Selam!
Bölüm gerçekten yazdığım en uzun bölüm oldu! Lütfen satırarası yorumlarınızı ve oyları unutmayalım olur muuu?
Ufuk Beydemir~ Ay Tenli Kadın
Madrigal~ Başka Bir Evrende
Evanescence~ Lithium
Keyifle okuyun.
🕯🕯🕯
3 Ay Öncesi...
O gün...
Kurt, ağzında bir yığın küfürle arabasına doğru yürürken, parmaklarını yukarı doğru salladı ancak boncuklar avucuna vurmadı. Eline baktığında tespihinin olmadığını gördü. Evden hışımla çıkarken düşürmüş olmalıydı. Arkası döndü ve geçtiği yola baktı, görünürde yoktu.
"Hay ben böyle işin..." diye söylendi hafif pürüzlü kalın sesiyle.. Başka bir şey olsa aramayı daha sonraya bırakırdı ancak ailesinden kalan tek şey o tespihti, sonraya bırakamazdı. "Bir kez daha içeri girersem Asil içimden geçecek ama..." Parmaklarını, esmer teninin üzerinde yer edinen kirli sakallarına götürdü, düşündü. "Yapacak bir şey yok. Mecbur böleceğiz beyefendinin romantik akşam yemeğini..." Başını sallayarak, camiada meşhur olan kabadayı yürüyüşüyle eve doğru yürüdü. Cebinden anahtarı çıkarırken, içeriyi dinledi. Hiç ses gelmiyordu. "Konuşmuyorlar. O zaman... Lan! Yoksa..." Bakışlarını etrafta dolaştırarak düşündü. "Yok, emin olmadan kıza dokunmaz. Ama kan grubunu gördü."
Asil, Doktor Deniz'in kan grubunu özellikle istemişti. Çünkü bir gece yarısı yatağında tavanı izlerken Mavi'nin kan grubunun O rh + olduğu aklına gelmişti. Gecenin o saatinde Kurt'u arqyıp, Doktor Deniz'in kan grubunu öğrenmesini istemişti. Dosya, Doktor Deniz evine gelmeden birkaç dakika önce Kurt tarafından kendisine teslim edildiğinde ve istediğini gördüğünde, zihnindeki tüm şüphe kırıntılarından kurtulmuştu. Adı, sanı ve geçmişi başka bile olsa o doktorun aslında Mavi olduğunu herkese karşı savunabilecekti.
Yalnızca, Asil'in gözünde o güzel doktorun geçmesi gereken son bir sınav daha kalmıştı.
"Neyse..." diye konuşmaya devam etti kendi kendine. O, küçüklüğünden beri kendisiyle konuşmayı severdi. "Olmadı gözümü kapatırım." Anahtarı kilide takıp çevirdi. "Kusura bakma Poseidon, umarım seni yanlış bir pozisyonda görmem de gözümdeki karizman çizilmez."
Sessizce içeri gidip sessizce salona kadar yürüdü. Durduğunda, Dünyası da durdu. Çünkü yerde olan yalnızca bir adam değildi; dostu, kardeşi ve çocukluğu da yerdeydi. İri bedeni öylece koltuğun yanına düşmüştü. Önce göğsüne baktı. Orada bir kıpırtı aradı, yoktu. Sızlamaya başlayan burun direğine çatılan kaşları eşlik ederken aradaki uzun mesafeyi iri birkaç adımla tamamlayıp onun yanına çöktü. "Asil..." Arabaya götürmek için doğrulttuğu an kanı ağzından su gibi boşalarak Kurt'un avucuna döküldü. "Lan..." Başını yavaşça yere bıraktı. Öyle bir telaştı ki, öyle yersiz ve öyle elden ayaktan düşüren bir telaştı ki ne yapacağını bilemedi. Hareket edebildiği ilk an ceketini çıkardı ve bir rulo gibi sararak Asil'in başının altına yerleştirdi. Telefonunu çıkardı.
"Cengiz!" Bu bir haykırıştı. "Cengiz, o kadın, doktor!" Yere göğe sığmadı öfkesi. "Asil'i zehirlemiş, kardeşimizi zehirlemiş." Göğüs indi, kalktı, indi, kalktı, kuvvetle. "Gel!" dedi yalvarırcasına. "Hemen gel!"
Telefon avuçlarından kayıp gitti. Cengiz sadece beklemesini söylemişti. Hareket ettirmeden bekle, geliyoruz demişti.
Asil'in yüzünü ellerinin arasına aldığında dolan gözlerine engel olmadı. En son ne zaman ağladığını hatırlamıyordu ama Asil için ağlardı. Asil için Dünyayı yerinden oynatırdı. "Var mı lan öyle habersizce çekip gitmek!" Eğilip yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Kaşları öyle çatılmıştı ki teni çatlayabilirdi. "Var mı lan özünden dönmek!" Dudaklarını birbirine bastırıp başını iki yana salladı. Yediremiyordu. Dostunun uğradığı ihaneti kalbinde hissediyordu ve hazmedemiyordu. "Affetmem seni Asil. Duydun mu lan? Affetmem gidersen." İçini çekti, başını dik tutarak konuştu. "Hatırlıyor musun, Çetin'i indirdiğimizde birbirimize bir söz daha vermiştik. Terk etmek yok, demiştik. Ölene kadar bir yere gitmek yok, demiştik." Sesi giderek yükseldi. "Ölürsek de birlikte, demiştik!" Başını yavaşça yere bırakırken, gözlerinden akan yaşların bin misli içine aktı. "Affetmem Asil, sözünde durmazsan affetmem kardeşim..."
🕯
İlk hafta ki kez kalbi durmuştu. Üç kez ameliyat olmuştu ve sayısız tüp kan takviyesi almıştı.
İkinci ve üçüncü haftalarda yoğun bakımda kalmaya devam etmişti ve hayati riski devam ediyordu. Yanına doktorlar ve hemşireler dışından kimse alınmamıştı.
Birinci ayı geçtiğinde Kurt ve Cengiz onu ilk kez yoğun bakımda ziyaret etmişlerdi. O ziyarette kimse ağzını açmamıştı.
İkinci ayın başında Asil'i normal odaya almışlardı ama bağışıklık sistemi çöktüğü içinde yeni bir tedaviye daha başlanmıştı. Zayıflayan bedeni özel vitaminlerle kendine gelmeye başlamıştı ancak hala uyanmamıştı.
Ormanın içindeki gözlerden uzak kliniğin üç katı olmasına rağmen tek bir hastası vardı. Kliniğin tüm doktorları ve hemşireleri, o hasta için canla başla çalışıyorduı. Kurt ve Cengiz, yurt içi ve yurt dışında bölümünün en iyisi olan doktorları getirtmişti. Asil, sürekli gözetim altındaydı ve Kurt sürekli klinikte terör estiriyordu.
"Poseidon bugünde mi uyanmadı!"
Hemşireler ona hayır, cevabını vermekten çekiniyorlardı ancak bunun nedeni korku değildi. O adamın, uyumak için bile eve gitmediğini gördüklerindendi.
Bu yüzden, altmış üçüncü günün sabahında Asil gözlerini açtığında gördüğü ilk yüz kan kardeşinin yüzü olmuştu. Hemen yanı başındaki koltukta uyumaya çalışıyordu. Yorgundu, uykusuzdu ama oradaydı. Kurt, kapanmak üzere olan gözleriyle Asil'in uyandığını gördüğünde heyecanla doğruldu ve ilk olarak ellerini açıp dua etmeye başladı.
Asil, onca gün sonra hayata açılan gözleriyle onu izledi. Düşünceleri ve hisleri ilk dakikalardan henüz onunla değildi.
"Şükür be kardeşim!" Kurt, doğrulup başının altındaki yastığı düzeltti, sandalyesini yatağa biraz daha yaklaştırdı. Yüzü gülebildiği kadar gülüyordu. "Ne uzun güzellik uykusuymuş."
Asil, yavaşça kaldırdığı eliyle ağzından maskeyi indirirken, derin bir nefes almaya çalıştı ama zordu. "Kurt," dedi boğuk sesiyle. Sesi kendisine bile yabancıydı. Hortumların tahriş ettiği boğazı acıyordu. "O, iyi mi?"
Sorduğu ilk sorunun bu olması Kurt'un sinirlerini bozsa da bekliyordu. Geçen iki ayda boş durmamıştı, hazırlıklıydı. "Şu an nasıl olduğunu bilmiyorum. Kaçtı. Ama bildiğim başka şeyler var. Daha mühim şeyler.. Kimliği de hastaneye sunduğu özgeçmişi de sahte çıktı. O kadar profesyonel bir şekilde hazırlanmış ki... Neyse, yeni uyandın konuştuğumuz şeye bak. Nasılsın? Yav bendeki de soru ha. Hele bir doktoru çağırayım."
Kurt, kalkmak üzereyken Asil kolundan tuttu. "Bırak, sonra bakarlar." Birkaç kez öksürdükten sonra maskesini takıp nefeslendi. Bir süre hiç konuşmadılar. Asil, olanları belleğinde çevirip çevirip yeniden izledi. İçinde yaşadığı an da hesaplarının arasında vardı ama kabullenmesi güç değil, imkansız gibiydi. "Ne kadar oldu?"
"İki ay üç gün." dediğinde dostunun gözlerindeki şaşkınlık ve hüsranı gördü. "Doktor dedi ki... Aldığın zehir çok kuvvetliymiş. Hayattan koparması bir dakikayı bile bulmazmış ama kullandığın koruyucu bir madde bu süreyi uzatmış. O halde bile ciğerlerini toparlamaları haftalar aldı." Geri çekilip merakla sordu. "Sen, o kadının seni zehirleyeceğini biliyor muydun? Biliyorsan neden seni zehirlemesine izin verdin?"
Asil, bakışlarını Kurt'tan alıp tavana dikti. Karanlığın bağrından kopup gerçek dünyaya döneli birkaç dakika oluyordu. İçinde kocaman bir boşluk vardı. "Öncesinde bir çeşit panzehir aldım çünkü açık verdi. O, olduğundan emin olmamın tek yolu o biber dolmasını yememden geçiyordu, Kurt. Son sınavdı. Eğer galip çıkabilseydik," Elinin kolyesine götürdü, orada değildi ama bunu zaten biliyordu. Gözlerini açtığı andan itibaren yokluğunu hissettiği ilk şeydi kolyesi. "Ona her şeyi anlatacaktım. Elini tutacaktım ve bir daha..." Duraksadı, adem elması boğazından hayal kırıklığıyla geçerken, bakışları bir kaya kadar sertleşti. Onu gördüğünden beri kendisiyle büyük savaşlar vermişti. Mantıklı yanıyla adının başka olduğunu, kendisini bir an bile hatırlamadığını söyleyip duruyordu ama bakışlarını düşündüğünde mantığı dilsiz kalıyordu. "O değilmiş. Eğer o olsaydı, her şeyi yapardı ama bana zarar veremezdi."
"Emin olmak için ölümün kıyısında mı yürümen gerekiyordu!" diye sordu Kurt dişlerini sıkarak. "Sana zaten bin kere söyledim. "
"Kurt," dedikten sonra yutkunarak boğazını temizledi. "Şimdi bana doğruyu söyle, ona zarar verdin mi?"
Kurt daha fazla oturamadı. Ayağa kalkarken öfkesine engel olmaya çalıştı ama çok zordu. "Sen adamı zıvanadan çıkarırsın yeminle. La oğlum, az kalsın seni öldürüyordu, kimliği mimliği her bir şeyi sahte çıktı, diyorum. Sen hala kalkmış bana ona zarar verip vermediğimi soruyorsun!"
Yavaş yavaş bedenindeki rahatsızlıkları hissetmeye başladı. Kasları gergin ve ağrılıydı. Sırtı yer yer acıyordu. "Sesini alçalt." diye uyardı Asil. "Şu an yerdeki karıncanın ayak seslerini bile duyabiliyorum. Senin o boru sesinin beynimde nasıl gümbürdediğini düşün."
Kurt, çatık kaşlarının altından Asil'e baktı, bakıştılar. Birkaç saniye sonra aynı anda gülmeye başladıklarından Asil bir yandan da öksürüyordu. Odanın kapısı açıldı. İçeri giren Cengiz'di. Asil'in uyanmasına sevindiği için yüzü aydınlanırken, odanın ortasına kadar ulaştığında kaşları çattı ve gülümsemeleri dinen iki adama baktı.
"Asil uyanmış, Cengiz'e söylemek yok. Burada gülüşüyorsunuz, Cengiz'i çağıran yok." Küçük bir çocuk gibi çenesini buruşturdu. Kollarını arkaya itti ve başını da eğdiği için onlara kaşlarının altından baktı. "Hep ayrı gayrı. Zaten beni almadan kaçmıştınız yurttan."
Kurt, Cengiz'i kolundan yakalayıp yanlarına çektikten sonra elini omzuna attı. "Bozulma be Cengo, şimdi uyandı zaten bizimki."
Asil, kolunu kaldırıp, dirseğini yatağa dayadıktan sonra elini açtı. "Beni asık suratla mı karşılayacaksın Cengo?"
Cengiz suratını asmaya daha fazla devam edemedi. Büyükçe gülümsedi ve avucunu Asil'in avucuna denk getirip sıkıca tuttu. "Hoş geldin Poseidon'um, hoş geldin abim."
"Hoş buldum." Asil, göğsündeki ağırlığa rağmen gülümsedi. "Ayrıca yurttan kaçarken seni neden almadığımızı konuşmuşs-tuk, bu konuyu bir daha açmayı yasaklıyorum."
Cengiz ellerini açarak, "Yav senin canını yerim." dedi. "Sen iyi ol da nefes almayı yasakla istersen."
Kurt, Cengiz'in ensesine bir şaplak attı. "Hadi lan ordan! "Kaza bela Asil ile gebersek bensiz neden geberdiniz, diye surat asarsın sen."
"Siz de bensiz gebermeyin o zaman abi!"
"Ulan ne adamsın be Cengo!" Asil, tuttuğu eli kendine çekerek Cengiz'i yatağa düşürürken diğer eliyle saçlarını karıştırdı.
Fırsat bilen Kurt, Cengiz'in ayaklarından kaldırıp yatakta neredeyse amuda kalkar pozisyonda durmasına sağlarken şahsına münhasır gülüşüyle odanın içini doldurdu. "Hıg... hıg... hıg...""Kıskanç sarı seni."
"Abi! Kurt Abi! İndir beni başım dönüyor."
Kurt, ayaklarını indirmesine izin vermedi. "Kal böyle biraz, beynine kan gitsin yiğidim."
O sırada içeri giren hemşire, aylardır komada olan hastasının uyandığını ve yataktan düşmek üzere olduğunu; bir adamın aynı yatakta baş aşağı durduğunu ve diğer adamın da onun ters duran ayaklarına sarıldığını görerek kalkaladı.
"İ-izninizle hastamızı muayene etmem gerekiyor. Doktor Bey de gelmek üzeredir."
Kurt geri çekilip, "İn lan yataktan." diye fısıldadı. "Hemşireye rezil olduk, bari doktora olmayalım."
Cengiz yataktan inip dağılan saçlarını düzeltirken hemşireyi saygıyla selamladı. "Eee, kutlama babında şeyediyorduk da... Ondan yani."
Hemşire başını sallamaya çalıştı.
Ne hemşire ne de hastanedeki diğerleri, o adamlardan hiçbirinin adını bilmiyordu. Özellikle de yarı ölü şekilde getirilen Asil'in...Ancak onların çok da tekin insanlar olmadığının farkındalardı.
Üç gün sonra Asil taburcu olmaya karar verdi. Karar veren yalnızca kendisiydi. Çünkü tüm doktorları, en az iki hafta daha kalması konusunda hemfikirdi.
Son kez bazı tahliller verdikten sonra hemşirenin tansiyonunu ölçmesini bekledi. Birkaç dakika sonra nihayet o yataktan çıkabilecekti. Hemşire aleti kolundan çıkarıp, "Her şey yolunda görünüyor." dedi. "Sol olarak stomanızın bandajını değiştireceğim."
Asil, soran gözlerle hemşireye baktığında güleryüzlü hemşire boynunu işaret etti. "Trakeostomi, yani boynunuzdaki cerrahi delikten bahsediyorum."
Asil arkasına yaslandığında, hemşire üzerine eğildi ve boynundaki yaraya pansuman yaptı. Yeniden bandajlamak üzereyken, Asil genç kadının bileğini tutup duraksamasını sağladı. "Bu şart mı? Bandaj."
"Uzunca bir süre nefes alışverişleriniz trakeostomi yöntemiyle kontrol altında tutulduğu için yaranız hala taze sayılır. İyileşene kadar hijyen kurallarına uygun olarak bakımına dikkat etmeliyiz."
Asil onun bileğini bırakırken, "Anlaşıldı, hemşire hanım." dedi ama aynı saniye bunu söylemek başka bir kadının yüzünü gözlerinin önüne getirdi. İçinden bir küfür savurup, hemşire kadının hayran bakışlarının arasında önce yataktan sonra da hastaneden ayrıldı.
Doktorların tüm uyarılarına rağmen ertesi gün İrlanda'ya uçup Arınmanın toplantısına katıldı ancak o toplantıda üyeler tarafından verilen ortak karar Noyan Korkutel'in hoşuna gitmedi. Toplantı çıkışında özel uçağına yürürken, kravatını boynundan söküp attı.
Hemen arkasından yürüyen Kurt, "Bunu bekliyorduk." diye konuştu. "Sen hastanedeyken Arınma uzun süre lidersiz kaldı. Bazı kararlar alınamadı, amaca aykırı durumlar gerçekleşti. Öncesinde zaten Yılmaz Sungurlu'nun ölümü bardağı taşıran son noktaydı." Helikoptere geçip koltuklara karşılıklı olarak oturduklarında, Kurt alacağı ters tepkiyi bile bile "Üyelerin haklılık payı var." diye görüşünü bildirdi. "Arınmanın artık işinin ehli bir seri katile ihtiyacı var ve ülkenin en ünlü katilinin kim olduğunu herkes biliyor."
Asil, bakışlarını uçağın camından dışarı uzatırken, zihninin gerisinde alternatif çözümleri tarıyordu. "Burgonya Kızı, denen o katili yakalayacağız ve geldiği yere, Fransa polisine teslim edeceğiz. Arınma ile aldığımız ilk karar bu yönde."
"O ilk karardı, Poseidon. O zamanki şartlar ile şuankinin bir olmadığını sen de biliyorsun. Bırak, iyi bir katil camiada Arınmanın sözünden çıkana ne olacağını herkese göstersin."
"Hayır." Parmaklarını boynuna götürdü. Kolyesi oradaydı. Kurt'tan, bir daha ölse dahi çıkarmalarına izin vermeyeceğine dair söz almıştı. Uzun uzun dokundu, özünü unutmamak için... "Can almak keskin bir çizgi, bilirsin Kurt. Bir kere o çizgiyi geçtiğinde bir daha eskisi gibi olamazsın." Bir sigara çıkardı, dudaklarının arasına yerleştirip derin derin çekti. "Söyle Kurt, ellerinde kanın gölgesi varken hangi gece başını yastığa rahat koydun?"
Kurt bakışlarını kaçırdı. Başını yastığa rahat koymanın ne demek olduğunu unutmuşlardı. On yedilerinden beri...
"Suçluların, akbabaların şerefsizlerin canını alıyoruz. Almadan önce bin kez düşünüp, kılı kırk yarıyoruz. Sadece kötü oldukları için masum sayılabilir miyiz?" İki parmağıyla sigarasını tutup dudaklarından uzaklaştırırken, başını yavaşça salladı. "Can vermek de almak da," Başıyla yukarıyı gösterdi. "Ona mahsus. Bizler günahkarız, Kurt. Şimdi günahımıza bir başkasını mı ortak edeceğiz. Kendi günahına bile kefil olamazken, bir başkasınınkine ortak olabilir misin?"
Kurt başını eğdi. Sol kaşının bitiminde belirgin bir bıçak yarası vardı. O yarayı aldığından beri kaşları çatık, hayatı dağınıktı. "Haklısın Poseidon. Bizim ruhumuz kanlı, kalbimiz mayın tarlası. Patlatmadan geçen aşk olsun."
Asil'in dudaklarından buz gibi bir gülümseme geçip gitti. "Patlatmadan geçene aşk olsun."
🕯
Acı.
Hissettiğim katıksız bir acıydı.
Yirmi beş yıldır ruhumu muaf tuttuğum o duygu nihayet benimle birlikteydi.
Doğduğumdan beri değil.
O adamı, Noyan Korkutel'i öldürdüğüm andan beri...
Ve göğüs kafesimin için bir kalp belirmişti. Her atışında ızdırap bağışlayan bir kalp...
Doğduğum andan beri değil.
O adam, Noyan Korkutel'i öldürdüğüm andan beri.
"Deniz!" Yüzümde hissettiğim sarsıntı beni olduğum karanlıktan çekip alırken Harun'un endişeli yüzü görüş açıma girdi. "Deniz! Kendine gel, ne oldu?" Beni sarSmaya devam ederken, "Yaran da yok." dediğini duydum. "Siktir! O zaman ne oldu sana?"
Bir süredir ancak bir sızıntı şeklinde alabildiğim nefes ciğerlerime birden hucüm ettiğinde kendime geldim. "Bana bir tokat daha atarsan başını kopartırım!"
Ellerini üzerimden çektiğinde söylediğimden etkilenmiş gibi değil, sevinmiş gibi baktı. "Hah! Şükürler olsun, bir an hiç uyanmayacaksın sandım lan!"
Etrafıma baktım. Orman yolunun kenarında ancak ağaçların arasındaydık. Arabası yolda duruyordu. "Neden buradayız?"
Derin bir nefes aldı. "Bir türlü kendine gelmedin. Yaranın olup olmadığına bakmak için seni arabadan çıkarmam gerekiyordu."
Bir şey söylemek istedim. Herhangi bir şey... Ama çıkmadı. Kurumuş yaprakların üzerinde doğrulduğumda titreyen avucumu kendime çevirdim. Kanı hala oradaydı ve ben hala titriyordum.
"Ne olduğunu hatırlıyor musun?" Binanın tepesinde türbünle seni izliyordum. Düştüğünü gördüm, ayağa kalkamadan tekrar tekrar düştün! Bir şeylerin yolunda gitmediğini anladım ve seni almak için geldim. Kollarımda bayılıp kaldın. Ben..." derken şaşkın sesi iyice kısıldı. "Seni ilk defa böyle gördüm."
Sadece sen mi? diye sordum içimden. Ben de kendimi ilk kez böyle görüyorum. Ne olduğunu bilmiyorum ve bilmediğimi bir başkasına anlatamam. Bilsem de anlatamam.
Ve hayır, bu konuşan Burgonya Kızı değildi.
"Harun," dedim bakışlarımı arabaya dikerek. "Gidelim."
Harun'un ayarladığı bu izbe otelde uyandığım yedinci sabahtı. Tam yedi gündür odadan hiç çıkmamıştım. Monica da dahil kimseyle konuşmamıştım. Tam yedi gündür sessizlikte boğuluyordum. Kafamın içinden kendime yüzlerce soru sorup, her birini cevapsız bırakıyordum. Kendimle savaş verip, her birini itinayla kaybediyordum.
Bir tuhaflık vardı.
Onu gördüğüm ilk andan itibaren başlayan büyük ve lanet bir tuhaflık etrafımda gezinip durmuştu.
Mekanına gittiğim gün, ayaküstü bir planla onunla odasına çıkmayı başardığımda kendimi kaybedip üzerine atlamam tuhaftı.
Aramızdaki o karşı konulamaz çekim tuhaftı.
Bana her baktığında gözlerimi kaçırma isteğim tuhaftı.
O zehirli biber dolmasını yediğinde avazım çıktığı kadar ben Burgonya Kızıyım, diye bağıramamam tuhaftı!
Öldüğünde kalbini göğüs kafesinden çıkarıp alamamış olmam tuhaftı.
Sikeyim! Bunu defalarca yapmıştım...
Zehri bedenine aldığı andan itibaren dakikalarca yanan bir evin içinden kalmışım gibi, nefessiz atmıştım kendimi dışarı. Ciğerlerimde dumanın ve isin varlığını hissetmiştim. Sonrası acı ve derin bir karanlıktı.
Sırtımı yasladığım duvarda, kollarımı kendime çektiğim bacaklarıma dolarken, başımı da dizlerime koydum. İstediğim olmuştu. Belki bana yakışan şekilde değil ama başarmıştım. O ölmüştü. Onu kendi haritasından tamamen silmiştim. Eksikliğim için ise zihnime yeterince işkence çektirmiştim. Sadece zihnime de değil...
Başımı kaldırıp, kollarımın içindeki derin tırnak yırtıklarına baktım. Bileklerimdeki sigara yanıklarına baktım ve sıcak suyla haşladığım tenimi hissettim.
Bu, bitmeliydi. Yeniden ayağa kalkmanın bir yolunu bulmalıydım. O yolun nereden geçtiğini biliyordum. Toparlanmamın zamanı gelmişti. Küllerimden doğmamın, yeniden Burgonya Kızı olmamın zamanı gelmişti.
🕯
Kalbi torbaya koyup kanlı ellerimi ruhu bir süre önce bedenini terk etmiş olan kurbanımın üzerine sildim. Kolay olmuştu. Ya da ben artık daha vahşiydim. Ayaklarımın dibindeki herif, yurtdışındaki kadınları iş vaadiyle kandırıp ülkeye sokan ve sonra da onları fuhuşa zorlayan bir pislikti. Bu kadarını biliyordum çünkü ona bir fahişe kılığında yaklaşmam istenmişti. Ben de sahipsiz bir fahişe kılığında onu bulmuş ve sahibim olmasını istemiştim. Teklifim cazip gelmişti ama ilk müşterim olması teklifim şüphesiz ki favorisiydi.
Evine adım attığımız ilk dakika ipi boynuna geçirmiştim. Şanslıydı ki tahminimden daha önce ölüp acı çekmekten kurtulmuştu. Bir barda sabaha kadar dans edip içmeyi hak etmiştim ama önce rujumu çıkarıp cesedin alnına imzamı attım; Burgonya Kızı.
Kalp Hırsızı, demelerinden ya da beni erkek sanmalarından sıkıldığım için artık kendimi paylaşıyordum. Arada bir Harun'un gösterdiği mesajlardan anladığım kadarıyla mahlasım özellikle kadınların hoşuna gitmişti.
Ünlü seri katilin taşaklı bir kadın olduğu artık herkes tarafından biliniyordu.
Kar maskemi indirip çıkacağım pencereye yönelirken, kapı çalındı.
"Çakal, benim lan aç kapıyı?" Gelen her kimse anahtarı olabilirdi, seri olmalıydım. Sessizce pencereye çıktığımda "Bir kız düşürdüm." dediğini duydum. "Valla bir görsen, bir içim su. Az sonra buraya gelecek, iş görüşmesine geleceğini sanıyor zavallı." Pis pis güldü. "Ee yalan değil, bu da bir iş görüşmesi neticede. Aç da detayları konuşalım."
Pencereden atladım ama dışarı değil, içeri.
Tereddüt etmede kapıya yaklaşıp dürbünden baktım. Yalnızdı. Otuzlu yaşlarda, saçlarının ön kısmı açılmış itin tekiydi. Maskemi çıkarıp kapıyı açtığımda önce bir şaşırsa da mini elbiseli bedenimi süzdüğünde genişçe gülümsedi. "Oo... Parti mi vardı ya?"
Elimi kapıya yaslayıp gülümsedim. "Var parti. Katılmak ister misin?"
O da kapıya yaslandı ve iğrenç bakışlarını bedenimde gezdirmeye devam etti. "İstersen katılırız, güzelim. Hanımefendilerin teklifini reddetmek bizim kitabımızda yazmaz."
Geç de içeri kitabını sikeyim senin.
"Gel o zaman, bu parti başka ama... Uyarmadı deme sonra."
Sarı dişlerini gülümseyerek gözüme soktuktan sonra iki parmağıyla çenemden makas alarak içeri girdi. Tam üç saniye sonra "Anasını sikeyim!" diye bağırdı. "Bu ne lan!"
İttiğim kapı kapanırken, "Parti." dedim uzatarak. "Birkaç saniye önce sen de katılmak istemiyor muydun? Ayrıca uyarmadığımı da söyleyemezsin."
Bana dönmesine izin vermedim. O aptal suratını birkez daha görmek istemiyordum. Arkasından sokulup ipi boynuna geçirdikten sonra zıpladım ve bacaklarımı da karnının üzerinde kenetledim. Kalçasının üzerine düştüğünde iyice asılarak onu tamamen kıskacıma aldım. Artık bir ceset olan arkadaşından daha fazla çırpındı. Ölmesi tam bir dakika elli saniye sürdü. Onu gözleri açık bir şekilde yere bıraktıktan sonra kalbini aldım ve aynı torbaya koydum.
"Kalplerimiz bir, diye buna diyorlar sanırım."
Haydut'a akşam yemeğini teslim ettim ve bir süre onu yemeğini yerken izledim. Akabinde delillerden kurtularak farklı bir otele geçtim. Sonraki birkaç haftam daha hareketliydi. Zamanımın önemli bir kısmını ya plan yaparak ya da birilerini indirerek geçirmiştim. Sporu ve alkolü arttırmıştım. Diğer insanların uykuda olduğu vakitlerde ıssız ormanda saatlerce koşarken, sürekli olarak işleyeceğim bir sonraki cinayeti düşünüyordum.
Elim açılmıştı. Bazen sadece hedefi değil, hedefin yanındakini de indiriyordum. En az hedef kadar pislik olmaları işimi kolaylaştırıyordu ama Monica'yı da fena halde kızdırıyordum.
Diğer yandan ülkenin gündemine oturmuştum. Beni araştıran ekipler görevlerinden alınmış, yerine daha geniş ve kıdemli ekiplere yer verilmişti.
Bu yüzden artık daha dikkatli olarak eldivensiz ve peruksuz çalışmıyordum. Kılık değiştirmeyeceksem mutlaka üzerimde sıvı iletmeyen tulumum oluyordu ve her cinayetten sonra kullandığım motor hurdaya ayrılıyordu.
Şerafettin ayrı. Onu pis işlerime henüz bulaştırmamıştım. Mecbur kalmadığım müddetçe bulaştırmayı düşünmüyordu ve Burgonya Kızı mecbur kalmayı da sevmezdi.
Yine bir cinayetten sonra gözlerden uzak ucuz bir bara geldim. Tüm gün tek bir katı yiyeceğin girmediği mideme bolca alkol gönderip dans ederken, birkaç saattir beni kesen herife istediğini vererek yaklaşmasını işaret ettim. Uzun, kaslı ve ortalamanın üzerinde bir tipe sahip olan adam birkaç saniye içinde yanımdaydı. Disko ışıklarının altında, buram buram alkol ve seks kokan mekanda dans ederken bedenime sürtünen bedeni beni tahrik etmeye yetmiyordu ama neredeyse beş aydır seks yapmıyordum ve bedenimin bunu istediğinden emindim.
Ona dönüp kollarımı boynuna sardım ve dudaklarımı kulağına ulaştırdım. "Tuvaletler ne durumda?"
Kalçamı avuçlayıp beni kendine çekti. "Müsait olduğunu umuyorum." dedi buram buram alkol kokan nefesiyle. Ondan farklı olduğumu sanmıyordum. "Olmazsa da yaratırız."
En azından ezik değildi. Başımla onayladığımda elime uzandı, elini tutacak değildim. Önden ilerlerken başım bir miktar dönüyordu ve zaten seks yaparken bu kafayı tercih ediyordum. Tuvaletlerin olduğu koridora girdiğimde sevişen çifteri geride bıraktım ve boş bir kabin buldum. Adam içeri girer girmez çapkınca gülümseyip pantolonunun düğmesini açtı. Benimkini de açmak üzere elini uzattığında yapmaması gereken bir şey yaparak dudaklarını boynuma gömdü ve aynı saniye midemde ne varsa öğürerek üzerine çıkardım.
Ve böylece seks gecem başlamadan sona erdi.
Otele girdiğimde tamamen sarhoştum. Bu seviyeye ulaştığımda sadece uyumayı tercih ederdim çünkü sarhoş ve konuşan halimle henüz tanışmamıştım. Odanın kapısını ayağımla iterek kapattıktan sonra pantolonumu sıyırıp bakser ve braletimle kaldım. Midem, artık bir şeyler yemem için yalvarırken bir yandan deli gibi bulanmaya devam ediyordu. Yatağa girerken bir köşeye kustum ama kapanan gözlerim, bana detayları göstermedi.
Bolca kanlı ve kendimi kaybettiğim bir gün daha geride kalırken, iblis saçlarımı okşadı ve nazikçe üzerimi örttü.
🕯
Esaretin tiz sesi kulaklarımı çınlatırken, geçen yedi günün çetelesini tutan zihnim öfkeyi en saf haliyle kucaklamıştı.
Duvarları beyaz süngerler kaplanmış bembeyaz bir odadaydım. Sol ayağımda uzun bir zincir vardı. Sağ ayağıma ise bahsettiği siyah kelepçeyi taktırmıştı. Takıldığı anı hatırlamıyordum, o anlarda kendimde değildi. Çünkü güçten düşmemek için günde iki kez kapının altından ittirilmek suretiyle gönderilen yemeklerin tamamını yiyordum. Üçüncü gün yediğimde kuvvetli bir ilaç koymuş olacaklar ki yemekten bir süre sonra kendimden geçmiş ve saatler sonra uyandığımda ayağımda bu siktiğimin kelepçesini bulmuştum.
Demiri oldukça kalın ve ağırdı. Bileğimi sıkmıyordu ama bol da değildi. İç kısmında kapaklı bir bölme vardı. Bahsettiği zehirli iğneler tam olarak oradaydı. Sol yanında yanan mavi ışık, telefonuna her şeyin yolunda olduğu sinyalini iletiyordu. Ancak kelepçeyi zorladığımda, belirlediği mesafenin dışına çıktığımda ya da yasakladığı başka şeyleri yaptığımda değişen ışık telefonuna tehlike sinyali gönderecekti.
Ve fişimi çekecekti.
Oturduğum yerden, yüksek tavanın bir köşesinde bulunan kameraya diktim gözlerimi. Beni oradan izliyordu. Yaptığı tekliften sonra beni buraya hapsetmesinin sebebini biliyordum. Niyeti önce gözümü korkutmaktı. Beni istediği gibi esir edeceğini beynime kazımaya çalışıyordu. Kendince direncimi kıracak, sonra da itaate zorlayacaktı.
Başımı geriye yaslayarak kameraya gülümsedim.
"Aptal. Beni bu şekilde alt edebileceğini sanman tam bir aptallık."
Saatlerdir yaptığım gibi ayağımdaki kelepçeye baktığımda aynı kelepçenin şu an Bade'nin ayağında da olduğunu düşündüm. Gerçekten o zavallı kızı da kelepçelemiş miydi? Bunu kime yaptırmıştı? Kurt'a mı? Cengiz'e mi?
İçimden bir ses, eğer şu an Bade'nin ayağında ölüm kelepçesi varsa, o kelepçeyi takan kişinin Kurt'tan başkası olmadığını söylüyordu.
"Lanet olsun. O kıza hiç bulaşmamalıydım." diye mırıldandım. "Onu kendini ateş sanan kocasından kurtardığımı sanıyor. Asıl ateşin ben olduğumu bilmiyor..."
Kocası... Yokluğumda Bade'yi bulmuş olabilir miydi?
"Sikeyim! Sana ne Deniz!"
Burada yapacak hiçbir şey yoktu. Kendimle konuşup duruyordum. Dudaklarımı okumaması için bunu sesli bir şekilde yapmamaya dikkat ediyordum ama bazen benim bile kendimi tutamadığım anlar oluyordu.
Kapıya kilit takıldığını duydum. İki keç çevrildiğinde ayağa kalktım, odanın ortasına kadar ilerledim. Önden giren Kurt'tu. Peşinden Cengiz ve daha önce görmediğim, onlar kadar olmasada iri sayılabilecek bir adam girdi. Kurt'un kaşları hep olduğu gibi çatıktı. Elinden yine aynı tespih vardı. Bana birkaç adım kala durduğunda, kesinlikle iyi anlamlar çıkarılamayacak ifadesiyle baştan aşağı halime baktı.
"Oooo... Kimler gelmiş? Gel bir kahve iç, diyeceğim ama buradakiler pek misafirperver değil. Su dışından bir şey vermiyorlar."
Cevap vermeden önce homurdandı. Varlığım dışında onu kızdıran başka bir şey daha olmuştu, belli. "Müjde." dedi çatallı sesiyle. "Bu akşam ilk iş günün. Çıkıyorsun."
"Bu böyle mi söylenir?" dedim alayla. "Hani benim tebrik çiçeğim ayıcık?"
Cengiz ve diğer adam gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken Kurt'çuk hayli kızdı.
"Ulan!" dedi tesbihli elini uzatarak. Arkasındakilerin uyarmasına gerek kalmadan elini indirdi. Anlaşılan bana dokunmaması konusunda sağlam bir uyarı almıştı. "Şimdi seni mekana götüreceğim. İş kıyafetlerini giyip hemen başlayacaksın. Poseidon sorun istemiyor." Bakışlarıyla ayak bileğimdeki kelepçeyi işaret etti. "Ona göre... Ayağında ölümcül bir kelepçe olduğunu aklından çıkarma."
Gülümseyerek ellerimi belimde bağlarken, bir ayağımı öne çıkardım. "Olur be Ayıcık. Kelepçe bu. Bir bakmışsın benim bileğimde bir bakmışsın senin gö-"
"Hoyt!" Cengiz koşar adımlarla aramıza girdiğinde başımı arkaya meyillendirerek kahkaha attım. "Sakin ol abi, ben onunla konuşurum." Cengiz bana dönüp, birleştirdiği parmaklarını tavana bakacak şekilde kaldırdı. "Doktor hanım. Yani katil doktor Deniz Hanım."
"Ne var amına koyayım? Gerizekalıya laf anlatır gibi mi anlatacaksın?"
Dilini damağına vurup onaylamaz nidalar çıkardı. "O nazik, o zarif, o tatlı dilli doktor sen olamazsın."
"Değilim zaten hayatım. Ben rol yaptım, siz de afiyetle yediniz."
"Ulan!" dedi Kurt tekrar. Kendini zorlukla frenliyordu. "Dua et kadınsın."
"Kadın olmasam ne yapardın? Döver miydin? Onu denedik ya hani ayıcık? En son yerde Deniz abla vurma, diye ağlıyordun."
Yumruğunu sıkarken gözlerini kapattı ve dudaklarını da birbirine bastırırken kafası titredi.
"Dedin mi abi gerçekten?" diye sordu Cengiz. "Ben yüzüme yediğim uçan tekmeden sonrasını hatırlamıyorum da."
Kurt'un açtığı gözlerinde şimşekler çakıyordu. "Cengiz, şöyle gerilir gerilir ağzının ortasına bir korum, hatırlamamak ne, o zaman görürsün."
Cengiz başını eğip bir adım geri çekildi. "Ne dedim ki ben?" Şu bebekli kızın yanına gitmek sana yaramadı. Çıktığından beri bir sinirlisin."
Bade... Sikeyim! Gerçekten gitmişti. Gerçekten aynı kelepçeyi onun bileğine de takmıştı. Zor kullanıp kullanmadığını anlamak için gözlemleyen bakışlarımı uzuvlarından gezdirdim. Bir siktir daha! Bileğinin iç kısmında derin bir tırnak izi vardı. Bedenimin yanmaya başladığını hissettim. İçten içe yanıyordum. Midemden aşağı, kızgın yağ kıvamında bir his geçip gidiyordu. Deli gibi öfkelenmiştim ama bunun hakkında tek kelime etmeyecektim. Benim için değerli olduğunu düşünmelerini istemiyordum ama zeki ve seksi patronları çoktan düşünmeye başlamıştı bile...
Sahiden değerli değil mi, diye sordu Burgonya Kızı. O kız senin bam teline dönüştü, Deniz. Bunu bize sen yaptın.
"Şimdi zinciri çözeceğiz." dedi Kurt tehditkar bir sesle. "Değil saldırmak, kolunu kaldırdığın an," Cenindeki şırıngayı çıkardı. "Saplarım."
"Heyecanla bekliyorum, saplamanı. Ama iyi sapla, olur mu? Saplarken iyice yaklaş bana."
"La havle..." Söylenerek arkasını döndü. "Çözün şunu."
Beni çözme işi zavallı Cengiz'e düşmüştü. Sert durmaya çalışsa da ani bir atağıma karşı tetikte durduğunu görebiliyordum. Hatta önümde eğilirken, alnının sol yanında ufacık bir ter tanesi belirdi, buz gibi olduğundan emindim. Kelepçenin çözülmesi sesi duyulduğundan yavaşça zinciri tuttu ve çekerek ayağa kalktı. Özgürdüm.
Cengiz yanıma geçti. Kurt'un "Hido." demesiyle kapıdaki adamda geldi ve diğer yanımda durdu. "Vay anasını." dedim gülerek. "Koruma eşliğinde mi gezeceğim böyle? Çok havalı."
Kurt kapıya doğru yürürken, "Çok konuşma." dedi. "Çıkmadan Poseidon'a uğrayacağız. Uslu ol."
Peşinden ilerlemeye başladık. "Emrin olur ayıcık." Omzunun üzerinden bana baktığında ona kocaman gülümsememi ve dişlerimin tamamını gösterdim.
Beni bayılttıktan sonra getirdikleri için nerede olduğumu bilmiyordum. Odadan çıktığımızda gördüğüm en uzun koridorlardan birindeydim ve üç günün sonunda ilk kez beyazdan başka bir renkle temas ediyordum. Dar koridor boyunca ilerleyip merdivenlere ulaştık. Yaklaşık dört dakika boyunca sadece merdiven çıktık. Son basamakları çıkarken ve yüzüme güneş ışığı vururken, artık nerede olduğumu biliyordum.
Evindeydim. Onu öldürdüğümü sandığım yerde...
Beni üç gün boyunca neredeyse yerin bin kat altına yaptırdığı bodrumunda tutmuştu. Şimdi ise dış kapıyla birbirine bakan merdivenlerin dibinde duruyordum. Kurt, kapının soluna yürüdü. Salon oradaydı. Yeniden hareketlendiğimde Cengiz ve Hido, dedikleri adam bu kez arkamda kaldı.
Kurt, salona inen basamakların başında durup, "Poseidon." dediğinde yavaş adımlarla ilerleyip ayıcığın yanında durdum. "Çıkardık."
Oradaydı. Salonun ortasında, birlikte yemek yediğimiz masanın yanında duruyordu. Üzerinde takım elbisesinin pantolonu ve siyah gömleği vardı ama ceketi koltuğun başına öylece atılmıştı. Beni gördüğünde bakışlarını çekintisizce üzerime dikti, elindeki kristal viski kadehinden bir yudum aldı. Günlerdir üzerime basıp geçiyordu ve bir kez bile yanıma uğramamıştı. Adi piç.
"Esaretimin sona ermesine karar vermişsin, bir teşekkür etmeden geçmemeyim, dedim."
Kadehi dudaklarından uzaklaştırırken yavaşça beni inceledi. Bakışları, ayağımdaki kelepçeye ve diğer ayağımdaki zincir izinde oyalandı bir süre. İfadesizdi, yine. "Umarım ev sahipliğimden memnun kalmışsındır." Masadaki sigara paketine uzandı ve dalı yavaşça, çok yavaşça çıkardı. Sigara içtiğimi bildiği halde günlerdir tek dal sigara içmeme izin vermemişti. Bunu özellikle yaptığını farkındaydım. Bu yüzden sigarayı dudaklarının arasına yerleştirip aheste aheste yakarken ve derin bir nefes alırken canımın çekişinin hazzını yaşıyordu.
Amına koyduğum.
"Çok memnun kaldım." Ağırlımı bir ayağımın üzerine bıraktım. Ne halde olduğumu görmüyordum ama berbat göründüğümü bilmek için aynaya bakmama gerek yoktu. Üzerimde bir haftalık günlük kot ve tişörtüm, sol yanağımdaki morluk ve birbirine karışmış saçlarımla karşısında duruyordum. "Ama sadece su vermen pek olmadı, insan günde iki kadeh bir şeyler de ikram eder."
"Su iyidir." dedi manidar bir sesle. "Alkolde boğulan ciğerlerin temizlenmiştir."
"Şimdi de sen mi benim doktorum olmaya karar verdin?"
"Patronun, diyelim." dedi ve bunu söylerken ciddiydi. "Şimdilik. Ve bünyemde sağlıklı personellere yer veriyorum. Aynaya baktığında yüzüne renk geldiğini görebilirsin."
Haklı olabilirdi. Bana o kadar fazla su ve meyve vermişlerdi ki birkaç kilo almış bile olabilirdim. "En son tam şurada seni zehirlemesem, beni düşündüğünü düşüneceğim, Korkutel." dediğimde Kurt geri dönüp kolumu kavradı ve yüzünü sertçe yüzüme eğdi.
"Sabrımın son demindeyim." Başını salladı. Ona o kadar şey söylemiştim ama en fazla sinirlendiren patronuna söylediğimdi. "Yemin ederim diğer yüzümü görmek istemezsin."
"Göstersene. Göster de alayım façanı aşağı. Eli bebekli masum bir kıza kelepçeye takmana benzemez ama. Bir bakmışsın burnun bir yerinden daha kırılmış." dedim bandajlı burnuna ithafen. "Gözlerinin altına yayılan morluklar bile hala geçmemiş. Fazla konuşma."
"Ulan seni var ya..."
"Kurt." dedi Korkutel, uyarıcı bir tonla. "Bırak onu."
Kurt, tuttuğu kolumu kırmak istiyordu ama bırakmak zorunda kaldı. Özgür kaldığım an Korkutel yanına gitmemi işaret etti. Kaşımdan birini sertçe kaldırarak sorduğumda masanın baş kısmındaki laptopun kapağını açtı. "Film izlemeyi sever misin? İzlemeni stediğim kısa bir film var. Kaç puan vereceğini merak ediyorum." Dudaklarındaki düzenbaz gülüş gözlerine de ulaştığında yeni bir tehdidin ayaklarımın altına saçılacağını anladım.
Bakışlarını benden almadan laptopun bir düğmesine bastığında açılan görüntü beynimin içinde keskin bir deprem yarattı. Fahişe kılığında öldürdüğüm adamın evindeydim. İpi boynuna geçirmiş, avını yutmak üzere olan bir avcının açlığıyla gülümsüyordum. Görüntü pencereden çekilmişti. Yalnızca bir kişi o gün nerede olacağımı biliyordu.
Monica.
Korkutel oynatma tuşuna bastığında adımlarım kendiliğinden ona doğru ilerledi. Görüntü bir dakikadan daha kısaydı. Onu öldürdüğüm anlar saniye saniye kayıt altına alınmıştı ama daha boktan olanı yüzüm oldukça net bir şekilde görünüyordu. Beni yalnızca ölümle ve Bade'ye köşeye sıkıştırmanın onu kesmeyeceğini biliyordum ama açık olmak gerekirse bu kadarı olasılıklarım arasında yer almamıştı.
"Nerden buldun?" Karşısında durup kaskatı bir ifadeyle yüzüne baktım. "Kim çekti bu siktiğimin görüntülerini."
"Küfür etme." onaylamaz bir sesle. "Küfürden hoşlanmıyorum."
Sıktığım dişlerimin arasından, "Nerden aldın bu görüntüyü!" diye sordum. "Konuş Korkutel! Bana ihanet eden kim?"
Tek tuşla videoyu durdurdu ve yine bakışlarını benden almadı. Her hareketimi, her mimiğimi itinayla gözlemliyordu. Büyük ölçüde keyifle... "Birini ele geçirmeden önce ona ait sağlam bir koz edinirim." derken güçlü duruşu dalgalar halinde kıyılarıma vurmaya başladı. "Senin Burgonya Kızı olduğunu bilmeden, yalnızca Burgonya Kızını ararken, böyle bir talimat vermiştim. Bağlı olduğun örgüt Kurt'un selamımı götürmesiyle ricamı kırmamış, tatlı bir görüntünü almış. Görüntü elime daha erken ulaşsaydı, ne çocuklarla ne de benimle karşılaşman sürpriz olmayacaktı ama..." Esmer ve düzgün parmakları laptopun kapağını iterek kapanmasını sağladı. Bakışı, duruşu hatta ses tonu üstünlüğünü açıkça sergiliyordu. Bana, avucunun içinde olduğunu fısıldıyordu. O istemeden tek adım bile uzaklaşamayacağımı... "Sürprizleri severim. Bu da benim sana sürprizim olsun. Örgütünden hakkında bazı bilgiler de aldım. Mesela Bay Frank denen tehlikeli bir suç lideri peşindeymiş ve duyduğuma göre onu epey öfkelendirmişsin ama asıl dikkatimi çeken bilgi bu değil."
Başımı kaldırdım, yumruğumu sıktım. Sakin kalmak benim üzerime dikilmiş bir kaftan gibiyse de şu an kaftan üzerime dikişlerini patlatacağım kadar dar geliyordu. "Dersini iyi çalışmışsın. Devam et."
Diliyle tekrar dudaklarını ıslattığında dikkatimi dağıtmaya çalıştığının farkındaydım. Nedeni olmalıydı. "Son aylarda oldukça çok dikkatsizmişsin. Dikkatin dağınık olmasaymış, cinayet işlerken videonu çekmek bir yana dursun, tek kare fotoğraf alamayacaklarını söylediler." Öfkeyle devrilen bakışlarımı usta bir manevrayla yakaladığında açıkça gülümsüyordu. Görünmez zafer bayrağını elinde tutuyordu "Açık verdin Deniz. Tökezledin."
Tek istediğim o bayrağı ona... "Senin gibi korkak bir adamdan ancak bel altı bir hamle beklenirdi. Bekleneni yaptın."
"Korkak?" Ciddiyetle, "Nasıl bir korkaklığımı gördün?" diye sordu.
"Seni kandıran, seni zehirleyen, neredeyse canından edecek bir kadın var karşında ve sen onu ifşa etmekle mi tehdit ediyorsun? Bilseydim, meyhanede yanımdan ayrıldıktan sonra işlediğin cinayetin videosunu çeker sana senin hamlenle karşılık verirdim."
O şaşırmadı ama şaşıran başka biri vardı.
"Lan! O gün bize ateş açan sen miydin?"
Kurt'un arkamdan gelen sesine gülümseyerek karşılık verdim ama bakışlarım patronunun gözlerindeydi. "Evet, o şeref de bana ait ayıcık."
Korkutel, bir bakışıyla Kurt'u tekrar devre dışı bıraktığında bana sorar gibi baktı. "Sunduklarım adil hamleler. İnkarın bu gerçeği de değiştirmez. Ve görüyorum ki hamlelerime verecek bir karşılığın yok." Kendi sessizliğim asit gibi boğazımı yakarken,"Öyle tahmin etmiştim." dedi. Alaycı tavrını tamamen bir kenara bırakıp, bir sigara daha yaktı.
"Bir sigara da misafirine ikram etmeyecek misin?"
Başını omzuna eğip, sigarasından derin bir nefes çekerken kısılan gözlerini gözlerime dikti. İki parmağıyla sigarasını dudaklarından uzaklaştırdıktan sonra yüzüme üflediği dumanı beni gülümsetti. Ama sinirden. "Sence?" dedi kesinlikle ciddi olmayan bir sesle. "Hak ediyor mu, misafirim?"
Oyun mu oynuyorsun benimle, Korkutel. Peki, oynayalım. Ama herhangi bir oyunda taraflardan biri bensem; bu, kuralları da benim belirleyeceğim anlamına gelir.
"Belki boynuna bir pansuman yapmama izin verirsen, hak etmiş olurum."
Bozulacağına ihtimal verdim ama yarım bir şekilde gülümsedi. "Olurdu." dedi bir adım yaklaşarak. "Ama prensip olarak kendimi gerçek doktorların eline bırakmayı tercih ederim."
"Ben de gerçek bir doktorum. Sadece... Aynı zaman da gerçek bir katilim de."
Başını önüne eğip gülümsemeye devam etti. "Teklifin için sağol. Yine de ben hemşiremden memnunum."
"Hemşirem? Bu kadar kısa sürede benimsemiş olman şaşırtıcı." Ben de ona bir adım gittiğimde, yüzünü görebilmek için başımı daha fazla kaldırdım. "O da benim kadar benziyor mu? Şu seninkine..."
İşte şimdi gülümsemesi günlerdir su görmemiş bir çiçek gibi usul usul soldu. "Kimse benzeyemez.." Başını eğdiğinde yüzü yüzüme daha yakındı.Ve gözleri daha kasvetli... "Benimkine..." Sarıları usulca ayağımdaki bilekliğe kaydığında, teninden süzülen tehlikenin kokusunu aldım. "Şimdi işbaşı yapabilirsin. Bir ara kokteylini içmeye uğrarım." Geri çekilirken göz kırptı. "Bu kez zehirsiz olsun."
Yüzüme bir saniye daha fazla bakmadı. Arkasını döndü ve onu zehirledikten sonra düşe kalka çıktığım yer olan cam kapıdan çıkarken, geride bıraktığı bıraktıkları artık yalnızca tehditler değil, teminatlarıydı.
Beni sadece kendi ve Bade'nin canıyla değil, beni Bay Frank'e vermekle değil, aynı zamanda ifşa etmekle tehdit ediyordu.
Ve bu da hayatımın hızla havası kaçmış bir balon gibi duvardan duvara çarparak yok olması demekti...
🕯
Dokuzuncu gün.
Buraya ilk geldiğim gün bar kısmında gördüğüm kaslı ve kırmızı sakallı dallamayla birlikte çalışıyordum. Boş konuşuyordu, konuşurken fazla fazla sallıyordu ve iğrenç esprileri vardı ama kokteyl konusundan fenaydı. Mekan, başlı başına bir bar olmasına rağmen henüz hava kararırken mekan dolmaya başlıyordu çünkü insanlar o enfes kokteylleri içmek için burayı aynı zamanda kafe olarak da kullanıyordu.
"Yine zombi gibisin." dedi elindeki kokteyl bardaklarına son dokunuşlarını yaparken. "Giderken buradasın, geliyorum yine buradasın. Yok mu özel hayatın senin?"
Tekila bardağını doldurup fondip yaptım. "Kırk ikinci soruşun, Civo."
Yüzünü buruşturdu. "Kaç kere diyeceğim, Civan Mert benim adım! Civo, deyip durma, müşterilerin ağzı alışıyor sonra. Burada bir karizmam var benim."
"Müşterilerin ağzına senin de karizmana-"
"Tamam tamam. Ağzın da bozuk. Nerden buldular seni anlamıyorum. Çöpleri attın mı?"
Çöpleri atma görevini özellikle üstlenmiştim. Böylece günde iki kez mekanın arka bahçesine çıkıp üç dakika içinde üst üste üç sigara içebiliyordum. Ayağımdaki kelepçeyi çıkarmak için herhangi bir teşebbüsüm olmamıştı. Yalnızca denemek için Civan'ın telefonunu kullanırken ona temas etmiştim. Aynı saniye ayağımdaki kelepçe kırmızı yanıp ötmeye başlamış ve yedi dakika sonra Cengiz mekanda bitmişti. Civan'a hiçbir açıklama yapmadan elinden telefonunu aldığında, iş saatleri içinde kullanamayacağını söylemişti ama asıl mesaj tabii ki banaydı. Korkutel'in elinde beni tüm ülkeye ifşa edecek görüntüler varken bu kelepçeye ihtiyacı yoktu ama işini her türlü sağlam kazığa bağlamayı seçmişti, piç herif.
"Iyyy! Yine geliyor şu kasıntı karı."
Civan'ın bakışlarını takip ettiğimde Korkutel'in kız kardeşi Peri Korkutel ve ağabeyine yanık arkadaşı Başak'ın yaklaştığını gördüm. Onlarla ilk kez burada karşılaşmıştık ve ikinci karşılaşmamız yine aynı noktada gerçekleşmek üzereydi
"Civan abi bize iki naneli kokteyl verir misin?" dedi Peri bar taburesine yerleşirken.
Başak da hemen yanına oturdu. "Benimkinde buz olması Civan, boğazım ağrı-" Bakışlarının bana takılmasıyla duraksadı. Beni elbette ki hatırlıyordu. Son olarak aşık olduğu adamla baş başa odasına çıkmıştım, nasıl unutabilirdi? "Sen... Sen doktor değil miydin?"
Peri, ancak bana dikkatle baktığında tanıyabildi. "Aaa... Evet, ağabeyimin doktoru. E burada ne arıyorsun?" Üzerimdeki önlüğe baktı. "Çalışıyor musun?"
Rol yapmak zorunda değildim. Lehime olan tek durum buydu. "Ordan bakınca ameliyat ediyor gibi mi görünüyorum?"
Peri'nin kaşları kalkarken Başak, simli el çantasını aramızdaki bar masasına koyup, "Düzgünce bir şey sorduk." dedi. "Ayrıca şu an burada çalışansan, müşterilere karşı düzgün üslup takınmak zorundasın."
Elimdeki boş bardağı masaya bıraktım. Biraz sert olmuş olmalıyım ki Başak yeşil gözlerini irkilerek kırptı. "Herhangi bir müşterinin bar masasının iç kısmında kokteyl hazırlayan ve bunu yaparken de üzerinde mekanın önlüğünü taşıyan birine çalışıyor musun, diye soracak kadar kuş beyinli sanmıyorum. Anladın?"
Civan uyarmak için alttan dürttü ama umrumda değildi.
Başak'ın kırmızı boyalı dudakları aralandı. "Bu... Nasıl bir terbiyesizlik!" Peri'ye dönüp, "Noyan'a söyleyeceğim!" dedi. "Böyle hadsiz insanları nasıl mekanında çalıştırır?" Telefonunu alıp, "İsmi neydi bu kızın?" diye sordu."
"Aaa...." Sahte bir şaşkınlık sergiledim. "İsmimi unuttun mu? Oysa ben seninkini hiç unutmadım, Başşak."
Peri, gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken, ince bedenini sandalyeden indirdi. "İstesen locaların olduğu kısma geçelim. Civan abi bize içeceklerimizi gönderir."
Başak hırsla çantasını alırken," Seninle görüşeceğiz!" dedi. "Bu terbiyesizliği-"
"Uzatma yavrum, çek arabanı."
Öfkeden neredeyse dümdüz fönlenmiş saçlarını yolacaktı. İnce topuklarını vurarak yüksek müziğin arasından duyulmayacak bir çığlık attı.
Onlar gittiklerinde Civan, "Ne yaptın sen!" diye cırladı. "Onlar kim biliyor musun?"
Umursamazca kokteyl hazırlamaya devam ettim. "Biliyorum."
Şaşırdı. Zaten buraya geldiğimden beri sürekli olarak şaşırıyordu. Onu şaşırtan, zaman bir hareketim oluyordu, kimi zaman yaşam tarzım, kimi zaman da eşsiz küfürlerim...
Gecenin ilerleyen saatlerine doğru mekan iyice doldu. Başımı eğip işimi yapıyordum. Burada, insanların içinde olmayı sevmiyordum ama büyük bir tehdit altındayken sağlam bir plan yapıp işleyişe koyana kadar yapacak daha iyi bir şeyim yoktu.
"Pişt, fıstık. Bana limonlu bir şeyler yapsana."
Sipariş sahibine bakmadan kokteyli hazırlayıp önüne koydum ama yarım dakika geçmeden kokteyln önüme itildi. "Bu ne be! Senin limonlu kokteylden anladığın bu mu?"
Yorgundum. Uykum vardı. Mesaim bitmek üzereydi ve bir an önce işimi bitirip aşağı inmek ve zıbarmak istiyordum. Bu yüzden bir kokteyl daha yapıp önüne bıraktım. Onu da beğenmediğini söyledi. Bir kez daha yaptım. Bu kez yorum yapmadı. Kokteyli devirip, "Senin yapacağın işe..." diye başlayan küfürlerle söverken, sakinlikten uzaklaşan bakışlarım hızlı bir şekilde içeri damlayan kokteyli izledi.
Mekan beyaz duman içindeydi. Göz gözü görmüyordu. Gümbür gümbür müzik yüzünden kimse kimseyi duymuyordu. Bu yüzden kimse devrilen kadehi duymamıştı. Kimse adamın kafasını yakalayıp tam olarak kokteyli döktüğü yere alnı kanaya kadar çarptığımı da duymamıştı.
Ancak şanssızlık bu ki adam bayılıp yere düşerken müzik aniden sustu ve gözler üzerimize çevrildi.
Rahatlayan bakışlarımı şaşkınlık ve korkuyla bana bakan insanların üzerinde gezdirirken, "Civo." dedim. "Saat kaç?"
Kol saatine bakarken titrediğini biliyordum. "Ü-üç buçuk."
"Güzel." İnsanların bakışları arasında kanlı ellerimle önlüğümü çıkardım ve masaya bıraktım. "Benim bu geceki mesai biter. Size iyi eğlenceler."
Bardan çıkıp tuvaletlerin yanında kalan merdivenlere yönelirken korumaların adamı aldığı gördüm ve müzik yeniden başladı. Her şeyin normale dönmesi işte bu kadar basitti.
Kıvrımlı merdivenlerin dönerinden üçüncü kez dönerken her basamakta başka bir sövüyordum. Öfkem, yirmi saattir ayakta değilmişim gibi beni dinç tutmaya yetiyordu ama dayanıklılığımı büyük ölçüde kondisyonuma borçluydum..
Dördüncü kıvrımı dönerken, "Resmen on dakikadır merdiven iniyorum." diye söylendim. "Biraz daha inersem yer kabuğuna ulaşacağım amına koyayım."
Bilerek yapmıştı. Bilerek bana eksi dördüncü kattaki odayı vermişti. Yorgunluktan bu merdivenleri yuvarlanarak inmemi bekliyordu muhtemelen. Avucunu yalardı.
Dokuz gündür nasıl çıtımı çıkarmadıysam aynı şekilde devam edecek ve vakti geldiğinde kusursuz bir plan ile ondan kurtulacaktım.
Sonunda ince, uzun koridora ulaştım. Bana ayrılan oda soldaki son odaydı. Koridorun tozlu taş zemininde ilerlerken, tavanda yanıp yanmamak arasında kararsız kalmış tek bir floresan vardı; beyaz ve aralıksız olarak titreyen bir floresan.
Bir tekmeyle odanın eski tahta kapısını açıp içeri girdim. Buradaki ışık yoksulluğu koridordakinden daha beterdi. Aptal lambanın yanması için anahtarına onlarca kez basmam gerekiyordu. On üçüncü denememde yakmayı başardım, anahtara parmaklarımdaki kan izi bulaşmıştı.
Kapının karşısında kalan yatağım sabah bıraktığım gibi darmadağındı. Sağdaki iki kapaklı ahşap dolabın açık kapaklarından gelişigüzel attığım kıyafetlerim sarkıyordu. İlk geldiğim gün yerde bir halı vardı ama üzerine kustuğum için onu atmıştım. Odanın içinde bir banyo yoktu. Banyo yapmak için çaprazdaki boş odayı kullanıyordum. Yalnızca dolabın karşısında, sol duvara montelenmiş küçük bir lavabo vardı. Doğrudan lavoya yaklaşık suyu açtım ve elimdeki kanın beyaz zeminden akıp gitmesine izin verdim.
Mekandan çıkmam, telefon ya da bilgisayar kullanmam, ayağımdaki lanet kelepçeyi açmam yasaktı. Yaptığım üç kokteyli de beğenmeyen müşterinin kafasını patlatıncaya kadar masaya vurmamam konusunda bir şey söylendiğini hatırlamıyordum.
Tenim kandan tamamen arındığında önce tişörtümden ardından da sütyenimden kurtularak altımdaki dar kot pantolonla kaldım. Banyoya gitmeden önce temiz kıyafet almak için dolaba yönelirken kapı sertçe açıldı ve dokuz gündür görmediğim Korkutel karşımda belirdi.
"Sen hangi hakla mekanıma gelenlere zarar ve-"
Bakışları çıplaklığıma kaydığı an duraksadı. Bu zamana kadar yüzümden başka hiçbir ayrıntıma bakmayan adamın beni karşısında bu şekilde görünce arkasını dönmesini bekledim ama yapmadı.
Aksine, baktı. Hatta izledi.
Gözleri tam olarak göğüslerimde kilitlenmişti. Tek bir notada kesintisizce donup kalmıştı.
"Ağzının sularını sil, Korkutel." Alayla gülümserken birkaç saniye için başımı eğdim ve ben de dik ve dolgun göğüslerime baktım. "Haklısın, bu kadar güzellerini daha önce sen bile görmemiş-"
"Ben mi o?" dediğinde, yavaşça yutkundu. Her nedense afallamıştı. "Ya-yarım ay mı?"
Ne söylediğini anlamak için mememin areolasının dibindeki bene baktım. Bu zamana kadar çok da dikkatimi çekmemişti ama haklıydı. Tamamlanamadan büyümesi durmuş gibiydi; yarım bir aya benziyordu.
Şuh bir gülümsemeyle başımı kaldırdım ve yavaşça ona doğru yürümeye başladım. Dibine girip, kelepçenin anahtarı olan telefonumu almam ve boynunu kırmam ne kadar zor olabilirdi ki? "Yakından bakmaya ne dersin? Hatta belki... Dokunmak istersin?"
Yanına ulaşmama birkaç adım kala koridorda yaklaşan başka adım sesleri duyuldu. Korkutel başını koridora çevirmesine eş zamalı olarak beni çıplak kolumdan yakaladı ve ne olduğunu anlamadan kapının yanındaki duvara yasladı. Bakışlarıyla sessiz olmamı işaret ederken, büyük avucunu gerdanıma yasladı, duvardan ayrılmamı imkansız hale getirdi.
"Ne işin var burada?" Yönünü dışarı döndü. Bedeninin bir kısmı alaiçerdeydi ama bir ayağını dışarı attı. "Kurt, onu buraya sen mi aldın?"
"Hayır." Bu ses Kurt'a ait değildi. Genç bir adama aitti ve ilk kez duyuyordum. "Seninle yukarıda konuşacaktım ama aşağı indiğini gördüm. Takip etmek benim kararımdı. Yalnız konuşmamız daha iyi."
Göğsümü derin bir nefesle şişirdim ama Korkutel'in tüm gerdanımı kaplayan elinin uyguladığı güç hakimiyetini biraz bile kaybetmemişti. Sıcaktı, avuçlarının çizgisini tenimde tüm ayrıntılarıyla hissedebiliyordum. "Yukarı çık." diye buyurdu. "Yukarıda konuşacağız."
Karşısındaki adamın sabırsızca soluklandığını duydum. "Hayır, Korkutel. Benim artık beklemeye tahammülüm kalmadı. Birkaç şey söyleyip, gideceğim."
Demek biraz daha buradayız, dedi Burgonya Kızı. O zaman biraz oyun oynayabiliriz.
Elimi yavaşça kaldırıp gerdanımdaki parmaklarına hafifçe dokundum. İşaret parmağı göğsümün ucuna epey yakındı. Daha yakın olabilirdi...
"Ne istiyorsun?" dedi, otoriter bir bir tavırla. "Söyle ve uzaklaş. Gerisini toplantıda konuşacağız."
"Konuşacağız." diye onayladı genç adam. "Öncesinde bilmen gereken... Hiçbirimizin sabrının kalmadığı. Son toplantıda çıkan sonucun ortada olmasına rağmen kimseyi dikkate almadın. Durum canımızı sıkmaya başladı. Arınma için çok şey feda ettik. Geldiğimiz noktanın bu olmasını kabul etmiyoruz."
Parmağımı, serçe parmağının iç kısmına koydum ve hafifçe iterek göğsümün ucuna temas etmesini sağladığımda yutkunduğunu duydum. Sessizce gülümseyerek, diğer parmağı için de aynı şeyi yapmaya hazırlanırken Korkutel'in nefes alışverişi hızlanmaya başladı.
Demek etkileniyorsun...
"Düzelteceğimi söyledim." dediğinde sesi koyulaşmıştı ve ben, nedenini biliyordum. "Neresini anlamadınız?"
Diğer parmağını da göğsümün koyu halkasına ittiğimde, bu kez başını önüne eğdi ve boğazını sesli bir şekilde temizledi. Dur bakalım, Korkutel... Daha bitmedi.
"Babam öldü, Noyan. Arınmanın tüm üyeleri bizzat senin koruman altındayken babam Yılmaz Sungurlu canice katledildi!"
Duraksadım. Vay canına! Duvarın arkasındaki adam kurbanlarımdan birinin oğluydu. İşte şimdi bu konuşma benim için çekici bir hal almaya başlamıştı.
"Baban kurallara uymadı. Üyelere tahsis ettiğim özel eğitimli korumalar yerine kendi korumalarıyla hareket etmeyi seçti." İşaret parmağını kaldırıp, uyarıcı bir şekilde salladı. "Bu yüzden sen, kimseyi suçlamayacaksın."
Kulağım konuşmalarındayken, orta parmağını da aynı yere itmeye çalıştım ama elini öyle sert itti ki bu kez başarılı olamadım. Bir saniye içinde bulduğum yöntem, çok daha fenaydı.
Sen istedin.
"O senin emirlerine itaat ediyordu!" dedi Yılmaz'ın oğlu. "Tüm işlerini Arınmanın kurallarına göre ayarladı ve sırf bu yüzden bir sürü kaybı oldu. Ölümü için tek söyleyebileceğin bu mu?" Sesi sakindi. Aslında sakinlikle alakası yoktu. Cayır cayır yanıyordu. İntikam istiyordu. Sadece sesi bile bunu bangır bangır bağırıyordu.
"Yukarı çık, odama. Konuşacağız."
Esas hamlem için fazla vaktimin kalmadığını anlayarak göğsümü koltuk altımdan avuçladım ve eline doğru itmeye başladım. Bir an için bana dönen gözleri, kısılmıştı, koyulaşmıştı, bir başka bakıyordu. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan ve dudaklarımda şuh bir gülümsemeyle sağ göğsümün tamamını parmaklarının altına sürdüğümde sertçe yutkundu. "Siktir!"
"Bir de bana küfür mü ediyorsun!" dedi adam bu kez öfkesini gizlemeden. "Gerçekten bunu yaptın mı!"
İşaret parmağımı dudaklarımın arasına alıp ısırırken, göğsümün giderek kabaran ucunu hissettiğini biliyordum. Sakallarının boynuna uzandığı nokta kızarmıştı ve oradaki damarlar kabarmıştı. Göğsü daha belirgin bir şekilde inip kalkıyordu ve bakışlarını tek bir noktada sabit tutamıyordu.
Siktir. Onu fena halde tahrik etmiştim.
"Neden susuyorsun?" Adamın adımları gidip geldi. "Yeter." dedi. "Sana üyelerin son kararını bildiriyorum. Ya Arınmanın güvenliği için Burgonya Kızı, denen o mükemmel seri katili tutarsın. Ya da Arınma, en önemli üyelerini kaybeder."
Bir dakika...
Doğru mu duymuştum?
Korkutel'in örgütü beni mi istiyordu?
Bir siktir daha!
🕯🕯🕯
Oy ve yorumlarınız için çok teşekkür ederim!
Bana instagramdan ulaşabilirsiniz/ _durumavii
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.93k Okunma |
1.75k Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |