattı ve "Şunu da iç Miray, öyle git." diyerek kupayı işaret etti. "Ayrıca güzel giyin."
Dolabımı açtığım an "Pijamayla gideceğim anne, pijamayla." deyip kıyafetlerimi karıştırmaya başladım.
Annem terliğini tekrardan giyerken "Acele et Miraycığım, çok konuşma." diye eklemeyi de ihmal etmedi sağ olsun.
Zaten başımda yüz tane bela vardı, bir de cerrahla mı buluşacaktım? Artık o ameliyatlarından bahsederken ben de davaya hazırlanırdım. Süper uyum...
Beş dakika içerisinde bir kıyafet bulup istemeyerek de olsa hazırlandıktan sonra yüzüme nemlendirici sürerken telefonum çaldı, bakmadan açtım.
"Miray Hanım, size ulaşamayınca annem annenize uğramış; yemek yemek istediğimi söylemiş. Siz de uyuyormuşsunuz, bakamamışsınız..." Şimdiden sohbeti baymıştı. "Bugün canınız mı sıkkın? Anneniz, anneme öyle söylemiş."
Yalanları ortaya çıkmasın diye "Evet ya, canım sıkkın..." dedikten sonra iki kez öksürdüm. "Geç oldu, siz yemek yemediniz mi? Aslında hiç de dışarıya çıkasım yok ama..."
"Zaten yemek yemeye çıkmasak mı, diyecektim." deyince kaşlarım çatıldı ve makyajım yarıda kaldı. Tam sevinçle kıyafetimi çıkarmak için ayağa kalkmıştım ki "Benim bildiğim bir restoran var, oranın tatlıları çok güzel..." diye devam etti. "Kahve içeriz, tatlı yeriz, tatlı konuşuruz..."
İstemeyerek de olsa "Tabii, ben on beş dakikaya aşağıya inerim." dedikten sonra telefonu kapattım. Yalandan ağlayarak en az kafam kadar karışık olan çalışma masama göz ucuyla baktım. "Elveda, sizinle tanışmak çok güzeldi. Umarım beynim resetlenmez..."
En son rimelimi sürerken telefonum tekrardan çaldı, bu kez de Varan Alp arıyordu. Ağzımı beş karış açtıktan sonra Varan Alp'i unuttuğumu fark ettim.
Dudaklarımı ısırarak telefonu açtım. "Alo!" dedim gerilerek. "Varan Alp geldin mi sen?"
"Dayımlardan çıkacağım birazdan," dediği an kaşlarım çatıldı ve dudaklarımı büzerek ayağa kalktım. Tam bir maymun gibiydim. "Size mi getireyim?"
"Iııııı," dedim beş saniye boyunca. "Ya benim dışarıda küçücük, minicik, bir saatçik işim var da bir saate getirsen olur mu?" diye sorunca birkaç saniye duraksadı. "Özür dilerim ama benden bağımsız oluştu durum, gerçekten."
"Tamam, sıkıntı değil, oraya gelmem en az yarım saat sürer zaten." Muhtemelen dayısından yeni çıkmıştı. "İyi, senin işin varsa tutmayayım..." derken sesindeki soğukluk yüzünden üzüldüm. "Görüşürüz."
"Görüşürüz..." dedim ve telefonu kapattım.
Bir gözüm rimelliydi, diğer gözüm rimelsiz... Tam bir eşeğe benziyordum ayrıca kendime çok gıcık olmuştum.
İki gündür beynim de kalbim de çalışmıyordu.
Sonunda tamamen hazır olup evden çıkmak için aşağıya indim. Salondaki seslerden bizimkilerin çay içtiğini anlayınca yanlarına gittim ve tam içeriye girmeden kapının pervazında durup "Ben çıkıyorum." dedim somurtarak.
Koray arkasını dönüp bana baktığı an ıslık çalıp "Yuh!" dedi ve elini yumruk yapıp ağzına götürdü. "Annem arada 'Sizi doğuracağıma taş doğursaydım.' diyor ama anne, gerçekten taş doğurmuşsun ha!"
Babam Koray'ın ensesini sıkarak "Oğlum sen davul kafalı mısın?" diye sorunca günler sonra ilk defa kahkaha attım.
Annem de "İyi iyi, güzel olmuşsun... Kırmızı yakışmış." deyince kafamı sallayarak dışarıyı gösterdim.
"Çıkıyorum o zaman."
"Kızım çok durma, geçe kalmayın." dedi babam da. "Koray gibi davul davul konuşursa da kalk masadan eve gel..." Cıkladı birkaç kez.
Koray ağzındaki tatlıyı yutar yutmaz "Kafası davula benziyor zaten o adamın," deyip kahkaha attı. "Sadece turuncu davul."
Annem kızarak "Koray ne biçim konuşuyorsun ya koskoca doktor!" deyince babamın bıyık altından sırıttığını görüp ben de güldüm.
"Neyse, çıkıyorum ben. Görüşürüz."
Ayakkabılarımı giydikten sonra son kez saçlarımı düzelttim, ardından evden çıktım. Dış kapıyı kapatır kapatmaz da karşımda Koray'ın "davul kafa" olarak adlandırdığı Cerrah Bey'le karşılaştım. Elinde tuttuğu gül demetine göz ucuyla baktıktan sonra karşı binanın camından bizi izleyen annesine gözlerimi kırpıp yalandan gülümsedim.
Birkaç gün sonra duruşma var, benim uğraştığım şeylere bak ya!
Acaba bu adamın adı neydi? Keşke çıkmadan anneme sorsaydım...
"Merhabalar," diyerek gül demetini uzatan cerraha iki adım daha attıktan sonra çiçekleri elinden alıp kafamı salladım. "Buyurun, çok beklemeyelim, hava da bozuk..." deyip arabasının kapısını açtı.
"Sağ olun..." dedim hem güller için hem de kapıyı açtığı için.
Arabaya bindikten sonra emniyet kemerini bağladı. "Miray Hanım çok ani oldu. Eğer rahatsız olduysanız gitmeyebiliriz." derken arabanın anahtarını havaya kaldırmıştı.
Kırmamak için "Yani çok kalmayacaksak bir kahve içebiliriz." dedikten sonra ben de emniyet kemerimi bağladım. Acaba oluru yok, dersem çok üzülür müydü? Gerçi bana ne canım? Sanki biz her sevdiğimiz tarafından seviliyorduk...
"Tabii tabii, çok geç olmasın..." dedikten sonra arabayı çalıştırdı. "Ben hafta sonu sizi yemeğe çıkarmak istiyordum, hani mahkeme geçsin, öyle... Ama annem çok ısrar etti." Arabayı çalıştırırken diğer yandan da bana bakıyordu. "Bir de moraliniz bozukmuş, çok vicdan azabı çektim ya... Kusura bakmayın."
Dostane bir şekilde konuşunca kibarlığından ötürü biraz rahatladım. Çok gerilmeme gerek yoktu sanırım. "Ben de duruşmaya hazırlık yapıyordum..." dedim yalan söylediğimi belli ederek. "Beni de annem zorladı."
Adam iki saniye kıkırdadı. "Yarım saat ara verirsiniz, umarım kafanız dağılır."
Kucağımdaki güllere bakarken aklıma masamdaki sarı laleler gelince tebessümle camdan dışarıya bakmaya başladım.
Arabayı çok yavaş kullandığından ötürü yaklaşık on dakika boyunca gideceği yere varamadık. Laf arasında gideceğimiz mekânın adını öğrenince zaten bildiğimden ötürü tanıdık bir mekâna gideceğimiz için rahatlamıştım.
"Ay biraz daha yavaş kullanırsanız yarım saate anca orda oluruz..." dedim şakaya vurarak.
Adam bozularak bana döndü. "Siz biraz korkuyorsunuz diye yavaş kullandım ben..." Biraz daha hızlandı.
"Annem mi söyledi?" dedim şaşırarak. "Nereden biliyorsunuz?"
Gözleri titredi, ardından zorla gülümsedi. "Tabii ki anneniz söyledi anneme, başka nereden bileceğim?"
Ve sonunda mekâna ulaştık.
İlk yirmi dakika mesleklerimizden konuştuk. Otuz altı yaşında olduğunu, genel cerrah olduğunu ve mesleğine âşık olduğunu anlattı; aynı zamanda İzmitliymiş ve memleketine atandığı için çok mutluymuş. Küçükken en büyük hayali de doktor olmakmış...
Ben mesleğimden bahsederken lafımı hiç bölmemişti ve bir insanda en dikkat ettiğim özellik, ben konuşurken beni dinleyip dinlememesiydi bu yüzden takdir etmiştim. Sorularını bile cümlelerimi bitirdiğimde "İzniniz olursa sorabilir miyim?" diyerek soruyordu.
Kibarlıktan ölecekti.
Ama ben yine bir elektriklenme hissedememiştim. Olmuyordu. O heyecan yoktu işte...
"İsterseniz kalkalım," deyince kafamı sallamakla yetindim. Midem çok dolmuştu, şekerim yükselmişti. "Ama kalkmadan bir şey rica edeceğim..."
Merakla "Nedir?" diye sordum.
"Yani çok açıktır diye tahmin ediyorum," Kendisini işaret ederken bile elleri titriyordu. "Biliyorum, çok kötü zamanlardan geçiyorsunuz. Daha önce de lafı açıldı, reddeder gibi oldunuz..." Ağır ağır kafamı salladım. "Ama acaba diyorum, hemen karar vermeseniz mi? Ben sanırım sizden çok hoşlanıyorum."
Düşünmedim bile. "Kusura bakmayın ama benim böyle bir hissim yok." Kalbime dokunarak "Yani benim aşk anlayışım kalbimin güm güm atması..." deyip kıkırdadım. Hüzünlü yüzü masaya eğildi. "Ve kaç kez söylemiş olursanız olun, muhtemelen kalbim o kadar hızlı atmayacak."
"Birbirimizi çok tanımıyoruz ki Miray Hanım."
"Evet, siz de beni tanımıyorsunuz." diyerek onu işaret ettim. Günlerdir kendime itiraf edemediğim gerçeği ilk defa adamın yüzüne söyledim: "Ben kendimi son zamanlarda âşık olamayacak kadar yorgun hissediyorum. İleride oluru da yok. Bu aralar hayatıma birinin girmesi imkânsız. Siz de buna dâhilsiniz..."
Anlayışla gülümsedi. "Öyle olsun, peki... Sizi zorlayacak hâlim yok ki zaten zorlarsam muhtemelen hapsi boylarım." diye saçma bir espri yaptı. Boşluğuma geldiğinden ötürü iki saniye kadar güldüm. "Bu ülkede kadınlar reddedince erkekler bazen gururuna yediremiyor." deyince hemen kafamı salladım. "Sapık gibi dolanıyorlar peşinde; hatta kimisi darp ediliyor kimisi ölüyor... Bu söyleyeceğimi de takıntılık olarak algılamayın ama eğer bir gün yeşil ışık yakarsanız ben tekrardan sizinle görüşmeye hazırım. Onun dışında asla..."
Üzülmüştüm. "Belki." dedim sesli bir nefes vererek. "Çok küçük bir ihtimal."
Daha fazla konuşmadık, on dakika içerisinde de dışarıdaydık, arabanın yanında. Arabaya bindikten sonra da annesinin geçirdiği kanser süreçlerini konuştuk. Kanser yinelenebileceği için o da son zamanlarda çok kötü durumdaymış ve annesini mutlu etmek için uğraşıp duruyormuş.
Hastanelerden ya da adliyelerden konuşa konuşa yolu tamamladık ve sonunda eve geldik. Tek hayalim Varan Alp'ten bilgisayarı ve günlükleri aldıktan sonra eve kapanıp on saat boyunca duruşmayı düşünmekti.
Arabadan çıktıktan sonra vedalaştık, ardından çiçeklerimi de alıp kapının önüne doğru yürüdüm. Camdan bizi izleyen annesine de geçirdiği rahatsızlıklardan ötürü iki kez el salladım ve gülümsedim. Aslında onları canavar olarak görmeme gerek yokmuş, bunu anladım.
Annesi perdeyi çekip içeri girince ben de çantama elimi daldırıp anahtarı aramaya başladım, o sırada da telefonum çaldı.
Varan Alp'in aradığını görür görmez telefonu kulağıma götürdüm ve "Hah, tam zamanında aradın." dedikten sonra merdivenlerden indim. "Ben de kapıdaydım. Neredesin?"
"Aşağıya iner misin, diyecektim ben de."
"Geldin mi?" diye sorarken sokağın başından gelen araba farlarını fark edip kaldırıma yürüdüm. "Tamam, gördüm seni."
Telefonu kapatıp çantama yerleştirirken elimde tuttuğum gül demetini yeni fark ediyordum. Ama yere atamazdım, içeriye de götürüp bıraksam garip olurdu. Karşısına böyle çıkmak biraz garip olacaktı.
Varan Alp'in arabasının şoför koltuğunun yanındaki kapı açılırken ben de arabaya doğru yürüdüm ve dışarı çıkmasını bekledim. Muhtemelen laptopu ve günlükleri alıyordu arka koltuktan, yüzü dönüktü.
Dışarıya çıkınca elindeki günlükleri görür görmez çiçeği nereye sıkıştıracağımı bilemeyerek korkuluk gibi durdum, ta ki o beni görünceye kadar.
Beni gördüğü an gözleri büyüdü, birkaç saniye arabanın yanında dikilerek hiçbir şey söylemeden yüzümü ve kıyafetimi inceledi. En son elimde tuttuğum gül demetine bakınca kendimi rezil hissettiğim doğruydu.
O bana doğru yürümeyince ben birkaç adım daha atarak yanına vardım, sonra da günlükleri kontrol ettim. "Merhaba," dedim gözlerimi kırparak. "Son yazdığı günlüğü Ümit amca yok etmediği için ya da saklamadığı için mutluyum."
Varan Alp önce günlüklere sonra da gözlerimin içine baktı. Elimdeki gülleri işaret ederek "Sen taşıyamayacaksın herhalde bunları," dedi soğuk bir sesle. "Ben götüreyim kapıya kadar."
Arabasının kapısını kapattı, sonra da hiçbir şey söylemeden bizim kapıya doğru yürüdü. Bozulmuş muydu bu? Ben doktorla onun arabasında telefonla konuştuğumda da yanakları kızarmıştı, bunu ima etmiştim ama ısrarla reddedince tesadüftür diye düşünmüştüm. Bayağı bayağı bozulmuştu.
Yanlış anlamaması adına ondan daha hızlı yürüyüp yanına vardığımda da adımlarımı onunki gibi atarken "İnsan bir merhaba der ya..." dedim sırıtarak. "Kötü bir şey mi oldu?"
"Olmadı." dedikten sonra bizim kapının önünde durduk. "İçeri götüreyim mi?"
Elimdeki güllere baktıktan sonra tekrardan gözlerinin içine baktım. Onu takım elbiseyle görmemek de her seferinde garip hissettiriyordu, kıyafetlerine de baktım... Yok, açık konuşmak gerekirse dümdüz süzdüm Varan Alp'i!
"Bir şey mi oldu, diye sordum." diye yineledim.
"Olmadı." dedi hemen fakat sesi yine soğuk çıkmıştı... "Eve döneceğim, çok geç olmasın diye acele ediyorum sadece. Bırakayım mı buraya?"
Sesli bir nefes verdim. "Ben de Miray'ın külahı." dediğim an her an savcı kimliğini alnına yapıştırıp beni tutuklayacakmış gibi baktığından ötürü sertçe yutkundum. "Varan Alp niye düşmanımmış gibi davranıyorsun ya?" Gözlerini bir iki saniye yumduğunda yanaklarının kızardığını görüp "Hayır, istemiyorsan söyleseydin, ben giderdim eve, alırdım günlükleri... Sonuçta dayın da Melek'i kim öldürdüyse onun ceza almasını isterdi..." dediğim an aklıma ses kaydı geldi, yine moralim bozuldu.
Şimdi delirecektim ya! İki dakika, sadece iki dakika önce mutluydum!
"Konu o mu sence?" diye sorarken diğer yandan da kucağımdaki güllere bakıyordu.
"Konu ne, diye soruyorum ben de ama cevap vermiyorsun." dedim sinirlenerek. "Kötü bir şey mi oldu, diye soruyorum! Olmadı," derken sesimi onunki gibi kalınlaştırdım. "Olmadı, diyorsun. Tip tip bakıyorsun bir de. Ne var ya? Ne oldu yani?"
Bıkkın bir nefes vererek "Yok bir şey. Sadece hiç değişmemişsin, onu anladım." deyince kaşlarımı çattım. "Bunları da buraya bırakıyorum." deyip laptopu resmen merdivenin üstüne bıraktı. Tam yanımdan geçip gidecekken gülleri merdivenin üstüne bırakıp kolunu tuttum.
"O ne demek?" diye sordum ciddiyetle. "Ne demeye çalışıyorsun? Niye değişeyim ya da niye değişmeyeyim?"
Kolunu tutan elime baktıktan sonra "Açıklama yapmak zorunda değilim." diyerek öylece kaldı.
"Zorundasın." Kolunu daha sıkı tutunca gerilir gibi oldu. "Hem laf atıyorsun hem soğuk soğuk davranıyorsun hem de..." derken bunu söyleyip söylememek konusunda çok kararsız kaldığımdan susmuştum. Kafamdaki düşüncelerin tümü gerçek olmayabilirdi.
"Ne?" diye sordu o da. "Hem de ne?"
"Yok bir şey." dedim ve kolunu bıraktım. "Sen geç kalma, cinlerin tepende zaten! Artık ne işin varsa..." diyerek arkamı döndüm. "İyi geceler."
"Merak etme, senin gibi randevulara çıkmıyorum." dediği an kalbim Ramazan davulu gibi çalmaya, aman, atmaya başladı. Şaşkınlıkla arkamı döndüğüm an ağzım beş karış açılmıştı. "İyi geceler." dedi öfkeyle.
Sinirle gülerken düşüncelerimde yanılmadığım için "Sana inanmıyorum ya..." deyip yanına yürüdüm. Arkasını dönüp yürürken bir anda durdu, tekrardan yüz yüze geldik. "Pardon ama sana ne? Randevuya çıkmamın sana ne gibi bir zararı var?"
Gözlerindeki hüzün ve öfkeyi gizleyemedi. "İyi geceler." derken konuşmak istemediğini anladım ama su yüzüne çıkmayan hiçbir gerçekten haz etmezdim. Kafasında ne varsa söylesin istiyordum.
"Cevap alamadım." Tekrardan karşısında durdum.
"Şu an bir savcıyı rahatsız ediyorsun. Lütfen çekilir misin?" deyince sinirden gülmeye başladım.
"Az önce bana büyük ihtimalle davada işime yarayacak bilgiler getiren savcıdan mı bahsediyorsun?" Önünde durduğum için yürüyemedi ve yüzüme bakmaya devam etti. "Ya da üç gün önce beraber yemek yediğim savcıdan mı?" Dudakları aralandı ama konuşmasına müsaade edemedim. "Ya da bana çiçek alan savcıdan mı bahsediyorsun?" Yüzümdeki hin gülümsemeyi izlerken keyfi yerle bir olduğu için mutluydum. "Ama dur, bence sen şeyden bahsediyorsun... Boynuma sıcak havlu saran savcı... Ha şey de olabilir," Gitmek için sola doğru bir adım attı ama yine önünde durdum. "Bana çocukken âşık olan savcı..."
"Şu an gitmek isteyen savcıdan bahsediyorum." derken bozuk suratı daha da bozuldu. "Bir de benim iyiliklerimi, hislerimi ya da inceliklerimi yüzüme vurman büyük bir kötülük. Çünkü bir insanın hataları yüzüne vurulur, kötülükleri yüzüne vurulur ama inceliklerini ya da hislerini yüzüne vurmak bana göre çok büyük bir saygısızlık."
Söylediği cümleyle beraber attığı bakışlarla kalbimi bin parçaya bölünce o yürürken arkasından bakmaktan başka çarem kalmadı. Arabasını park ettiği yerden çıkarışını izlerken bile sanki beynime yüz tane vida çaktılar, matkapla deldiler...
Kalbimdeki acıdan bahsetmiyorum bile.
Zaten bugün çok duygusaldım, gözlerim de dolmuştu...
Çok mu ileri gitmiştim?
Yanağımı şişirdikten sonra oflarken tüm nefesimi verdim, sonra da kapıya doğru yürüdüm. Eve girerken hem çiçekleri hem de laptopu ve günlükleri taşımak çok zordu ama annemler geldiğimi bile duymadığından hızlıca odama çıkarıp hepsini yatağımın üstüne atabilmiştim.
Çantamdan telefonumu çıkardım, Varan Alp'in numarasıyla göz göze geldim ama arayamadım. Sanırım onu çok kırmıştım ve insan sevdiklerine kırılırdı... Ben onu kırmıştım, o da beni kırmıştı...
Kıyafetlerimden kurtuldum, makyajımı sildim ve aşağıya, mutfağa indim. Herkes salonda uyuyakalmıştı, sanırım bizim evin normlarından biriydi.
Kendime sert bir kahve demledim, odama çıktım ve Melek'in laptopunu açarak işe koyuldum.
Bu kumarı kazanmam gerekiyordu.
⚖️
YAZARIN ANLATIMIYLA, İSTANBUL
Cumhuriyet Savcısı Erkin Gümüşpala, bütün günün yorgunluğuyla eve adımını henüz yeni basmıştı. Tek dileği televizyonun karşısına geçip saçma sapan bir dizi açtıktan sonra uyuyakalmaktı çünkü kanepesi çok yumuşaktı. Ve... Canı süt istemişti. Evet, bu çok ilginçti ama canı süt istemişti. Nedenini o da bilmiyordu.
Önce kıyafetlerinden kurtuldu, eşofman ve tişört giydi, sonra da mutfağa girip kendisine süt ısıttı. O bile buna şaşırırken başkası görse ne der, diye düşünerek iç çekti.
"Ulan millet uyumamak için kahve demler, biz uyuyabilmek için süt demliyoruz." Kaşları çatıldı. "Süt demlenir mi ya?" Ofladı ve sütün ısınmasını bekledi. "Ben sana aldanamam yârim, ben sana dayanamam..." diyerek bir şarkı mırıldanmaya başladı. "Acaba ben sana aldanamam yârim miydi yoksa ben sana dayanamam yârim miydi?" Kafası karıştı. "Ne fark eder ya?" Sütü ısınmıştı. "Of..." dedi sütü bardağa boşaltırken.
Kupasını alıp içeriye geçti, ardından televizyondan gelişigüzel bir kanal açtı. Dizide bir karakter o sırada bir insanı canice öldürüyordu.
"Bu ne be?" dedi Erkin iki adım geriye giderek. "Allah'ım burada da mı cinayet ya?" dedikten sonra televizyonun sesini kıstı. "Niye adamın koluna testereyle yaklaşıyorsun, psikopat? Suç be suç!" dedi öfkelenerek. "Biz milleti korkutalım, bunlar suça yönlendirsin..." Birkaç kez cıkladı. "Ulan bu ülkenin polisi savcısı yok sanki, bir de seri katil yaratıyorlar? Hak var hukuk var... Kısasa kısas kanunu kalkalı asırlar oldu, bu televizyoncular hâlâ prim kasıyor... Neymiş, adalet yokmuş! Bak, bak ülkenin savcısı uyuyabilmek için süt içiyor, süt!"
Sütten iki yudum daha aldı, o sırada da kapı çaldı. Erkin, Varan Alp'in geldiğini anlayarak ayağa kalkınca "Yine ne var kardeşim ya?" dedi ağlamaklı bir sesle. Kapıyı açar açmaz Varan Alp'in yüzündeki enkazı fark edip gözlerini belertti. "Bu tip ne Alp?"
Varan Alp içeriye girdikten sonra Erkin kapıyı kapatıp peşinden ilerledi. "Sence tarih tekerrürden mi ibaret?" diye sordu Varan Alp, salona geçince. "Sence insan yedisinde neyse yetmişinde o mudur?"
Erkin anlamayarak "Ulan umutsuzluk sanki kalbine amele sümüğü yapışmış gibi konuşma." diyerek kanepeye geçti. İçtiği süt kupasını görür görmez Varan Alp fark edecek diye iki elini birbirine çarptı ama Varan Alp sadece yere bakıyordu. Erkin, karşısındaki kanepede oturan Varan Alp'e biraz daha baktı. "Konuşsana ya... Niye geldin gecenin on ikisinde evime? Hayırdır?"
"İstemiyorsan gideyim Erkin." diyen Varan Alp'in kalbi çok kırılmıştı. "Moralim bozuk, ondan geldim."
Erkin sütün içinde olduğu kupayı eline aldı ve iki yudum aldı. "Anlat, dinliyorum. Zaten her haltı içine attığından dolayı muhtemelen yüreğinde biriken hüzün dağından volkanlar fışkırıyor..."
Varan Alp'in gözleri kısıldı. "Yüreğimde biriken hüzün dağından volkanlar mı fışkırıyor?" Hiç beklemediği için kıkırdadı. "Erkin sen bence istifa et, öğretmenlik oku. Bu edebiyattan hiçbir genç mahrum kalmamalı."
Erkin sütünü yudumladıktan sonra "Cık," diyerek kafasını olumsuz anlamda yukarı kaldırdı. "Ayrıca lafı değiştirme be... Kaç yaşına geldin hâlâ Erkin kankana derdini anlatırken en başta anlatmamak için direniyorsun. Oğlum karşında kim var?" Kendisini işaret etti. "Cumhuriyet Savcısı Erkin Gümüşpala. Kaybettiğim savaş yok. Direnme, Varan Alp, anlat."
Kolunu kanepenin köşesine dayayan Varan Alp stresten bacaklarını sallıyordu. "Ben Kocaeli'ye gittim."
Erkin kaşlarını çattı. "Babana mı?"
"Yok, dayıma gittim önce..." Erkin rahat bir nefes verdikten sonra gülümsedi. "Miray benden Melek'in laptopunu istemişti," deyince Erkin doğrularak kaşlarını kaldırdı. "Bakma öyle ya, delil karartmıyoruz, kolluk incelemişti zaten teknolojik aletleri. Savunmasında kullanır diye götürdüm."
"Bir şey çıkmaz zaten. Eee?" dedi Erkin ve geriye yaslandı. "Ne yaptı sana o süslü?" Gözlerini devirdi. "Zaten içeri girdiğinde tipinden belliydi aşk acısı çektiğin."
Varan Alp ofladıktan sonra "Ya Erkin bir kere cıvıtmadan dinlesen olmaz mı ya?" deyip kafasını televizyona çevirdi. Dehşetle "Bu ne be?" dedi televizyondaki diziyi işaret ederek. "Niye kulağını ısırıyor herif başka birinin?"
Erkin büyük bir egoyla "Ya bunlar bir seri katil yaratmış... Sözde adalet dağıtıyor." deyip kendisini işaret etti. "Bir de az önce sen gelmeden bir adam, bir adamı göğsünden iki kez vurdu. Sonra kahkaha atarak arabasına bindi, gitti. Ulan bu ülkenin polisi nerede? Yok mu? Savcısı nerede? Yahu bunlar bildiğin kısasa kısas yaparak adalet adı altında komedi çekiyorlar. Aşırı sinirlendim Varan Alp ya..."
"Ha biliyorum..." dedi Varan Alp, kafasını olumlu anlamda salladı. "Biz de istemiyoruz kanunların kitapta kalmasını, bunun için çabalıyoruz; keşke insanlar da adalet yok diye insan öldüreceğine okuyup savcı hâkim olsalar..."
"Ya sıkıntı o da değil ki Varan Alp," dedi Erkin hiddetle. "Bak, düşünmedikleri çok fazla şey var. Bir, diyelim ki bir tane piç kurusu var."
Varan Alp, "Düzgün konuş ya..." dedi iğrenerek.
"Üf, tamam." dedi ve sütünden bir yudum aldı Erkin. Varan Alp, Erkin'in süt içtiğini anlayınca gözlerini kısıp sorgulayıcı bir bakış attı. "Bir tane şerefsiz, bir tane şerefsizi öldürdü diyelim. Sonra bu şerefsiz, gidip bunun ailesine saldırıyor. Ailesi de kafayı yiyor, sonra diğer aileye saldırıyor. Ulan ülkede insan kalmaz!"
Varan Alp kendisine engel olamayarak gülmeye başladı. "Sen süt mü içiyorsun bu arada?"
"Yok, rakı." dedi Erkin bozularak. "Canım istedi. Ne var ya?"
Varan Alp konunun kapanması adına "Ya zaten ülkemiz ütopik şeyleri seviyor..." diyerek diziyi işaret etti. "Ama adalet adı altında kan dökmek pek de adalet kavramını yansıtmaz." Erkin kafasını salladı. "Mesela ben babamı sevmiyorum, yalan yok, sevemiyorum ama o benim canımdan. Birini öldürse," deyince içtiği süt Erkin'in boğazında kalacaktı neredeyse. "Ve öldürdüğü kişinin yakını da babamı öldürse ben üzülmeyecek miyim? Tamam, cinayet suç ve ölen kişinin yakınları zedelenir. Ben de bunu yaşıyorum, kuzenim öldü, öldürüldü. Ama kuzenimi öldüren adamı öldürmeye kalksam ailesi kahrolacak. Bunu geçtim, kan dökülecek. Bir insanın canına kıymak günah. İnsan korkar be... Çok cezasını çekmeye meraklıysan iki tokat at, darp et, sonra adalete teslim et. Zaten diğer dünyada hesabı sorulacak, bu dünyada da aynı şekilde. Elini kirletmeye ne gerek var?"
"Aferin sana ama sen belli ki çok dolmuşsun..." dedi Erkin sütünü bitirip orta sehpaya bırakırken. "Ne yaptı Miray? Kavga mı ettiniz?"
Varan Alp "Yok ya..." deyip arkasına yaslandı. "Kırıldım."
Erkin burnundan güldü. "Neye kırıldın?"
"Komşusuyla randevuya çıkmış."
"Ne?" diye bağırdı Erkin yüksek bir sesle. "Kızın görüştüğü biri mi varmış?"
Varan Alp pek inanamasa da "Ya ne bileyim? Geçen arabada da konuştular zaten... Ama Miray bir şey hissetmediğini söyledi." diyerek kendisini rahatlatmaya çalıştı. "Annesi ayarlıyormuş hep. Annesi numarasını vermiş doktor bozuntusuna."
"Doktor bozuntusuna..." diye tekrarladı Erkin. "Sen yanmışsın, geçmiş olsun... Diyeceğim de hayır. Küllerinden yeniden doğmuş o aşk. Tamam, bu daha doğru bir cümle oldu."
Varan Alp sesli bir nefes verdikten sonra "Elinde de gül demeti vardı." dedi bacağını sallamaya devam ederek. "Gül almış Miray'a."
"Demek ki adam hoşlanıyor. Gül almak, seni seviyorum, demek. Yanlış mıyım?" diyen Erkin bir yandan da arkadaşını gaza getirmek için sırıtıyordu. "Sen daha bekle Varan Alp, bekle de başkaları tavlasın kızı."
Varan Alp somurtarak yalandan güldü. "Yemeğe çıkardım ya, daha ne olsun? Çiçek aldım... Gerçi o bunların hepsini yüzüme vurdu ama. Soğuk yapınca tek tek hepsini yüzüme vurdu."
Erkin kahkaha atmamak için dudaklarını birbirine bastırdı. "O zaman ilanı UYAP et."
Varan Alp, Teoman'ın yarattığı saçma espriyi daha fazla duymak istemiyordu. Buna tahammülü kalmamıştı. "Erkin bir daha ilan-ı UYAP derseniz benden şamarı yersiniz."
"Senden şamar mı yeriz? Oğlum senin ağzın bozulmuş..." Bu kez kahkaha attı.
"Ya tamam neyse ne! Derdime ortak olup üzüleceğin yerde kahkaha atıyorsun ya..." Televizyona çevirdi kafasını Varan Alp, kavga dövüş görür görmez "Ya kapat şu saçmalığı da ya!" diye bağırdı. "Aksiyon dizisi izlerken sütünü yudumlayan Cumhuriyet Savcısı görmedim de demem."
Erkin'in kahkahası derinleşti. Gülüşünün arasında "Ben de ilan-ı UYAP eden Cumhuriyet Savcısı görmedim, demem." deyip kafasını iki kez koltuğa vurdu.
"Allah'ım sabır..." dedi Varan Alp ve kalkıp televizyonu kendisi kapattı. "Bir gelişme varsa söyle, eve gideceğim."
"Ne olursa arayıp haber veriyorum zaten," diyen Erkin de ayaklandı. Hâlâ yüzünde garip bir tebessüm mevcuttu. "Melek Sezen'in ölümü intihar mı yoksa cinayet mi, muğlak." Bir anda meslektaş iki savcıya geri döndüler, ciddiyete büründüler. "Kamera görüntüleri yok, her zamanki gibi. Bir davanın olmazsa olmazıdır kendileri... Neyse, ifadeleri inceledim; çelişki mevcut değil. Olumsuz, savcım."
Varan Alp, arkadaşının omuzuna dokundu. "Yarın görüşürüz. Sütünü de içtiğine göre uyu bebek uyu..."
"Sen de kahrından alkol alma." deyip sol gözünü kırptı Erkin. "İstanbul beklemez savcım, her an her yerden vaka fırlıyor..."
"Emir anlaşıldı Sayın Savcım."
⚖️
21 EKİM 2027, PERŞEMBE
DURUŞMAYA KALAN SÜRE: 12 SAAT
MİRAY HİLDE LALEZAR
"Söylediklerimi duydun, değil mi?" diye sordum gülümseyerek. "Bak, eğer bunları söylersen bana çok yardımcı olacaksın. Tamam mıdır?"
Kafasını salladı. "Gördüklerimi, değil mi?"
Gururla kafamı sallarken "Evet..." dedim kısık bir sesle. "Şimdi..." Kol saatimi kontrol ettim. "Otobüse bineceğiz, sen bizim eve geleceksin, sonra birkaç saate mahkeme zamanı gelecek. Orada seni koruyacaklar, endişelenme."
Korkuyla etrafa bakınırken "Sonra her şey düzelecek mi?" diye sordu.
"Umarım... Umarım düzelecek."
"Bu galiba arabanın anahtarı," deyip çantasından çıkardığı anahtarı bana uzattı. "Değil mi?"
Anahtarı elime alıp incelerken "Evet." demekle yetindim. Birkaç saniye sonra korkuyla etrafa baktığını görünce "Bak bakayım bana," dedim ciddiyetle. "Bak, buraya gelirken elimde bir anahtar yoktu ama şimdi var. Bunun için bile sana teşekkür ederim."
Bazen bir kapının anahtarı, o kapının arkasında dururdu; yani bazen bazı kapıların anahtarını bulamadıysak o kapıları kırmalıydık.
Süreçte işime yaramayan bir delil sonuçta işime yarayabilirdi.
-
İKİNCİ DURUŞMADA NELER OLACAK....... KİM BİLİR NELER OLACAK, diyeceğim, siz de bana sen biliyorsun, diyeceksiniz, o yüzden demeyeceğim.
Duruşmadan alıntı görmek isterseniz kanalımı yüzüncü defa yazayım:
WHATSAPP KANALIMIN INSTAGRAM ÖNE ÇIKARILANLARIMDA LİNKİ MEVCUT.
Instagram hesabım: esmatonguc
Seviliyorsunuz, hoçça galınnn... ❤️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
10.5k Okunma |
1.17k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |