22. FİNAL
“Küllerimizden Doğana Dek”
Çocukluğum küllerimdi.
Etrafı zehirli çitlerle çevrelenmiş dev ve karanlık bir kulenin içine gizlenmişti. Çocukluğum
bilinmezlikti. Karanlığın ele geçirdiği kalbime atılan ve tamiri mümkün olmayan derin bir kesikti.
Kendimi bildiğim ilk andan beri ilgilendiğim tek kişi yine bendim. Kana susamış açlığım, sonu gelmez sanrılarım, ötesiz zevklerim ve tatmin olamayan duygularım… Yalnızca ben. Ben, ben, ben!
Sonra Asil çıkmıştı karşıma… Hayır, o önce Noyan’dı. Biricik düşmanım, yok etmek için yanıp tutuştuğum kurbanım; Arınmanın kudretli lideri, Noyan Korkutel’di.
Eğer amacıma ulaşabilseydim geçmişimden bihaber şekilde yaşayıp gidecektim ve bir gün geberip gittiğimde geride adımı hatırlayacak bir kişi bile olmayacaktı.
Ancak Burgonya Kızı ölümsüz olacaktı.
O, zihinlerde daima iyi bir katil olarak kalacaktı.
Mavi’yi bilen ise yalnızca Asil’di.
Asil, o küçük kızı kendisinden bile daha iyi biliyordu.
Gözlerinde cehennemi taşıyan, Burgonya adında bir kadın Mavi’yi öldürdüğünü sanmıştı ama küçük bir çocuk unutmadığı için Mavi daima yaşamıştı. Benim bile haberim olmadan, içimde bir yerde gizlice büyümüştü.
“Sen…” Bedeni aniden bana döndüğünde kaşları gördüğüm en çatık halindeydi. Üzerime doğru sert ve ani bir adım atıp telefonu kulağımdan aldığında gözlerinden gözlerime fırlayan görünmez oklar vardı. “Sen… Ne söyledin?”
Telefondan kurtardığı elim yanıma düştüğünde, “Söylemem gerekeni…” dedim, ruhsuz bir sesle. “Sen de biliyorsun.”
Biliyordu. Lanet olsun, biliyordu. İnkar etmek yalnızca zamanı biraz daha öteleyecekti. Kurtulmanın ise bir yolu olmayacaktı.
“Bildiğim şey ne biliyor musun?” diye sordu hiddetle. “O yavşağı bulup kafasını gövdesinden ayırmak! Bildiğim şey bu.” Sertçe yutkundu. Sakin kalmak için kendisiyle savaşıyordu. Ve bu… kanlı bir savaştı. “Bunu çözeceğim.” dedi öfkenin çatallaştırdığı sesi. “Peri’yi o itin elinden kurtaracağım.” Aramızda tek adım kalmayana dek yaklaştı. “...ve bunu yaparken sen birkez daha saçmalamayacaksın.”
Elimi sıkıca tuttu. Bizi arabaya götürene kadar da bırakmadı. Gaza yüklendiğinde ibre Peri’nin evine yaklaşıncaya kadar yüz elliden aşağı düşmedi. Yol boyunca tek kelime etmedi ama Peri’nin villa bahçesine girdiğimizde karşısına çıkan ilk korumaya yumruğunu geçirdi. Çoktan orada olan Kurt ve Cengiz koşup korumayı yerden kaldırırken Asil yan yana dizilmiş beş korumanın üzerine yürüdü.
“Size kardeşimi emanet ettim lan!” Diplerine kadar girdiğinde yumruğunu kaldırdı ama kendini zorlukla durdurarak içlerinden birine daha dokunmadı. “Size kardeşimi emanet ettim.” Öfkeli sesi, kelimeleri tane tane döktü dudaklarından. “Nasıl!” Yumruğunu sıktıkça sıktı. “Nasıl gitmesine izin verdiniz!”
Aldığı yumruk darbesiyle dudağı kanayan koruma kanı elinin tersiyle silip yaklaşmaya kalktı ama Kurt izin vermedi. “Dur, Nedim.” Onun yerine kendisi gidip durdu Asil’in arkasında.
“Asil, ne söylesen haklısın ama…” Gözlerini bir an için kapatıp burnundan sert bir soluk verdi. “Peri… Sen izin vermeyince gizlice çıkmış evden. Öncesinde de korumalara içecek ikram etmiş, içinde uyku hapı varmış. Haklısın, içmemeleri gerekiyordu ama bu herifler de yıllardır burada. Peri ellerinde büyüdü sayılır. Böyle bir şey yapabileceği akıllarına gelmemiş.”
Asil bir hışımla Kurt’a döndüğünde gözleri öfkeyle parlıyordu. “Gelecekti Kurt!” dedi burnundan soluyarak. “Canları pahasına kardeşimi korumanın sözünü verdilerse, gelecekti. Yirmi yaşında kız nasıl altı herifi atlatıp evden kaçıyor, bunun hesabını ver bana?”
Kurt’un başı önüne eğilirken kasılan çenesi omzuna döndü. Adamlardan biri bile başını kaldırıp Asil’in yüzüne bakamadı. Mahcubiyetleri kokusunu alacağım kadar yoğundu. Uzun ve ikrah ettirici bir sessizliğin ardından, “Nasıl olmuş?” diye sordu Asil. “Ne zaman?”
“Dün gece mekan çıkışı seni aramadan önce korumalara çok ısrar etmiş çıkmak için. Şu geçen sizin evde yemek yediğimiz çocuk, Ümit, motosiklet kazası geçirmiş. Bizimki de yanına gitmek istemiş ama sana söyleyememiş. Sabaha kadar evin içinde
gezinmiş durmuş. Sonra da korumalara kahve ikram etmiş. Arka kısımda duran iki koruma içip kendinden geçince o tarafta kaçmış ama daha siteden çıkamadan siyah bir araç…” Gerisini getiremedi. Ağzının içinden ettiği küfürler sona erdiğinde,” Kameraları inceledik,” diye devam etti. “Araç karşı villa adına kayıtlı. Uzun süredir boşmuş, geçen hafta avukat bir karı koca tarafından kiralanmış.”
“Geçen hafta kiralanmış,” diye tekrarladım. “Gabriel’in ölümünden daha önce… Yani Peri bir süredir o itin göz hapsindeymiş.”
“Öyle,” diye onayladı Kurt. “Cephelerini ayarlamış orospu çocuğu. Saldırmayı bekliyormuş.”
Başını iki yana sallarken, “Ah Peri Bacım, ah,” diye iç geçirdi. “Çok yanlış zamanda yaptın bu hareketi.”
Nedim az önce Kurt’tan aldığı emri hiçe saydı ve gidip Kurt’un yanında durdu. “Bizim de suçumuz var. Hatta asıl suç bizim. Sen haklısın ağabey. O kahveleri içmeyecektik. Eşeklik ettik. Şimdi bize ne ceza verirsen ver, razıyız.” Arkasındaki adamlara seslendi. “Çocuklar!”
“Boynumuz kıldan ince,” dedi biri.
“Cezamızı çekeceğiz,” dedi bir diğeri.
Her birinin dudaklarından, “Razıyız,” döküldü.
Asil bir süre bize dönmedi. Düşünüyordu. Düşünmekten beyninin patlamak üzere olduğunu biliyordum. Birkaç dakikanın sonunda sert bir soluk verip döndüğünde, sıktığı çenesini kendisini zorlayarak gevşetti. “Önce kardeşimi bulacağız. Cezanızı bilahare düşüneceğim.”
Ve hepsi aynı anda başlarını yerden kaldırdı. “Emret Poseidon,” dedi Nedim. “Sen ne diyorsan, canımız feda Peri Bacım için.”
“Adamları alıp karşı villayı kiralayanları araştır. Peri’nin bindirildiği aracın takibi için bilişimdeki çocuklarla ortak çalışın.” Başını Kurt ve Cengiz’e çevirdi. “Biz de Ümit Bey’i ziyaret edelim. Bakalım durumu kardeşimin evden kaçmayı göze aldığı kadar vahim miymiş?”
Peri’nin evinden ayrıldığımızda Ümit’in tedavi gördüğü hastaneye ulaşmamız yaklaşık yarım saat sürmüştü. Otuz dakika boyunca Asil pekçok kez telefon görüşmesi yapmıştı. Aynı şekilde Kurt ve Cengiz de… Peri’yi bulmak için dört koldan seferber olmuşlardı ancak Bay Frank’ı tanımıyorlardı; o iblis istemedikçe onu bulmaları mümkün değildi. Hastane merdivenlerini çıkarken peşimizden gelen güvenlik görevlileri Cengiz ve Kurt tarafından devre dışı bırakılırken, Asil, Ümit’in kaldığı odaya sorgusuzca girdi.
Söylenen doğruydu. Ümit, bir bacağı sargılı şekilde hasta yatağında yatıyordu ve Asil’i gördüğünde şok olmuştu. Asil’in bakışlarından bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayınca refakatçisi olan kendi yaşlarındaki çocuğa odadan çıkmasını söyledi. Odada yalnızca üçümüz kaldığımızda ise Asil doğrudan konuya girdi.
“Peri’yle son konuştuğunuzda sana ne söyledi?”
Ümit yutkunarak bana baktı. Hayır, bu kez onu kurtaramazdım. “Efendim…”
“Soruma cevap ver.”
“İzin alamadığını anladığımda ona gelmesine gerek olmadığını, iyi olduğumu söyledim ama beni dinlemedi. Ne yapıp edip geleceğini söyledi. Dediğini yaptı da… Bir süre sonra beni arayıp evden çıkmayı başardığını, sitenin önünden taksi çevireceğini söyledi ama… Birden telefonu kapandı. Defalarca aradım ama ona ulaşamadım.” Başını kaldırıp Asil’in yüzüne mahcubiyetle baktı. “Size yakalandığını düşündüm ama öyle değil, değil mi? Onun başına bir şey geldi.” Asil’in sessizliği sorusunun cevabı oldu. Ümit’in yüzü ifadesinden arınırken, başını önüne çevirip gözlerini kapattı. “Çok özür dilerim, bilseydim kaza geçirdiğimi ona asla söylemezdim.”
“Tahmin edemezdin.” Birbirine eziyet eden parmaklarına baktım. Endişeli ve tedirgi görünüyordu. “Peri bir şeyi kafasına koyduğunda yapacak bir kız. Engel olamazdın.”
Bana bakmadan başını salladı. “Lütfen haber aldığınızda beni de arayın. Yapabileceğim bir şey var mı?”
Asil, Ümit’ten bir şey çıkmayacağını anlayınca hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Elinde hala bir şey yoktu. Bu yüzden her dakika daha fazla öfkeleniyordu ama öfkesinin altında derin bir endişe ve üzüntü yatıyordu.
Mekana dönüp güvenlik kamerası görüntüleri izledik. Defalarca, defalarca izledik ama Peri’yi kaçıran arabanın plakasından diğer ayrıntılara kadar her şey profesyonelce ayarlanmıştı. Sabaha karşı villayı tutan çiftin kimlik bilgileri önümüzdeydi ancak tahmin ettiğimiz gibi tüm bilgiler sahteydi. Asil’in ekibi sıkı bir çalışmanın ardından çiftin sahte kimlikleriyle Hollanda uçağında bindiklerini tespit etti. Bu bilgiden sonra Asil Hollanda’ya en iyi adamlarından oluşan başka bir ekip gönderdi. Sabahın ilk ışıklarına kadar sayısız sigara içip alkol alırken gözü sürekli ekrandaydı.
Görüntüde Peri heyecanla taksi ararken siyah bir araç önünde duruyordu ve içinden çıkan maskeli iki adam kızın kaçmasına bile fırsat vermeden derdest edip arabaya tıkıyordu.
“Yasin,” Çalışma odasının sabit telefonundan bilişim ekibinin başındaki adamı aradı, yedinci kez. “Aracın geçtiği güzergahları çıkaramadınız mı hala?”
Cevap aynıydı. “Hep aynı noktada tıkanıyoruz ağabey. Uğraşıyorum.”
Tıkandıkları nokta dört yol ağzıydı. Araç, Peri’yi aldıktan yedi dakika sonra dört yol ağzında duruyor ve kırmızı ışık yanıyordu. Aynı anda bölgeyi gösteren güvenlik kameralarının tamamına erişim kayboluyor ve aracın sıradaki güzergahı bilinmezliğe karışıyordu.
Bay Frank hala aramamıştı. Sessizliği kastendi. Geçen zamanda sinirlerin gerilmesini, tahammülün moleküllerine ayrılmasını ve nefes almanın bile ızdıraba dönüşmesini istiyordu.
Başarıyordu.
Sabah olmuştu. Son birkaç saattir Cengiz bir yerde Kurt başka bir yerde uyukluyordu. Asil ve ben ne gözümüzü kırpmış ne de konuşmuştuk. Yalnızca sessizliğine eşlik etmiştim.
Saat öğlene gelirken Asil’in telefonu gizli numaradan gelen aramayla çaldı. Asil aynı saniye masanın üzerindeki telefonu açıp hoparlöre verdiğinde Bay Frank’ın sesi saatlerdir sessizliğin hakim olduğu odaya bomba gibi düştü. Kurt ve Cengiz hızla kendilerine gelip masanın etrafına toplandılar. Başka bir bakışla, Bay Frank telefonun diğer ucunda değil, az sonra kapıdan içeri girecekmiş gibi tetikteydiler. Az sonra Bay Frank içeri girecek ve aynı saniye nefesini keseceklermiş gibi…
“Günaydın, demek için geç kaldım. Lütfen beni bağışla, sevgili Korkutel.”
Asil’in uykusuz gözleri seğirirken, sakin kalmak için göğsüne sığ bir nefes gizledi. “Ne istiyorsun?”
“Aaa!” Şaşkınlığı sahteydi. Eğleniyordu. Acısını, bir başkasının acısıyla eğlenerek bastırmak istiyordu. “Nasıl derler sizde? Halimi hatrımı sormayacak mısın?”
“Bak hele dalyarak!” diye araya girdi Kurt çıkan en pürüzlü sesiyle. “Bırak tatavayı, ne istediğini söyle.”
“Non, non, non…” dedi Bay Frank yine sahte bir memnuniyetsizlikle. “Bu adamın sesini beğenmedim. Ben yalnızca seninle konuşmak isterim, Korkutel.”
“Ulan senin sesini sikerim!” diye kükredi Kurt. Cengiz, Asil’in sessiz talimatıyla Kurt’u uzaklaştırdığında Asil avuçlarını masaya bastırıp, telefona eğilerek sesinin daha net duyulmasını sağladı.
“Ne düşünüyorum biliyor musun, Frank?” Sesindeki tehdit değildi, çok daha korkutucu ve çok daha karanlıktı. “Seni bulduğumda önce dilini keseceğim ama sıra gözlerine geldiğinde…” Burnundan anlık ve ürkütücü bir gülümseme bıraktı. “Onları oymak için o kadar da aceleci olmayacağım. Sen o lanet sesinle bana yalvarırken, kanını damla damla ayaklarımın dibine akıtmanın tadına varacağım.”
Bay Frank bir süre sessiz kaldı. Yeniden konuştuğunda, “Senden korktuğumu sanıyorsun?” diye sordu. Bu kez sesinde ciddiyet de vardı. “Burgonya Kızı büyük sevkiyatımın patlatılmasına izin vererek sadece malıma değil itibarıma da zarar verdi. Topraklarıma geri dönemiyorsam tek sebebi o kadındır ve şimdi de sen… Önce o depoda ev güvenilir adamımı, ardından da öz kardeşimi aldın. Biliyor musun, Korkutel? Tüm gücünü bana aktarsan ve bir çöp kadar değersiz kalsan bile içim soğumayacak.” Giderek boğuklaşan sesini katıksız bir nefret sarıp sarmalamıştı. Bozuk Türkçesine rağmen içindeki kini kesintisiz bir şekilde aktarabiliyordu. “Senden yalnızca sevdiğin kadını alacağım. Üstelik onu kendi ellerinle bana göndereceksin. İşte bu, beni fazlasıyla rahatlatacak. Aksi halde… bu masum kız yaşayamaz.”
Asil gözlerini kapattı, avuçları masaya daha yoğun bir kuvvet uygularken, “Asla,” dedi yükselmeyen sesi. “Asla onu sana vermem. Canımı alman gerekir.”
“Seninkini değil…” dedi Bay Frank. “Ama elimin altındaki güzelliğe yazık olur.”
Ardından Peri’nin çığlığı duyuldu. “Ağabey!” diye bağırıyordu. “Ağabey kurtar beni! Yalvarıyorum kurtar beni!”
Asil, “Peri!” diye bağırdı öfkesi dağılıp yerini heyecanı alırken. “Peri, sakin ol güzelim. Kurtaracağım seni. Sakın korkma.”
“Ooo…” Telefonu yeniden Bay Frak aldığında sesi bambaşka bir alaycılıkta yükseliyordu. “Bu çok acıklı ama ne yazık ki hiç inandırıcı değil. Bu güzel kız şu an benim yanımda, benim esaretimde ve saçları o kadar yumuşak ki…”
“Lan!” Asil’in şakaklarındaki damarları öfkeyle kabardı. Yerinde duramıyordu ama durmak zorundaydı. Avazı çıktığı kadar küfür etmek istiyordu ama sakin kalmalıydı. “Sana yapacaklarımı tahmin edemezsin. Ulan!” Nefes alışverişleri sıklaştı. Dev dalgaları olan bir denizden farksızdı. Taşacak ve taş üstünde taş bırakmayacak bir deniz… “Ölmek için dua edeceksin.”
“Bu kadar yeter. Uzun konuşmalardan hiç hoşlanmıyorum. Teklifim çok açık. Kardeşini istiyorsan yarın akşama kadar Burgonya Kızını bana gönder. Vakit dolana kadar dediğimi yaparsan, sözümü tutup kızı bırakacağım. Ama…” Ağır ağır nefeslendi. “Gece yarısını bir dakika bile geçerse alacağın yalnızca cesedi olur.”
Bunlar son sözleriydi. Telefon kapandığında geri çok daha büyük bir gürültü vardı ki o gürültüde kimse konuşmuyordu. Asil’in nefes alışverişleri hızlanırken başı bir baş gibi önüne düştü. Bir süre -uzun bir süre- o şekilde kalırken zihnindeki karmakarışık tünelde dönüp durduğunu biliyordum.
Muhteşem bir çıkmazdaydı ve tek nedeni bendim.
“Yolun yok.” Sesim, sessizliğe derin bir darbe vururken kimsenin bakışları yüzümde değildi ama başımı salladım. “Beni ona vermekten başka yolun yok.”
Başını yavaşça kaldırdı, bakışları karşısındaki duvardaydı. İki saniye sonra o duvardaki bakışlarının yerini telefonu aldı. Yarattığı gürültüyü gözümü kırmadan izlerken doğruldu ve omuzları gerilirken birkaç hızlı adımla dibimde bitti.
Telefonun duvarda parçalara ayrılması, parmaklarının kollarımı sıkıca sarması ve öfkeden, acıdan dolan gözleri haklılığımı bildiğindendi. “Seni mi vereceğim ona? Seni, bile bile ölüme göndereceğim!” Göğsü şişti, taş gibi oldu, veremedi nefesini. “Nasıl düşünürsün bunu, Mavi?” diye sordu giderek alçalan sesiyle. “Ne hakla düşünürsün?”
Bakışlarımı bakışlarından kopardım ama gözlerim çoktan bana ihanet ederek puslanmıştı. “Dedim sana. Yolun sonuna geldik. Burası yolun sonu.” Bir adım sonrası uçurum, görüyordu. Gördüğü halde kabul etmiyordu. Ağzımın içinde dört dönen kelimeleri dizginlemek için dudaklarımı dişledim ama her biri söylenmeliydi.
İblis bizim için geri sayımı açmıştı ve dakikalar dört nala koşarak ilerliyordu.
Zamanın avuçları cehennemin yalazlarıyla doluydu. O avuçlara düşmemekten başka çare var mıydı?
“Bir seçim yapman gerekiyor,” dedim, acımasızca. Acımasızlık, zaten yaptığım en iyi şey bu değil miydi?
Kurbanlarım, öldürücü darbeyi aldıkları halde son ana dek yaşama tutunmak gözlerime yalvarırcasına bakarken tek bir şey bile hissetmezdim. Birkez bile kendimi onların yerine koymazdım. Empati, denen o olgu benim kitabımda hiç olmamıştı.
Asil karşımda belki ölmüyordu ama gözlerinde adeta ete kemiğe bürünmüş bir çaresizlik vardı. Çaresizliği ruhuma asılıyordu, boğazıma koca bir kaya bırakıyor, omuzlarımdan tutmuş sarsıyordu. Onun çaresizliği beni çaresiz bırakıyordu.
“Asil…”
“Hayır!” dedi şiddetli bir reddişle. “Sakın söyleme.”
“Söylemek zorundayım.”
“Hayır!” dedi birkez daha. Sesi duvarları dövecek kadar sertti ama tınısından süzülen acı oluk oluk kanıyordu. “Söylemeyeceksin!”
“Evet.” Başımı salladım. “Söyleyeceğim.”
Parmakları kollarımı daha fazla sıktı. Acımış mıydı? Hissedemedim. Sırtımı duvara yaslayıp beni duvarla arasında sıkıştırdığında, “Yapma,” dedi fısıltıyla. Duyan birçok kişi bunu bir emir olarak algılayabilirdi ama benim başkaydı, yalvarırcasına söylemişti. “Yapma bunu bana.”
Yapmak zorundaydım. Ona ömrünün sonuna kadar çekeceği bir vicdan azabı armağan edemezdim. Belki tanıştığımızdan bu yana ona güzel bir şey söyleyememiştim ama herkese kıyan ben, ona kıyamazdım. “Noyan Korkutel,” diye hitap ettim. Oysa benim için yalnızca Asil’di. “Seçimini yap. Kardeşin mi?” Başımı kaldırdım, yüzüne daha büyük bir acımasızlıkla bakarken sesimi güçlü tutmaya çalıştım. “Yoksa ben mi?”
Göz bebekleri titredi. Elleri, kollarımdan ağır birer külçe gibi kayıp giderken ve hala gözlerime bakarken adımları geriledi. Sessizdi. Sessizliği yangındı, heyelandı. Alaşağı edecek bir depremdi. Arkasını döndü. Tek kelime daha etmeden çekip gitti. Sessizliği yaraydı.
Yeniden akşam olduğunda sonunda bir haber gelmişti. Ekip, Hollanda’ya kaçan çifti yakalayıp sorguya almıştı ancak her ikisi de kayda değer bir bilgi vermemişti. Söylediklerine göre onlara ulaşan isim yalnızca bir aracıydı. Çift ise parayı almış ve söyleneni yapmıştı. Kurt ikinci kez Hollanda’daki adamlara ulaşıp çifti daha fazla sıkıştırmalarını emrettiğinde uzun süre küfretmesine sebep olacak o bilgi gelmişti.
Şüpheli adam bir şekilde ekipten birinin silahını almış ve önce karısını sonra da kendisini vurmuştu.
Sebebi açıktı. Bay Frank ile çalışan biri, verilen görevi tereyağından kıl çeker gibi halletmekle yükümlüydü. Yakalanmak ise ölümle eş değerdi. Yakalandıklarında konuşmamış olsalar bile sonuç değişmezdi. Bay Frank’a bırakmadan kendi işlerini görmelerininin sebebi de bu yüzdendi.
Kamera kayıtlarından ve Peri’yi kaçıran araçtan hala bir haber yoktu. Sahip olmamız gereken tüm bilgiler resmen zifte saplanmıştı. Bay Frank yeniden aramamıştı. Aramayacaktı. İsteğini söylemişti ve bu gece ağır ağır sona ererken, isteğinin gerçekleşmesi için geriye son bir gece kalıyordu
Aldığım nefes ruhuma eziyet etmeye başladığında dört duvara sığamadım, mekanın arka çıkışına doğru yürüdüm. Pakette kalan son sigara yalvaran gözleriyle yüzüme bakıyordu, onu da geri çevirmedim, dudaklarımın arasına yerleştirip yaktım. Hava bok gibiydi ya da bana öyle geliyordu. Boş mideme zehri gönderirken, kapıyı ayağımla aralayıp dışarı çıktım. Dış duvardaki bekleyen korumalar dışında etrafta kimse yoktu. Sırtımı duvara yaslayıp gözümü izbe gökyüzüne dikerken, iki parmağımın arasına sıkıştırdığım sigaramdan yeni bir nefes aldım. Aynı saniye arka arkaya üç araç sokağa girdi. Tesadüf değildi. Geriye kırdığım sol ayağımı da duvara yasladım ve gözümün önüne doluşan dumanın ardından olacakları izlemeye başladım. İlk araç hızlı ve sorunsuz geçti. İkinci araç hızını azalttığında korumalar silahlarına davranıp hazır ola geçti. Araç camının açmasıyla korumalar olduğum tarafta bir araya gelerek önümde etten duvar oluşturdu ancak ayaklarımın dibine fırlatılan kese üçüncü araçtan gelmişti. El çabukluğuyla keseyi alıp cebime attığımda baş koruma koşar adımlarla yanıma geldi.
“Efendim, iyi misiniz?”
Sigaramdan son dumanı çektim. “Gördüğün gibi…”
“Araçtan bir şey fırlatıldı. Ne olduğunu gördünüz mü?”
Bakışlarım yerdeki buruşmuş kağıda kaydı. Onu buraya çıktığımda farketmiştim. “Kendin bakmaya ne dersin?”
Dikkatle yerdeki kağıda yaklaştı ve ayağıyla yokladı. “Çöpmüş.”
İzmariti yere atıp ayağımın ucuyla söndürdüm. “Bir çöp de benim bırakmamın sakıncası yok o halde.”
İçeri girdim. Kendimi bulduğum ilk tuvalet kabinine attığımda keseyi cebimden çıkardım ama avuçlarımda hissettiğim şey daha fazla ayakta kalmamı istemedi. Boğazımda beliren ve giderek büyüyen siktiğimin yumrusuyla birlikte klozetin üzerine çöktüm. Keseyi açtığımda önce bir kağıt parçası ortaya çıktı.
Seni bekliyorum, sevgili Burgonya Kızı. Gelirsen kızı özgür bırakırım. Gelmezsen yine özgür bırakırım ama… parça parça.
Kesedeki son şeyi çıkarmadan önce kalbimin taşlaşmasını istedim. Olmadı. Her cinayetimden önce başarırdım ama bu kez başaramadım. Kalbim taşlaşamadı. Keseyi ters çevirip, Peri’nin parmağını avucuma düşürdüğümde ruhumdan bir çığlık sesi yükseldi. Dizlerimin üzerine düştüm. Nefes alamadım. Bakışlarım avuçumdaki kırmızı ojeli kanlı parmakta kilitlenirken, titremeye başladım ve zihnimden uzun zaman sonra yine onun, Burgonya’nın sesi yükseldi.
Kime dokunursan onu yok edeceksin. Çünkü sen bunun için doğdun.
Ağlayamadım. Ağlasam ondan kurtulabilirdim ama ağlayamadım. Haklıydı. Parmak uçlarıma dokunan her şey solmaya mahkumdü. Beni seven her kimse bunun bedelini öderdi. Buydum. Belki Burgonya doğurmamıştı ama ben… Ben Burgonya Kızıydım.
*
Mantığım, annesi tarafından azarlanmış bir çocuk gibi bir köşede sessizce otururken, zamanın kanını donduracak bir karar vermiştim. Sonu çukurdu, çıkışsızdı ama o kararı aldığım andan itibaren ciğerlerime bir parça nefesi sıkıştırabilmiştim. Sırtımdaki yük hafiflememişti, yalnızca daha taşınabilir haldeydi. Kaburgalarımın arasında hissettiğim sızı ise kararımın karanlık yanıydı.
Başımı kaldırıp, son birkaç saattir yaptığı gibi boşluğu izleyen Asil’e baktım. Daha öncesinde dışarıdaydı. Şehirdeki tüm izbe mekanları, terk edilmiş yapıları tek tek taramıştı. Bay Frank’ın kardeşini saklayabileceği her noktaya uğramıştı ama geriye döndüğünde omuzları gittiğinden daha düşüktü. Çünkü tek bir iz bile bulamıştı.
İçiyordu ve düşünüyordu. Tek yaptığı buydu. Benimle konuşmuyordu. Bana bakmıyordu. Belki varlığımın bile farkında değildi. Onu derinden incitmiştim. Beni affedemiyordu.
Karşı karşıya oturuyorduk ama ruhlarımız bir arada değildi.
Boşalan viski kadehini doldurmak için sekizinci kez hamle yaptığında yerimden kalktım ve kadehi çekmemle şişedeki alkol masasına dökülmeye başladı. Durdu. Alkolün son damlasına kadar masaya boşalmasını bekledi. Ardından bakışlarını kirpiklerinin altından gözlerime ulaştırdığında, “Bu kadar yeter,” dedim. Atmış saatten fazladır uyumuyordu. Yemiyordu. Gözlerin çevresini siyah halkalar ele geçirmişti ama zerre umrunda değildi. “Bu kafayla sağlıklı düşünmen mümkün değil. Odana inelim, biraz uyu.”
Kurt içeri girdi, konuştuğumuzu görünce kapının ağzında kaldı.
“Uyumak mı?” diye sordu Asil dalga geçercesine. Bu, saatler sonra bana sarf ettiği ilk cümleydi. “Peri o yavşağın elinde ne halde bilmezken, benden uyumamı mı bekliyorsun?”
Bunun uyuyacağımız son uyku olduğunu bilseydin böyle söylemezdin, dedi içim.
Dışım ise yalnızca başımı salladı.
“Tam olarak. Çok öfkelisin, çok içtin ve hiçbir şey yemedin. Gözlerin kan çanağına döndü. Bu şekilde Peri’ye ne gibi bir fayda sağlamayı düşünüyorsun?”
“Poseidon.” Kurt, kararsızlıkla yaklaştı. En az bizim kadar sinirli, yorgun ve açtı. “Mavi haklı, birkaç saat uyuyup kafanı topla. Dört koldan çalışıyoruz, elbet bir noktada kuyruğunu yakalayacağız o itin.”
Asil’in gözleri telefonuna kaydığında kaşları bugün bininci kez çatıldı. “Arayabilir.”
“Telefon yanımızda olur,” dedim. “Ararsa açarız. İkimizin de uykusu derin değil.”
“Mavi-”
“Asil,” diye kestim sözünü. “Ben de yoruldum. Uyumaya istiyorum, yalnız uyumayacağım.”
Her teklifimi reddetmişti ama işin içine kendimi dahil ettiğimde gergin kaşları yavaşça düzeldi. Her şeye rağmen başını anlayışla salladı ve yerinden kalkarken, “Birkaç saat,” diye bildirdi. “Daha fazla değil.”
Başımı salladım. “Daha fazla değil.” İstesek de olamaz bundan sonra.
Bir alt katta bulunan odasına geçtik. Her şey alışılageldiği gibi yerli yerinde, düzenliydi.
Sıkkın duvarlar bizim için huysuz bir veda senfonisi bile çalıyordu. Duyabiliyor muydu?
Ceketini çıkardığında elini tuttum. “Banyo yapmak istiyorum. Seninle?”
Bana baktı, birkez daha başını salladı. Küveti ılık suyla doldurup içine gömüldüğümüzde yine kollarının arasındaydım ve yine başımı yasladığım yer yine göğsüydü. Burayı benimsiyordum. Bize ait o eski mahalleyi benimsediğim gibi… Parmakları saçlarımda gezinirken hiç konuşmuyordu. Hala kafasının içindeki karmaşayla mücadele ediyordu. İhtimalleri ayırıyor, kardeşini sağ bir şekilde almak için yüz plan yapıp bin kere bozuyordu.
“Caner Korkutel,” diye konuştu bir süre sonra. “Bana çok fazla şey sundu. Malını, itibarını…” Duraksadı ve minnetle, “Babalığını…” diye devam etti. “O çukurdan çekip çıkardı, bana yeni bir hayat verdi. Hayattan çekip gitmeden önce benden tek bir şey istedi. Yalnızca tek bir şey…” Sesindeki mahcubiyet diğer her şeyi silip atacak kadar hırçındı. “Peri’yi korumamı istedi benden. Saçının teline zarar gelmesin, dedi. Bunu ancak sen başarırsın, dedi. Sikeyim…” dedi dişlerinin arasından. “Tek yapmam gereken onu tüm kötülüklerden korumaktı.”
“Korudun da.” Bana kadar… Benim sana sunduğum uğursuzluğa kadar. “Sen elinden geleni yaptın. Yapman gereken son şey kendini suçlamak.”
Sıcak suyun buharı, odadaki ışıktan pay çalan loş banyoda yükselirken kokularımız birbirine karışmıştı. Bizim gibi…
“Mavi.” Dudaklarını şakağımda hissettiğimde gözlerimi kapattım. “Maviş…”
“Bok gibi teselli ettiğimi mi söyleyeceksin?”
Kısa bir an gülümsedi ya da bana öyle geldi. “Yaptığın her şey bana güzel gelir.” Dudaklarını şakağıma dokundurdu, bu bir öpücük değildi. Sıradaki kelimelerini oraya kazımak istiyordu. “Ama bugün söylediklerini bir daha söyleme. Her şeyle baş edebilirim ama bu… bu olmaz.”
Keşke yalnızca dilimde olmadığını bilseydin. Keşke mi? Hah! Şu hale bak? Bana keşke dedirttin, zürafa. Hayatımda ilk kez senin için keşke, dedim.
“Midem bulanıyor,” yalanını söyledim. “Bir çorba içsem hiç fena olmaz.”
“Tamam,” dedi. “Sana çorba alırım.”
“Benimle birlikte iç?”
Ne yapmaya çalıştığımı anlamıştı. Kolları göğsümünün üzerinden dolayarak bana sarıldığında, “Bunu kardeşimi bulduğumda tekrar yap.” dedi. “Kesin yap.”
"Neyi?”
“Bu işte. Her şeyi benimle yapmak istemen.”
“Hoşuna mı gitti?”
“Sana söyledim. Yaptığı her şey hoşuma gider.”
Keyifsizce gülümsedim. Seçim yapmasını söylediğim o konuşmayı unutmuş muydu? Hayır. Beni bağışlamış mıydı? Hayır. Yalnızca yaşadığımız anın içinde kötü olan hiçbir şeye yer vermek istemiyordu. Benden kaçmak değil, Asil bana sığınmak istiyordu.
Bornozlarımız hala üzerimizdeyken yatağın ortasına oturduk ve çorba içtik. Asil boş kaseleri komodine bıraktıktan sonra bir saç fırçasıyla geri döndü. Sessizce onu izlerken bu kez yatakta arkama oturdu. Saçlarımın tamamını sırtıma topladığında ne yapacağını anlayarak başımı omzuma çevirdim. İtiraz mi edecektim? Yapmam gereken buydu. Çünkü ben herhangi birinin saçlarıma dokunmasından hoşlanmazdım ama Asil herhangi biri değildi. O… Birçok şeydi.
Bu yüzden uyandığında beni yanında bulamayacaktı.
“Adımı koyduğun günü anlatsana.”
Fırça saçlarımdan bir kez bile kayamadan duraksadı. Onu görmüyordum ama şu an bana nasıl baktığı biliyordum. Saçlarımı yavaşça taramaya başladığında, “Sen…” dedi yatıştırıcı sesi. “Çok çirkindin. O kadar çirkindin ki annesinin karnında dokuz ay boyunca beklediğim kız bu mu, demiştim.” Güldü, nasıl buruktu. “Eleni Teyze seni kollarıma verdiğinde uzun uzun yüzüne baktım. Tenin kıpkırmızı, buruş buruştu. Sonra gözlerini açtın…” diye anlattı o anı yaşıyormuş gibi… Tarak saçlarımdan kaymaya devam ettikçe gözlerimi kapatmak istiyordum ama bir yanım anlattıklarını dinlemek için tüm hücrelerimi uyanık tutmaya zorluyordu. “Bir çift mavi göz dünyama girdi. Tüm dünyamı kapladı. Bir anda her yer maviye boyandı. Adını benim koyduğum doğru ama sen adını gözlerinde taşıyarak doğmuştun, maviş. Bana sadece dillendirmek kaldı.”
Saçlarımdaki tüm düğümler çözülmüştü ama hala taramaya devam ediyordu. Asil… Bıraksalar sonsuza dek saçlarımı tarardı.
“Çok mu zorluk çıkarırdım sana?”
“Zorluk?” diye sordu yadırgayarak. “Dünyayı tersten gösterirdin ama…”
“Ama?”
Nefesi kulağımı aşıp yanağıma kadar ulaştı. “Her saniyesine değerdi.”
Başımı eğdim. Canımın acıdığını hissediyordum ve ondan uzaklaşmak istemiyordum. Arkasından iş çevirmek istemiyordum ama buna mecburdum. Kız kardeşini geri almanın başka bir yolu yoktu.
“Küçükken ne olmak istiyordum?”
“Söylersem ne halde olduğumu umursamaz beni döversin.”
Başımı omzuma çevirdim. “Hemen söyle.”
“Sakin kalacağını söz ver.”
“Asi…”
Saçlarımın taramayı bıraktı ama saçlarıma dokunmayı bırakmadı. “Hizmetçi olmak istiyordun.”
Dudaklarımdan içten bir, “Ne?” çıktı. “Hizmetçi mi?”
“Evet, ben büyüyünce hizmetçi olacağım, diye tutturdun uzun süre. Eleni Teyze sinirden saçlarını yolardı.”
“O…” dedim yutkunarak. “Nasıl biriydi?”
“Dünyanın en şevkatli kadınıydı.” Hiç düşünmeden söylemişti bunu. “Sen doğana kadar gördüğüm en güzel gözlerin onunkiler olduğunu sanırdım. Gözleri daima parlardı. Sesini hiç unutmam. Sesi de şefkatliydi. Sen karnındayken sana şarkılar söylerdi. Sözlerini anlamazdım ama bitene kadar dinlerdim.”
“Ya…” Yutkundum. Zordu. “Babam?”
“Bak onun için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.”
“Neden?”
“Neden mi? Sana yaklaştığım her anı burnumdan getirirdi de ondan. Gerçi bu güne bakınca… Çok da haksız sayılmazmış adam.”
“Ne varmış bugünde?”
“Ne mi varmı?” Dudaklarını boynuma bastırdı, Dünyada kalan son nefesi içine çekiyormuş gibi öptü. “Ölüp bitiyorum senin için. Şu saçların var ya… Her telini ayrı ayrı kıskanıyorum. Daha sayayım mı?”
Başımı eğerken gülümsemeden edemedim.
“Yine de hizmetçilik kararını en saygıyla karşılayan kişi babandı.”
Surat astım. “Amma vizyonsuzmuşum.”
“Beş yaşındaki bir çocuğun vizyondan anladığını sanmıyorum ama hizmetçi olduğunda tüm evi kendin yöneteceğine inanıyordun. Ayrıca…”
“Ayrıca?”
Bakışlarımı yukarı kaldırıp yüzüne baktığımda, dudaklarındaki yarım tebessümü gördüm. “Benimle film çevirmek istiyordun?”
“Seninle film mi çevirmek istiyordum?” Konu çocukluğum olunca aldığım her cevabı papağan gibi tekrar ediyordum. “Neden?”
“Bir gün bana yetişkinlerin filmlerinde neler olduğunu sormuştun. Sanırım sana silahlardan ve öpüştüklerinden bahsetmiştim.”
“Ve ben de seninle film çevirmek istediğimi mi söyledim?”
“Tam olarak,” dedi bakışları boşluğa takılıp kaldığında. O boşlukta biz vardık, çocukluğumuzun tüm emareleri… “Senin yüzünden yediğim dayaklar vardı bir de.”
“Benim yüzümden mi? Annemlerden mi?”
Onlardan bu şekilde bahsetmem onu gülümsetti. Buruk değil, gerçek bir gülümsemeydi. “Günün sonunda onlardan da yerdim ama can acıtıcı olanını mahalledeki çocuklardan yiyordum. Sırf canın sıkıldı, diye gidip çocuklara sataşıyordun maviş,” dedi sanki şimdi yapmışım gibi kızarak. “Çocuklar sana bağırınca ben de dayanamıyordum tabii. Sayıları fazlaymış, benden büyüklermiş, diye bakmadan elden ne gelirse dalıyordum. Sonuç; mor gözler, patlak dudaklar… Eve gidince bir de annem dövüyordu dayak yedim, diye.”
Kendimi tutamayıp güldüğümde kaş çattı. “Bir fiske bile yemeden asıl dayağı kimden yediğimi merak ediyor musun?”
“Tahmin edebiliyorum.”
“Baban.”
Babamdan. Benim babamdan.
Zaman içinde tüm bunları duyduğumda iyi hissetmeyeceğimi düşünüyordum ama şimdi… İçimi kemiriyordu ama bir o kadar da güzeldi. Saçlarımı üç parçaya ayırdığını hissettiğimde, “Yok artık!” tepkisini verdim. “Örmeye biliyor musun?”
“Sen öğretmiştin.”
“Ben mi?”
“Evet,” dedi başımı nazikçe önüme çevirip, saçlarımı örmeye başladığında. Önceleri yavaştı ama çok geçmeden ellerinin saçlarımdaki hareketi hızlanmaya başlamıştı. “Sen oyuncak bebeğinin saçlarını ördün, ben de seninkileri… Böylece saçlarını örmeyi öğrenmiş oldum.”
“Ama çok zaman geçti. Nasıl unutmadın?”
Durdu. Dudakları kulağıma yaklaştığında, “Bu bir sır,” dedi. “Ama aramızda kalacağını söz verirsen sana söylerim.”
Başımı salladım.
“Gülmeyeceksin?”
“Asla.”
Ciddiyetle, “Bir oyuncak bebek aldım,” diye fısıldadı. “Arada onun saçlarını örüp pratik yapıyordum.”
Baktı, baktım. Bir süre bakıştık. Sonra kendimi tutamayıp kahkaha attığımda o kadar bozuldu ki saçımı hafifçe çekerek örmeye devam etti. “Gülmeyeceğini söylemiştin.”
“Ama…” dedim tutmaya çalıştığım gülümsememin arasından. “Bu duyduğum en komik şey! Sen kalk, koskoca mafya ol. Sonra herkesten gizlediğin oyuncak bebeğinin saçlarını ör.”
Gülmemek için biçimli dudaklarını birbirine bastırdı. Beni güldürmek için sergilediği küçük bir pandomimdi. Kalbi acırken tüm dünyayı kapının önünde koyuyordu. Şimdi yalnızca kendi dünyamızın Maviş ve Asi’siydik.
“Bu ciddi bir işti.”
“Bir kadının saçlarını örmek için oyuncak bebeğin saçlarında deneme yapmak mı?”
Örgünün sonuna geldiğinde, “Bir kadının değil,” dedi usulca. “Sevdiğim kadının…”
Bornozlarımız omuzlarımızdan sıyrılırken gözlerimiz ayrılmadı. Dudaklarımız birbirini bulduğunda ise sevişmemiz kaçınılmazdı. Beni öyle yavaş, öyle derinden öptü ki her bir saniyesini hissettim. Elleri bedenimin tüm köşelerinde gezinirken, içimdeki hareketleri yalnızca tutkuya esir değildi. O… Sevişirken saçlarımı okşuyor, gözlerimden ve avuç içlerimden öpüyordu. Sabah karşı nefes nefese doruğa ulaşırken, “Asil,” dedim sessizce. “Bana bir şey söyle.”
Gülümsedi, hala içimdeydi. “Çok.” Üzerimdeydi, burnunu usulca burnuma dokundururken, kendini bana daha fazla bastırdı. “Çok seviyorum seni.”
Sözlerimde ona verecek bir karşılık yoktu. Zaten içimdekiler, sözlerime sığmayacak kadar fazlaydı. Yine de eğer söyleyebilseydim…
Uyuduğumu düşündüğünde kendini uykuya teslim etti. Gözlerimi yavaşça açtım. Birbirimize dönük duruyorduk ve yine birbirine karışan uzuvlarımızdan hangilerinin bana ait olduğunu bilmiyordum. Üzerimizde, göğüslerimize kadar ancak kapatan beyaz bir çarşaf vardı, içerisi neredeyse karanlıktı. Kapalı gözlerine, kavisli kirpiklerine baktım. Derin bir uykudaydı ve gizlice çorbasına karıştırdığım iki uyku ilacı sayesinde uzun bir süre uyanmayacaktı.
Parmağım, kalın ve düz yapıdaki kaşına uzandığında, dudaklarımda plansız bir gülümseme konakladı. “Bana kızacaksın. Bana fena halde kızacaksın.” İşaret parmağımı kaşının ortasındaki çatıklığa bastırıp, yavaşça aşağı doğru kaydırdığımda biraz olsun düzeldi. “Keşke o iblisin Peri’yi sana vermeyeceğini anlayabilseydin. O zaman gitmeme izin verirdin ve o zaman sana gerçek bir veda edebilirdim.” Parmağım usulca burnuna ve oradan da yorgun göz altına kaydı. Birine ilk kez böyle dokunmak garipti ve birine ilk kez böyle dokunmak… güzeldi. “Karşıma çıkan en garip şeydin. Bir itiraf ister misin? Küçük Mavi seni kıskanmakta haklıymış. Bir itiraf daha… Yaprak’ın saçlarını ben kestim, bilerek kestim. Saçlarını sana savurdu, diye kestim. Pişman değilim.” Burnumun yanmaya başladığını hissettim. Ah, hayır. Ağlamayı hiç sevmemiştim. “Küçük Mavi’nin saçlarıyla oynamanı sevdiğini söylemiştin.” Görmeyeceğini bile bile başımı salladım. “Ben de sevdim, zürafa. Eğer vaktimiz olsaydın, daha fazla saçlarımla oynamanı isterdim.”
Vaktimiz olsaydı ben de senin saçlarını okşayabilirdim. Yeniden seninle atlı karıncaya binerdim. İstemiyorum, deyip aldığın dondurmaların hepsini ben yerdim. Eğer vaktimiz olsaydın, belki sana seni sevdiğimi söylemeyi bile öğrenirdim, zürafa.
“Bravo,” dedim burnum sızlarken. Ona sokulup, gözlerine sonsuza dek sır olarak kalacak bir öpücük bıraktım. Geri çekilirken parmak boğumlarımla sakallarını seviyordum. “İçimdeki o acımasız seri katili söküp aldın ve yerine küçük bir kız çocuğu bıraktın.”
Sonraki öpücüğümü dudaklarına bırakırken kapanan gözlerimden bir damla yaş kurtuldu.
Şimdi Burgonya Kızını senden geri alıyorum ve senin yanına o küçük kızı bırakıyorum…
2 Saat Sonra
Gecenin sesi zihnimde veryansın ediyordu.
Henüz güneş doğmamıştı ama doğsaydı bile benim için yaşam karanlık kalmaya devam edecekti.
Beyaz binanın beyaz basamaklarını çıkarken, iblisin kokusunu her adımda daha fazla alıyordum. Üzerimde herhangi birine zarar verebilecek bir şey yoktu. Tamamen silahsızdım. Apartın üçüncü katına geldiğimde beklediğim gibi iki adam tarafından zaptedildim. Başıma siyah bir bez geçirip beni en az üç kat daha çıkardıklarında birkaç dakika boyunca aralıksız olarak yürütüldüm. Kollarımdan tutan iri yarı adamlar, sanki kendilerinden daha güçlü bir adamı tutuyormuşcasına sert ve temkinliydi. Açılırken gürültüyle gıcırdayan demir kapıdan geçirildiğimde rüzgarın soğuk nefesini tenimde hissettim. Önce üzerimdeki ceket çıkarıldı. Ardından hoyrat eller tüm bedenimde tekrar ve tekrar dolaştı. Aradıklarını bulamadıklarında bir elin sırtımdan kuvvetle ittirmesi sonucu birkaç adım atıp dizlerimin üzerine düştüm. Aynı anda demir kapı yeniden gıcırdayarak arkamdan kapatıldı ve o tanıdık çığlığı duydum.
Çığlığın ardından bir şeyler söyledi ama duyamadım. Öfke kulağımda öyle kuvvetle uluyordu ki duyduğum hiçbir şey yoktu.
Yere yapışan avuçlarımı kaldırıp başımdaki bezi çıkardığımda Peri karşımda, bir duvar dibinde oturuyordu. Kendine çektiği bacaklarına sıkıca sarılmıştı, tüm yüzü ama en fazla gözleri kadar kıpkırmızı olmuştu. Kıyafetleri toz içinde, paramparçaydı ve parmağı… Biz bezle alelade sarılmış parmağını sıkıca tutuyordu. Uyuştuğu için artık acı hissetmiyor olmalıydı ama başını eğememesinin sebebi kan lekeleriyle dolu beze bakamamasıydı. Bunu hak etmiyordu. Lanet olsun… Hızla ayağa kalkıp etrafıma baktığımda demir parmaklıklar yüzüme bir tokat gibi çarptı.
Bulunduğumuz yer terasa inşaa edilmiş bir kuş kafesiydi ancak parmaklıkların ardından olan yalnızca Peri ve bendik. Omzumun üzerinden ona baktığımda tıpkı bana yaptıkları gibi ceketini aldıklarını fark ettim. Rüzgar demir parmaklıklara çarpıp duruyordu ve o yerinden kalkamayacak kadar üşüyordu. Öfkeyle ayağa kalkıp parmaklarımı demir korkuluklara yapıştırırken,” Ulan!” diye bağırdım. “Adamlığın bu mu Bay Frank!” Parmaklıkları tekmelerken daha fazla bağırdım. “Seni orospu çocuğu!”
Böyle Peri’ye yardımcı olamazsın, dedi içimden bir ses. Böyle olmaz.
Nasıl sakin kalacağım? Kan dökmeden nasıl içim soğuyacak!
Gözlerimi kapattığımda kulağımda Asil’in sesi vardı.
Nefes al, Maviş. Nefes al ve kendini bulutların üstünde hisset.
Gözlerimi kapattım ve kendimi bulutların üstünde hissettim. Burada öfke yoktu, kan ve ölüm yoktu. Göğsümü derin bir nefesle şişirip Peri’nin bana ihtiyacı olduğunu düşündüm. Ancak o zaman cılız sesiyle, “Mavi Abla,” deyişini duydum. Omzumun gerisinden ona baktığımda yüzü ıslaktı. Kollarından birini bana uzattı. “Yanıma gelir misin?”
Öfkemi yutkunarak bastırdım. Geri dönüp yanına gittiğimde yavaşça dizlerimin üzerine çöktüm, sırtımı duvara yasladım. Omuzlarımız birbirine temas ediyordu ve teninden gelen soğuğu hissedebiliyordum. Hissettiğim başka bir şey daha vardı; içimde hiçbir yolla bastırılamayacak olan suçluluk duygusu…
“Peri.” Kolumu omzuna atıp, onu kendime çektim. Bedenim hala sıcaktı, o sıcaklığı kaybedene kadar benim yüzümden soğuyan bedenine teselli olmak istiyordum. “Ben…” dedim çenemi başına bastırırken. “Özür dilemeyi de bilmiyorum.”
Titreyen kollarıyla ancak bana karşılık verdiğinde, “Sorun değil,” dedi basit bir şeyden bahsediyormuş gibi. “Ağabeyim yakında gelir zaten.”
Ağabeyi gelmeyecekti. “Elbette gelir.”
“Mavi Abla.” Kısılan sesi de titriyordu ve artık bana doktor, demiyordu. “Ümit de ağabeyimle birlikte gelir belki.”
Bakışlarımı kafesten kısıtlı olarak görebildiğim gökyüzüne ulaştırdım. Koyu bulutlar bir araya toplanmıştı. Gökyüzü karanlığı doğuruyordu. “Gelir, Peri,” dedim. “O da gelir.”
“Sen neden daha erken geldin ki? Ağabeyim buna nasıl izin verdi.”
“Çünkü bu bir plan,” dedim ilk aklıma geleni söyleyerek. “Plana göre önce ben gelip yerini tespit etmeliydim.”
“O zaman vücudunda bir takip cihazı olmalı.”
“Çok zekisin.”
“O korkunç adam burada yokken gelmene sevindim. Onu görmeni istemezdim.”
Bay Frank’tan bahsediyordu. O aşağılık, zavallı kıza ömrü boyunca unutamayacağı hasarlar vermişti. “Peri, o sana başka bir zarar verdi mi?”
“Hayır ama o çok… çok nefret dolu. Bana dedi ki; dua et gelsin, yoksa sana yazık olacak. Sizden ne istiyor, Mavi Abla? Neden…” Derin bir nefes aldı.“Burdan kurtulduğumda bir daha ağabeyimden gizli hiçbir şey yapmayacağım. Ondan izinsiz markete bile gitmeyeceğim.” Sesi hayal kırıklığı doluydu. Anlamıştım, suçluluk hissiyle dolup taşan yalnızca ben değildim. “O… O hep beni korumak istedi ama ben…”
Ellerimi bedeninin üzerinde hareket ettirerek onu ısıtmaya çalıştım. “Sistt…Bunları düşünme. Ağabeyin seni çoktan affetti. İyi bir şekilde ona döndüğünde her şeyi unutacaktır.”
“Döndüğümüzde,” diye düzeltti. “Ağabeyime birlikte döneceğiz.”
Yine o burun sızlaması… Kalbimdeki cam kırıkları nasıl da belirgin bir şekilde etime batıp kan sızdırıyordu.
“Evet, birlikte döneceğiz.”
Sustuk. Gözlerini kapattı ve içini çekti. “Ağabeyimi seviyor musun?” Bekledi. Cevap alamayınca bana daha sıkı sarıldı. “O seni çok seviyor. Biliyor musun? Ağabeyimin gerçekte nasıl gülümsediğini sen ortaya çıktıktan sonra öğrendim. Güzel gülüyormuş.”
Sözlerinin içimde uğradığı yer kurak bir toprak parçasından farksızdı. “Sorularına cevap veremem Peri ama son söylediğini duymak güzeldi.” Ve acı. Onun benimle gülmesine sevinmek yerine benden önce çektiği acılara takılıyordu zihnim.
“Gerçekten ona hiç sevdiğini söylemedin mi?”
“Hayır, söylemedim.”
Omuz silkti. “Ağabeyim gördüğün en hisli insan. Eminim ki hissetmiştir ama yine de…”
“Yine de?”
“Buradan çıktığımızda mutlaka onu ne kadar çok sevdiğini söyle.”
Yalan söylemek konusunda bir profesyonel olsam da bugün söylediklerimden hiç memnun değildim. “Söylerim. Yine de biraz tüyo versen hiç fena olmaz.”
Güldüğünü duydum. “Bunun tüyosu nasıl verilir ki?”
“Dene.”
“Hımm…” Biraz düşündü. Sonra, “Gözlerine bak,” dedi. “Sonra da onu öp. O öpücüğün sende uyandırdıklarını hisset ve bunu ona söyle.”
“Basit gibi görünüyor.” Birini öldürmekten daha zordu.
Sustu ve biraz uyudu. Uyandığında güneş kısmen doğmuş, teras kızıla yatkın bir turuncuya boyanmıştı. Görünürde kimse yoktu ama aşağı inen kapının ardından korumaların gölgesi kapının önüne devriliyordu.
“Buradasın değil mi?” diye sordu uyandığı anda. “Rüya görmüyorum?”
Sırtını sıvazladım. “Buradayım.”
“Ağabeyim hala gelmedi mi?”
“Hayır…” Yalan, daha fazla yalan. “Ama eli kulağındadır.”
“Ben çok üşüyorum.” Ağlamaya başladı. Her geçen saniye daha fazla ağladı. “Daha fazla dayanamıyorum,” dedi titreyerek. Yaralı parmağını avucunda sıkıp kollarımın arasında daha fazla küçüldü. “Evime gitmek istiyorum, sıcak yatağıma girip huzurla uyumak istiyorum.”
Ona daha fazla sarılmak istedim ama kollarım soğuktan uyuşmuştu. Burnumu ve yanaklarımı hissedemiyordum. “Başka ne istiyorsun?”
“Sıcak çikolata. Yanına da browni.” Kendi kendine güldü. “Kurt Ağabeyim olsa ne brownisi kız, bu bildiğin sulu kek, derdi.”
“Derdi ayıcık.”
“Ona ayıcık mı diyorsun?” Yine güldü.
“Hı hı. Yakışmıyor mu?”
“Aramızda kalsın ama evet.”
“Şimdi gözlerini birkez daha kapat. Son kez.” Duyduğum tekerlek sesiyle ezeli düşmanımın artık çok yakınımda olduğunu anladım. “Bir sonraki uykunda kendi yatağında olacaksın.”
“Evet,” dedi umutla. “Ağzımın kenarında çikolata lekeleri varken peluş battaniyeme sarılıp uyuyacağım.”
Peri, birkez daha uykuya teslim olduktan bir süre sonra terasın kapısı açıldı ve iki adamının ardından Bay Frak içeri girdi. Henüz yaklaşmadan yüzündeki zafer ifadesinin büyüklüğünü gördüm. İstediğini almanın donattığı mutlulukla yaklaştığında ruhsuz bakışlarımı yüzüne diktim.
“Onu sıcak bir yere al.”
Baktı, güldü. “Hay hay…” dedi elini kaldırıp adamlarına talimat verirken. “Oğlum, kızı en sıcak odamıza alın.”
İki adam kafesin kilidini açıp içeri girdi. Peri’yi kucakladıkları sırada bedeni o kadar yorgun düşmüştü ki kirpikleri bile kıpırdamadı. Gözden kaybolmalarının ardından kafesten çıktım ve azrailimin karşısına dikildim.
“Seni gece bekliyordum, erkencisin.”
“Sen…” Bir adım yaklaştığımda adamları silahına davrandı ama Bay Frank kaldırdığı eliyle onlara izin vermedi. “Kızın hiç suçu olmadığını bildiğin halde onu burada tuttun.”
Alınmış gibi başını omzuna eğdi. “Suçu… Suçu var elbette. Mesela Korkutel’in kardeşi olmamalıydı.”
Peri’nin halini düşündükçe sakin kalmam imkansızlaşıyordu. Oysa artık düşmanımın ellerindeydim. Teslim bayrağını çoktan çekmiştim. Bu adımdan sonra yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
“Noyan Korkutel’den uzak duracaksın. O ve çevresindekiler bir daha seni görmeyecek.”
“Elbette,” dedi memnuniyetle. Sonra sevimsiz bakışlarıyla beni süzdü. “Ben istediğimi aldım.”
Asil’den uzak duracağından emin olmalıydım. “Kardeşine gelince… Onu ben öldürdüm. Tek başıma yaptım. İstersen… Nasıl yaptığımı saniye saniye anlatabilirim?”
Yüzündeki gülümseme donuklaştı, öfkesini kazanmak umrumda değildi. Bana ne yapacağını merak etmiyordum. İstediğim tek şey Asil’i ve kardeşini rahat bırakmasıydı.
“Bunun bedelini ödeyeceksin,” dedi her kelimeye ayrı bir vurgu bırakırken. “Seni pişman edeceğim.”
“Bunun için buradayım. Beni istediğin zaman gebertebilirsin.”
Gülümsedi. Sözlerim keyfini yeniden yerine getimişti. Başını belli bir ritimle iki yana sallarken, “Non, non, non…” dedi. “Seni ben öldürmeyeceğim. Senin gibi bir cevheri yok etmek aptallık olur ve ben aptal bir adam değilim. Ama!” İşaret parmağını hızla havaya dikti. “Bunu benim yerime yapacak birini tanıyorum.”
Başımı kaldırıp ona tiksintiyle baktım. “Tatavayı kesip kızı bırak.”
“Elbette.” Gözleri şeytanlıkla parıldadı. “Bay Frank sözünü tutar ama öncesinde bir konuda beni aydınlatman gerekecek. Takas yapacağımız konumu akşam bildirecektim ve orası…” Ellerini iki yana açıp etrafımızı gösterdi. “Kesinlikle burası değildi. Söylesene Burgonya Kızı, beni nasıl buldun?”
“Seni buldum.” İğrenen bakışlarım üzerinde gezindi. “Çünkü deneyimlerim, pisliğin kokusunu almayı bana öğretti.”
2 Saat Önce
Yol ezberimdeydi. Direksiyonu son kez çevirip hastaneyi görüş hizama aldığımda arabayı iki bina gerisine bıraktım. Rüzgar çıtını çıkarmadan ağaç dallarını savururken sessizliğiyle yeryüzüne meydan okuyordu. Aşağı indiğimde kıyafetlerimi nezaketle bedenimde dalgalarındırışını, tenimin çıplak kısımlarını ısırışını hissettim. Bir süre olduğum yerde kalıp bakışlarımı sarı sokak lambasının ışığında dans eden çişentilerde dolaştırdım. İzlemeyi sevdiğim nadir manzaralardan biriydi. Yolun gerisini yaya olarak tamamlamadan önce şişme montumun siyah kapüşonunu başıma geçirdim. Adımlarım yavaştı, acelem yoktu. Hastaneye ulaştığımda danışmaya sahte bir isim vererek erkek kardeşimi ziyarete geldiğimi söyledim ve son kırk sekiz saat içinde aynı basamakları ikinci kez çıkarak aynı koridorda ikinci kez yürüdüm. Kapıyı açıp içeri girdiğimde Ümit yatağındaydı. Bedeni hala sargıdaydı ama daha iyi görünüyordu. Beni görünce doğrularak yüzüne endişeli bir ifadeyi yerleştirdi.
“Ma-Mavi Abla, bir şey mi oldu?” diye sordu. “Peri’yi buldunuz mu?”
Yüzümü ifadeden mahrum bırakarak yaklaştım. Yatağının ayak ucunda durduğumda, “Bence,” dedim sakinlikle. “Bunu benden daha iyi biliyorsun.”
Sol gözü seğirdi. “Anlayamadım.”
Başımı bir kez salladım. “Anladın, Ümit. Hadi seninle bir anlaşma yapalım ve ikimiz de oyunu bırakalım.”
Yutkundu. İnkar edeceği noktada olmadığını fark etmesi ondan kısa süreli bir afallama yaşattı ama çabuk atlattı. Yüzündeki sahte ifade kaybolurken kaşlarından birini kaldırarak, “Bravo,” dedi. O korkak ses tonundan artık eser yoktu. “Çözmeni beklemiyordum.”
“Biliyor musun?” Parmaklarımı yatak korkuluğuna sardığım sırada ona kirpiklerimin altından bakıyordum. “Sandığın kadar iyi bir oyuncu değilsin.”
“Nasıl anladın?”
Bakışlarımla çarşafın üzerinde duran ellerini işaret ettim. “Şimdi oldukça sakinler ama Korkutel’in karşısında neredeyse kıçına kaçacaklardı. Ayrıca…” Karşılık vermek üzereyken elimi kaldırıp engel oldum. “Bir korkak gibi görünmekte üstüne yok ama endişeli rolünü oynamayı başaramadın. Peri'nin kaybolduğunu söylediğimizde gözlerindeki ifade o kadar sahteydi ki küçük bir çocuk bile bunu anlayabilirdi. Aldığın karşılık Peri’yi satmana değdi mi?”
“Son kuruşuna kadar…” dedi düşünmeden. “Peri etrafımdaki herhangi kızdan biriydi. Hatta en budalasıydı. Doğrusu… İşimi hiç zorlaştırmaması Bay Frank’e karşı başımı daima dik tuttu. Gel gör ki planımızın kusursuz görünmesi için gerçek bir motor kazası geçirmeme engel olamadım.” Neredeyse kahkaha atacaktı. “Ama aldığım karşılık buna da değer…”
Başımı tavana kaldırdım ve ağzımdan bıkkın bir nefes verdim. “Gerçekten aptalsın.”
“Bak sen…” Ellerinden biri yavaşça çarşafın altına doğru süzülmeye başladı. İzin verdim. Son ana kadar kozunu kullanmanın tadını çıkarmasını izlemeyi yeğledim. “Benden de bir itiraf gelsin o halde.” Başını omzuna eğip, numaracı korkak bakışlarının yerin alan kibirli bakışlarıyla beni süzdü. “Lakabının hakkını vermiyorsun, Burgonya Kızı. Korkutucu görünmekle alakan bile yok.”
“Korkutucu görünmek? Bunu istediğimi kim söyledi? Ben korkutucu görünmem…” Adımlarım olduğu yerden ayrıldı. Yavaşça kapıya doğru yürüdüm. “Çünkü korkunun ta kendisiyim.” Parmaklarım kulpa uzandı ama yalnızca gösteriydi. Silahını çıkarmasını, bana doğrultmasını ve hatta bir saniye için beni öldüreceğini sanmasına izin verdim. Muhtemelen bu kibri ilk kez yaşıyordu, son olacaktı. Hızlı bir hamleyle belimdeki silahı çıkarıp başımı ona çevirmeme eş zamanlı olarak silahı tutan eline tek el ateş ettim.
Silahı yeri boyladığı sırada elini tutup inledi. Çoktan dibinde bitmiştim. “Şimdi,” dedim çektiği acıyı aynı ruhsuzlukla izlerken. “Bana sahibinin Peri’yi tuttuğu yeri söyle.”
Ağzını açmadan inlemeye devam ettiğinde silahımın ucunu çenesine yaslayıp başını yüzüme kaldırdım. “Silahımdaki susturucu sence de çok profesyonel değil mi? Şimdi burada diğer eline sıksam… Hatta her iki ayağına sıksam kimsenin ruhu duymaz. Deneyelim mi?”
“Hayır!”
Güldüm. “İşte, o korkak ifade yine sahnede… Ama bu seferki oldukça gerçek.”
Benden korkması gerektiğini nihayet anlamıştı. Buna rağmen,”Beni öldürür,” dedi. “Beni kesinlikle öldürür.”
“Seni ben de öldürebilirim, Ümit. Üstelik çok daha acı verici şekilde yaparım bunu. Eğer içini rahatlatacaksa… O zaten beni bekliyor. Eminim ki bunun için sana kızmayacaktır.”
“O seni yalnız istiyor.”
Sol kaşım havaya dikildi. “Yanımda birini görebiliyor musun?”
Başını kaldırıp korkusuna rağmen gülümsedi. “Burgonya Kızının kendisinden başka kimseyi umursamadığını duymuştum.”
“Kes.” Silahın üzerindeki parmaklarımı hareket ettirdiğimde mesajı aldı. “Cevap ver, şimdi.”
Elinden akan kanlar üzerindeki beyaz çarşafı boyarken başını komidinin üzerindeki telefona çevirdi. “Eski Foça yolunda, yazlıkları geçince arazide tek başına duran boş bir apart var. Orada olmalı.”
“Nereden biliyorsun?” diye sordum. “Bay Frank bu bilgiyi sana vermez.”
“Peri’ye bir kolye almıştım.”
“Ve içinde takip cihazı vardı.”
Başını sallarken kibirli ifadesi büyüdü. “Eşeğimi her zaman sağlam kazığa bağlarım.”
Takdir edercesine çenemi buruşturdum. “Hayran kaldım.” Kulpu indirip kapının açılmasını sağladım ama dışarı çıkmadan önce verdiği minik bilgi için onu ödüllendirmeliydim. “Ellerimde can veren herkes güvenlerinin kurbanı oldu. Hepsi birbirinden leşti ama ne var, biliyor musun? En kötü olanı bile kendisine yaklaşmama izin verecek kadar bana güvendi.”
“Eee..” Acı çekmeye bir an için ara verip umursamaz göründü. “Bunları bana neden anlatıyorsun? Peri de benim kurbanım olduğu için mi?”
“Evet, Peri de senin kurbanın olduğu için…” Ona baktım, şimdi ne kadar iğrenç görünüyorsa kısa zaman önce o kadar aşık ve çekingen görünüyordu. Anlamış olmam gerekirdi. Gerçek yüzünü görüp onu ortadan kaldırmam gerekiyordu. Eğer Burgonya Kızını bırakmasaydım, kesinlikle anlardım.
Ama onu bırakmıştım. Burgonya Kızını tamamen bırakmıştım.
“Bir fark var,” dedim kısa süreli sessizliğin ardından. “Peri kötü biri değildi.” Onunla yeniden göz göze geldiğim an silahımı son kez kaldırdım ve diğer elinden de vurduğumda haykırışı duvarları tırmaladı. “Daha fazlasını hak ediyorsun ama kurbanım değilsin.”
ŞİMDİ
Bileklerime kelepçe takılıp başıma torba geçirildi.
İki adam beni yabani bir hayvanı taşırmış gibi kuvvetle çekiştirerek aşağı indirdiğinde bir
arabaya bindirildim. Terasta yalnız geçirdiğim son yarım saatin ardından buradan ayrılıyorduk. Nereye gittiğimiz hakkında bir fikrim yoktu fakat yol yaklaşık kırk dakika sürmüştü. Bir noktadan sonra araç engebeli yola girerek sallamaya başladı. Durduğunda ve aşağı indirildiğimde bastığım toprak zemin neredeyse çamurlaşmıştı. Bir müddet yürütüldükten sonra başımdaki bez çıkarıldı. Ormanın ortasındaydım. Karşımda küçük, ağaçların arasına gizlenmiş bir orman evi vardı ve Bay Frank verandasında keyifle kahvesini yudumluyordu.Yapı ve insan topluluğundan çok uzakta, köhne bir yerdeydik. Başka bir araç durduğunda içinden başka bir kadın indirildi. Onun da başında torba, üzerinde ise beyaz bir elbise ve aynı renk botlar vardı. Adamlar onu yakınıma getirip başındaki bezi çıkardıklarından bedenimdeki tüm kanın beynime hücum ettğini hissettim.
Bu Peri’ydi!
Onu özgür bırakmamıştı. Temizlenmesini ve yeni giysiler giyinmesini sağladıktan sonra karşıma getirmişti.
“Seni yalancı götveren!” diye bağırdım yönümü ona dönerek ancak atmak istediğim ilk adımda bir koruma önüme dikildi. “Onu bırakacağını söylemiştin!”
Sakinliğini devam ettirerek bir bacağını diğerinin üstüne attı. “Sana sözümü tutacağımı söylemiştim. Hala aynı fikirdeyim. Kızı özgür bırakacağım ama öncesinde ondan ufak bir ricam olacak.” Berbat bakışlarıyla uzun, beyaz elbisesinin içindeki Peri’yi süzdü. “Ondan sonra kuşlar gibi özgür olacak.”
Peri korkuyla bana baktı. “Mavi Abla… Gitmek istiyorum.” dedi ağlamaklı sesiyle. “Ben çok, çok korkuyorum.”
“Korkma,” dedim emreder gibi. “Gideceksin.”
“Ah, yeni evimin ilk misafirinin bu kadar çabuk gitmek istemesi kalbimi yaraladı küçük kız. Yoksa seni iyi ağırlayamadık mı?”
“Kes sesini!”
Çıkışıma karşılık kahvesinden bir yudum daha aldı. “Sevgili Burgonya Kızı, lütfen ona korkmasına gerek olmadığını söyle. İsteyeceğim şey kesinlikle onu incitmeyecek.”
Yumruklarımı sıktığımda ona çoktan ölmüş ve kokuşmaya başlamış bir cesede bakıyormuş gibi baktım. “Ne sikimi istiyorsan söyle de bitsin.”
“Hay hay…” İşaret verdiğinde evden bir adam çıktı. Elinde bir tepsi vardı, bize doğru yürümeye başladı. Tepsi siyah bir örtüyle kapatılmıştı. Adam yaklaştıkça Peri henüz ne olacağını bilmemesine rağmen daha büyük bir korkuya kapıldı ama ben biliyordum. Bay Frank’ın Peri’den ne isteyeceğini biliyordum.
Adam aramızda durdu. Patronu, “Açın!” emrini verdiğinde siyah örtü açıldı ve dolu bir şırınga ortaya çıkış bizimle alay etmeye başladı.
O şırıngada olan kuvvetli bir zehirdi.
Peri’nin özgürlüğüne kavuşmak için yapması gereken ise zehri vücuduma enjekte etmekti. Son damlasına kadar…
“Ne yapacağını ona sen söylemelisin,” dedi Bay Frank. “Bu zevkten mahrum kalacağım için üzgünüm ama kesinlikle sen yapmalısın.”
O adama tamamen sırtımı çevirdim, yüzüne birkez daha bakmadım. “Peri,” dedim dolu, kahverengi gözlerine bakarak. Sesim güçlüydü, kaya gibiydi. Paramparça olan içimdi. “Daha önce hiç birine iğne yaptın mı?”
Başını iki yana salladığında yaşlar gözünden birer birer döküldü. “Ne var o şırıngada?”
“Yapman gereken bana enjekte etmek.”
Hıçkırıklara boğulduğunda omuzları sarsıldı. “Ne var ki o şırıngada?”
Uçurumun ucundaydım. Bir adım sonrası yok oluştu. Peri’den hayatta kalması için beni itmesini ve üzerime basıp gitmesini istiyordum.
“Ne olduğu önemli değil. Kurtulmak istiyorsan dediğimi yap.”
Adımları, adamlardan birine çarpıp durmak zorunda kalıncaya kadar geri gitti. “Hayır… Hayır bunu yapmayacağım!”
Aramızdaki mesafeyi adımlarımla örttüm. Şırıngayı tepsiden alıp, Peri’nin zorla tuttuğum eline bırakırken, “Yapacaksın,” diye emrettim. “Yapmak zorundasın. Neden, biliyor musun? Ben ağabeyini üzdüm, onu tahmin edebileceğinden daha fazla üzdüm. Bir kez daha onu yıkmayacağım.” Başımı kaldırıp, sertçe konuştum. “O yüzden dediğimi yapacaksın.”
“Ama Mavi Abla…” dedi içini çekerek. Yanakları sırılsıklamdı. “Ağabeyim sana bir şey olursa da yıkılır. Hem de öyle yıkılır ki onu bir daha kimse toparlayamaz.”
Bay Frank’ın alaycı nidasını duydum. “Ama bu çok dramatik… Şimdi ağlayacağım.”
Gözlerimi bir anlığına kapattım. Onu öldürmek istiyordum. Onu burada, kimseyi öldürmek istemediğim kadar öldürmek istiyordum.
Başını avucundaki şırıngaya eğdiğinde, “Lütfen…” diye yalvardı. “Lütfen benden bunu isteme.”
“İstemiyorum. Seni buna mecbur bırakıyorum.”
Gözlerini sıktı, dudakları ısırdı. O hep gülen kız şimdi tüm benliğiyle ağlıyordu. Bay Frank, bir filmin en heyecanlı sahnesine yaklaşmışcasına bizi izlemeye devam ederken Peri ağladıkça ağladı. Başka bir yolu olmadığını anladığında ise titreyen parmakları şırıngayı kavramaya çalıştı. “Mavi Abla ben…” Başını omzuna eğip yüzüme bakmaya çalıştı ama yapamadı. “Ben çok öz-
“Dileme,” dedim. “Çektiğin acının sebebi benim. Şimdi buna son veriyorum. Her şey olması gerektiği gibi olacak.” Bakışlarımı yüzünden ayırmadan kazağımı sıyırıp kolumu uzattım. “Düşünme. İki saniye bile sürmeyecek.”
“Ağabeyim beni affetmeyecek.” Kıvranıyordu. Gözümün önünde can çekişiyordu.
“O seni anlayacak.”
Ağlamasını dizginlemeye çalıştı. Mümkün olmadı.O kadar kuvvetli titriyordu ki işimi bitirmeden önce düşüp bayılmasından endişe ettim.
“Yap şunu!” dedim en buyurgan sesimle. “Yaşamak istiyorsan sapla şu siktiğimin iğnesini!”
“Tamam!” Neredeyse çığlık atmıştı. “Tamam… tamam yapacağım.”
Kolumu tuttuğu an nefes alışverişleri hızlandı. Şırınga iğnesini dirseğimin iç kısmına yönelttiğinde dudaklarından büyük hıçkırıklar firar etti.
“Sapla gitsin. Neresi olduğunun önemi yok.”
İğne ucu bir noktada durdu.“Ağabeyime onu sevdiğini söyleyeceğim.” Acı dolu bir nefes aldı. “Biliyorum. Sözlerinde yoktu ama gözlerinde vardı…”
Ve iğne tenime saplandığında nefesimi tuttum. Ölüm… Onu tanıyordum. Ben azraildim ve azrailin sonu gelmişti. Hiç hayal kurmamıştım. Yarın için bile planım olmamıştı. Benim için daima an’lar olmuştu. Tüketilen, anlamsız an’lar…
Peri, zehri vermek için baş parmağının şırınganın tepesine koyduğunda gözlerimi kapatmak istedim ama ağaçların arasında yankılanan kurşun sesi buna izin vermedi. Peri’nin arkasındaki adam şakağına yediği kurşunla devrilirken, yaşadığım şok uzun sürmedi.
Çünkü bekliyordum.
5 Saat Önce
Foça yoluna girdiğimde hızımı azalttım. Son birkaç dakikadır ağaçlar azalmıştı. Henüz ekilmiş tarlalar iki yanımdan akıp gidiyordu. Sonra ay çiçeklerini gördüm. Sarı renkleri karanlığa rağmen görkemli ve izlenesiydi. Kadınların çiçekleri sevdiğini biliyordum. Çiçek alırken dünyayı almış gibi kahkahalar atan kadınlar görmüştüm.
Onları hiç anlamayacaktım.
Telefonu alıp onu birkez daha aradım. İki çağrıma cevap vermemişti. Bu sondu.
Üçüncü çalışında, “Kimsin?” diye açtı. “Neden ısrarla arıyorsun?”
“Benim.”
Hemen cevap gelmedi. Şaşırdığını biliyordum. Uzun zaman olmuştu. “Deniz!”
“Bildin sayılır.” Kendimden emin bir şekilde söyledim. “Mavi ben.”
“Sen… Ulan… Hay Allah!” Bir şeylerin devrilme sesi geldi. “Neredesin? Aylardır seni arıyorum. En son..”
“Öldüğümü mü düşünmüştün?”
Cevap vermedi.
“Ölmedim,” dedim. “Ama ölmeye çok yakınım.”
“Bak buna şaşırmadım.” Sigara yaktığını duydum. Ben de bir sigara yakıp camı bir miktar araladım ve içeri giren rüzgarın dumanı alıp götürmesine seyrettim. “Ölüm kıçının dibinden ne zaman ayrıldı ki?”
“Bu sefer başka.”
“Gelmemi ister misin?”
O düşünmeden konuştu ama aynısını yapamadım. Ne zamandır diğer insanları düşünür olmuştum?
“Ölüm kaçınılmaz.”
“Bekleyenimiz mi var sanki?
“Ciddiyim.”
“Olsun be.” dedi gülerek. “Şikayet ediyordum ama sen gittin gideli canım sıkılıyor. Meğer epey alışmışım aksiyona. Ölümü falan siktir et de… Aksiyon sağlamsa konum at.”
“Ulan… Ne adamsın.”
Olanları ve planımı anlattım. Yaptığım en ucuz, en üzerine düşünülmemiş plandı. Yine de benimle olduğunu söyledi.
“Sağ ol, Harun.” dedim telefonu kapatmadan önce.
Güldü.
“Sen az önce bana teşekkür mü ettin? Siktir! Dünyanın sonu gelmiş…”
Şimdi
“Peri eğil!”
Eğilmedi. Adımları olduğu noktaya çivilendi. İkinci kurşun başka bir adamı devrirken Peri’nin üzerine atılıp birlikte yere düşmemizi sağladım. Aynı saniyelerde çatışma başladı. Adamlar ormanın bilinmeyen bir köşesinden gelen kurşunlara karşılık verirken etrafımız bir anda yangın yerine döndü.
Bay Frank silahına davranırken, “Kaçmalarına izin vermeyin!” diye bağırdı. “Onları elinden kaçıranın canını alırım!”
İki adam ateş açmayı bırakıp bize doğru koşmaya başladığında Peri’yi en yakın ağacın arkasına savurdum. Kalçasının üzerine düştüğünde bomboş gözlerle yüzüme bakıyordu ve artık titremiyordu bile. “Sakın buradan çıkma!” diye tembihledim. “Ne duyarsan duy, ne görürsen gör buradan çıkma. Anladın mı beni?”
Cevap vermedi.
“Peri! Anladın mı?”
Tepki yoktu, şoka girmişti. Bu kadarı onun için çok fazlaydı, aşamıyordu En azından hareket edemeyecek, bıraktığım yerde kalacaktı. İstediğim de buydu. Yaklaşan adamların dikkati üzerime çekmek için kendimi gösterecek şekilde koştum. Adımlarım kuru yaprakları parçalarken, kurşunlar yuvasından birbiri ardına fırlıyordu. Harun tabancayı bırakıp iki koldan taramaya başladığında, Bay Frank’ın saklandığı verandanın arkasından karşılık verdiğini gördüm. Yoğun ateş altındaydı, saklanamayan adamlar birer birer düşüyordu. Sağ adamları etrafından etten duvar örmüştü. Sayılarının kayda değer bir şekilde azaldığını düşünürken, bir araç durdu ve gelen takviye ekiple sayıları yeniden fazlalaştı. Harun tek başına fazla dayanamazdı. Vurulan en yakın adama ulaştığımda silahı ile yedek şarjörünü alarak yere uzandım ve cesedi kendime siper ederek en yakın üç hedefi indirdim. Yerim fark edilmeden önce Bay Frank’ın koruyan adamlardan ikisini de vurmayı başarmıştım ama beni fark ettiklerinde ve sürü halinde üzerime koşmaya başladıklarında yuvarlanarak yerimi değiştirdim. Kirpiklerime kadar çamura batmıştım ama bu beni durdurmadı. Ağaçlık alana ulaştığımda ayağa kalkıp koştum. Harun saat üç yönünde olacağını söylemişti. Yerini bulmam zor ama imkansız değildi. Koşarken belli aralıklarla durup gizlendiğim ağaçların arkasından ateş açıyordum ancak kurşunum bittiğinde buna uzun süre devam edemeyeceğimi anladım. Yedek şarjörü takarken bir karar vermek zorundaydım. Ya Harun’u bulacaktım ya da geri dönüp Peri’yi alacaktım. Baştaki niyetim Harun ile birlikte dönmek ve Peri’yi almaktı ama takviye ekibi hesaba katmamıştım. Harun’a ulaşana kadar tüm mermimi bitirebilir ve tek seçeneğim kaçmak olabilirdi.
Peri’yi geride bırakamazdım.
Bu yüzden geri döndüm. Peri bıraktığım yerde put gibi duruyordu ama ona ulaşamadan adamlardan biri bana ulaştı. Saçlarıma uzandığında yakalamasına izin vermeden zıpladım ve tekmemi suratına savurdum. Dirseğini önce karnına sonrasında burnun gerçimemle olduğu yere yığıldı. Gelen ikinci adam çok daha iri ve acımasız görünüyordu. Göz göze geldiğimiz an anlamıştım bunu. Sıktığı yumruğunu suratıma savurmasıyla başımı geri aldım. Yumruğu boşlukta oyalanırken kırdığım dizimi kasıklarına geçirdim. Sendeledi ama düşmedi. Silahına davranmak istediğinde bu kez elini tekmeledim. Durmadı. Kaba elleriyle boğazımı kavrayıp sırtımı Peri’nin arkasına saklandığı ağaca kuvvetle çarptı. Omurgamdan gelen kırılma sesine şiddetli bir yanma sesi eşlik etti. Bana verdiği zarar beni durdurmaya yetmedi, yalnızca daha fazla öfkelendirdi. Ani bir hamleyle işaret parmağımı sol gözüne sapladığımda haykırarak geri çekildi ama uzun süre acı çekmesine izin vermeyecektim. Kendi silahıyla onu şakağından vurduğumda başka bir kurşunun hayali varlığı benim de şakağıma saplandı.
Bay Frank, Peri’yi yakalamıştı
Namlusu Peri’nin boynundayken öyle büyük bir kahkaha attı ki kurşun seslerini bile bastırdı.
“Oyun bitti, ha Burgonya Kızı?”
Elimde dolu bir silah vardı ama ona doğrultamıyordum. Daha boktan bir duruma olamazdı. “Onu bırak,” dedim çamur ve acı içinde. “Beni al.”
Yüzünü buruşturdu. “Çok sıkıcısın…”
“Siktirme oyununu!” diye bağırıp bir adım attığımda namluyu Peri’nin şakağına çıkardı. Durup, “Tamam!” dedim. “Lanet olsun, tamam. Ne istediğini söyle?”
“Sözünü tutmadın. Yalnız gelmeni söylemiştim.”
“Yalnız geldim.”
“Ateş eden kim? Kuşlar mı?”
Peri, bir eliyle boynuna dolanan kola asılıyordu ama diğeri… diğeri yavaşça Bay Frank’ın beline doğru yol aldı. Orada bir silah vardı ve esir düşmeden önce bunu görmüştü.
Hayır Peri… Hayır, bunu yapacak kadar donanımlı değilsin.
“Noyan Korkutel burada değil. Burada olsaydı saklanmazdı. Şimdi… Silahımı bırakıp yanına geleceğim. Kızı bırak gitsin.” Son cümlemi Peri’nin gözlerine bakarak kurdum ama beni duyduğunu sanmıyordum.
Hızlı bir karar vermem gerekiyordu. Peri silaha ulaştığında yalnızca bir saniyem olacaktı. Peri’nin hayatta kalması için tek bir saniye…
“Şırınga dolu bir şekilde yerde duruyor ve Bay Frank oyuna kaldığı yerden devam etmek istiyor,” dedi Bay Frank.
Dikkatini çekmemek için bakışlarımı düşmanımın yüzünde tutmaya çalışırken Peri'nin hangi aşamada olduğunu kafamdan hesaplamaya çalışıyordum ama sırtımda büyük bir zonklama vardı ve etkisiyle bacaklarımın üzerinde zor duruyordum. Düşünmek zordu. Sikeyim! Düşünmek zorundaydım.
“Tamam. İstediğin olacak. Adamlarına söyle getirsinler şırıngayı.”
Tik tak. Vakit geldi. Peri’nin eli düşmanımın belindeki silaha ulaştı. Düşmanım fark etmesini bekledim. Etti. Ne olduğunu anlamak için başını eğdiğinde silahımı kaldırdım ve Peri’yi tehlikeye atmamak için başına değil, bedenine isabet aldım. Sıktığım kurşun omzuna saplanırken Peri’ye, “Saklan!” diye bağırdım. Bay Frank kendini en yakın ağacın arkasına attı. Peri dizlerinin üzerinde sürünerek başka bir ağacın arkasına geçti ve ben de bir ağacın arkasına geçtiğimde üçgen oluşturmuştuk.
Bay Frank ateş açmaya başladığında, “Peri sakın kıpırdama!” diye bağırdım kurşunlara karşılık verirken.“Sakın! Kurtacağım seni!”
Mermim tükenmek üzereydi ama bir mucize gerçekleşti. Düşmanımın mermisi benimkinden önce tükendi.
Acımı ve titreyen bacaklarımı yok saydım. Bu kez benim kahkaham yankılandı kurşun seslerinin ele geçirdiği ormanda... Düşmanım olduğu yerden kıpırdamadı. Hareket ettiği an onu avlayacağımı biliyordu. Etrafa baktım. En yakın adamının yanımıza gelmesi en erken bir dakikasını alırdı.
Bir can almak için bir dakika yeterdi.
Ağacın arkasından çıktım. Adımlarım, düşmanımın saklandığı ağacın arkasına doğru yol alırken, “Bu seni üzecek ama… Son bir kurşunum kalmış,” dedim. “Kaçma şansın vardı.” Silahımı kaldırdığımda ruhumda can yakıcı bir ürperti hissettim. Oysa orman rüzgarsızdı. Onlarca ağaç vardı ama kımıldayan tek bir yaprak bile yoktu. Son birkaç adımım kaldığında saklandığı ağacın yakınlarında adamlarından birinin cesedini gördüm.
Bir ceset, yeni bir silah demekti.
Ve yakınımda saklanacağım bir ağaç yoktu.
Düşünecek vaktim öyle….
Lanet olsun.
Yapmam gerekeni yaptım. Düşmanımla aynı anda silahımı kaldırdım ve ölümün nefesini ensemde hissederek ateş ettim.
Ölen ben değildim.
Ölen Bay Frank da değildi.
Peri, göğsünde bir kurşunda yerde yatıyordu.
Benim silahımdan çıkan kurşunla…
Korkunç bir rüzgar esti.
Oysa orman rüzgarsızdı
Onlarca ağaç vardı ama birinin bile yaprağı kımıldamıyordu.
1 Yıl Sonra
Ağustos ayıydı.
Güneş tüm ihtişamıyla ortalıkta salınırken ateş böceklerinin sesi sıcak yaz günlerini süslüyordu.
Gözlerimi açmadan önce sokaktan gelen konuşma seslerini dinledim. Karmaşıktı. Kalabalık bir grup yine birkaç metre ilerideki sahile iniyordu. Bunu sabahın köründe yapmalarının nedeni ise sahilin en güzel köşesinden yer kapmak istemeleriydi.
Ahşap evin ikinci katında kalıyordum. Balkonumun ahşap korkulukları vardı; o korkuluklara yılışan begonvilleri ve begonvillerin kucakladığı bolca güneş ışığı... Terliyordum. Bu yüzden yaz başladığından beri balkonun kapısını açık bırakıyordum ve bu durum sivrisineklerin oldukça hoşuna gidiyordu.
Daha fazla dayanamayıp doğruldum. Yataktan sarkıttığım bacaklarımdaki küçük kırmızı şişlikleri incelerken sıkıntıyla soludum.
Yine tüm gün kaşınıp duracaktım.
“Doktor kızım…” Kapıyı çalmasına eş zamanlı olarak konuşmuştu Hasibe Teyze. “Kahvaltı hazır, bu defa yemeden bırakmam.”
Her gün bir nedenle geçiştirdiğim kahvaltılardan bu defa kaçamayacağımı anladım. Ayda birkaç kez böyle yakalanırdım.
“Geliyorum.” Ayaklanarak dolabıma yöneldim. Elime geçen ilk parça haki, bol bir keten pantolondu. Üzerine kalın askıları olan beyaz bir crop giydim. Aynanın karşısına geçtiğimde karşımdaki kadına yine yadırgayarak baktım. Siyaha boyanmış küt saçlarım hala bir peruğa benziyordu. Kaybettiğim kilolar yüzünden otuz dört bedene kadar düşmüştüm ama dert etmiyordum. Çünkü artık ne kadar yersem yiyeyim kilo alamıyordum. Hasibe Teyzenin çayları koyduğunu söyleyen sesiyle hızlandım. Taktığım lensler yüzünden gözlerim yine sulanmıştı. Onlara bir türlü alışmamıştım ama günün sonunda bu kahverengi lensler, kendi gözlerimi görmek daha katlanılabilirdi. El alışkanlığı kazandığım için kısa sürede yaptığım ağır makyajdan sonra son halime bakmadım. Çünkü nasıl göründüğümü biliyordum.
Kendim dışında herkes gibi görünüyordum.
“Günaydın.” Basamakları inerken evin girişindeki geniş masada hazırlanmış kahvaltıya baktım. “Pişi mi o?”
Gülümseyerek, “Günaydın,” dedi Hasibe Teyze. Elli yaşlarında, saçlarını çoktan beyazlamaya bırakmış, kendi halinde bir kadındı. Adının yanına hanım yerine teyze unvanını getirmemi sağlayacak kadar da ısrarcı… “Pişi ya. Bilir misin?”
Son pişi yediğim zamanı hatırladım. “Severim.”
“O zaman çayını soğutma. Bak, bahçeden pembe domates topladım. Üzerine de zeytinyağıyla kekik kattım. Ondan da ye.” Başıyla yukarıyı işaret ederken, “Doktor bey bugün uyanamadı,” dedi. “Dün gece geç uyudu galiba. Senin haberin var mı?”
Dedikodu yapmaya bayılırdı ama bunun için yanlış kişiyi seçtiğini bir türlü kabullenmiyordu.
“Bilmiyorum.”
“Ama bir tahminin vardır?”
Küçük bir veri paylaşmadan kurtulamazdım. “Yan pansiyondaki şu yeni gelen grupla takılmış olabilir.”
“Aman!” Suratını astı. Yan pansiyondan hoşlanmıyordu çünkü sahip olduğu bu butik otelin aksine oranın birçok odası ve daha fazla imkanı vardı. Bu yüzden insanlar orayı tercih ediyordu. “Çekeceğim doktor beyin kulaklarını vallahi. İş güç sahibi, erken kalkan adamsın. Ne diye sabahlıyorsun tanımadığın insanlarla, değil mi ama?”
Başımı daima açık olan kapıya çevirdim. Butik otelden fazla eski bir ev kapısına benziyordu. Zaten şu otel kelimesinden de hiç haz etmiyordu. Ona göre burası misafiri eksik olmayan bir evdi.
Duvarları sarı boyalı, her köşesinde çini vazoları olan Begonvil evi.
Bir pişi alıp arkama yaslandım. İlk lokmadan sonra, “Hasibe Teyze,” diye söze girdim. “Sen değil misin sessizliği sevdiğini söyleyen? Neden şu pansiyona taktın bu kadar?”
Omuz silkti. “Ama be kızım… Kendi ağzınla söyledin ya cevabı. Önceleri buralar pek bir sessizdi, sakindi. Şu iki adım ötedeki sahilimizi kimsecikler bilmezdi. Ne zamanki o pansiyonu oraya diktiler, gürültü eksik olmaz oldu. Eh… İnsanların orayı tercih etmesi de moralimi bozmuyor değil. Şu dört odacığı bile zor dolduruyorum.”
Uzanıp sırtını sıvazladım. “Sıkma canını. Ben de, Doktor Mete de buraya seviyoruz.”
Kirpiklerinin kırpıştırması şaşkınlığındandı. Sırtındaki elimi alıp avuçlarına hapsederken, “Ne güzel açıldın be kızım,” dedi sevinçle. “Şu doktordan Allah bin kere razı olsun. Terapiler nasıl da işe yarıyor! Önceleri selam vermeyen sen, şimdi beni teselli bile ediyorsun.”
“Biri adımı mı söyledi?”
Merdivenlerin başında görünen Mete’ye,” Günaydın,” dedi Hafize teyze. “Gel doktor bey, gel. Hemencik çay koyayım sana.”
Hafize Teyze çay koymak için mutfağa geçerken, Mete karşıma oturdu. Üzerinde her zamanki salaş pantolon ve yarım kollu gömleklerinden biri vardı. Mavi gözlerinin çerçevesi alamadığı uykuyu ele veriyordu. “Öğleden önce uyanmazsın, diye düşünüyordum.”
Pişilerlerden birini kapıp büyük bir lokma aldı. “Aslında kalkamayacaktım ama bugün özel bir hastamla seansım var.”
Saatimi kontrol ettim. “Seansımız akşam, Mete. Ben hastaneden çıktıktan sonra...” Doğrudan üzerime alınmıştım çünkü kafa dinlemek için burayı seçtiğinden beri tek hastası bendim. Kitap yazmak üzere buraya gelerek hayatına kısa bir mola vermişti. Benim molam ise bitecek gibi değildi.
“Olsun. O zamana kadar ancak ayılırım. Umarım beni ekmeyi düşünmüyorsundur?”
Başlarda bunu fazlasıyla yapmıştım. Onun da bana yaklaşmaya çalışan adamlardan biri olduğunu sanmıştım. Aslında işinin ehli bir psikologtu ve tek yaptığı beni seanslara ikna etmekti. Çünkü bir şekilde yaralarımı görmüştü ve onlarla haşır neşir olmak istiyordu.
“Merak etme, saat yedide tepede olacağım.”
“Güzel,” dedi memnuniyetle. “Ben her zamanki gibi erken gidip yazacağım. Aç gelirsen şarabın yanına pizza yiyebilirsin.”
“Anlaştık.”
Çantamı alıp ayaklandığımda Hasibe Teyze dumanı üstünde çayla içeri girdi. “E kızım bir şey yemeden nereye gidıyorsun?”
“Yedim. “ Peçeteyle bir pişi daha aldım. “Bunu da yolda yerim.” Çıkmadan önce ikisine de gülümsedim. “ Akşam görüşürüz.”
Evden ayrılıp kasabanın tek hastanesine giden yokuşu tırmandım. Genelde bisikletle giderdim ama bugün arnavut taşların üzerinde yürümek istemiştim. Yaklaşık bir yıldır çalıştığım bu hastane, gördüğüm en küçük hastanelerden biriydi.
İçeri girdiğimde hemşireler neşeyle, “Günaydın hocam,” dediler. “Günaydın Mavi Hocam.”
Yaka kartıma baktım.
Uz. Dr. Mavi Kılıç
Sahte kimlikle yaşamıma devam ederken soyadımı değiştirmiştim.
Adıma dokunmamıştım, dokunamamıştım.
Odama geçtiğimde benden önce birisi oradaydı. Bu duruma alışmıştım. “Günaydın Hasan Bey,” dedim manidar bir sesle. “Beni yine sizin karşılamanız ne hoş. Bugün ne şikayetiniz var?”
Bastonunu bir kenara bırakıp dizlerini sıvazladı. “Bugün bir başka ağrıyor meret. Sabaha kadar uyutmadı.”
“Verdiğim ilaçları kullanıyor musunuz?”
Zaten buruşuk olan çenesini biraz daha buruşturdu. “Midemi ekşitiyor onlar. Bana yine tahlil yaptır.”
“Söylemiştim size, gayet iyisiniz. Yaşlılık ağrıları onlar, ilaçları almanız gerekiyor.”
Omuz silkti. Bugün yine huysuzdu. Yetmiş yaşındaydı Hasan Veli. Tahlilleri turp gibi olduğunu söylüyordu ama kendisi aynı fikirde değildi. Neredeyse her gün bir sebepten buraya geliyor, şikayetinden başka her şeyi konuşuyordu.
Bir süre sonra anlamıştım. O hasta değildi, sadece yalnızdı ve biriyle konuşmak isiyordu.
Başta bunun için yanlış kişiyi seçtiğini düşünüyordum ama sonraları… O ihtiyarla konuşmak bana da iyi gelmeye başlamıştı. Burada vaktim çoktu. Çoğunlukla tatilcilerin yaşadığı bir belde olduğundan aksi bir durum yaşamadıkça kimse hastane kapısından içeri girmezdi. Kalıcı olanlar ise genelde Hasan Veli gibi ihtiyarlardı ve onlar da ilaçlarını yazdırmak için sağlık ocaklarını tercih ederlerdi.
İki çay söyleyip onunla sohbet etmeye başladım. Gençliğini anlatırdı; uzun zaman önce kaybettiği karısını, onunla geçirdiği zamanları… Neredeyse her gün aynı şeyleri anlatmasına rağmen dinlerken sıkılmazdım. Belki de bu yüzden özellikle bana geliyordu.
Anlatacaklarını bitirdiğinde derin derin nefeslendi. Bir süre boşluğa bakıp anlattıklarını o boşlukta yeniden yaşadı. Öğlene doğru başka bir hastanın gelmesiyle de evine gitti. Personeller yemeğe çıktığında kendimi aç hissetmediğim için üç yirmi ikinci sayfasına kaldığım kitabıma devam ettim. Akşam olduğunda ise rotam belliydi, Tepe Kafe.
Kasabanın en tepesinden olduğundan bu ad verilmişti. Ulaşmak için dik bir yokuş çıkmak gerektiğinden pek tercih edilmezdi ama Mete ve ben seviyorduk. Sakinliğinin yanısıra ayaklarımız altı yemyeşil, karşımız ise alabildiğine deniz manzarasıydı.
Oraya ulaştığımda Mete’yi şarabını yudumlarken buldum. Beni gördüğünde laptopunu kapattı ve garsona pizzayı getirmesini işaret etti.
“Nasıl, yazabildin mi bir şeyler?”
“Fena değildi.” Karşısına oturduğumda önümdeki ters kadehi çevirip şarap doldurdu. “Senin günün nasıl geçti?”
“Her zamanki gibi…” Şarabımdan bir yudum aldım. “Sakin, sıradan…”
“Geçip giden bir gün daha, diyorsun?”
Başımı salladım. “Geçip giden bir gün daha…”
“Ya geceler? Kaçırdığımı sanma, bu hafta yine birçok gece yoktun.”
Geceler… Gündüzleri Doktor Mavi’yi yaşatırken geceleri içimdeki canavarı doyuruyordum.
“Çok iş vardı bu hafta.”
“Gazetelerden görüyorum.”
Bahsettiği üçüncü sayfalardaki faili meçhul cinayetlerdi. Bunu onunla açıkça konuşmamıştık. Aslında açıkça konuştuğumuz hiçbir şey yoktu ama beni anlıyordu. Eğer yakınlarımda acı çeken bir kadın varsa ve bundan bir şekilde haberdar olmuşsam, o acıyı yaşatan kişinin yeni bir güne uyanmasına izin vermiyordum. Gece yarıları motorumla gidebildiğim en uzak şehirlere gidiyor, acılarını dindirip geri dönüyordum. Parmaklarıma bulaşan kandan arınıyor, sabahlara normal bir doktor olarak uyanıyordum.
“Romanından bahset.” Merak ettiğim falan yoktu. Konuyu değiştirmeye çalışıyordum.
Anlayarak güldü. Otuzlu yaşlarının ortalarında, karizmatik bir adamdı. Bir hastasıyla basıldığından ötürü çalıştığı hastaneden atılmıştı. Her ay ben ne kadar cinayet işliyorsam, o da o kadar turistle yatıyor, her birinden bir özellik çalarak romanında yazıyordu. En az benim kadar normal değildi ve içimden bir ses o romanda benden de bazı şeyler olduğunu söylüyordu.
“Ana karakterden bahsedeyim.”
“Lale’den mi?”
Başıyla onayladı. “Lale’den… Artık yaşadığı yalnızlığa dayanamıyor ve yüzleşmek için Kemal’in karşısına çıkıyor.”
Ona yandan bir bakış attım. “Affedilmemekten korkmuyor mu?”
“Korkmaz olur mu? Ama dedim ya… Dayanamıyor.”
Bol peynirli pizza aramıza bırakıldığında çok sıcak olmasına aldırmadan bir dilim aldım. “Onca zaman dayanmış. Daha fazla dayanabilirdi.” Dayanmak zorundaydı.
“Rüyaları sıklaşmaya başlamış,” dedi gerçek bir insandan bahseder gibi… “İçinde Kemal’in olduğu rüyalar... Bence onu en iyi sen anlarsın.”
“Sebep?”
Parmağını şarap kadehinin etrafında çevirirken başımızın üzerinde, bir ipte yanyana dizilmiş çok sayıdaki ampullere kaldırdı gözlerini. “Sen de rüyalarında onu görmüyor musun?”
Kadehimi sertçe masaya bıraktığımda bakışları yüzüme indi. “Sana bundan bahsetmeyeceğimi söyledim.”
“Ben de daha fazla kaçamayacağını…” Kim olduğumu biliyordu. Yine de benden korkmuyordu.
“Kaçmıyorum.” Saklanıyorum. Yaptığım bu. Ondan saklanmak. Üstelik beni arayıp aramadığını bile bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Çünkü eğer aramıyorsa, bunu bilmek yaşama tutunan son yanıma darbe olur.
“Kaçıyorsun. Üstelik kaçtığın yalnızca düşüncelerin de değil.” Gözlerime dikkatle baktı. “Gözlerin de kaçıyor.”
Bir gece yarısı, sürahinin dibini gördüğümde sıcaktan kuruyan dilimin ısrarıyla odamdan çıkmıştım. Mutfaktan suyu aldıktan sonra kimse görmeden odama geri dönmek için adımlarımı hızlandırmıştım. Karanlık bu konuda bana yardımcı oluyordu. Odamın girişinde bir şeye takılıp sürahiyi yere düşürünceye kadar… Mete gürültüye uyanıp odasından çıktığında göz göze gelmiştik. Hızla kendimi odama atmıştım. Sonrasında o geceden hiç bahsetmemiştik ama bir seansımızda, karakteri Lale’nin kahverengi olan gözlerini mavi olarak değiştirmeye karar verdiğini söylemişti.
Gözlerimi gördüğünü o zaman anlamıştım.
“Ben Lale değilim.” Bunu yüzlerce kez söylemiş olabilirdim. “Lale de ben değil.”
“Evet, Lale daha cesaretli.” Beni öfkelendirmekten çekinmiyordu. Zaten ben de artık o kadar kolay öfkelenmiyordum. “O, günün sonunda yüzleşecek kadar cesaretli.”
Avucumu masaya yaslarken, gerilen kaşlarımın altından ona baktım. “Bazı yaşanmışlıklar vardır; bırak yüzleşmeyi, basit bir tesadüfü bile kaldıramaz.”
“Ya sadece sen böyle düşünüyorsan?”
Keyifsizce güldüm. “Bir bok bildiğin yok, doktor.”
“Küfürlerin sadece bununla sınırlı değil, değil mi? Bence perdenin ardında kimsenin bilmediği, orjinal küfürler var.”
Bakışlarımı durgun denize çevirip gülümsedim. “Kim bilir…”
Konuştuk; oradan, buradan… Çoğunlukla romanında yazdığı ve gerçek olmayan karakterlerden… Arada yine ağzımdan laf almayı başardı, her seferi için kadeh kaldırdı. Manyağın tekiydi. Bu yüzden benimleydi.
Gecenin bir yarısı eve döndüğümüzde merdivenleri çıkmak için ona tutunmam gerekti. Yine içkiyi fazla kaçırmıştım. Anlatmak iyi geldiği kadar içimdeki karmaşayı da körüklüyordu. Uyuşmak istiyordum. Bu yüzden içtikçe içiyordum.
“İyi bir uykuyu hak ettin, Mavi. İyi geceler…” Beni odama bırakıp odasına girdi. Ona iyi geceler, diyemeyecek kadar sarhoş olduğum için kendimle dalga geçerek kapımı kapattım.
Sarsak adımlarım yatağıma giderken pantolonumu kalçamdan sıyırmaya çalıştım ama gücüm yetmedi. En azından son hatırladığım buydu…
Sivrisineklerin öpücükleri ve sabah güneşiyle yeni bir güne gözlerimi açtığımda başım çatlamak üzereydi. Avucumu alnıma çarptığımda ağzımın içinde bir küfür yuvarladım. “O kadar içmemeliydim.” Hasibe Teyzeden ağrı kesici istesem hiç fena olmayacaktı. “Of… O da bir şeyler yemeden ilaç falan vermez şimdi… En iyisi görünmeden hastaneye gitmek.”
Yataktan çıkıp odamın girişindeki banyoya yürüdüm. Terlemiştim. Bedenimi soğuk suya sokmadan önce tek parça geceliğimi çıkardım.
Gecelik? Hangi ara giydiğimi hatırlamıyordum. Son hatırladığım üzerimdeki kıyafetlerle yatağa devrildiğimdi.. Gece kalkıp üzerimi değiştirmek benlik bir hareket değildi ama görünen o ki bunu yapmıştım. Üstelik başımın sol yanında kanayıp kurumuş küçük bir yara vardı. Anlaşılan o ki bu ara içmek bana yaramayacaktı.
Kısa bir duşun ardından birbirinin aynısı günlerden birini yaşamak üzere evden ayrıldım. Hastaneye gittim. Hasan Veli ile sohbet edip birkaç hastanaya baktım. Öğle yemeğinde kitap okudum ve insanlara gülümsemeler dağıttım.
Günün sonunda canım pansiyona dönmek istemedi. Dolabımdan plaj çantamı alıp sahile indim. Akşam güneşi birazdan batacaktı. Deniz hoş bir kızıla boyanırken etrafta sayılı insan kalmıştı. Yüzmek için genellikle günün bu saatlerini tercih ediyordum. Şezlongları es geçerek hala güneşten nemalanan bir köşeye havlumu serdim ve beyaz bikinimle dalgalı sulara gömüldüm. Tenimin denizle buluşması birkaç saati aldı. Denizden çıktığımda güneş batmış, hava büyük ölçüde kararmıştı. Sahilde benden başkası yoktu. Yorulmuştum. Bunda uzun zamandır spor yapmıyor olmamın payı vardı. Bedenimi havluya bırakırken niyetim biraz dinlenip odama dönmekti ama ağırlaşan göz kapaklarım daha uzun süre burada olacağımızı söylüyordu.
Dalgaların sesiyle uyandığımda saate baktım. Gece yarısı mı? Gerçekten mi? Bunca saat burada uyumuş olmam inanılmazdı. Doğrulduğumda üzerimden kayıp giden havlu beni ikinci kez afallattı.
Bana ait değildi ve uyurken üzerime örtülmüştü?
Etrafıma baktım, hala kimse yoktu. Toparlanıp sahilden ayrıldım ve Begonvil Evine vardığımda kısa bir duşun ardından bu kez kendi yatağımda, dalgaların sesi olmadan uykuya daldım. Ancak uzun sürmedi. Uykumu telefon titreşimi böldüğünde saat gece üç sularıydı. Hastaneden arıyorlardı.
“Evet?”
“Hocam,” dedi tanıdık ses. “Ben Nergiz Hemşire. Az önce acilden bir hasta girişi oldu. Silahlı yaralama. Acil gelmeniz gerekiyor.”
Hemen yataktan çıktım. “Geliyorum.”
Zamandan tasarruf edebilmek için Hasibe Teyzenin hediye ettiği ve daha önce hiç giymediğim pudra rengi yazlık elbiseyi giydim. Lensleri taktım ancak makyaj için vaktim olmadığından kalın, kahverengi çerçeveli büyük gözlüklerle evden ayrıldım. Bisikletle hastaneye ulaştığımda Nergiz hemşire beni kapıda bekliyordu.
“Hocam! Kanamayı müdahale ettik ama kurşunu çıkarmak için sizi bekledik.”
Hızlı adımlarla ameliyathaneye ilerledim. “Hastanın hikayesi?”
“Otuz iki yaş, erkek. Humerusun eklem içi kısmında kurşun yaralanması. Tek giriş yönü var. Bilinci kapalı.”
Gerekli hazırlığı yaparak hemşirenin önlüğümü bağlamasını bekledim. İçimde nereden geldiğini bilmediğim garip bir his vardı. Ameliyathaneye giriş yaptığımda ekibi sedyenin başına toplanmış halde buldum. Beni gördüklerinde geri çekilmeye başladılar.
Derhal müdahale edebilmek için adımlarımı hızlandırdım.
Sonra Dünya sustu. Tüm sesler ve tüm ayrıntılar birer birer silindi. Boğazıma acı bir yumru saplanıp kaldığında zeminin ayaklarımın altından kayıp gittiğini hissettim.
Eğer hala yaşıyorsam ve bu bir rüya değilse sedyede yatan adam oydu.
Asil’di.
“Hocam,” dedi biri, ya da birkaç kişi birden, anlayamadım. “Hocam iyi misiniz?” Birinin koluma dokunmasıyla kendime geldiğimde Nergiz Hemşirenin endişeyle önümde eğildiğini gördüm. “Hocam, hastaya müdahale etmelisiniz.”
Başımı sallayabildim. Daha yavaş adımlarla ona yaklaştığımda kapalı olduklarını bile bile gözlerine bakamadım. Yarasına uzandım. Ellerimi sabit tutmakta zorlanıyordum. Kalp atışlarım göğüs kafesime acımasızca yükleniyordu. Derin bir nefes almaya çalıştım, başaramadım. Tamponu kaldırdığımda yakın mesafeden tek el kurşunla yaralandığını gördüm. Ellerimin altındaydı, yaralıydı, bilinci yerinde değildi. Neden ve nasıl olduğunu bilmiyordum ama bir şekilde buradaydı. Bana ihtiyacı vardı. Yalnızca bunu düşündüm ve yarasına odaklanarak kurşunu çıkardım.
“Hocam, üzerinden kimlik çıkmadı. Kan grubunu tespit edip takviye-”
“Gerek yok,” dedim. “Kanı ben vereceğim.”
“Ama hocam, hastanın kan grubu…”
Bakışlarımı bir cesaretle yüzüne çıkardığımda içim titredi. “Onu tanıyorum. Kan gruplarımız aynı…” Ruhum sızlarken başımı salladı. “Ona kan verebilirim.”
Asil’i normal odaya aldılar. İnsanların içinde son ana dek yüzümdeki donuk ifadeyi koruyabildim ama yalnız kaldığımda… Dizlerimin üzerine çöküp ağladım. İçin için ağladım. Başımdaki boneyi çıkarırken ve artık nefret ettiğim saçlarım yüzüme dökülürken daha fazla ağladım. Ta ki bir hemşire içeri girip ondan bahsedinceye kadar…
“Hocam hasta kendine geldi, sorun çıkarıyor!”
Düşünmeden hemşireyi takip ettim ama odasına ulaştığımda içeri giremedim. Önünde sayısız kez dolaştım. Bir şeyler kırıldı, döküldü. Haykırışlarını duydum. Hemşire ve bakıcılar odasına girdiğinde bile giremedim.
Yanında kimse yoktu. Tamamen yalnızdı. Burada olduğumu biliyor muydu? Yoksa bu, Dünyanın en acımasız tesadüfü müydü?
Ona zaptetmeleri kolay olmadı. Odadan çıkan hemşire, sakinleştirici yaptıklarını ama dikişlerine zarar verdiğini söyledi. Gerekli malzemeleri alıp geri döndüğünde ise yolunu kestim.
“Ben dikerim.”
“Ama hocam…”
Tepsiyi elinden aldım. “Ben hallederim.”
Ruhumu kapının önünde bırakmanın bir yolu yoktu. Olmasını isterdim ama… yoktu. Kapıyı arkamdan kapattım. Yaklaşırken bakışlarım bir yolunu bulup bedenine ulaştı. Sedyenin üzerindeki çıplak gövdesi beyaz bir çarşafla kapatılmıştı. Omzundaki sargı kan içindeydi. Kapalı gözlerinden cesaret alarak gözlerimi yüzüne çıkardığımda dudaklarımı dişledim.
O kadar aynıydı ki.
Ve bu kadar acı veriyordu ki.
Ona dokunmak istedim ama görünmez bir el elimi tutup, buna hakkım olmadığını söyledi.
Sessizce işimi bitirmeli ve yanından ayrılmalıydım. Yine sadece yarasına odaklandım. Yarasıyla ilgilenirken uyanmadı. Kıpırdamadı bile. Yanında olduğumu hissetmiş miydi? Nerede olduğunu biliyor muydu? Buraya nasıl gelmişti? Tüm sorular zehirli bir mızrak gibi zihnime saplanırken bakışlarım bir kez daha yüzüne uğramamak için can çekişiyordu.
Hızlandım. Son dikişleri atarken bir şey oldu. Nefesinin hırıltılı sesini duydum. Güçlü elleri bileğimi kavradı ve yarım bir şekilde açtığı gözlerini gözlerime dikti. Gülümsedi. Bu gerçek bir gülümsemeydi.
O benim çocukluk aşkımdı.
Beni tanımış mıydı?
“Maviş…” dedi usulca. “Sen misin, maviş?” Nefes aldığında çarşaf kaydı ve göğsü açığa çıktı. Mızrak kolyesi… Oradaydı. “Ben seni ararken sen mi beni buldun?”
Zihnimde bir uğultu hissettim. Bu anı daha önce yaşamıştım. Bu anı daha önce yüzlerce kez yaşamıştım.
Anlar çoğaldı. Parçalara bölündü. Dağıldı ve etrafa saçıldı.
Bileğimi tutuşundan kurtardım ama parmaklarının ılık hissi hala oradaydı.
“Hayır!” Adımlarım geriye doğru sendeledi. Takıldım, düştüm. Hiç acı yoktu. Hayır, çok fazla acı vardı. “Hayır…”
Koşarak uzaklaştım. Begonvil Evine kadar hiç durmadan koştum…Kapı hep olduğu gibi açıktı. Odama, yatağıma girdim. Kafamın içindeki sarsıntı devam ediyordu. Durduğu bir an bile yoktu. Ağladım.
Burgonya Kızı gözyaşı nedir bilmezdi ama Mavi…
Mavi içi çıkana kadar ağlardı.
Ben Mavi’ydim.
Kendimi uykuya teslim etmeden önce fısıldadım. “Ben Mavi’yim.”
Kaderin tiz çığlıklarını duyuyordum. Benim için çizdiği yoldan sapmaya çalıştığım için beni cezalandırıyordu. Tutunmaya çalıştığım düm dalları buduyor, beni köksüz bırakmak için ant içiyordu. Kafamın içinden ne idüğü belirsiz mevsimler geçiyordu. Anılar, görüntüler olarak kalıyordu ama o anlardaki hislerim hiç yokmuş gibi karanlığa karışıyordu.
Zaman geçiyordu, ben olduğu yerde sayıyordum.
Sabaha uyandım. Bugün sokaktan sahile inen insanların sesi gelmiyordu. Güneş içeri doluşmamış, kendi halindeydi. Hasibe Teyzenin zeytinlerinin kokusu yoktu. Sessizdi. Çok sessizdi. Odamdan çıkıp dört odayı ağırlayan kare biçimindeki koridorda durdum. Mete’nin kapısı kapalıydı. Merdiven korkuluğuna yürüdüm, masa bomboştu.
“Herkes nerede…” Sessizlik hoşuma gitmemişti. Belki de biraz daha uyumalıydım.
Odama geri dönmek için arkamı döndüğümde sendeledim. Ruhumda sonu gelmeyecek bir yangın başladı.
Asil buradaydı, benim Begonvil Evimde.
Koridorun penceresinin önünde durmuş, beni izliyordu. Üzerinde her zamanki siyah takım elbiselerinden biri vardı. Hastanedeki gibi değildi. Sakalları uzamış, zayıfladığı için avutları belirginleşmişti. Saçları daha kısaydı. Yorgun bakıyordu.
Ve yaralı değildi.
“Sen…” Gömleğinin açıklığından sargısını görmeye çalıştım. Hayır, yoktu. “Sen gerçek değilsin.”
Bana baktı. Bana uzun uzun baktı. “Gerçeğim,” dedi, sesi kafamdaki hezeyanları sustururken.. “Sahte olan ben değilim.”
Alındığımı hissettim. “Ne demek istiyorsun?”
Olduğu yerden ayrıldığında irkildim. Karşımdaki varlığının karanlık bir rüzgarı vardı; tenimde değil, ruhumda esiyordu. O görkemli bedeniyle bana iki adım kala durduğunda başını omzuna yatırdı, gözlerime dikkatle baktı. “Sahte olan ben miyim?”
Hafızamdan bir an bile silinmeyen o sert sesi şimdi nasıl bu kadar yumuşak olabilirdi?
“Bana…” İçimi çektim. Boğazımdaki yumruyu yok edemedim. Gözlerim yine yanmaya başladı. “Bana kızmak için geldin, değil mi?”
Başını iki yana salladı. “Hayır,” dedi usulca. “Ben hiç sana kızar mıyım?”
“Ama… Kızmalısın. Bana çok kızmalısın.” Bir damla yaş aktı. Bir damla daha. Çocukluğumda ve sonrasında dökemediğim ne kadar gözyaşı varsa birer birer toplandı gözbebeklerime. “Gerçek olsan kızardın.” Başımı hızlı hızlı salladım. “Gerçek olmadığın için kızamıyorsun.”
Eli saçlarıma uzandığında nefesimi tuttum. Gözümü kırpmadan saçlarıma dokunuşunu hissettim. Küçük bir tutamı parmağına doladı, yine. Nazikçe kulağımın arkasına koydu, yine.
O kadar gerçekti ki kendimi koca bir yalan gibi hissettim.
“Hissettin mi?” diye sordu sonra. “Sahte olan ben değilim.”
Başımı kaldırdım. Sarılarına bakarken daha fazla ağladım. “O zaman…” Sesim titredi. Benliğim titredi. Bu dünya üzerinde bana ait olan ne varsa uçsuz bucaksız bir zelzeleye kurban gitti. “Sahte olan ne?”
Kaşlarını indirdiğinde gözlerinin ardındaki sızıyı gördüm. İfadesindeki iflah olmaz acıyı, oluk oluk kanayan açık yarayı gördüm. Ellerimi tuttu. Bin yol sonra ellerimi o büyük avuçlarının arasında kaybetti. “Bak…” Başıyla etrafı gösterdi ama gözleri gözlerimden ayrılmadı. “Sahte olanı görmek için etrafına bak.” Bir adım daha attı, nefesini tenimde hissettirdi. “Gerçekten bak, olur mu?”
Bakışlarımı her köşesini ezbere bildiğim evde gezdirdim ama bir şey oldu. Bir şey oldu ve köşeler aynı kalmadı, kalamadı. Önce balkondaki begonviller kayboldu. Ahşap korkuluk, arnavut kaldırım, deniz kokusu…
İçimi derin bir endişe sardığında bakışlarımı aceleyle Mete’nin odasına çevirdim. Orada bir oda vardı… ama bomboştu. Yemek masası yoktu, eski kilim, eşyalar yoktu.
Belleğimdeki bir resme uzandım, dokunamadım. Hasibe Teyze’nin, Mete’nin, Hasan Veli’nin olduğu resimler oradaydı ama dokunamıyordum. Belleğim ne kadar acımasızdı! Her birini kederli bir pusa boğarak benden alırken gözümün yaşına bakmıyordu.
Dudaklarım aralandı. Nefesim kesik kesik döküldüğünde parlak sarı duvarların rengini is rengi aldı, çiniler parçalanarak yokluğa karıştı.
İçinde olduğumuz ev, gözlerimin önünde terk edilmiş bir harabeye dönüştüğünde elimde dev bir hiçlik kaldı.
“A-asil…” Titremeye başladığımda kolları etrafımda demir bir korkuluk oluşturdu. Beni sıkıca tuttu. “Asil burası… burası….” Nefes alamadım. Göğsüm indi, kalktı ama nefes… Hiç nefes yoktu. Biri boğazımı sıkıyordu, kaburgalarımı yumrukluyordu. “Burası evdi, evimdi.” Daha fazla gözyaşı yanaklarımı yakarken hıçkırıklarım bedenime sığamadı. “Ama…” Başımı odama çevirdiğimde öyle bir büyük bir tokat yedim ki ayaklarımın üzerinde duramadım.
“Odam…” Odamdan geriye yalnızca eski bir yatak ve yıpranmış bir örtü kalmıştı. Yerde birkaç tepsi vardı. Kimi tabaklar boştu. Kimi yarım, kimi hiç dokulmadığından küflenmişti.
Başka hiçbir şey yoktu.
“Asil…” Yutkunurken boğazım acıdı. Ruhum acıdı. “Asi…”
Beni öyle kuvvetle kendine çekti ki başım göğsüne çarptı. Bana öyle kuvvetle sarıldı ki kemiklerim kırılacak sandım. “Maviş,” dedi kırık sesi. “Geldim, bak buradayım.”
“Asil…” Sızlanmaydı bu. Başımdan tutup beni göğsüne bastırırken harabe ev üzerime yıkılıyordu. Altında kalıyordum. “Ben delirdim mi Asil? Delirdim mi ben…”
Haykırarak yüzüne baktığımda alnını alnıma yasladı. O zaman hissettim alnımdaki ıslaklığın gözyaşı olduğunu… O zaman hissettim bu harabe evin ortasında benimle birlikte oturup, benimle birlikte ağladığını…
“İyileşeceğiz.” Dudaklarını alnıma bastırdı. “İyileşeceğiz canımın içi.”
*
Parmak boğumda rotasızca yol alan kan lekelerini izledim. Baktıkça her biri başka bir şekle benziyordu. Darbeden dolayı oluşan yara izleri ise biçimsizdi. Bu işi eldiven takmadan yaptığım için suç ortağımın sitem edeceğini düşünerek gülümsedim. Yeni yaptırdığım beyaz tırnaklarıma kanın hiç yakışmadığını söyleyecekti. Kesinlikle.
“Cengo…” Kalçamı yasladığım yerden ayırıp Cengiz ve Kurt’un hırpaladığı adama yaklaştım. “Adam ne biliyorsa öttü. Niye hala dövüyorsunuz lan?”
“Yengeciğim,” dedi Cengiz sabırla. “Biz bu iti saatlerdir dövüyoruz, ağzını açmadı pezev-” Duraksayıp yutkundu. Saygılı adamdı. “Senin tek yumruğunda bülbül gibi şakıdı. Tamam, senin gibi namımız yok ama ayıptır yani. Biz de burada güçlü kuvvetli adamlarız en nihayetinde.”
Cengiz’e en ters bakışlarını gönderen Kurt’a göz kırptım. “Öylesiniz tabii ama işinin ehli bir katil de kolay yetişmiyor. Bilgin olsun.”
“Napak?” diye sordu Cengiz alınmışlıkla. “Her gece çıkıp birini mi temizleyek?”
“Abartma istersen. Her gece değil, iki gecede bir.”
Cengiz’in gözleri açıldı ama sözlerimde doğruluk payı yoktu. Çok uzun zamandır kimsenin canına dokunmuyordum. En kötüsünü bile akıbetini suç ortağıma bırakıyordum. Kendimce cezalandırdıktan sonra…
Doktorum bunu benden özellikle istmişti ve onu dinleyeceğime dair en başından söz vermiştim.
Mekandan çıkıp arabaya geçerken Kurt’un telefonu çaldı. O ana kadar heykel gibi duran adamın yüzü birden güldüğünde anladım ki arayan Bade’ydi.
Beni yanıltmayarak, “Bade’m!” diye açtı telefonu. Direksiyona ben geçtim, yanıma oturdu. “Söyle iki gözümün çiçeği.” Bir süre dinledikten sonra, “Bize geçek mi?” diye sordu. “Bade mantı yapmış, topla milleti gel, diyor.”
Cengiz arkadan başını uzattı. “Millete ben de dahil miyim?”
“Nevşin’e de haber verirsen bir ihtimal.”
“Vermem mi!” Cengiz telefonuna davranırken, Kurt onay almak için bana baktı.
“Tamam,” dedim. “Adam dövmek acıktırıyor.”
Kısa süre sonra Bade ve Kurt’un bahçeli evine gelmiştik. Kapıyı açan Duru sevinçle kollarıma atladığında onu kucaklayıp içeri geçtim. “Nasılsın patates kafa? Her şey yolunda mı?”
“Eh işte,” dedi çenesini buruşturarak. “Bu bebek sürekli ağlayıp benim kafamı şişiriyor Mavi Teyze.”
“Hım… Bir bakalım şu bebeğe.” Bade’nin özenle baktığı sardunyalarla çevrelenmiş arka bahçeye çıktık. Bade, geniş bahçe masasını yemek için hazırlarken bana el salladığında ona gülümsedim. “Beşiğinde mi?”
Parmağıyla ağacın altındaki beşiği gösterdi. “Hı hı, işte orada.” Beşiğin tülünü aralayıp uyuyan ufaklığa baktım.
“E uyuyor, ağlamıyor.”
İşaret parmağını dudaklarına bastırıp, “Şisss!” dedi heyecanla. “Annem zor uyuttu Aslan’ı. Sessiz ol.”
“Tamam,” diye fısıldadım. “Zaten ben çok acıktım. Yemek yiyeceğim.”
“Ay ben de Mavi Teyze. Aslan’la uğraşmaktan yemek bile yiyeme-” Kurt’u kapıda gördüğünde sözünü tamalayamadan kucağımdan atladı ve koşmaya başladı. “Baba! Babam gelmiş!”
Kurt, beş yaşındaki Duru’yu kucaklayıp havaya attıktan sonra yakaladı ve yanağına büyük bir öpücük bıraktı. “Daha çok iş vardı da özlemine dayanamadım papatyam.”
“Hıı… Sadece kızının yani…” Bade masa hazırlamayı bırakıp Kurt’un yanına gitti. “Halbuki ben de en sevdiğin çıtır mantıdan yapmıştım.”
Kurt, kolunun Bade’nin omzuna atıp bir öpücük da ona verdi. “Benim güzeller güzeli karım, sen alındın mı bana bakayım?”
“Eh, biraz alındım. Biraz da uykusuzum. Aslan Bey gece hiç uyutmadı.”
“Diyorum o velet huysuz, diye. Gel biz onu cami avlusuna bırakıp bir tane daha kız yapalım.”
“Kurt!” Bade, inanamayan gözlerle kocasına baktı. “İyi ki anlamıyor bu sözlerini. Ayrıca büyüdükçe sana benzemesine ne diyeceksin? Çocuk dört aylığım falan demiyor, resmen kaş çatıyor!”
Nevşin kahkaha atarak içeri girdi. “Valla Bade haklı Kurt. Eline tesbih versen çekecek, o derece.” Elindeki baklavayı masaya bırakıp sandalyelerden birine kuruldu. “Ya ayıp olmazsa yemeğe başlasak mı? Ben kahvaltı bile yapmadım da…”
“Ben de çok acıktım,” diye katıldı Cengiz ama Nevşin ona gözlerini kısarak baktı.
“Aaa… Acıktın mı? Halbuki o kadar da başımın etini yemiştin.”
“Niye öyle diyorsun Nevşin’im? Ne yani Afitap’ı evimize alalım, dediysem. Herkes evinde hayvan besliyor.”
“Doğru,” diye araya girdim. “Herkes evinde hayvan besliyor ama hiç biri akşam yemeğinde kıç tercih etmiyor.”
“Afitap’ım uslandı, diyorum. Neden inanmıyorsunuz bana?”
“Ben anlamam.” Nevşin tehditkar gözlerinin Cengiz’inkilere dikti. “Afitap gelirse ben evden giderim.”
Yaklaşık iki senedir birlikte yaşıyorladı ve yaklaşık iki senedir Cengiz, Nevşin’ı hem evliliğe hem de Afitap’a ikna etmeye çalışıyordu.
Kurt ve Bade ise dört sene önce evlenmişti. Aynı ay Bade’nin hamile olduğunu öğrenmiştik. Kurt bunun için uzun bir süre dilimden kurtulamamıştı ama bebek haberi onu o kadar mutlu etmişti ki bana bile katlanmıştı.
“Asil Ağabey ile Asya gelsin de öyle başlayalım.” dedi Bade. “Abla, sen ne zaman geleceklerini biliyor musun?”
Bakışlarımın bahçe kapısına takılmasıyla içimde sonsuz bir aydınlık hissettim. Onu her gördüğümde böyle hissederdim. “Geldiler.” Bakışlarımız kesişti. Bundan daha fazla bekleyemeyeceğim için hevesli adımlarımı yanına götürdüm. “Hoş geldin.”
Gülümsedik. “Hoş buldum.” Dudakları bana doğru yol aldı ama tenimle buluşamadan kucağındaki Asya kollarını uzattı ve dönmeye diliyle, “Mami…” diye ağlamaya başladı.
Mami. Baba kelimesinden sonra ilk kez adımı söylemişti.
“Hey!” Ufaklığı kollarıma alıp sırtını sıvazladım. “Ne oldu sana? Yoksa babanda sıkıldın mı?”
Bir buçuk yaşında, esmer tenine mavi gözleri eşlik eden güzel bir bebekti. Onunla konuşmamdan hoşlandığını biliyordum. “Anladım, sıkıldın. Belki de acıkmışsındır.”
“Hiç doymuyor ki…” Tamamı bir tutam saçını sabah evden çıkmadan önce küçük bir tokayla önünde tuttumuştum. Asil o bir tutamı sevdi. Elini saçlarımızdan hiç eksik etmemişti. “Bugün mantıyla tanışabilir mi? Ne dersin?”
“Olabilir. Bence sevecek.” Asya’nın bebek şampuanı kokan saçlarına bir öpücük bıraktım. Geçen yıl yetiştirme yurdunda tanıştığım bu miniği seviyordum. Başta kimsesiz bir bebeği ailemize katma düşüncesi beni telaşlandırmıştı ama kısa zaman sonra telaşımın boşuna olduğunu anlamıştım. Her şeyden önce büyümesine kol kanat gerdiği çocuklardan birini yanına almak Asil’in hayaliydi. Gerçekleşen hayalini bir parçası olduğum için mutluydum.
Bade, “E hadi o zaman!” diye seslendi. “Geçin masaya.”
Kurt, bir tencere mantıyı tabaklara servis ederken Bade yoğurt ve sosunu ilave etti. Kurt bir yardımcı almayı teklif etmişti ama Bade evde bir yabancı istemediğini söylemişti. Asıl nedeni ev işlerini Kurt ile birlikte yapmayı sevmesiydi.
Güzel bir aile olmuşlardı.
Cengiz’in, “Ben başlıyorum,” dedi ama başlayamadı. Çünkü bahçe kapısı birkez daha açıldı ve daima gülen o kız içeri girdi.
“Aşk olsun Cengo Ağabey, bensiz mi?”
Herkes şaşkınlıkla ayağa kalktı. Onu beklemiyorlardı. Ben hariç… Sürpriz yapacağını bana gelmeden önce söylemişti.
“Biz seni Amerika’da sanıyorduk?”
Kocaman kahkaha attı. “Adım üstümde, Peri’yim ben! İstediğim an istediğim yere uçabilirim.” Asil’in yanına koşarak ona sıkıca sarıldı. “Sizi çok özleyince atlayıp geldim.”
Asil, kız kardeşinin alnından öptü. “İyi yapmışsın güzelim. Biz de seni özlemiştik.”
Peri herkesle kucaklaştıktan sonra beni sona bıraktı. “Yengeciğim!”
Gözlerimi devirdim. “Hadi ama… Sen de mi?”
“Ben de!” dedi kısa zaman önce kulak hizasında kestirdiği saçlarını savurarak. “Ve Asya!” Ufaklığı alıp tombul kollarından öpmeye başladı. “Ne kadar büyümüşsün sen böyle! İlk defa mı mantı yiyecek? Ben yedirebilir miyim? Lütfen lütfen lütfen!”
Peri’nin bu çılgın halini reddetmek mümkün değildi. Yanıma oturdu ve adını Asil’in koyduğu bebeğimize ilk mantısını yedirdi. Asya mantıyı o kadar sevdi ki bulduğu ilk fırsatta on parmağını tabağa daldırıp kendisi yemeye kalktı. Yemeğin sonunda kaşlarına kadar yoğurda bulanmıştı.
“Anlat güzelim.” Çocuklar uyuduğunda Asil bir sigara yaktı. “Kontrollerini aksatmıyorsun değil mi?”
“Asla!” Peri her nedense iç geçirdi. “Zaten artık istesem de aksatamam.”
“Ne demek bu?”
Ne söylediğini henüz fark etmiş gibi yutkundu. “Hiç… Her şey yolunda ağabeyciğim. Doktor kalbimin gayet sağlıklı olduğunu söyledi.”
Kalbi… Peri’yle göz göze geldiğimizde onun gibi gülümseyemedim. Çünkü göğüs kafesinde başkasına ait bir kalp taşıyordu. Aylarca makinaya bağlı yaşadıktan sonra Asil, ihtiyacı olan kalp nakli için onu yurtdışına götürmüş, aylarca başından ayrılmamıştı. Geri döndüğünde beni her taşın altında aramıştı. Bulduğu ise yalnızca bedenimdi. Kendimde değildim. Ne olduğumdan, nerede olduğumdan bihaberdim. Altı ay boyunca özel bir klinikte yattığımı anlatmıştı Asil, ilk ayların hafızamda yeri yoktu. Sonraki altı ay boyunca evden çıkmamıştım. Yaprak her gün ziyaretime gelir, benimle sohbet etmeye çalışırdı. O zamanlar onunla konuşmaya hevesli değildim ama şimdilerde özellikle aile buluşmalarımızdan keyif alıyordum. İkizlerine hamile olduğundan beri eski sıklıkla bir araya gelemediğimiz için telefon görüşmeleri yapıyorduk. Arkadaşım olduğunu söylüyordu ama bundan daha fazla doktorum olmayı elden bırakmamıştı.
“Mavi Abla…” Diğerleri derin bir sohbete daldığında Peri kulağıma fısıldadı. “Bir şey söyleyeceğim ama…”
Tahmin etmek hiç zor değildi. “Dinliyorum.”
“Hani şu düzenli olarak kontrole gittiğim doktor var ya… İşte o sadece doktorum değil.”
Bu anı kesinlikle daha önce yaşamıştım.
“Tamam.” Devamını söylemesine gerek yoktu. “Ağabeyine uygun bir zamanda söylerim.”
“Sen var ya kadının dibisin, dibi!” diye bağırdığında tüm gözler üzerimize çevrildi.
Herkes bir açıklama beklerken Asil beni kendine çekti. “Neyse ki yalnızca benim kadınım.”
İnsanların önünde yakınlaşmaktan hoşlanmıyordum ama göz kırpan bir zürafa kesinlikle karşı koyabileceğim bir manzara değildi. Kendimi tutamayıp onu dudağının çukurundan öptüğümde masadan bir, “Oooo!” yükseldi.
Buradaydık, iyiydik ve bir aradaydık. Bastırılan duygularımın zamanla gün yüzüne çıkmasından çekinmiyordum. Aksine, bana ait olmalarından hoşlanıyordum.
*
Arınma için iki haftadır farklı ülkelerdeydik. Bu kez ondan daha önce dönmüştüm. Birazdan evimizde olacaktı. Doğup büyüdüğümüz mahalledeki ahşap evlerimiz… Uzun zamandır burada yaşıyorduk. Onun için şarap ve mezelerden bir masa hazırlamış, çiçekli elbiselerimden birini seçmiştim. Yine de sevimli görünen bu elbiseleri dışarıda değil, evimizde yalnızca Asil için giyiyordum.
Bundan birkaç sene önce sevkiyat için Paris’te bulunduğum bir gece Asil’i otel odamın önünde bulmuştum. Dönmeme birkaç gün kalmasına rağmen bekleyememişti. O gece saatlerce sevişmiştik. Sabah ise parmağımda bir yüzükle uyanmıştım. Tanımadığımız birkaç turistin şahitliğinde Paris’te evlenmiştik.
Hayatlarımızın en çılgın kararlarından biriydi ve bize de ancak böylesi yakışırdı.
Çiçekli elbiseme uydurmak için ikinci evlilik yıldönümümüzde hediye ettiği inci kolyeyi ararken dolapta bir cd’nin varlığını fark ettim. Üzerinde adım yazıyordu. Duraksadım. Ne olduğunu ve nereden geldiğini biliyordum. Yıllar önce, atlı karınca evine ilk gittiğimde bulmuştum ve Asil’e veremeden kaybetmiştim. Asil, Peri’nin tedavisinden sonra Türkiye’ye döndüğünde bulmuştu cd’yi. İzlediğinde ise uzunca bir süre kendine gelmemişti.
Çünkü içinde çocukluğum vardı. Hafızamı silen doktor tüm seansları o dönemin imkanlarıyla gizlice cd’ye kaydetmişti. Bay Frank’ın eline nasıl geçtiğini bilmiyordum ama acı çektirmek için Asil’e gönderdiğini biliyordum. Varlığından kısa zaman önce bahsetmişti Asil. Bulduğunda ne istiyorsan onu yap, demişti. Yapacaktım.
Gözlerimi kapattım ve cd’yi iki parmağımla kırdım.
O gün, o ormanda Asil’in silahından çıkan kurşunla yok olan Bay Frank gibi yok oldu.
Geçmişimize dair son bir acı hatıra kalmıştı. Cd’nin peşinden gitmesi için kitaplığa yöneldim. Bir gün tesadüfen bir kitabın arasında yırtık kağıt parçaları bulmuş ve birleştirerek kendime saklamıştım. Asil bilmezdi ama zaman zaman okuyordum; neye sahip olduğumu unutmamak için…
“Onu bulalı yedi gün oluyor.
Hala terk edilmiş pansiyonun ikinci katından kalıyor. Bir yatağı yok ama hep aynı köşede uyuyor. Her gün aynı saatte uyanıp hastaneye gidiyor. Bekleme alanında diğer insanlarla birlikte oturuyor ama kimseyle konuşmuyor. Konuştuğu tek kişi kendisi… Saatlerce boşluğa bakıyor. Bugün farklı bir şey oldu. Bakışlarının çimlerde içen insanlara kaydığı fark ettim. İyi görünmüyordu. Zaten …” Burayı karalamıştı. “Sevgili doktor, onaylamayacaksın ama yanına bir şişe şarap bıraktırdım. Hepsini içti. Eve döndüğünde kendini yatağa atar gibi aynı köşeye bıraktığında başını duvara çarpıp yaralandı. Buna daha fazla göz yumamazdım. Kıyafetleri de kötü durumdaydı, üzerini değiştirdim. Yarasını temizledim ve o hep uyuduğu köşeye bir yatak getirttim. Merak etme, çok sarhoştu, uyandığında bir şey fark etmedi. Nasıl olduğunu soracaksın. İyi değil, hiç iyi değil ve onu böyle gördükçe siktiğimin tedavisini yarıda bırak-”
Yazmayı burada bırakmıştı ve kağıdı parçalarına ayırmıştı
Aynı durumdaki başka bir kağıdı buldum.
“Onu bulalı on iki gün oluyor.
Hastaneden döndüğünde denize girdi. Etrafında çok fazla insan vardı ama yine tek başınaymış gibi davranıyordu. Titriyordu, kumların üzerinde uyuyakaldığında üzerini örttüm. Yanına sevdiği yemekleri bıraktırdım ama görmedi. Kaldığı odaya bıraktırdıklarımı da çoğu zaman görmüyor. Her gün aynı saatlerde yedikleri dışında yemiyor. O çok… Zayıfladı. Bu durum için bir şeyler düşünmeye başlasan iyi edersin. Bugün farklı bir şey daha oldu. Gece yarısı uyanıp hastaneye koştu. Bir odanın önüne çöküp ağladı. Bir çeşit kriz geçiriyor gibiydi. Çözemiyorum. Yanına gitmemek için kendimi zor tuttum. İyileşmesi için sanrılarından ani bir şekilde kopmaması şart, diyorsun ama duramıyorum. Farklı eylemleri iyiye işaret de demiştin. Bak, farklı bir şeyler yapıyor işte. Bunun iyileşme belirtisi olduğunu söyle bana.”
Ve son kağıt…
“Onu bulalı on dört gün oluyor.
Hastaneden döndüğünden beri birkez uyandı. Yanına bıraktığım yemeği aldı, aşağı inip masaya oturdu. Yemekten yalnızca bir kaşık alıp odaya geri döndü ve yeniden uyudu. Yüzü bembeyaz, ayakta duramıyor. Doktor ben… Sikerim tedavisini. Daha fazla devam etmeyeceğim. Karşısına çıkacağım!”
Çıktı. Asil sözünü tuttu. Hep tutardı.
Kağıt parçalarını cd’nin üzerine bırakıp ateşe verdiğimde yanan yalnızca nesneler değildi; Begonvil Evi de yanıyordu. Hasibe Teyze, Doktor Mete, Hasan Veli… Kimsesizliğimden doğan o küçük dünya… Cayır cayır yanıyordu.
Gözümden akan bir damla yaş eşliğinde onlara veda ederken duyduğum anahtar sesine gülümsedim. Sahte dünyama veda etmiştim ama gerçeği hala benimleydi.
Merdivenleri çıkan adımları beni yemek masasının başında gördüğünde durdu. Sarıları, pembe çiçekleri olan beyaz elbisedeki bedenimi süzdüğünde, “Vay canına!” dedi büyük bir hayranlıkla. “Yeraltı, o çok korktukları kadını bir de çiçekli elbisesinin içinde görmeli.” Uzattığı elini tuttuğumda beni kollarına çekti. Uzun saçlarım dalgalar halinde göğsüne dökülürken boynuma uzun soluklu öpücüklerinden birini bıraktı. “Vazgeçtim, seni böyle yalnızca ben görmeliyim.”
“Biraz kıskancız galiba?”
“Ve biraz da aç.”
Masayı gösterdim. “Fırında et var. Merak etme, ben yapmadım.”
Güldü. Gülümsemesi bir şehir gibi dolu doluydu. “Ama ben yemeğe acıktığımı söylemedim.” Bakışlarının dudaklarıma kaymasıyla, alt dudağını dişlerinin arasına aldı. “Kızımız uyuyor mu?”
“Kendin görmeye ne dersin?” Elini tuttum ve onu küçük Mavi’nin odasına götürdüm. Gece lambasıyla aydınlanan odada hiçbir şeye dokunamamıştık. Duvardaki Asya, yazısı dışında…
Pembe zıbınıyla beşiğinde uyuyan Asya’nın tombul yanaklarını okşadı sessizce. “Uyurken sana benziyor, masum.”
“Ya uyandığında…”
Kaşlarını çattı. “Tüm Dünya ondan korkmalı.”
Kalçamı beşiğe yasladığımda, “Bir şey soracağım,” dedim. “Komik gelebilir.”
“Tüm ciddiyetimle seni dinliyorum.”
“Duru geçenlerde Bade’ye Kurt ile nasıl tanıştıklarını sormuş.” Asya’ya baktım. “O da yıllar sonra nasıl karşılaştığımızı soracak. Ne söyleyeceğiz?”
Bana sokuldu ve parmak uçları çehremde gezinirken,” Gerçeği…” dedi.
“Ama…Nasıl?”
Başını eğip, dudaklarını burnuma dokundurdu. Gülümsemesi oyunbazdı. “Çalıştığın hastaneye yaralı halde getirilen mafya lideri çocukluk aşkındı. Önce seni tanımayacağını düşündün ama birden…”
Avucum ensesine ulaştı. Onu kendime çektiğimde gözlerine daha yakından baktım.
“... yarasını diken elimi tuttu ve kapanmak üzere olan gözleriyle gözlerime baktı.”
Aynı anda yineledik. “Sen misin maviş? Ben seni ararken sen mi beni buldun?”
Ve zaman, kendini ruhlarımıza adarken dudaklarımız tutkulu bir öpücük için buluştuğunda fısıldadım. “Seni seviyorum, zürafa.”
SON
TEŞEKKÜR
Bu hikaye aklıma düştüğünde o kadar heyecanlandım ki bir an önce satırlara dökmek ve sizinle buluşturmak için kolları sıvadım. Açık yüreklilikle söyleyebilirim ki; en fazla kelime sayısına sahip kitabım olmasına rağmen bu kadar kısa sürede bitirdiğim ilk ve tek serüvenim Ateşten Küle.
İki çocuğun elimde doğup büyüdüğünü hissediyorum. Son sayfaya ulaşıncaya dek sesleri de kulağımdaydı. Ve şimdi onları size emanet ediyorum. Benim kadar iyi bakacağınızı biliyorum.
Dosthane elinizi sırtımdan eksik etmediğiniz ve duygularıma ortak olduğunuz için en büyük teşekkürüm yine siz kıymetli okurlarıma...
Sevgimlerimle.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.94k Okunma |
1.75k Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |