23. Bölüm

21. BÖLÜM: "PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBA"

Durumavii
durumavii

Selam!

 

Finalden önceki son bölüm :(

 

Size 3 bölüm uzunluğunda doyurucu bir final ve sonrasında özel bölümler getireceğim.

 

Oy ve yorumlarınızı bırakmayı unutmayın, olur mu?

 

Refugee~ Oi Va Voi

 

Thurisaz~ Endless

 

Keyifle okuyun.

 

🕯

 

Sakin bir pazar günüydü. Ahmet, tek izinli gününde salonlarındaki çiçekli divana uzanmış,

arada bir karıncalanan televizyon kanalından tuttuğu takımın haberlerini izliyordu. Eleni banyodan elleri üzeri köpüklü ve üzeri yer yer ıslanmış olarak çıkmıştı. Çünkü küçük kızı uyanır uyanmaz banyo yapmak istemişti. Mavi gözleri saate kaydığında, “Ooo…” demişti kendi kendine. “Kahvalti yapmamiz gerekiyor ama daha çayi bile koymadim.”

 

“Ben koyarım hayatım, sen Mavi’nin saçlarını tara.” Ahmet mutfağa gidip çay suyunu koyduktan sonra divana geri döndüğünde salonun ortasında tam bir kargaşa vardı.

 

Pazar günü artık o kadar da sakin değildi…

 

“Hayır anne! Saçlarımı sen tarayamazsın. Çünkü sen çok acıtıyorsun.” İşaret parmağı ısrarla babasına gösterdi. “Babam hiç acıtmıyor, o tarasın.”

 

Eleni sakinliğini korumak için derin bir nefes aldı. “Ama Mavi’ciğim, benim güzel kizim… Bak, babanin eli hala alçida. Hani fabrikada ufak bir kaza gecirmisti ya, tam bes gün daha alçida kalmasi lazimmis. O zamana kadar ben tarayayim, olmaz mi bebeğim?”

 

Küçük kız suratını asarak kollarını birbirine bağladı. Islak saçları düğüm düğüm beline uzanıyordu. Çünkü babasının eli alçıya alındığından beri saçlarını kimseye taratmamıştı. Mahalledeki çocuklar dayanamayıp saçlarıyla dalga geçmeye başladıkları için uyanır uyanmaz banyosunu yapmış ve tarağını kaptığı gibi soluğu babasının yanında almıştı. Ancak görünen o ki babası yine kızının saçlarını tarayamayacaktı.

 

“Eleni,” dedi Ahmet uzandığı çiçekli divandan doğrulup. “Olmadı sol elimle taramaya çalışayım.”

 

“Saçmalama Ahmet!” Eleni gözlerini devirdikten sonra kızının elindeki tarağı kaptı. “Bu kadar yaramazlik yeter küçük hanim! Geç bakalım söyle, o saçlar bugün taranacak artik! Carsamba cadisine döndün canim!”

 

Mavi, her sinirlendiğinde olduğu gibi elini bel boşluğuna yerleştirip dudaklarını uzattı. “Hayır anne! Saçıma dokunmana izin vermiyorum! Mahalledeki salaklar da bir daha saçımla dalga geçerse onları zürafaya söylerim! Numaradan da ağlarım, zürafa hepsini döver!”

 

Eleni avucuna alnına vurup, “Vallahi suracikte bayilacağım!” dedi çığlık atarcasına. “Ben böyle inatçi çocuk görmedim. Ahmet,” dedi kocasına dönerek. “Biz bu kizi hastanede karıstirmis olabilir miyiz?”

 

Ahmet güldü. “Sana bu kadar benzerken mi, güzelim?”

 

Eleni o kadar sinirliyken bile kocasının hitabına karşı gülmeden edemedi. “Beni yumusatma. O saçlar bugün taranacak.”

 

Mavi, annesinin fazlasıyla kararlı olduğunu görünce koşup masanın altına gizlendi. Eleni peşinden gidecekti ki kapının tıklatılması ile duraksadı. “Sakin kurtulduğunu sanma Mavi, kapiya bakip geliyorum.”

 

Eleni, kapıya bakmak üzere gıcırdayan ahşap basamakları indi. Çok geçmeden elinde bir koca tabak pişi ve Asil ile geri döndüğünde Mavi heyecanla masanın altından başını uzattı.

 

“Aaa! Zürafa gelmiş.”

 

Asil’in üzerinde çizgili pijamaları vardı. Uyanalı çok olmamıştı. Pişi kokusuna uyandığında ise annesi eline tabağı tutuşturup Eleni teyzesine götürmesini söylemişti. “Günaydın.”

 

Eleni küçük çocuğun başını okşadı. “Günaydın oğlum, e annenler nerede?”

 

“Eleni çayı hazır edene kadar geliriz, dedi. Ben evden çıkarken hala pişi yapıyordu. Görmen lazım Eleni Teyze, her tarafı un yaptı yine annem. Suratı bile un.”

 

Mavi saklandığı yerden kıkırdadı. “Derya Teyzemin yanına gideceğim ben!”

 

Eleni elindeki tarağı salladı. “Sen önce insan içine çıkacak vaziyete gel.”

 

Asil neler olduğunu çözdüğünde mavişin de neden saklandığını anladı. Küçük kız yine Eleni Teyzesine kök söktürüyordu.

 

“Bana ne! Ya babam tarar ya da böyle kalırım.”

 

Asil’in aklına bir fikir geldi ama Ahmet’ten çekindiği için söyleyip söylememek konusunda kararsız kaldı. Eleni’nin sinirden göz bebekleri titrediğini gördüğünde ise daha fazla kendini tutamadı. “Ben tarayayım mı maviş?”

 

O ana kadar tüm dikkati televizyondaki spor programında olan Ahmet aniden Asil’e döndü. “Ne münasebet. Babam, dedi, duymadın mı?”

 

Mavi, dizlerinin üzerinde sürünerek masanın altından çıkarken ağzı kulaklarındaydı. “Yoo babacığım, zürafa da tarayabilir. Zaten o benim canımı hiç acıtmaz.”

 

Asil’in düşmek üzere olan yüzü Mavi’nin sözleriyle güldü. Yine de izin almak için gerekli mercinin cevabını bekledi. “Tarayabilir miyim Ahmet Amca?”

 

Ahmet cevap vermek üzereyken karısının boğazını temizlemesiyle duraksadı. Bu, izin vermesini söyleyen bir işaretti. Ahmet hiç istemiyordu ama Eleni’nin dakikalardır verdiği mücadeleyi de göz ardı edemedi. “Çabuk ol. Kızımın canını da yakma.”

 

Asil, tarağı Eleni’den teslim aldıktan sonra yerde oturan Mavi’nin arkasında dizlerinin üzerine çöktü. Tarağı kızın uzun, düğüm düğüm olmuş saçlarına götürürken, “Merak etme maviş,” dedi. “Canını hiç acıtmayacağım.”

 

Asil sözünü tuttu. Mavi’nin saçlarını tutamlara ayırıp nazikçe tararken canını hiç acıtmadı. Tüm düğümleri küçük, esmer elleriyle çözerken Mavi sakince işinin bitmesini bekledi. Aslında… Bitmesini hiç istemedi. Asil’in elleri Mavi’nin saçlarına her temas edişinde küçük kızın hem içi ürperiyor hem de uykusu geliyordu. Asil, Ahmet Amcasına çaktırmadan kızın saçlarından süzülen bebek şampuanı kokusunu içine çekiyordu. O koku, Asil’in en sevdiği kokuydu. Ve hayatı boyunca öyle olarak kalacaktı.

 

“Bitti,” dedi Asil, tarağı son kez saçlarında kaydırdıktan sonra. “Acıdı mı?”

 

“Ih ıh, hiç acımadı.” Mavi, başını omzuna çevirip arkasındaki ciddi çocuğa baktı. Saçlarını tararken de öyle ciddi mi durmuştu? “Şimdi de örer misin?”

 

Ahmet’in, “Yok artık,” diyen sesi aralarına girdiyse de Eleni yine tek bakışıyla konuyu çözmüştü.

 

“Ben örgü bilmiyorum ki maviş, bilsem örerdim.”

 

“Ben sana öğretirim akıllım.” Uzanıp yerdeki oyuncak bebeğini aldı. Örük olan saçlarını çözüp, bebeği iki dizinin arasına sıkıştırdı ve naylon saçlarını üçe ayırdı. “Şimdi ben ne yaparsam aynısını yap, tamam mı?”

 

Asil başını salladı. “Tamam.” Mavi’nin saçlarını üçe ayırıp, kızı izleyerek parçaları birbiri üzerine atmaya başladığında ellerindeki tutamlar acemi bir örgüye dönüşmeye başladı. O örgü uzayıp gittikçe Asil’in gülümsemesi de büyüdü. Oluyordu işte! Mavişin saçlarını kendi elleriyle örmeyi başarıyordu.

 

“Saçların o kadar uzun ki maviş, sanki sabaha kadar örsem de bitmeyecek.”

 

Mavi, elini ağzına götürüp kıkırdadı. Asil’in söylediği onun için bir iltifattı. “İyice öğrendin mi?”

 

Asil örmeye devam etti. Hala sona yakın sayılmazdı ama en azından artık oyuncak bebeğe bakmadan yapabiliyordu. “Öğreniyorum sanırım. Neden ki?”

 

Mavi’nin mavi gözleri babasına kaydı. Onun televizyona daldığından emin olduktan sonra Asil’e sokulup fısıldadı. “İyi öğrenmen gerekiyor man kafa. Çünkü saçlarımı hep senin örmeni istiyorum.”

 

Asil’in elleri kızın saçlarında donup kaldı. Ela gözlerini tekrar kırpamadı. “B-benim mi?”

 

“Hı hı, olmaz mı?”

 

“Şey,” O da Ahmet’e baktı. Neyse ki televizyondaki büyük adamlar tuttuğu takım hakkında konuşuyordu. “İstediğin zaman örerim maviş.”

 

“Her zaman isterim ki.”

 

Asil nedense bakışlarını kaçırıp tamamen parmaklarının arasındaki örgüye odaklandı. Nihayet sonuna ulaştığında ise ucuna lastikledi. Örgüyü küçük kızın omzuna uzatırken, ayağa kalkmak için hamle yaptı ama hemen öncesinde kulağına fısıldamayı başardı

 

“Ben de her zaman örerim.”

 

Asil yine bakışlarını kaçırdı ama Mavi gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Ta ki Derya elinde yeni pişilerle içeri girinceye kadar…

 

Ahşap masada Derya’nın pişileri, Eleni’nin yazın kurduğu yeşil zeytinler, mahallenin yaşlı ton tonu olan Hafize Teyze’nin bahçesinden çocukların kopardığı salatalık ve domatesler ile güzel bir pazar kahvaltısı hazırladılar. Televizyonda artık Kral Tv açıktı. Şarkılardan biri bitip öbürü başlarken, büyükler derin bir sohbete dalmıştı. Mavi yağlı parmaklarıyla tuttuğu altıncı pişiyi yağlı ağzıyla kemirip duruyordu. Asil henüz birinci pişisindeydi. Çünkü düşünüyordu.

 

Mavişin bebek şampuanı kokulu saçlarını hayatı boyunca kaç kez öreceğini düşünüp, heyecandan yiyemiyordu.

 

🕯

 

Mayına basmıştım.

 

Bay Frank’ın kardeşini yaşamdan çalmakla yaptığım tam anlamıyla buydu. Üstelk o mayın ayağımın altındayken, Asil’in elini tutuyordum. Attığım sonraki adımda ikimiz birden havaya uçacaktık. Tek nedeni bendim. Hayatına girdiğim andan beri ona verdiklerimde kan ve ölümden başkası değildi. Her geçen gün dibe daha fazla çakılırken ve benimle birlikte karanlığa sürüklenirken gözleri nasıl hala bu kadar parıldayabilirdi?

 

“Kendini suçlama.” Siyah cipin direksiyonundaydı, yanındaydım. Yalnızdık. Mekana az bir mesafe kalmasına rağmen, kurulan ilk cümle buydu. “Senin değil benim karşıma çıksaydı, sonu farklı olmayacaktı.”

 

Doğru değildi. Asil usta bir katil olabilirdi ancak gerçek bir sebebi olmadıkça kimseye zarar vermeyeceğini biliyordum.

 

Mekana ulaştığımızda cevapsız bırakarak indim. İkinci kata çıkan asansöre arkadan gelen Kurt ve Cengiz ile bindik. Daha önce Nevşin ile toplantı yaptığımız odaya girdiğimizde bizi karşılayan yine oydu. Ancak bu kez tahtanın önünde değil, etrafta pek çok kez gördüğüm korumalarla birlikte sandalyelerde oturuyordu. En az yirmi kişiydiler. İçeri girdiğimizde her biri ayağa kalkarken, Kurt ve Cengiz ile birlikte sandalyelere yöneldim ancak Asil elimi tutarak beni tahtanın yanına çekti.

 

“Oturun çocuklar.” İkimiz hariç herkes oturdu. Hastanede olan Hidayet dışında herkes buradaydı. Bu ani toplantının sebebi ise son cinayetimdi. Ölen Bay Frank’ın herhangi bir adamı olsaydı sorun olmayacaktı ancak şimdi ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzun farkındaydı. “Bay Frank,” dedi doğrudan konuya giriş yaparak. “Bir süredir o ve adamlarına karşı tetikteyiz. Size durumun ciddiyetini Kurt aracılığıyla bildirmiştim. İsteyen ekibe istediğinden fazla takviye sağlandı. Doğru mu?” Adamlar bir ağızdan onayladığında, “O halde?” dedi hoşgörüsüz bir ciddiyetle. “O yavşağın köpekleri nasıl mekanımıza yaklaşıp aramızdan birine zarar veriyor? Nasıl bizzat bana ait hastanede Mavi’yi takip ediyor?”

 

“O beni takip etmedi,” diye düzelttim. “Onu merdiven boşluğuna çeken bendim.”

 

Bana bakmadı çünkü sinirliydi.

 

Nevşin ekibin başı olarak ayağa kalktığında mahcup görünüyordu. “Poseidon, inan çok dikkatliydik. Yalnızca Gabriel, denen o adamın eşgalini bilmiyorduk. Hastane faaliyette olduğundan adamlar hastalardan biri olduğunu düşünüp müdahale etmemiş.”

 

“Düşünmesi gereken onlar değil.” dedi Asil aynı sertlikle. “Düşünmesi gereken sensin. Bu yüzden başlarına seni koydum; inisiyatif alamasınlar, diye. O adamı hastaneye girerken gören sen olsaydın, ne yapardın?”

 

Nevşin düşünmeden cevap verdi. “Tipinden şüphelenir, alırdım.”

 

“Adamların yapması gereken neydi?”

 

Yine düşünmedi. “Tipinden şüphelenip almak ya da bana bildirmek…”

 

Asil, birkaç adım yaklaştığında Nevşin hafifçe akan sürmeli gözlerini kaçırmamak için başını kaldırdı ve bakışlarını patronunun yüzünde tuttu. “O zaman,” dedi tane tane. “Neden bunlardan hiçbiri olmadı, Nevşin?”

 

Sessizlik… Bölen ise Cengiz’in sesi oldu. “Benim suçum,” dedi ondan duyduğum en ciddi sesle. “O sırada Nevşin’i oyaladım. Dikkati dağıldıysa sebebi benim. Böyle olacağını bilemedim.”

 

“Saçmalama Cengiz.” dedi Nevşin. “Suç benim. Daha dikkatli olmalıydım.”

 

“Benimle yemek yemen için ısrar etmeseydim olurdun,” dedi Cengiz net bir şekilde. “İlla suçlu olmak istiyorsan yine ol ama o suça ortak olmadığımı söyleyemezsin.”

 

Nevşin tekrar itiraz edemedi. Asil homurdanarak iç cebinden sigara paketini çıkardı. İlk dalı bana uzatırken hala göz teması kurmuyordu. Aldım ve dudaklarımın arasına yerleştirdim. İkinci dal onun dudaklarında konakladığında çakmağını çıkarıp aynı sıralamayla sigaralarımızı yaktı. Çektiği üç dumandan sonra, “Tekrarlanmayacak,” diye buyurdu. “Tekrarlanırsa bedeli olacak.”

 

“Asla!” Nevşin’in bakışları Cengiz’e döndü ve buradaki herkes aksini düşünse de o bakışlarda kızgınlık yoktu. “Bir daha asla, Poseidon.”

 

“Boşuna tembihliyorsun.” Bakışlarımızı kesiştirmek için adımlarımı yana kaydırarak onunla karşı karşıya durdum. “Bugün olanlardan sonra savunma değil, atak yapmamız gerekiyor. Orospu çocuğunu fena kızdırdım. Şu an her taşın altında beni arıyor olmalı. Anlayacağın, bulana kadar taş üstünde taş bırakmayacak. En doğrusu daha önce benim onu bulup indirmem.”

 

Ellerinden biri yavaşça kaldırıp cebine koyarken, ağırlığını tek ayağının üzerine verdi. “O iti öldürmen için seni göndermemi mi istiyorsun?”

 

Bakışlarından duygularını anlayamadım. Yine kapalı bir kutudan farksızdı. Alay mı ediyordu? Yoksa söylediklerim aklına yatmış mıydı?

 

“Öyle.” Diğerlerine kısa bir bakış attım. “Onları boşuna hırpalama. Bu benim pisliğimdi. Kendim temizleyeceğim.”

 

Baktı, baktı, baktı… Bir anda gülmeye başladığında başını eğip sakallarını sıvazladı. Anlamak için Kurt’a baktığımda onun da, “Tövbe,” çekerek güldüğünü gördüm. Hatta Cengiz’in de… Nevşin sert bir kadındı ama o da gülmemek için kendini tutuyor gibiydi.

 

“Yav bacım,” dedi Kurt. “Bu söylediğine sen inanıyon mu allasen? Poseidon'a kafanı kes önüme at, desen daha oluru var gibi…”

 

“Hırpalamaya gelince…” diye devam etti Cengiz. “Poseidon için olduğu kadar liderimiz için de varız. E liderimiz de sen olduğuna göre… Yani eğer bana uçan tekme atmayacaksan azıcık saçmaladın gibi...” Sustuğu anda aklına yeni bir şey gelmiş olacak ki bu kez ağzını heyecanla açtı. “Sadece lider de değil hani…” Gülerek başını salladı. “Sen anladın, konuşturma şimdi beni.”

 

“Onu bunu bırakın da,” Asil gülmeyi bıraktı ama hala keyifliydi. “Son zamanlarda fazla gerildik. Biraz gevşememiz gerekiyor.”

 

“Çocuklara söyleyelim mekanı kapatsınlar,” dedi Kurt. “Yarın gece uygun mu?”

 

Asil’in bana kayan bakışlarından bir hinlik geçiyordu. “Hayır,” dedi gülümsemeyen sesiyle. “Burada değil, sevgili üyemiz Saygın Taner’in mekanında eğleneceğiz. Evimize kadar özel davetiye göndermişken, reddetmek olmaz.”

 

Önerisini idrak edebilmek için zamana ihtiyacım oldu. Doğru mu duymuştum? ”Sen…” İşaret parmağımı kalabalığın etrafında gezdirdirdim. Bir kişilik davetiyeye yirmi kişiyle mi gideceksin?”

 

“Hayır elbette. Bade ve Peri’yi de çağıracağız. Çok ayıp olur.”

 

“Hay ağzını öpeyim Poseidon!” Tüm gözler Bade’nin adını duymasıyla sırıtmaya başlayan Kurt’un üzerine çevrildiğinde kırdığı potun farkında vararak ciddileşti. “O zaman ne duruyok?”

 

“Haklısın Kurt,” dedi ama bakışları hala bendeydi. “Öncesinde Saygın Beyi arayıp yarın gece geleceğimizin haberini ver.” Yaklaştı ve bu kez dudaklarıyla da gülümsedi. “Sayımızı bildirme, sürpriz yapacağım.”

 

🕯

 

Saatler önce birinin nefesini kesmek için kullandığım ellerimle allığımı tazeledim. Saçlarım tepede sıkı bir at kuyruğu olarak dururken, siyah deri taytım ve aynı renk kısa tişörtüm göbeğimi bir kısmını açıkta bırakıyordu. Özenmeme gerek yoktu çünkü bu akşam oraya eğlenmek için gitmediğimizi biliyordum. Gidiyorduk çünkü Asil yaklaşan tehlikeye meydan okumak istiyordu. Evet, Saygın Taner onun için rengarenk ampuller ile donatılmış bir tehlileydi. Zengin, yakışıklı ve ilk izlenimime göre kadın ruhundan anlayan bir adam olarak Asil’in sahasından içeri girmiş ve onun olana göz kırpmıştı. Asil’in o göze sokmak istediği şeyler vardı.

 

Bahçeye çıktığımda Nevşin de dahil herkes dahi hazır bir şekilde oradaydı. Etrafa bakındığımda evin daima korumaları dışında kimsenin olmadığını gördüm.

 

“Yirmi adamını götürmekten vaz mı geçtin, Korkutel?”

 

Üzerinde her zamanki takım elbiselerinden biri yoktu. Siyah kot pantolunu, aynı renk tişört ve deri ceketiyle farklı ve çekici görünüyordu. Dahası bana benziyordu. “Adamlarla orada buluşacağız,” dedi beni süzerek. Belirgin bir beğeni göz bebeklerine otururken kolunu belime atmasıyla bizi siyah minibüsün ön koltuğuna götürdü. Diğerleri arkada yerini aldığında arabayı çalıştırdı. “Yoksa bu senin hoşuna gitmedi mi?”

 

“Umursamıyorum,” dedim ifadesizlikle. “Ne yapıyorsan yap.”

 

“Sevindim. Ayrıca bu gece o kısacık elbiselerinden birini giymemen isabetli bir tercih olmuş.”

 

Yandan baktım. “Kime göre?”

 

Sustu ve gülümsedi. Gözünü yoldan ayırmadan radyoyu açtığında arabanın içine dolan yüksek desibelli şarkıya önce Cengiz’in ardından da Bade ve Kurt’un neşeli sesi eşlik etti. Bir an için arkaya baktığımda Nevşin’in de sessizce eğlendiğini gördüm. Sokak jargonunda ağır abi, olarak tasvir edilebilebilecek bir kadındı. Aşırı hareketleri kendine yakıştırmıyor olması muhtemeldi. Yine de eğleniyordu. Ya ben? Bu sıralar kendimi hiç olmadığım kadar sorguluyordum. Sonucunda ise bazen garip cevaplar bazen ise daha büyük soru işaretleri alıyordum.

 

Son sorumun cevabına gelince… Evet, eğleniyordum. Burada, bu insanların yanında eğleniyordum. Asil’in dudaklarında gizli ve ipe sapa gelmez bir gülümseme varken eğleniyordum. Ve araba Saygın Taner’in kalabalık caddedeki gösterişli mekanının önünde durduğunda içimden bir ses eğlencenin yeni başladığını söylüyordu.

 

Araçtan inip valeye teslim ettiğimizde kapıdaki korumalardan biri kulaklığına konuştu. Aynı dakika Saygın Taner kapıda göründü. Asil parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdiğinde ve mekana çıkan beş basamağı geride bıraktığımızda Saygın’ın mavi bakışları önce ellerimize takıldı. Mekanının karanlığa meydan okuyan renkli ışıkları altında bize gülümserken, “Hoş geldiniz,” dedi. “Bu gece sizi ağırlamak benim için büyük bir şeref olacak.”

 

Önce benimle tokalaştı. Asil, bir süre ifadesiz gözlerle kendisine uzanan ele baktıktan sonra acelesizce sıktı. “O şeref bana ait. Ancak…” Başıyla basamakların aşağısındaki dörtlüyü gösterdi. “Yalnız gelmedik, umarım sorun olmaz.”

 

“Elbette olmaz.” Saygın misafirperverlikle konuşurken daha büyük başka bir minibüs durdu ve Asil’in iri yarı adamları inmeye başladığında Saygın’ın kaşları çatıldı. Korumalarına doğru, “Ne bakıyorsunuz?” diye çıkıştı. “Gönderin şu herifleri. Damsız almıyoruz.”

 

Korumalar harekete geçmek üzereyken Asil’in elini kaldırmasıyla her biri olduğu yerde kaldı. Saygın, soran bakışlarını Asil’in yüzüne diktiğinde bu adımdan sonra içlerinden yalnızca biri gerçekten gülümseyebilecekti. Cevap ise alenen ortadaydı.

 

“Kendileri benimle birlikte. Son zamanlarda çalışmaktan epey yoruldular. Eğlenmeyi hak ettiklerini düşündüm ve değişiklik olması açısından benimle gelmelerini teklif ettim.” Gözlerini kısarak gülümsedi. “Bir mahsuru var mı?”

 

Saygın Taner hala gülümsüyor olabilirdi ama kavislenen çene hattı durumdan fazlasıyla irite olduğunu gösteriyordu. Kısa bir sessizliğin ardından yutkunarak boğazını temizledi. “Elbette yok, Noyan Bey. Misafiriniz misafirim, demek.”

 

“Çok naziksiniz. Gerçi… Gönderdiğiniz davetiyenin üzerinde yalnızca müstakbel karımın ismi yazıyordu. Ufak bir hata olmalı.”

 

Ne?

 

Ne dedi?

 

Müstakbel karım mı?

 

Bunu benim için mi söylemişti?

 

Bakışlarım istemesizce hala birbirine kenetli olan ellerimize kaydı. Siktir… Elbette benim için söylemişti ve bu durum, Saygın Taner’i az önce olandan daha fazla şaşkına çevirmişti.

 

“Bunu bilmiyordum,” diyebildi şaşkınlığını perdelemeye çalışarak. “Sürpriz oldu.”

 

Asil oldukça profesyoneldi. “İlk duyanlardan birisiniz. Şaşkınlığınızı tebrik olarak algılıyorum.”

 

“E-elbette. Tebrik ederim.” Kekelediği için içten içe kendine sövdüğüne emindim. Geri çekilerek kolunu mekanına uzattı. “Lütfen buyrun, ayakta kaldınız.”

 

Asil alaycı bir baş selamıyla oradan ayrılmamızı sağladığında geçtiğimiz uzun ve loş koridor boyunca tepki veremedim. İnsanların deli gibi dans ettiği geniş ve yuvarlak alana çıktığımızda bizi kırmızı disko ışığı, gürültülü müzik ve ağır bir bir duman karşıladı. İlk bakışta Asil’in mekanına benziyordu ancak aslında alakası yoktu. Asil’in mekanı daha seçkin insanlara hitap eden ve kalabalığa müsamaha göstermeyen bir işletmeydi. Burada ise kimin elinin kimin cebinde olduğu belli değildi. İlk bakışta her telden insan olduğunu gözlemlemiştim. Bunu o da fark ettiğinde elimi daha sıkı tuttu ve bizi kattaki localardan birine götürdü. Yirmi küsür adamı bizi selamladıktan sonra ikinci kattaki localara dağılırken, Saygın Taner, gece boyunca bizimle ilgilenmesi için iki görevliyi locanın başına dikti.

 

“Bu locayı sizin için özel olarak hazırlattım. Umarım keyifli bir gece geçirirsiniz.”

 

Söylediği kadar vardı. Locanın yuvarlak masası kuruyemiş, meyve, peynir ve kuru et tabaklarıyla donatılmıştı.

 

“Geçireceğimizden şüpheniz olmasın,” dedi Asil. Birbirlerine nazik davranıp gülümsüyorlardı ancak aslında olan daha başkaydı. Her iki adamın gözlerinde de saçma sapan bir rekabet vardı. Saygın Taner diğer misafirleriyle ilgilenmek üzere yanımızdan ayrıldığında içkileri sipariş ettik. Bade bebeğini, Asil’in evinde uzun yıllar çalıştıktan sonra yaşlandığı için ayrılan kadına bırakmıştı. Ufaklık ek gıdaya geçtiğinden nadiren emziriyordu. Buna rağmen kokteylini alkolsüz sipariş etti. Kalanlarımız ise sert birer viski aldık. İlk kadehlerde sorun yoktu ancak ikinci kadehlerden sonra Cengiz yerinde duramayıp oynamaya başladı. Locanın içinde oradan oraya kırdırdığı saniyelerde Kurt patronuna eğilip, “Abi,” derken başıyla Cengiz’in yenilenen üçüncü kadehini işaret etti. “Bu ikinci kadehten sonra sapıtıyor, biliyorsun. Alayım mı önünden?”

 

“Kalsın,” dedi Asil. “Bu gece idare ederiz.”

 

Locanın sol başında oturan Asil’in yanındaydım. Diğer yanımda Bade, onunkinde ise Kurt vardı. Sağ başta oturan Nevşin, ceketini çıkarıp beline bağlamakta olan Cengiz’e suratını buruşturarak baktı. “Kafayı buldukça bana salça olacak şimdi bu.”

 

“Sen de idare et, Nevşin. Alışık olmadığını söyleyemezsin.”

 

Nevşin bir şey söyleyemedi çünkü Asil haklıydı. Diğer taraftan artık Cengiz’in yılışık hareketlerinden çok da rahatsız olduğunu söyleyemezdim. Hatta Cengiz üçüncü kadehi başına dikip iyice kafayı bulduktan sonra Nevşin’e arkasından yaklaşıp onu aniden yanağından öpmüştü. Karşılığında Nevşin yalnızca onun adını söylemekle yetinmişti.

 

Bade, oynayan Cengiz’i el çırparak izlerken, “Sen de oynamak ister misin?” diye sordu Kurt. Ardından etrafa kaşlarını çatarak baktı. “Ya da burada oynama. Ben seni bizim mekana götürürüm, istersen orada oynarsın.”

 

“Tamam,” dedi Bade ikiletmeden. “Nasıl istersen.”

 

“Nasıl istersen mi?” diye tekrar ettim. “Kendi isteklerini önemse. Masanın altından gizlice elini tuttuğunu sanan ayıcığınkini değil.”

 

Bade telaşla elini çekti. “Yok abla. Elimiz yanlışlıkla birbirine şey etti.”

 

Bade inkar etmeye çalışsa da ilişkileri çoktan başlamıştı. Bu durumun Kurt için iyi bir haber olduğunu söyleyemezdim çünkü gözlerim her zamankinden daha fazla üzerinde olacaktı.

 

“En azından bu gece onları rahat bırak.” Asil’in ılık nefesi kulağıma sokuldu. “Kurt’a kefilim.”

 

“Buna gerek yok. Bade’ye zarar vereceğini düşünmüyorum,” diye konuştum yalnızca onun duyabileceği şekilde.

 

“O zaman?”

 

“Kurt güçlü bir mafya liderinin sağ kolu. Düşmanının az olduğunu söyleyebilir misin?”

 

Dudağının sol çukuru kıvrılırken, “Demek güçlü bir mafya lideri olduğumu düşünüyorsun?” diye takıldı. “Hakkımda başka neler düşünüyorsun?”

 

Bu kez beni köşeye sıkıştırmasına izin vermeyecektim. Aksine, elimde onu köşeye sıkıştıracak bir koz vardı. “Onu bunu bırak da… Sen Saygın Taner’e ne söyledin öyle?”

 

“Ne söylemişim?” diye sordu anlamazlıktan gelerek. “Hatırlatır mısın?”

 

“Asi… Ne demek istediğimi anladın.”

 

“Anladım.” Elini mızrak kolyesine götürüp iki parmağıyla oynamaya başladı. “Yine de hatırlatmanı istiyorum.”

 

“Benimle oyun oynama, zürafa.”

 

Hitabım onu gülümsetti ama bakışlarını insan kalabalığının üzerinde gezdirirken yüzünü buruşturdu. “Mekanın havalandırmasını zayıf, içerisi leş gibi kokuyor.”

 

“Sana söylüyorum!” diye çıkıştığımda sakin bakışlarını üzerime çevirdi. “Ne söyledin az önce?”

 

“Ne söylemişim?”

 

Sinirle iyice dibine girdim. “Neden ona evleneceğimizi söyledin!” diye bağırdığım an müziğin duraksayan noktasına denk geldi.

 

Şansımı sikeyim.

 

Müzik yeniden devam etmeye başladı ama kafamın içinde ölüm sessizliği vardı. O sessizlikte ise tüm bakışlar üzerimdeydi. Kurt, Nevşin, Bade ve oynarken kıvrak halde kalakalan Cengiz…

 

“Ben öyle bir şey söylemedim,” dedi Asil. “Yalnızca seni müstakbel karım olarak gördüğümü söyledim ki aslında müstakbel kelimesi de fazlaydı.” Kolunu belime dolayıp aniden beni kendine çektiğinde bedenlerimiz birbirine çarptı. “Ama illa evlenmek istiyorsan hayır, demem. Düğümüzün nerde olmasını istersin?”

 

Ona şimdiye kadarkinin misli bir öfkeyle karşılık verecekken Kurt’un, “Oooo!” diye bağırdığını duydum. Kadehini kutlama yapar gibi kaldırdı. “Düğün mü var!”

 

Tepki vermeme fırsat kalmadan Cengiz daha büyük bir sevinçle koşup geldi. “Ney! Allahım! Doğru mu duydu bu kulaklar!” Parlayan gözleri Asil ile aramda gidip geldi. “Düğün mü yapacayık!” Disko müziğinde kollarını açıp çiftetelli oynamaya başlarken başı zevkle dönüp durdu. “Epeydir de kurtlarımızı dökmemişti ha.”

 

Kaldırdığım yumruğumla birlikte, “Lan!” diye kükremiştim ki bu sefer de Bade boynuma atladı.

 

“Ay abla… Evleniyor musunuz ciddi ciddi? Hiç de söylemedin, aşkolsun.” Asil’e bakıp utangaçlıkla gülümsedi. “Ama ben anlamıştım Asil Beyin ciddi olduğunu.”

 

“Ciddiyim elbette.” Kendini başıyla onayladı. “Bizde aksi olmaz.”

 

“Helal be enişteme!”

 

“Bade! İçmeden kafayı mı buldun?” Bade’nin kollarını boynumdan ayırıp Cengiz’in salladığı göbeğine sağlam bir tane geçirdim. “Yok öyle bir şey. Kendinize kutlayacak başka bir şey bulun.”

 

Nevşin, bir bacağını diğerinin üstüne attı. Kadehini ağzının etrafında oyalarken, “Emin misin?” diye sordu. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler ama…”

 

Cengiz el çırptı. “Hay ağzını öpeyim Nevşin’im!”

 

“Kimin ağzını öpüyorsun lan sen!” Nevşin daha fazla kendini tutamayıp ayağa fırladı ve Cengiz’in üzerine yürüdü. Araya Kurt’un girmesiyle Cengiz’in dayak yemekten kurtulacağını düşündüm ama havada süzülen yumruk aksini söyledi. Cengiz, “Yapma Nevşin’im!” diye bağırdı ve inmek üzere olan yumruğu karşılamak için gözlerini sıkıca kapattı ama Kurt’un harika zamanlamasıyla yumruğu yiyen Cengiz değil ayıcık oldu.

 

Aldığı darbeyle dengesini kaybederek masaya, Bade’nin önüne düştüğünde Bade korkuyla çığlık attı. Kurt, serildiği yerden ters bir şekilde gördüğü Bade’ye baktı. Muhtemelen şu an başının üzerinde kuşlar uçuşuyordu. Bade iyice üzerine eğilerek, “İyi misin?” diye sordu endişeyle.

 

Kurt yumruk yediği gözünü tuttu, dişlerini sıktı. Başını kaldırıp Cengiz’e baktığında burnundan soluyordu. “Cengiz… Oğlum senin ben yedi ceddini…” Bade’yi yüzünden kelimeleri yuttu.

 

Bade’nin telefonu görüntülü olarak çaldığından heyecanla açtı. Ekrandaki Bade’yi emanet ettiği yaşlı kadın vardı. Bade, gürültünün onlara gitmemesi için sesi kıstıktan sonra görüntüde Duru’nun belirmesiyle telefonu Kurt’a çevirdi. Kurt’un o ana kadar ciddi duran yüzü ufaklığı görmesiyle gülerken ellerini iki kulağının yanına kaldırıp çocukça hareketler yapmaya başladı. Bade, kızını güldüren adamı izlerken ilk kez Kurt’a karşı bu kadar açık bir hayranlık beslediğini görüyordum. Altında hayranlıktan daha fazlası vardı. Bade onu seviyordu. Hayatında ilk kez bir adamı kendi isteğiyle, sevmek zorunda bırakılmadan seviyordu ve hiçbir bağım kan bağım ya da geçmişim olmayan bir kadın için mutlu olduğumu hissediyordum. Başka biri için mutlu olmak, Dünyanın en garip hislerinden biriydi.

 

“Kurt, gerçek bir adam,” dedi Asil, yalnızca ikimizin duyabileceği şekildi. Dostunu gururla izliyordu. “O benim kardeşim. Zaten gözü kapalı güvenirdim ama Bade karşısına çıktığından beri… Onu ve kızını karşılıksız sevip bağrına bastığından beri göğsüm kabarıyor.”

 

“Herkesin yapabileceği bir şey değil,” dedim onları izlemeye devam ederken. “İnsanlar kendi çocuklarını bile kabul edemiyor.”

 

“Doğru.” Elini elimin üzerinde hissettiğimde bakışlarımı ona çevirdim. “Ben de yapardım.”

 

“Ne?”

 

Sarıları gerçek bir samimiyetle yüzümde dolaşmaya başladığında kendini onaylamak için başını salladı. “Seni ararken nasıl bulacağımı bilmiyordum maviş. Evli olabilirdin, çocukların olabilirdi. Hiç düşünmek istemedim ama bu ihtimal de vardı.”

 

“Ne yapardın? Beni kocamdan mı ayırırdın?” diye sordum ona takılarak. “Bu kadar kötü kalpli misin gerçekten?”

 

Burukça gülümsedi. “Çocuklarını doğacak diğer çocuklarımızdan ayırmayacağımı söylemeye çalışıyorum ama başka bir heriften kocam, diye bahsetmezsen sevinirim.”

 

Kahkahama engel olamadım. Artık içimden geldiği gibi gülmekten çekinmiyordum. “Beni hayali bir adamdan kıskanacak kadar gözünü karartman inanılmaz. Korkma, hiç evlenmeyi düşünmedim. Veletlerden de hiç hoşlanmam.”

 

Kolu bu kez yavaşça belimi sararken, viski kokan ılık nefesini boynuma vererek konuştu. “Belki veletler senden hoşlanır.”

 

Kadehimden küçük bir yudum aldım. “Şansını zorluyorsun.”

 

Omzuma küçük bir öpücük bırakırken, dudakları bu kez şakağıma doğru yol aldı. “Her saniyesine değer.”

 

Nevşin’in ayağa fırlamasıyla tüm dikkatimiz o tarafa kaydı ve sebebini çok geçmeden anladık. Cengiz sülük gibi kadının bacaklarına yapışmış bırakmıyordu. Nevşin kurtulmaya çalışıyordu ama Cengiz de ufak tefek bir adam sayılmazdı.

 

“Cengiz!” diye bağırdı en sonunda. “Hemen benden uzaklaşmazsan ağzını kıracağım!”

 

“Kır Nevşin’im,” dedi sarhoş suratını onun diz kapaklarına bastırarak. “Önce yemek teklifimi kabul et, sonra neremi istersen oramı kır.”

 

“Ulan!” Yumruğunu havaya kaldırdı ama gözleri kapalı şekilde bacaklarında duran adama indiremedi. En sonunda Asil’e bakıp, “Poseidon,” dedi. “Alın şunu, elimde kalacak.”

 

Asil iki elini birden kaldırıp topu üzerinden atacağını gösterdi. “Özel meselelerinize ben karışamam ama kurtulmak istiyorsan teklifini kabul etmeni öneririm. Altı üstü bir yemek.”

“He ya Nevşini” diye onayladı Kurt. “Valla seninle baş başa bir kap yemek yemezse ölüp gidecek zavallı. Ben şahidim.”

 

“Hadi Nevşin abla be…” Bir destek de Bade’den geldi. “Yazık değil mi? Baksana, ne kadar istiyor.”

 

Nevşin başka şansı olmadığını anlayınca kendini yerine bıraktı. “Tamam başımın belası, tamam!”

 

Cengiz’in o ana kadar uyuyor gibi görünüyordu ama tamam,cevabını duyduğu anda, “Allah!” diyerek ayakladı ve o sevinçle daha fazla locaya sığamadı.

 

Gecenin kalanında Cengiz’in kendini piste atması, insanların etrafında halka oluşturarak yaptığı garip figürlere alkış tutması, artık içki verilmediği için gizlice Kurt’un içkisini içmesi ve bu yüzden Kurt’tan dayak yemesi ile tamamlanırken, son vuruş Cengiz’in artık yürüyemeyecek hale gelip Nevşin’in sırtında mekandan çıkması oldu.

 

“Adana’ya gidek mi…Kebabından yiyek mi…” Nevşin’in sırtında mekanın merdivenlerinden indirilirken dönmeyen diliyle söylemeye çalıştığı şarkı başının düşmesiyle her seferinde yarım kalıyordu. “Şalvarından giyek mi…”

 

“Cengiz!” dedi Nevşin sinirle. “Kes artık!”

 

Kurt korumalardan birine seslendi. “Açın oğlum arabanın kapısını. De haydi.” Mekanın önüne getirilen minibüsün sürgülü kapısını açıldığında Kurt, Nevşin’e söylendi. “Yav bacım, ben taşırım, dedim. Ne diye sırtlandın koskoca adamı?”

 

“Bana ne!” diye itiraz etti Cengiz. “Ben senin sırtına binmem, sen beni döversin. Hem Nevşin’imin sırtı iyi, yumuşacık.” Dudaklarını Nevşin’i öpmek üzere uzattı ama yetişemediği için öylece kaldı.

 

Kurt’un yardımıyla Cengiz’i indirip koltuklardan birine oturmasını sağladılar. Yerleştiği anda da sızıp kaldı. Nevşin sesli bir nefes verip, “Çok şükür!” dedi. “Elimde kalmak üzereydi.”

 

“Senin mi benim mi?” Kurt’un çalan telefonunu açtı. Kısa bir süre dinleyip, telefonu kapatmadan kulağından uzaklaştırdı. “Poseidon, Peri dışarı çıkmak istemiş ama bizimkiler izin vermemiş. Israr edince beni aradılar. Ne yapalım?”

 

“Ne mi yapalım?” Asil bileğini kaldırıp, işaret parmağıyla saatine dokundu. “Saatin farkında mıymış küçük hanım? Her nereye gidecekse yarın uygun bir saatte korumalarla gider.”

 

Kurt başını sallayıp Asil’in söylemini aynı şekilde karşı tarafa iletti ama çok geçmeden Asil’in telefonu çalmaya başladı. Arayan Peri’ydi, ikna etmeye çalışacaktı. Bade onların meşgul olmasından faydalanarak bana sokuldu, dudaklarında gizli bir gülümseme vardı.

 

“Ne oldu?”

 

“Ne olmadı ki?” Başıyla Asil’i gösterdi. “Abla bu adam sana yanık, demiştim ya… Durum sandığımdan daha vahim.”

 

“Ne demek istiyorsun?”

 

Hava ağzılarımızdan beyaz duman çıkaracak kadar soğuktu. Kollarını bağlayıp sallanmaya başlarken, telefonla konuşan Asil’i işaret etti. “Ben bir ara tuvalete gittim de çıkışta kalabalığın arasında seni kaybettim ya… İşte o ara bir şeye şahit oldum. Neydi mekanın sahibinin adı? Hah! Saygın… Asil Bey, Saygın Bey’i köşeye sıkıştırmış bir şeyler söylüyordu ama ifadesini görmen lazımdı abla… Çenesi kaskatı kesilmişti vallahi! Hani gece ıssız bir yerde çıksa korkup kaçarım, o derece…”

 

“Bade,” dedim sabırsızca. “Sadede gel.”

 

“Tamam abla ya… Sen de bir tadını çıkara çıkara anlattırmıyorsun. Bak şimdi… Onları öyle görünce beni bir merak aldı tabii… E gürültüden ne konuştuklarını da duyamadım.”

 

“Sen de bir yaklaşayım dedin, öyle mi?”

 

Bakışlarını kaçırdı. “E az buçuk öyle oldu ama söylediklerimi duyunca iyi ki yakınlaşmıssın diyeceksin.” Yerinde duramadı. “Abla… Meğer Saygın Bey bir köşede durmuş seni izliyormuş. Asil Bey de yakalamış. Hiç temas etmeden adamı resmen laflarıyla dövdü. Seni gösterip Saygın, denen o adama dedi ki; Onu görüyor musun? Her şeyiyle benim; tırnağından saç teline kadar… O yüzden ya hemen gözlerini üzerinden çekersin ya da ona bir daha bakmak istediğinde gözlerini yerinde bulamazsın.”

 

Garipti. Çok garipti çünkü hoşuma gitmişti. Beni bir başkasının yalnızca bakışlarından bile kıskanması ruhumda henüz keşfettiğim bir noktaya dokunmuştu. Dudaklarımı çatkapı bir gülümseme yoklarken, bakışlarımı ona uğrarken buldum. Telefonla konuşurken acelesizce kıpırdayan dudaklarını, sakallarını çekiştiren parmaklarımı ve bir bahar dalını andıran genç yüzünü süzdüm. Rüzgar utanmasa kokusunu burnuma kadar getirecekti. Asil… Fazla güzel bir adamdı.

 

Birkaç dakika sonra herkes araçlardaki yerini aldı, biz hariç. İkimiz için jipi getirilmişti. Binerken ve yola koyulduğumuzda gideceğimiz yer hakkında bir şey sormadım. Bade’nin söylediklerinde de bahsetmedim. Kendime saklamak istedim. Nedeni ipe sapa gelmez bencilliğimdi.

 

“Mahalleye gitmiyoruz.” Ters istikamete döndüğü anda fark edip söylemem onu gülümsetti. “O zaman?”

 

“Daha önce gittiğin bir yere gidiyoruz.”

 

Daha önce gittiğim ve muhtemelen şu anda hatırlamadığım bir yer olduğunu anladım. Birçok çocuk için beş yaşından öncesini hatırlamamak normal sayılabilirdi. Ancak çocukluğun ilk anıları zaman içinde onları hatırlayarak pekişirdi. Benim böyle bir şansım olmamıştı. Her ne yaşadıysam, tekrar hatırlama fırsatım olmadan zihnimden birer birer uğurlanmıştı. “Sormalı mıyım?”

 

“Beklemelisin. Tepkini izlemek istiyorum.”

 

Sokak lambalarının azalarak kaybolduğu yolculuğumuzun sonunda karanlığın ortasında bir ışıldak gibi yanıp sönen kulübe göründü. Yaklaştıkça bunun yalnızca bir kulübe olmadığını fark ettim. Daha fazlasıydı…

 

Kulübe ıssız bir lunaparkın ortasındaydı. Işıkların kaynağı her ne ise kulübenin arka tarafından geliyordu. Asil, arabayı kulübenin ön kısmında durdurduğunda indim ve giderek daha fazla hızlanan adımlarımı klübenin arkasına götürdüm. Belirsizlik içimde heyecan yaratırken, adımlarımı olduğu yerde kesen manzara bir atlı karıncaya aitti.

 

Terkedilmiş lunaparkın ortasındaki ışıl ışıl, rengarenk atlı karınca benim içindi. Çöldeki tek damla su gibi; beyaz tuvaldeki tek fırça darbesi gibi karşımda duruyordu. İçimdeki küçük kızın sevinç çığlıklarını duydum. Ben olduğum yere çakılı kalmıştım ama o eteklerini savurarak dans ediyordu.

 

“Küçük maviş için…” Yaklaştı ve nefesini saçlarımın arasında hissedebileceğim yakınlıkta durdu. “Benim Mavi’m için…”

 

Bakışlarım atlı karıncanın ayrıntılarında dolaştı. Her at soft bir rengi taşıyordu. Şeker pembesi, su yeşili, yavruağzı, açık mavi ve sarı atlar… Her biri özenle oyulup boyanmıştı. Altın rengi tutacakları ve bir dantele benzeyen krem rengi şapkasıyla kusursuz görünüyordu.

 

Gözümün önünde atlı karıncanın etrafında koşturan iki çocuk; kız küçücük, boyu kadar saçları var; erkek olan uzun, ince… Kız gülüyor, güldükçe dişsiz ağzı kocaman oluyor; erkek çok ciddi ve yine elini uzatsa ufaklığı yakalayacak kadar yakın ama uzatmıyor. Bilerek elinden kaçırıyor çünkü o kızı sonsuza kadar kovalayabilir…

 

“Sen delirmişsin.” Burnum yanmaya başlayınca alt dudağımı dişledim. “Kafayı yemişsin sen.”

 

Güçlü elleri omuzlarımı kavradı, sıktı. Çenesini başımın üzerinde hissettiğimde karşımızdaki çocukları birlikte izlediğimizi biliyordum. “Sebebi sensin.”

 

“Artık çocuk değiliz, atlı karıncaya binemeyiz.”

 

Güldüğünü duydum. “Emin misin?” Ne olduğunu anlamadan kendimi onun kollarında bulduğumda bizi atlı karıncaya götürdü. “Sen hala o küçük kız çocuğusun ve senin yanındayken on yaşımdan fazla değilim. Şimdi söyle, hangi renk ata binmek istersin?”

 

“Saçmalama Asil, tabii ki binmeyece-”

 

“Hangi renk?” diye sordu daha büyük bir kararlılıkla. “Yerine benim seçmemi ister misin?” Cevap vermeyince, “Peki,” dedi. “Adın olsun.” Beni dışarı bakan mavi atın üzerine bıraktığında kendisi de hemen yanımdaki kırmızı atın üzerine oturdu.

 

Atın üzerinde kocaman kalmıştı. Karşımdaki komik görüntü karşısında kendimi tutamayıp güldüm. “Şu an ne halde göründüğümüzün farkında mısın?”

 

Atlıkarıncanın şapkasını taşıyan ortadaki kalın mekanizmaya uzandı ve düğmeye bastığında önce müzik başladı. “Ne olmuş ki?” diye sordu hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi. “Otuza gelen adamlar atlı karıncaya binemez mi?”

 

“Otuz bir,” diye düzelttim. “Artık otuz bir yaşındasın ve evet, atın üzerinde o koca cüssenle çok komik görünüyorsun.”

 

Gözlerini benden ayırmadan başka bir düğmeye bastığında dönmeye başladık. Atların üzerinde yan, birbirimize bakacak şekilde oturuyorduk. Onun ayakları sağlam bir şekilde yere basarken, benim iki ayağım da havadaydı. Bu halimle en az onun kadar komik göründüğümün farkındaydım.

 

“Ama sen çok güzel görünüyorsun,” dedi beni yanıltarak. “Ve oraya o kadar yakıştın ki maviş, işte şimdi bu alet tam bir atlıkarınca oldu.”

 

Kendimi tutmadım, gülümsedim. “Henry Smith.”

 

“Hı?”

 

İşaret parmağımı yukarı kaldırdım birlikte dönmeye devam ederken… “Çalan şarkıyı diyorum. Henry Smith, Hola.”

 

“Sever misin?” Duraksadı, bir şey fark etmiş gibi kirpiklerini birkaç kez kırptı. “Ne sevdiğini bilmiyorum. Anlatsana biraz.”

 

Beni tanımak istiyordu. Dahası… Asil beni anlamak istiyordu. Ne sevip ne’den nefret ettiğimi bilmek, donuk görüntümün ardındaki kadını görmek istiyordu.

 

Ellerimize hiç kan bulaşmamış gibi benimle sohbet etmek istiyordu. Onca şeyi yaşayan biz değilmişiz gibi…

 

Gülümsedim. Bunu ben hak etmiyordum ama o… Fazlasıyla ediyordu.

 

Şimdi burada onunla normal şeylerden bahsedecektim. Tıpkı diğer normal insanlar gibi… “Klasik müzik severim. Zaten biliyorsun ama patlıcan da her gün yiyebilirim. Bir de… Köfte patates severim.” Birlikte güldük. “Siyahı sevdiğimi de biliyorsun. Bilmediğin bir şey söyleyeyim… Ben aslında maviyi de severim.” Üzerine oturduğum atın parlak cilalı yüzeyini okşadım. “En çok bu soft tonunu…”

 

Gözleri kısılırken bir şey hayal ettiğini anladım. “Seni hastanede ilk gördüğümde üzerinde açık mavi bir elbise vardı. Bir itiraf ister misin? O gün gözlerimi açıp seni gördüğümde önce korktum.”

 

“Korktun mu?”

 

Başı omzuna eğildi. Bakışları derin bir anlam eşliğinde yüzümde gezinirken, “Parlıyordun,” dedi. “O kadar güzeldin ki eğer maviş değilsen, senden etkilenmekten korktum.”

 

Göğsüm sakin bir nefesle şişti. “Asil…”

 

“Son dedim ki; bu kadar güzel bir kadın ondan başkası olamaz. Acaba öpsem neşteri saplar mı, diye de düşündüm. Şimdi anlıyorum, saplarmışsın…”

 

“Abartma…” dedim abartıyla. “Gören de katilim sanacak.”

 

“Hiç olur musun?” Güldük. Birlikte güldük, aynı anda ve aynı şeylere… “Sen karıncayı bile incitemezsin.”

 

“Kesinlikle. Şimdi sen söyle.” Sevdiği yemeği sormayı düşündüm ama hızla bu düşünceden vazgeçtim. “En sevdiğin film?”

 

“Titanic. Senin?”

 

“Kelebek etkisi.”

 

“Daha vahşi bir şey bekliyordum.” Aynı düğmeye birkez daha bastığında atlıkarınca hızlandı. Artık başımın döneceği kadar kadar hızlı dönüyorduk.

 

“En sevdiğin renk?”

 

Bakışları gözlerimde duraksadığında gülümsedi ve göz kırptı. “Duymamış sayıyorum.” Yavaşça yerinden kalktı. Bacağımı kavrayıp kendi için yer açtığında iki bacağımın arasına girdi. Kollarından biri belimi kavradığında, dönen başım bana bakışlarının dudaklarıma kaydığını gösterdi. “En ve tek sevdiğim renk,” diye fısıldadı nefesi dudaklarımı ısırırken. “Mavi. Benim için tek renk mavi.” Dudaklarını dudaklarıma bastırdığında ikimiz de hareket etmedik. Atlı karınca bizi kendi dünyamızın ekseninde döndürürken rüzgarı tenimde ve ruhumda hissettim. Onun yumuşak ve bir o kadar baskın olan dudaklarının beni sahiplenmesini ve ele geçirmesi hissettim. Dünyada kıştan başka bir mevsim olduğunu, siyahtan başka renkler olduğunu hissettim. Tüm bunlar onun sayesindeydi

 

Atlı karınca durduğunda küçük bir çit ve bahçe kapısı ile çevrelenen kulübeye geçtik. Kulübe; mutfağın, salonun ve bir evin ihtiyacı olan her şeyin tek bir odanın içine konumlandırıldığı minimal bir yapıydı. Orta alandaki soba, iki kişilik masa, ufak televizyon, sobanın yanındaki yer yatağı ve odanın dip köşesindeki banyo olarak tahmin ettiğim kabin dışında yalnızca kırmızı, eskitme bir halı vardı. Yer yatağına oturduğumda Asil tutuşturduğu çırayla sobayı yaktı.

 

Kısa sürede sıcaklık tüm kulübeyi sardığında yanan çıranın tanıdık kokusunu soludum. “Evlerimizde soba mı yanardı hep?”

 

Ceketini çıkarıp yanıma oturdu. Ceketimi elleriyle çıkarıp, beyaz ve yumuşak battaniyeyi üzerime çektiğinde, “Hep,” dedi. “Üzerine mandalina kabukları atardık.”

 

Başımı salladım. Sorulacak bir yığın soru vardı ama her birine sırt dönmek istiyordum.

 

“Bak burada ne var?” Sobanın arkasından bir poşet mandalina çıkarıp aramıza bıraktı. Bu kadar ince düşünmesinin benim mantığımda herhangi bir açıklması yoktu. Onu izlerken, poşetin içinden bir tane çıkardıktan sonra kabuklarını soydu ve bana uzattı. “Hadi güzelim.”

 

Benden ne istediğini biliyordum. İtiraz etmedim. Kabukları birer birer sobanın üzerine dizdim. Birbirimize sokulup, kabukların ağır ağır yanıp büzülüşünü bir filmi izlermiş gibi izledik. Kısa sürede içerisi o kadar sıcak oldu ki üzerimdeki tişörtü çıkarıp askılı atletimle kaldığımda Asil’in gözleri parladı.

 

“Ben en iyisi sobaya biraz daha çıra atayım.”

 

Kaşlarımdan birini kaldırdım. “Arsızlık yapma zürafa.”

 

Kollarımdan yakaladığında sırtımı göğsüne yaslamasını ve beni tamemen hareketsiz bırakmasını beklemiyordum ama izin verdim.“Ne yapıyorsun?”

 

“Bir şey denemeni istiyorum.”

 

“Gönüllü olduğumu söyleyemem.”

 

“Ne olduğunu bile bilmiyorsun,” dedi kulağıma doğru. “Şimdi uslu bir kız ol ve derin bir nefes alıp o güzel göğsünü şişir.”

 

Ne yaptığı hakkında herhangi bir fikrim yoktu ama dediğini yaptım.

 

“Tekrar et, bir.”

 

Göğsüm nefesle doluyken, “Bir,” dedim. Bir süre bekledik.

 

Parmaklarının kollarımdaki varlığı oldukça baskındı. O istemeden hareket edebilmemin oluru yoktu. “Kafasının içinde bir gökyüzü hayal et. Bulutsuz, dümdüz bir gökyüzü... Şimdi nefesini ver,” dediğinde yine onu dinledim. “İki.”

 

“İki.” Daha uzun bekledik. Bunu yaparken Dünya üzerindeki tüm ayrıntıların silindiğini, ikimizin dışında tek bir toz tanesinin bile kalmadığını hissediyordum. Bedenime sarılan uzuvları adeta tenim tarafından emiliyordu. Beden ısılarımız o kadar aynıydı ki temas halindeyken benim kolum nerede bitiyor, onunki nerede başlıyor, görmeden asla ayırt edemezdim.

 

Dudaklarını şakağım boyunda gezdirirken, “Yeni bir nefes ama daha yavaş.” diye fısıldadı itaat bekleyen sesi. “Şimdi o gökyüzünde geziniyorsun. Tüm evren ayaklarının altında, her şey senin kontrolün altında. Sorun yok. Üç.”

 

Daha kuvvetli bir nefesi yavaş yavaş ciğerlerime doldurdum. Kapalı gözlerimin ardında söylediği gibi gökyüzünde geziniyordum. Sorun yoktu çünkü her şey kontrolüm altındaydı. Tüm ipler parmaklarımın arasındaydı ve bu… Gevşemiş hissettiriyordu. Çok rahat, çok saydam… “Üç…”

 

“Bırak nefesini, hızlıca.”

 

Nefesi birden boşaltırken dudaklarım u şeklini aldı. Aynı anda ağzımın kenara sert ve anlık bir öpücük bıraktı. “Bravo ufaklık! Çok iyiydi.”

 

“Ne içindi?”

 

Kollarımdaki tutuşu gevşerken, elleri karnıma doğru uzandı. “Her öfkelendiğimde bunu yaparım. Aklıma gelen ilk eylemi bertaraf etmek için.”

 

“İşe yarıyor mu?”

 

“Çoğunlukla. Benim için dener misin?”

 

Omuz silktim. “Belki.”

 

“Bir şey daha isteyeceğim.”

 

Ona baktığımda bakışlarıyla atletimi gösterdi. “Yalnızca terlemeni istemiyorum. Bence onu da çıkarmalısın.”

 

Son yaptığı düzenbazlık aklıma geldiğinde gözlerimi devirdim. “Göğüslerimi mi görmek istiyorsun Asi? Çok beklersin.”

 

Kulağımın altına küçük bir öpücük bıraktı. “Sanki her detayını görmemişim gibi…” Elinin tersiyle atletimden taşan göğüslerime dokundu. Bakışlarındaki ateşin tiz yansımalarını görebiliyordum. “Sanki teninin her köşesini öpmemişim gibi…”

 

Devam etmedi. Etseydi sevişmemiz kaçınılmaz olacaktı ama etmedi. Şimdi ,istediği bu değildi. Aslında benim de istediğim daha başka bir şeydi. Beni göğsüne çektiğinde ve saçlarımı okşamaya başladığında şefkat, denen o duyguyu iliklerime kadar hissettim. İnsanların bu duygunun peşinden sürüklenmesini, muhtaçlığını anlamanın yanından geçiyordum. Aramızda olan şey katıksız bir tutku değildi, bunu da anlıyordum. Asil beni her anlamda tatmin etmek için yaratılmıştı.

 

Bir süre hiç konuşmadık. Sessizliğin dinlendirici melodisi kulaklarımızda dönüp dururken, sobadan taşan alevleri ve yanan mandalina kabuklarını izlemeyi sürdürdük. Göz kapaklarımın ağırlaşmaya başladığı noktada ise bana bir şeyler anlattığını duydum. Küçüklüğümüze dair; mahallemize, oynadığımız oyunlara, ailelerimize dair bazı küçük, üzeri toz tutmuş, iç titreten şeyler…

 

Uyku zihnimi ele geçirip artık onu duymadığımda bile hissettim.

 

Artık Derya Teyze ve Akif Amcanın beni ne kadar çok sevdiğini biliyordum.

 

Anneme kök söktürdüğümü, bir mahalle dolusu kızdan daha inatçı olduğumu, kırmızı pabuçlarımın başına neler geldiğini ve babamın beni Asil’den nasıl kıskandığını biliyordum.

 

Bildiğim bir şey daha vardı.

 

“...anlayacağın, ben sana beş yaşından beri aşığım, maviş. Doğduğun günden beri…”

 

🕯

 

Zamanın, ruhumu ensesinden yakaladığı karanlık bir labirentteydim. Önümü görmüyordum ama yolu biliyordum. Attığım her adımda geri döndürülemez ve iflas olmaz bir his göğüs kafesimi yoklayıp duruyordu. Bana, benim de bir kalbim olduğunu hatırlatıyordu.

 

Kulübenin küçük pencerelerinden içeri sızan güneş ışığına gözlerimi açtığımda yalnızdım. Doğruldum. Sobanın tazelenen ateşinde çay koyulmuş, ağır ağır kaynıyordu. Yanında küçük bir tüp, tüpün üzerinde pişmeyi bekleyen iki yumurta vardı. Masaya baktığımda oradaki hazırlığın da tamamlanmış olduğunu gördüm. Uykum bu kadar hafifken beni uyandırmadan nasıl bu kadar şeyi hazırlamayı başarmıştı? Onunlayken mutlak suretle kendime şaşırmanın bir yolunu buluyordum.

 

Ayaklandığım sırada uyurken rahat edebilmem için çıkardığı pantolunumu ve ceketimi giydim. Terlemiştim. Temiz hava alıp ayılmak için kapıyı açtığımda Asil’in atlı karıncanın yanında telefonla konuşuyor olduğunu gördüm. Onu duyamıyordum ama her kimle konuşuyorsa keyfi yerinde değildi. Sıkıntılı bir görüşme yaptığını bile söyleyebilirdim. Yanına gitmek üzere hareketlendiğimde bir zarfın görüşüme takılmasıyla duraksadım. Eğilip zarfı aldığımda içindeki beklediğim gibi kağıt değil, bir compact dickti. Muhtemelen Asil’e gelmişti ama neden buradaydı? Cevabı almak için Asil’e yaklaştığımda dudaklarından taşan isimle birkez daha duraksadım.

 

“Yaprak, vaktim yok.” Yanlış olması, arkasının dönük olmasından istifade ederek biraz daha yaklamama engel olmadı. “Bir çözüm bulmalısın. Geçerli ve kalıcı bir çözüm.”

 

Bir çözüm istiyordu. Ne için? Fısıldıyordu ama güçlü sesi her kelimesini net bir şekilde algılamamı sağlıyordu.

 

“Ne söylediysen uyguladım,” dedi. “Nasıl mı? Sakin. Hep sakin ama sorunumuz bu değil mi? Eminim o herifi öldürürken de sakindi.” Dinledi, uzun bir süre dinledi. “Evet, ona görünmez bir yaptırım uyguladım.” Duraksadı ve, “Kendi yöntemimle,” diye devam etti. “Nefes egzersizlerinde de başarılıydı ama bir sonraki sefer herhangi birini gözünü kırpmadan öldürmeyeceğini söyleyemiyorum. Anlıyor musun, Yaprak? Bana bunun çözümünü bul.”

 

Öfkenin amansız bir hastalık gibi tüm bedenimi sardığını hissettim. Dişlerimi sıktığımda, gıcırdayan ses beynimin tüm köşelerinde yankılanırken daha fazla yerimde kalamadım. Bir tekmeyle açtığım bahçe kapısı bizi karşı karşıya getirdiğinde kurduğu son cümleyi yarım bırakarak telefonu kulağından indirdi. Bir süre bana baktı ama bu uzun sürmedi. Seri adımlarla yaklaştı ve içeri geçip masanın gerisinde durdu. “Kapıyı kapatıp yanıma gel, anlatacağım.”

 

Geri döndüm. Hızla üzerine yürürken ikinci tekmeyi yemek masasına savurduğumda siktiğimin zarfı elimden kayıp bir köşeye savruldu ama neresi olduğu tam da şu anda umrumda değildi.

 

Masa gürültüyle yere devrilirken, o tüm sakinliğiyle yerinde kaldı. “Sakin ol.”

 

Karşısında durduğumda kalkan parmağım aramızda salladı. “İkimiz de içindeyken bu kulübeyi havaya uçururum.” Öfke doluydum. Bunu yapmış olmasına inanamıyordum. Açıkça Yaprak ile bir olup üzerimde bir hakimiyet kurmaya çalışmışlardır ve bunu öğrenmek ruhumdan ateş pürkürtüyordu.

 

“Maviş.” Başını eğmedi, kirpiklerinin altından bana bakmaya devam etti. “Sana sakin kalmanı söyledim.”

 

“Sakin mi olmamı istiyorsun?” Ağır ağır başımı salladım. “Demek sakin olmamı istiyorsun?” Adımlarım geriye doğru yürümeye başladı. Hedefime ulaştığımda bir tekme de televizyona geçirerek camını çatlattım ve tıpkı masa gibi yere devrilmesini sağladım. Öfkeli bir boğaydım ve çevremdeki her şey fazla kırmızıydı. Dünya üzerinde ne varsa yakıp yıkmak istiyordum. Canlı, cansız ne varsa… Ben tüm bunları yaparken o yalnızca durup beni izliyordu ve en katlanılamaz olanı da buydu. Dişlerimi sıkıp çeneme iflah olmaz bir acı bırakırken soluğu yanında aldım. Çenesine sağlam bir yumruk attığımda bile tepki vermedi. “Senin yapacağın işi de o Yaprak denen ucubeyi de sikerim! Duydun mu beni!”

 

Parmaklarını çenesine götürdü, sıvazladı. “Kızın bir suçu yok. Yardım isteyen bendim.”

 

“Böyle mi dize getireceksin beni?” diye sordum iğrenerek. Onu duymuyordum bile… “Bu psikolojik saçmalıklarla mı?”

 

“Seni hiç dize getirmeye çalışmadım.”

 

“O zaman?” Bir adım daha yaklaşıp başımı yüzüne kaldırdım. “Ne sanıyorsun? Karşındaki tutarsız, acımasız, içindeki canavarı kanla besleyen katilin yerini sana istediğin kadar çocuk doğuracak uysal bir kadının alacağını mı?” Yüzümde gezinen bakışlarındaki ifade hayal kırıklığı mıydı? Onu hayal kırıklığına mı uğratıyordum? Dün geceye kadar dizine yatırıp saçlarını okşadığı kadının ağzından salyalarını akıtarak sövmesini beklemiyor muydu? Lanet olsun.

 

Kendime acımıyordum ama ben tüm Dünya için koca bir hayal kırıklığıydım.

 

Aramızdaki sessizliği ayaklarımın altında çiğneyerek ona sırtımı döndüm. Kapıya yürürken göğsümde dev bir ağırlık vardı. Sanırım tek hayal kırıklığına uğrayan o değildi. Aramızdakileri bir başkasıyla paylaşması, varlığını ancak fark ettiğim duygularımı yaralamıştı.

 

“Özür dilerim.”

 

Durdum. Kapıya uzanmak üzere olan elim durdu. Yüzünü görmüyordum ama şimdi nasıl baktığını zihnim hayal edebiliyordu.

 

“Dünyanın en uysal kadını olsaydın bile bana itaat etmeni beklemezdim. Yine önünde diz çökerdim.” Yaklaşan adımlarının seslerini duydum. “Noyan Korkutel olduğumdan beri tek bir şeyden korktum,” dedi yavaşça. İki adım daha atıp önüme geçtiğinde bakışlarımız yeniden bir aradaydı. “Öfkenden korktum, maviş. O öfkenin bir gün dönüp seni vurmasından korktum. Dizginlemenin bir yolunu bulmalıydım.”

 

Yakıp yıkmaya, öfkemi kusmaya devam etmek istiyordum ama o bana böyle duygulu bakarken dudaklarım mühürlenmiş gibiydi.

 

“Seni bilerek nasıl üzerim?” Başını aşağı eğdi, ellerime. Burukça gülümserken, ellerimi tuttu. “Özür dilerim.”

 

Kaşlarımın çatılmasına engel olamadım. Benden özür diliyordu. Bunu çekinmeden, zerre tereddüt etmeden yapıyordu. Ya ben? Uğradığım hezimet karşısında o özrü kabul edecek miydi? Sorun şu ki etmek istiyordum. Özür dilemeyi bilmeyen, boktan bir insan olduğum halde istiyordum.

 

Çalan telefonunun sesi aramızdaki sessizliğe uğradığında ellerimi ellerinin arasından kurtardım. Telefonunu çıkardığından aramayı kapatacağından neredeyse emindim ancak ekranda yazan ismi gördüğünde bundan vazgeçti. Peri, onun için sonraya bırakamayacağı kadar kıymetliydi.

 

“İzninle.” Telefonu açıp doğrudan, “Peri,” dedi. “Seni sonra arayayım güze-.” Bir anda durdu. Peri her ne söylediyse karşımda kaskatı kesildi. Gözlerindeki duygunun tamamen değiştiğini, karanlık ve ve tehlikeyi kucakladığını gördüm. Konuşabildiği ilk an, “Senin,” dedi. “Soyunu sopunu sikerim.Eğer kardeşimin kılına dokunursan seni bu cihana parça parça gömerim.”

 

Bir çığlık sesi. O kadar can havliyle ve korkuyla atılmış bir çığlıktı ki telefon onun kulağında olmasına rağmen duymuştum. Kime ait olduğunu bilmek ise ikimizin de göğüs kafesine pimi çekilmiş birer bomba bırakmıştı.

 

“Hoparlörü aç,” dedim ama beni duymadı. Telefonu gerilmiş parmaklarının arasından çekip aldığımda hoparlörü kendim açtım. Duyduğum ilk şey Peri’nin hıçkırıklarıydı. İkincisi ise Bay Frank’ın acı çeken gülüşü…

 

“Anlaşılan Burgonya Kızı sesimi özlemiş.”

 

İntikam istediğini biliyorduk. İkimizden birinin canını alana kadar durmayacağını, kuduz bir köpek gibi saldıracağını biliyorduk. Hesaba katmadığımız cani ellerinin Peri’ye kadar uzanacağıydı. Yutkundum. Ne küfür ne de başka bir şey çıkmadı ağzımdan. İstediği açıktı. “Kıza dokunma,” dedim kaskatı bir sesle. “Derdin onunla değil.”

 

“Derdim? Sizin derdiniz kardeşim Gabriel’mıydı?”

 

“Kardeşin sonunu kendi yazdı. Bunu sen de biliyorsun, Frank. O kız suçsuz.”

 

“Kim?” diye sordu alayla. “Bayan Peri mi?”

 

“Kardeşimin adını o siktiğim ağzına alma!” Asil’in öfkeli sesi duvarlarda yankılanırken yumruklarıyla birlikte arkasını döndü. Başını önüne eğip, derin nefesler alarak kendini zapt etmeye çalıştı ama başarılı olması söz konusu değildi.

 

Bay Frank yeni bir kahkaha attı ancak acının kokusunu hala alabiliyordum. Ona derin bir hasar vermiştik. Aslında bunu yapan yalnızca bendim. Asil, beni korumak istemesinin bedelini ödüyordu. Başımı kaldırıp gerilen sırtına baktım. Taş kesilmişti. Belki de hayatında ilk kez ne yapacağını bilmiyordu. Onu birçok şekilde görmüştüm; gülerken, flört ederken, acı çekerken, öfkenin içinden geçerken… Hatta ölmek üzereyken… Ancak kuşkusuz, onu çaresiz görmek ruhuma büyük bir acı bahşetmişti.

 

“Beni alırsan,” dediğimde nefes almayı bıraktı Asil. “Kızı bırakacak mısın?”

 

🕯

 

Bölüm : 15.03.2025 14:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...