Çok içime sinerek yazdığım bir bölüm oldu. Sizler de oy ve yorumlarınızı bırakırsanız çok sevinirim.
Keyifle okuyun.
🕯
Gecenin sabaha aktığı saatlerdi. Güneş, kızıl ışığını pencereden içeri boca ederken genç kadın uykulu gözlerini ovarak merdivenlerden iniyordu. Bebeğinin ağlamasıyla uyandığında onu emzirmişti ancak son zamanlarda sütü yetmiyordu. Onu kaybettiğini sandığı zamanlarda çektiği acı ve sıkıntı sütünün azalmasına sebep olmuştu. Küçük kızın ağzına emziğini verip mama yapmak üzere mutfağa giderken, kısa süre sonra yeniden ağlamaya başlayacağını bildiğinden acele etmişti. Askılı gecelik elbisesinin sabahlığını giymeyi unutması da bu yüzdendi.
"Umarım maman hazır olana kadar ortalığı inletmezsin, Duru kız." dedi kendine kendine. Mutfağa ulaşır ulaşmaz biberona yeterli ölçüde toz mama ilave etti. Önceden kaynatıp kenara ayırdığı suyu bir miktar ısıttıktan sonra mamayı hazırdı. "Yetiştim anneciğim. Şimdi o obur göbüşünü doyuracağız."
Mutfaktan çıkmak üzereyken çalan telefonuyla duraksadı. Araya numara yabancıydı. Açıp açmamak konusundan kararsız kaldı ama arayanın Mavi ya da Kurt olabileceğini düşündüğünden açtı.
"Alo." Ses gelmeyince, "Kimseniz?" diye sordu. Karşı tarafın gürültülü nefes alışverişlerini duyabiliyordu. Tedirgin oldu. "Konuşmayacaksanız kapata-"
"Benim." dedi içine derin bir korku salan tanıdık ses. "Özledin mi kocanı, Bade?"
Sadece birkaç saniye içinde dolan gözlerini tekrar kırpamadı. Cam biberon elinden kayıp gittiğinde ayaklarının dibinde paramparça oldu.
"Hayırdır," dedi telefonun diğer ucundaki ses. "Dilinimi yuttun?"
Derin bir nefes almaya çalıştı. Telefonu kulağında tutan eli orada donup kalmıştı sanki. "N-ne istiyorsun?"
"Sesine korku var." dedi adam. "Hep vardı. Ne o? İyi koruyamıyor mu seni o mafya kılıklı sevgilin? Ama onun da sırası gelecek... İki bacağımı birden kırmanın cezasını ağır ödeteceğim o ite."
"Adem." Sesini güçlü tutmaya çalıştı. "Ne istiyorsun!"
Adem'in güldüğünü duydu. O gülüşü biliyordu. Ne zaman öyle gülse, sonunda Bade'nin canı yanardı. "Kızımı," dedi keyifle. "Artık eminim. Dna testi sonucu bu sabah elime ulaştı. Onu istiyorum."
Bade sonunda gözünü kırpabildiğinde birkaç damla yaş yanağına döküldü ama içindeki güç de beraberinde açığa çıktı. "Sen ne dediğini farkında mısın! Kızımı bir daha asla vermem sana, asla!"
"Ooo...Bade Hanımın sesi de mi çıkıyormuş? Lan, sevgilinden mi alıyorsun bu cesareti? Bekle... Bekle ikinizi de nasıl bitiriyorum, gör. Ama önce kızımı alacağım. Senin gibi bir kadı-"
"Kes sesini!" diye haykırdı Bade gözlerinden daha fazla yaş dökülürken. "Asla vermem kızımı sana! Sakın Adem, sakın ne bana ne de kızıma yaklaşmaya kalkma." Telefon kapandı ama Bade boğazı patlayana kadar bağırmaya devam etti. "Seni öldürürüm! Bunca zaman bana yaptıklarını yanına kar kaldı ama eğer bir daha kızıma dokunursan yemin ederim seni kendi ellerimle öldürürüm!"
Karşısındaki kapı tek omuzla kırılmanın gürültüsüyle açıldığında korkmadı ama karşısındaki adamın yüzündeki telaşı gördüğünde dizlerinin titrediğini hissetti.
Gözyaşlarıyla yıkanmış dudakları, "Kurt..." dediğinde bedeni devrilmeye meyletti.
Adam koştu, kadının ince bedenini yakalayıp kucakladı. Onu salona taşırken kendi dizleri de titriyordu. Oysa eve gelirken heyecanlıydı. Kendisine verilen görevi Cengiz'e devredip, Bade'yi daha fazla görecek olmanın keyfi vardı üzerinde. Ancak eve yaklaştığında ve Bade'nin haykırışlarını duyduğunda eli ayağına öyle dolanmıştı ki cebindeki anahtarı dahi bulamayıp kapıyı kırmak zorunda kalmıştı.
"Bade." Bade'yi koltuğa bırakıp kendisi de oturdu ama sevdiği kadın yanıbaşında omuzları sarsılarak ağlarken elinden hiçbir şey gelmemesi içine dokunmuştu. "Bade," dedi birkez daha ama birkez daha dayanamadı. Genç kadını belinden ve ensesinden kavrayıp göğsüne bastırdığında Bade nefesini tuttu. Bir bıçakla kesilmiş gibi kesildi hıçkırıkları. Bir süre anın gerçekliğine alışmaya çalışırken, yalnızca içini çekmekle yetindi. "Ne oldu bilmiyorum ama," dedi Kurt. "Her ne olduysa kazır atarım, senin canının yanmasına izin vermem."
Kurt'un sözleri içindeki karanlığa ışık tuttuğunda Bade gözlerini kapattı. "Kızımı alacakmış," dedi acıyla. "Yine kızımı alacakmış."
"Onun ben anasını avradını..." Gerisini getirmedi Kurt. Gönül işlerinden pek anlamazdı ama kollarının arasındaki kadına öfkesiyle iyi gelemeyeceğini anlamıştı. "Kırdığım iki bacağından sonra daha kalkıp çişe gidemiyordur. Nasıl alacakmış kızımızı bizden?"
Bade'nin gözleri hızla açıldı. Doğru mu duymuştu? Başını kaldırıp, genç adamın koyu kahve gözlerine baktığında orada yumuşacık bir ifade gördü. Oysa her zaman kaya gibi sert bakardı. "Ne? Ne dedin sen?"
Kurt yanaklarının ısındığını hissetti. Utanıyordu ve buna hayret ediyordu. "Şey." Bakışlarını kaçırdı. Elleri hala kadının bedenindeydi. Elleri de ısınmıştı. "Kızımızı, diyorum. Vermem kimseye."
Bade, içindeki acı ve korkuya rağmen gülümsedi. Gülümsedikçe o iki duygu da usulca göğsünü terk edip gitti. En başından beri Kurt'un bakışlarından biliyordu bir şeyleri... Yalnızca anlayamamıştı. Ama şimdi... "Kurt," Kaldırdığı avuçlarını esmer, sakallı yüzüne koyduğunda adam gözlerini kapattı. Bade bakışlarını ilk kez o yakınlıktan gördüğü kemikli yüzde dolaştırdı. Kalın ve kavisli kaşları, keskin çene hattı, yüzüne uyum sağlayan hafif kemerli burnunun ona ne çok yakıştığını düşündü. Ve dudakları... Orta kalınlıkta belirgin çerçeveli dudakları vardı. Kurt gözlerini açtığında Bade yanmış gibi ellerini yüzünden çekti ancak bakışlarını olduğu yerden almakta gecikmişti. O kadar utandı ki kirpikleri kırpıştırırken buldu kendini.
"Şey... Ben..." Cümlesini tamamlayamamış olmasının nedeni Kurt'un dudaklarına kapanan dudaklarıydı. Kalbi o saniyeden itibaren göğüs kafesini zorlamaya başladığında genç adamın dudakları hiç kıpırdamadan dudaklarının üzerinde duruyordu. Baskındı, fazlasıyla hissedilirdi ama kendisini ölesiye zorlasa da asla hareket etmiyordu.
Bade'nin gözleri, aldığı öpücüğün sıcaklığıyla kapandığında ellerinin yeniden onun yüzünü bulmasına izin verdi. Onu ilk gördüğü andan beri bir şeyler olacağını biliyordu. Ne olacağı hakkında bir fikri hiç olmamıştı ama bazı zamanlar, bilhassa Kurt'un bakışlarını üzerinde hissettiğinde ve yakalanmanın getirdiği suçlulukla o bakışları kaçırdığında zihninde bir şarkı çaldığını hissediyordu
Şimdi ise genç adamın dudakları dudaklarındayken, şarkının nakaratını dinliyordu. İlk kez tanıştığı o duygunun kalbini ele geçirmesine izin vermek istiyordu. Çünkü hayatında ilk kez karşısında ne istediğini önemseyen bir adam vardı. Dudakları bile devam etmek için kendisinden gelecek küçücük bir hamleyi bekliyordu. Bade buna inanamıyordu! Utançtan ölebilirdi ama adama yapabileceği en iyi şekilde karşılık vermek istedi. Dudaklarını hafifçe kıpırdatarak o karşılığı verdiğinde Kurt onu nazikçe kollarında kavradı. Onun gibi bir adam için nazik olmak da zordu ama konu Bade ise her şey olabilirdi. Aldığı karşılıkla öpüşünü derinleştirdiğinde kalbinin göğüs kafesini yarıp dışarı çıkmak için savaştığına yemin edebilirdi. O, uzun ilişki deneyimi olan bir adam değildi. Hiçbir kadına umut vermemişti; peşinden koşmamış, güzel bir söz söylememişti. Reddetmek dışında hiçbir kadının kalbini de kırmamıştı. Kurt, otuzlu yaşlarının başlarındaydı ve en az otuz yıldır aşka inanmıyordu
Ta ki Bade'yi ilk kez o hastane koridorunda görene dek...
O an bir şey olmuştu. Kalbine ipe sapa gelmeyecek bir sancı girmiş, alacağı nefes göğüs kafesinde donup kalmıştı. Dünyanın tüm ayrıntıları silikleşmişti, geriye yalnızca kucağında yeni doğmuş bebeğiyle çaresizce bekleyen kadının yeşil gözleri kalmıştı.
"Bade." Kadının yüzünü büyük avuçlarının arasına sığdırıp, dudaklarını yavaşça ayırdı dudaklarından. "Bade'm." Pürüzlü sesinde gülümseme vardı. "Güzel gözlüm, bin canım olsa binini de yoluna siper ederim." Dudaklarını kadının alnına bastırdı ve bu, onun için bir yemindi. "Korkma bundan sonra."
*
Sessizlik.
Duyulan iki şey vardı; ilki farklı ritimlerdeki nefes alışverişleri, diğeri ise çatalın tabağa sürtünmesi sonucunda ortaya çıkan o sevimsiz sesti. Ancak kulakları asıl tırmalayan, gerginliğin sessiz tınısıydı.
Masanın uzun köşesinden oturan Peri, karşısındaki Ümit'e kaçamak bakışlar atıyordu ama iki dakika önce ağabeyinin sert bakışlarına maruz kalması sonucu onu da yapamaz olmuştu. Zavallı Ümit çatalını tabağındaki havuç taratorda gezidrip duruyordu ama daha bir lokma bile alamamıştı. Şu an burada olmak yerine boş bir mezarda olmayı tercih edebileceğinden neredeyse emindim. Ellerinde tabaklarla mutfaktan çıkan Bade'nin arkasından ekmek sepetini getiren Kurt, Ümit'in yanındaki yerini aldığında Bade de Peri'nin yanına geçti.
Masadaki en keyifli kişi geldiğinden beri yüzünde aptal bir gülümseme olan Kurt'tu. Çatalını ele geçirdiği gibi tabağına bir parça biftek aldı ve büyük bir parçayı ağzına attı. Bade ortamdaki gerginliğin farkındaydı ama ayıcık tam anlamıyla içmeden sarhoş olmuş gibiydi.
"Neden kimse yemiyor? Siz acıkmadınız mı?"
"Şey..." Peri çekinerek bir et tabağına uzandı ve servis maşasıyla bir parça eti alıp, "İsteyen var mı?" diye sordu. Aslında Ümit'in tabağına koymak istiyordu ama korkusundan cesaret edemiyordu.
"İsteyen alır," dedi Asil. "Görüyorum ki herkesin eli kolu var." Arkasına yaslanıp sarılarını üzerime dikmesinin sebebi, teklifine cevap vermemiş olmamdı. "Değil mi, hayatım?"
Hitabına karşılık dudaklarıma sahte bir gülümseme kondurdum. "Muhakkak." Peri'ye baktığımda sahiden gülümsüyordum. "Ama madem başladın, servis yapabilirsin. Hatta önce misafirimizden başla."
"He ya!" diye onayladı kendince Kurt. "Yesene koç, kürdan gibi kalmışsın. Erkek adam dediğin iri olur." Ağzı hala doluyken yanındaki Ümit'in sırtına vurmasıyla çocuk kelimenin tam anlamıyla savruldu."Bak ağabeyine," dedi göğüsünü öne çıkararak. "Nasıl yapılı, görüyor musun?"
Ümit kendini toplarken "Evet efendim, maşallahınız var," dedi. "... ama ben dansçıyım. Ölçülü beslenmem gerekiyor."
"Ney!" Kurt kaşlarını çatarak sağırmış gibi kulağını Ümit'in ağzına kadar soktu. "Neycisin, neycisin?"
"Dans, dans ediyorum."
"Onu anladık da ne dansı?" diye sordu ayıcık. Sonra birden "HAAAA!" diye girdi. "Harmandalı, kafkas gibi diyon."
Ümit geldiğinden beri ilk kez gülümsedi. "Salsa yapıyorum."
"Salça mı yapıyorsun? O nasıl bir dans la? İlk defa duydum." Telefonunu çıkarıp bir yere girdikten sonra masada dansın müziği duyuldu ve izledikçe Kurt'un önce gözleri açıldı sonra da dudakları aralandı. "Bu ney lan? Erkek adam böyle kıvırır mı?"
"Kurt Abi!" diye araya girdi Peri. "Şimdi o danslar moda."
Kurt telefonu Asil'e çevirdi. "Poseidon bak hele. Sen ne diyon bu işe?"
Asil bir süre ifadesizce dansı izledi. Ardından doğrudan kardeşine baktı. "Bu dansı birlikte etmiyorsunuz, değil mi?"
"Yok ağabey... Ben dans etmeyi sevmem zaten." Yalandı.
"Kesinlikle sevmez," diye onayladı Ümit. "Çok yeteneksiz zaten, istese de edemez."
Asil'in gazabından kurtulmak için kırdığı potun Peri'yi gücendirdiğini fark ettiğinde, "Öyle demek istemedim," dedi ama Asil'e yeniden baktığında gerisini getiremedi.
"Lan oğlum, bırak bu entel dantel işleri. Suyu mu çıktı harmandalının, çiftetellinin. Bak... Ayıptır söylemesi ben bir güzel çiftetelli oynarım, sorma... Gel seni bir çiftetelli kursuna yazdıralım. Karşılıklı oynarız, ha?"
Ümit cevap veremedi. Peri yardım dilenen bakışlarını üzerime çevirdi.
"Kurt'cuğum." Parmaklarımın arasına yerleştirdiğim çatalımı Kurt'un mesajı alabileceği şekilde sıkı kavradım. "Seni yemeğe beklemiyorduk. İşin gücün yok muydu? Sürpriz yumurtadan çıkar gibi çıktın."
"Yok valla," dedi aynı keyifle. "Söylemesi ayıptır bugünlerde bir kırıklık var üzerimde. Ondan sebep tüm işleri Cengo'nun üzerine yıktım."
Başımı tehditkar bir ifadeyle sallarken, "Geçmiş olsun," dedim dişlerimin arasından. "Dikkat et kendine, bu ara salgın varmış. Bir sabah uyanıyormuşsun, bir bakmışsın gözün mor. Başka bir sabah uyanıyormuşsun, bu sefer de gö-"
Bade'nin öksürmesiyle kaliteli küfürümü bir süre için rafa kaldırdım. Ümit, Peri'nin tabağına bıraktığı eti keserken, Asil'in hiçbir şey yapmadan onu izlediğini fark ettim. Çocuğa resmen avına bakan bir kurt gibi bakıyordu.
Baş belasısın zürafa!
Ümit lokmasını ağzına götürdüğü sırada, "Et yerken dikkat etmek gerek," dedi Asil. "Boğulma ihtimali çok yüksekmiş."
Ümit'in bakışları ağzının dibinde duraksayan çatal ve Asil arasında gidip geldi. Yemedi, yiyemedi. "Ö-öyle miymiş efendim."
Kurt kahkaha attı. "Efendim mi? Efendiler götürsün seni. Bu ne kibarlık oğlum?"
"Asil!" Ayarlayamadığım tonlamam yüzünden tüm gözler üzerime çevridliğinde bir kez daha gülümsemek zorunda kaldım. "Tuzu uzatır mısın, eti tuzlayacağım." Etimi yavaş yavaş keserken, Ümit'e göz kırptım. "Bence her şeye rağmen yemeye değer."
Tuzluğu aldı, yavaşça yerinde kalkıp bana uzatırken, "Haklı olabilirsin," dedi. "Tehlikeler isteklerimizden vazgeçmemize sebep olmamalı."
İsteği çiçekli elbise giymemdi ve Dünya üzerinden daha imkansız pek az şey vardı.
Kolumu uzattığımda ellerimiz tuzluğun etrafında buluştu. Yalnızca birbirimize bakıyorduk. "Ama istekler de tehlikeye değmeli."
"Fazlasıyla değiyorsa?"
"Yanılıyor olma ihtimalin çok yüksek."
Kurt şaşkınca baktı. "Etten mi bahsediyoruz şu an?"
Büyük bir parçayı ağzıma attım ve henüz yutmadan, "Başka neyden bahsedeceğiz?" diye çıkıştım. "Ayrıca sen neden geldiğinden beri pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun?"
Kurt, "Şeyden..." diye lafa girerken Bade tabaklardan birini kapıp, "Kuru cacık isteyen var mı?" diye sordu.
Asil, gözlerini benimkilerden ayırmadan başını Ümit'e çevirdiğinde Peri'nin gözlerindeki korku büyüdü. "Ümit, hiç bilek güreşi yaptın mı?"
Ümit gülümseye çalışarak, "Hayır efendim," dedi. "Hiç yapmadım. Neden sordunuz?"
Asil'in dudakların sol çukuru kıvrıldı. "Her şeyin bir ilki vardır, değil mi? Yemekten sonra alırım ifadeni."
Ümit yutkundu. Peri, "Ağabey!" diye sızlanırken Bade birkez daha ortadaki tabaklardan birini kapıp," Patlıcan!" dedi can havliyle. "Patlıcan isteyen var mı?"
Asil başı omzuna eğildi. "Mavişe koy, o sever patlıcan."
Bade önce bana ardından da diğerlerine servis yapmaya başladığında Asil iştahla yemeğe başladı. Şu an masadaki en iştahlı kişi oydu. Gözlerine bakarken, yalnızca dudaklarımı oynatarak "Yapma," dedim. Ümit'in onun gibi güçlü bir adamla yarışabilmesinin imkanı yoktu. Tek hamlede kırıp atardı çocuğun bileğini ki ağlamak üzere olan Peri de bunu biliyordu.
Peri... Ona bir söz vermiştim. Bu çocuğun bugün buradan iki ayağının üzerinde çıkması şarttı.
Hiç dokunmadığım şarap kadehimi aldım ve son damlasına kadar içtikten sonra masaya bıraktım. "Tamam," dediğimde yine tüm gözleri üzerime çevrildi. "Giyeceğim."
"Anlamadım," dedi Bade. "Ne giyeceksin abla?"
Kurt güldü. "Hıg hıg hıg, şarap çarptı zaar."
"İyi misin?" diye sordu Peri.
Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Anlayan tek kişi ise çekici ve zafer dolu bir gülümse eşliğinde şarabını yudumluyordu.
Gecenin sonunda Ümit burnu bile kanamadan evden çıktığında Peri birleştirdiği avuçlarını çenesinin altına koyarak bana sessiz teşekkürlerini iletti. Asil bir adamını onları evlerine bırakmaları için görevlendirirken, "Ayrı evlere," diye belirtmeyi unutmadı. Gidişlerinin ardından Bade masayı toplamaya başladığında eli silahlı mafya yaverimiz Kurt, son derece hamarat bir tavırla ona yardımcı oluyordu.
"Yok," dedim durumu garipseyerek. "Var bunlarda bir iş?"
Asi, tazelediği şarap kadehlerinden birini bana uzattı. "Güzel gelişmeler olmuş olmalı." Şarabını yudumlarken yerinde duramayan bakışları beni tepeden tırnağa süzdü. "Bendeki gelişmeden daha güzel olduğunu sanmıyorum."
Ona gözlerimi kısarak baktım. "Aramızda kalacak ve o elbiseyle asla dışarı çıkmayacağım."
"İşime gelir," dedi imayla. "Sana bakarken benden başkasının gözü kamaşmamalı." Bir sonraki yudumu sertti. "Kamaşanın icabına bakarız, o ayrı."
"Mafyasın galiba?" dedim başka bir imayla.
O nefis gülümsemesi belirdi dudaklarında. "Galiba, birazcık."
Kırılma sesi dikkatimizi masanın dibine çektiğinde Bade'nin elinden düşen tabağın ayaklarının dibinde parçalara ayrıldığını ve ona bırakmadan Kurt'un toplamaya başladığını gördük.
"Hay Allah!" dedi Bade ona yardım etmek için eğilirken. "Bu ara pek bir sakarım."
Kurt, onun kırık parçalara uzanan elini tuttu. "Aman, diyeyim. Ben hallederim."
Bade çekingen bir gülüş eşliğinden gülümserken alt dudağını yaladığında, Kurt'un bakışlarının oraya kaymasıyla iç geçirdi.
"Lan! Öpüştünüz mü lan siz?" Uyanmanın verdiği öfkeyle üzerine yürüdüğümde Kurt ayağa kalkıp kaçmak isterken kıçının üstüne düştü. "Öptün mü lan kızı?"
Salona derin bir sessizlik çöktüğünde Kurt ancak bir dakikanın sonunda toparlanıp ayağa kalktıç Sinirle üzerini düzeltirken, "Ne alakası var kardeşim," dedi. "Öpüşmek möpüşmek, ayıp oluyor ama..."
Bade'ye baktım kıpkırmızı olmuştu. "Öpmüşsün lan işte kızı! Ayıp diyor, bir de. Ayıbın kralını yapmışsın, ayı!"
"Ay abla, öyle de demeseydin şimdi."
"Sorun değil Bade'ciğim," dedi Kurt mağrur bir tavırla. "Sen canını sıkma."
"Ben şimdi senin senin canını bir sıkarım!" Üzerine attığım yeni bir adımla o da iki adım geri atarak tekli koltuğun arkasına geçti.
"Poseidon! Alsan oğlum şunu üzerimden."
Elimi bel boşluğuma yerleştirip, "Alsana şunu , derken?" diye soludum. "Köpek mi alıyor üzerinden?"
"Valla şu ağzından akan salyalarla farklı sayılmazsın."
Gözümün döndüğünü hissettim. Parmaklarım avucuma doğru kırılırken tek hamleden Kurt'un arkasına saklandığı koltuğa zıpladığımda kaçmaya zamanı olmadı. Kırdığım dizim ikinci zıplayışımda ensesine inerken o koskoca bedenini yere sermeyi başardım ama beni bu kadarı kesmezdi. Yumruklarımı ardı ardına suratına indirmek istedim ama yalnızca ilki hedefine ulaştı çünkü ikinci kez kalkan elim Asil tarafından yakandı.
"Gel buraya." Kollarından biri karnımın üzerinden sarıldığında beni geri çekip Kurt'un kurtulmasına mahal verdi.
"Panter... Dişi panter!" Bade koşup onu yerden kaldırırken dudağının kenarındaki kanı elinin tersiyle sildi. "Sen dua et hem kadınsın hem yengemsin."
"Hadi orda be!" dedim Asil'in kollarından kurtulmaya çalışarak. "Sanki ilk kez dövüyorum seni."
Kurt doğrudan Bade'ye dönüp, "Valla ilkinde de boş bulunmuştum," diye açıkladı. Sonra bakışlarını havaya dikip düşünmeye başladı. "Yoksa ikincisinde miydi o?"
Kapının çalınmasıyla Bade gömü bulmuş gibi sevindi. "Kapı! Kapı çalıyor!" Koşup kapıyı açtıktan kısa süre sonra elinde siyah bir zarfla geri döndü. "Bunun üzerinde isim yazmıyor ama...Başka bir şey yazıyor?" Başını zarfa eğip okudu. "Siyahların kadınına..."
Bedenimi tutan kollarındaki kasılmayı an be hissettim. Ardından beni birdenbire serbest bıraktı ve elini uzattı. "Bana getir."
Asil, zarfın üzerinde yazanları bir de kendisi okuduğunda şimdiye kadar eğlenen ifadesi apar topar uzaklaştı. Parmakları zarfın kapağını aralamasıyla Kurt'un hızlı adımları Bade'nin yanında bitti. "Burdan sonrası bizi aşar, çıkalım."
Onlar çıktığında Asi'in zarfın içindeki ufak kartı çıkarmış ve okumaya başlamıştı. Üzerinde yazanlar küçüktü ama alt kısımda büyük harflerle yazılan ismi okuyabiliyordum.
Saygın Taner.
O zarf Saygın Taner'den bana gelmişti. "Asi, şu kartı bana ver."
Dinlemedi. Duyduğundan da emin değildim. Kartta yazanları okudukça kaşları daha fazla çatılırken, aralık olan dudaklarını birbirine bastırdı. Küçük bir karttı, şimdiye kadar defalarca okuması gerekiyordu ki onun yaptığı da buydu.
"Sen," Elini yakasına götürüp kravatını çekiştirirken, bana kalkan bakışlarında müthiş bir donukluk vardı. "Bu herifi bindiğin uçağa mı aldın?"
"Uçağı arızalanmıştı. İyi tarafıma geldi, yardımcı oldum."
Tekrar karta baktı, burnundan sert bir soluk verirken, "Kıç kadar uçakta bu herifle on iki saat mi geçirdin, Mavi?" diye sordu tane tane.
Evet, doğrudan adımı söylemişti ki bu da onu fazlasıyla kızdırdığımı gösteriyordu.
"Büyütülecek bir şey yok. Üzeri arandı. Korumaları da yoktu."
Attığı iki adım aramızdaki mesafeleri örttüğünde başımı kaldırdım, gerilen kaşlarına ve kısılan gözlerine baktım. "Teşekkür etmek için seni bu gece mekanına çağırıyor." Her bir kelime küfür gibi dökülmüştü ağzından. Öfkeliydi ve bu şahit olduğum diğer öfkelerine benzemiyordu. Başını avucundaki kağıda eğdiğinde, "Mekanım sizin aksinize rengarenk ama buraya ayak bastığınızda tüm renkler siyahınıza boyun eğecek." Bakışlarını yeniden yüzüme ulaştırdığında sertçe yutkundu. "... yazmış, renklerini siktiğim."
Evet, diğer öfkelerine benzemiyordu ama benzediği bir şey vardı; Yaprak ile adını her duyduğumda saçtığım öfkeye benziyordu öfkesi. Benim öfkeme.
"Teşekkür etmek istemiş, Korkutel."
Kağıdı avucunda buruştururken, kollarından birini başımın yanından geçirdi ve duvara uzattı. Ağırlığını sol ayağının üzerine verdiğinde tehlike saçan bakışları yüzüme daha yakındı.
"Öyle mi? Teşekkür mü etmek istemiş?" Kağıdı yere attı, ayaklarının dibine. "O halde geri çevirmeyelim. Bizzat yüzümüze etsin."
Benimle gelecekti. Bu konuda asla itiraz kabul etmeyecekti. Ve içimden bir ses, bu kez avuçları kaşınanın o olduğunu söylüyordu.
"O davetiye tek kişilik, Korkutel."
"Farkındayım," dedi kan dondurucu sakinliğiyle. Karttan kurtulan elini yüzüme düşen ince saç tutamına ulaştırdığında ağır ağır parmağına doladı ve aynı yavaşlıkla kulağımın ardına iliştirdi. "Sen ve ben bir sayılırız zaten, öyle değil mi doktor?" Sallanan başı sözlerini onaylamak içindi. "Ve benim güzel doktorum, bir daha tanımadığı bir herifle bir uçağın içinde uyursa, o herifin uyuduğu son uyku olur."
Şimdiye kadar herhangi birinin değil bana söz geçirmesine, emir kipi kullanmasına dahi müsade etmemiştim. Ben buyruk alan değil, veren taraftım. Başka bir zamanda bu sözlere maruz kalıp ortalığı yıkıp geçmem olasıyken, dudaklarımdaki suskunluğun nedeni onu anlıyor olmamdı. Hayatımda ilk kez birini anlıyordum.
Ve biliyordum; hissettiği yalnızca öfke değildi. Ruhunu kemiren başka başka bir duyguyla daha başa çıkmaya çalışıyordu.
"Abi!" Birdenbire bahçe kapısından içeri giren Cengiz nefes nefeseydi. Elindeki telefonu kuvvetle sıkarken, "Abi!" dedi tekrar. "Birileri mekana kundaklamaya kalmış. Hido uyanıp müdahale etmeye kalkınca fena benzetmişler çocuğu!"
Asil bir hışımla ona döndüğünde ilk sorduğu "Hidayet iyi mi?" sorusu oldu.
"Bizim hastanede. Kaburgalarında kırık varmış ama bilinci açıkmış."
Asil'in adımları hızla bahçe kapısından taşarken ona eşlik ettim. Siyah minibüsün arka koltuklarına dağıldığımız an araç hareket etti. ""Yapan belli mi?"
"Yok," dedi Cengiz. Ardından telefonunu çıkarıp galeriye girdikten sonra bize çevirdi. "Ama bunu yazmış."
Bir kadını değili şeytanı koruyorsun. Bedeli olacak.
Mekanın arka çıkış kapısına spreyle yazılanları okuduğumuzda, bakışlarımız birbirini buldu. Cevap önümüzdeydi.
Bay Frank.
Ve haksız değildi, ben bir şeytandım.
*
Özel Korkutel Hastanesinin yalnızca özel misafirleri ağırlayan katındaki odalardan birindeydik. Hidayet'in durumu Cengiz'in söylediğinden daha kötüydü. En az üç kişi tarafından hırpalanmış, yüzünde ve boynunda birçok dikiş ve morluk vardı. Alçıya alınan sol kolu ve sağ bacağı dışında kaburgaları da kırıktı ama hasta yatağında Asil'i gördüğünde hiçbir şey yokmuş gibi gülümsemişti.
"Valla iyiyim ağabey. Bakma sen iki alçı, yetmiş dikiş, azıcık da eziğim olduğuna. Yeminle iyiyim bak."
"Hadi len ordan," dedi Necati ağlamaklı bir sesle. "Ah ben olacaktım ki... Nasıl benzetirdim o itleri."
"Sen mi Neco?" diye sordu Cengiz alayla. "Oğlum sen geçen gece odamda biri var, diye mekanı ayağa kaldırmadın mı? Sonradan gölgen olduğu ortaya çıkmıştı hani..."
Necati'nin gözleri yuvasından fırladı. "Abi, ayıp oluyor ama... O olay başkaydı."
"Gelelim sana." Asil, ciddiyetle elini Hidayet'in sayılı sağlam olan yerlerinden birine koydu, omzuna. "Oğlum sen neden tek başına üç adama kafa tutuyorsun? Canına mı susadın?"
"Ağabey, haklısın ama bırakayım da mekanı mı yaksalardı?" Yalnızca üst kısmı uzun olan saçları her zamankinin aksine toplu değil, asker traşının üzerine dağılmıştı. "Mekanımız namusumuzdur."
Asil, omzunu sıvazladı. "Orası öyle ama sizin canınızdan daha mühim değil. Bıraksaydın yaksalardı, canımız bu kadar sıkılmazdı."
Hidayet safça güldü. "Sahiden mi ağabey?"
"Sahiden tabi lan," dedi Asil mahalleden futbol arkadaşıyla konuşuyormuş gibi. "Ne zaman malı mülkü sizin önünüzde tuttum?"
"Abi bunların kendisi mal zaten." dedi Cengiz kendini tutamayıp. "Üç adam benim karşıma çıkmış olsaydı, ayaklarım totoma vura vura kaçmazsa şerefsizim." İşaret parmağını kaldırıp bir öğretmen ciddiyetiyle konuştu. "Siz, siz olun karşınızda birden fazla kişi varsa kaçın." Bakışlarının bana kaymasıyla kaşları çatıldı. "Karşınızdaki tek kişi maviş yengemse yine kaçın."
"Haksız olduğunu söyleyemem." Bir bacağımı diğerinin üstüne atarken Hidayet'e odaklandım. "Nasıl biriydi?"
"Kim nasıl biriydi?"
Gözlerimi devirdim. "Kafana fena darbe almışsın, anladım." Hala anlamayan gözlerle bakıyordu. "Duvara yazıyı yazan nasıl biriydi?"
"Ha..." tepkisini verdi kabaca. "Valla adamları görmemle dayak yemem bir olduğu için inceleme fırsatım olmadı ama konuşmalarından yabancı olduklarını anladım. Duvara yazı yazan herifin sol kaşında derin bir kesik vardı."
Gabriel. Bay Frank'in erkek kardeşi. Hiç görmemiştim ama Fransa'dayken namını duymuştum. O olmalıydı.
"Neden soruyorsun?" diye sordu Asil. "Adamlarının eşgali bir işimize yaramaz."
Bay Frank'ı az çok tanıyordum. Eğer birine kafayı takmışsa ki bana fazlasıyla takmıştı; onu yok etmek için ya sol kolunu ya da erkek kardeşini kullanırdı. Korkutel gibi önemli bir ismin mekanını kundaklamak gibi bir işi de sıradan bir adamına bu yüzden vermemişti.
"Hiç." dedim bu bilgiyi kendime saklayarak. "Onları tanıyabileceğimiz bir ipucu, etrafa karşı daha dikkatli olmamızı sağlar."
Gözleri kısıldı. Konu cinayetlerimden biri değilse tedbirli birisi olmadığımı biliyordu. Dikkatli olmaktansa, yaklaşan tehlikeyi hissederek ortadan kaldıracağımı biliyordu.
Oturduğum sandalyeden kalkıp kapıya doğru yürüdüm. "Biraz gezineceğim."
"Hastaneden çıkma," diye uyardı Asil arkamdan. "O iti yakalayana kadar gözümün önünden ayrılmanı istemiyorum."
Çıkmadan önce adamlarının kendi aralarında gülüştüğünü duydum. "Ağabey... Sanki sonra gözünün önünden ayıracaksın da..."
"Poseidon kızma da sen de sağlam hanımcı çıktın ha..."
"Hanımcılık da bir şey mi? Lideri yaptı hanımı! Bu ne demek? Yani diyor ki evlen benimle yapalım üç çocuk!"
Kapıyı kapattığımda bile sesleri gelmeye devam etti.
"Oğlum herfi otuz küsür yılın patlamasını yaşayacak lan!" diye araya girdi Cengiz. "Sizce bizim patronu beşten aşağı keser mi?"
Şapşallar... Duyduklarımın dudaklarıma bıraktığı manasız gülümsemeyle birlikte asansöre yürüdüm. Ancak zemin katına ait düğmeye bastığım o gülümsemenin yerini canavarımın kusursuz ciddiyeti almıştı. Kabin durduğunda doğrudan lobiye ulaşarak bekleyen hastaların arasına karıştım. Sahipsiz bakışlarım insanların arasında dolaşırken, yaşlı olanından engelli olanına kadar şüpheyle gözlemliyordum.
Eğer düşmanım sahibi olduğu hastanede bulunuyorsa ve ona yaklaşmak istiyorsam o hastaneye ait biri gibi davranırdım. Bu ya bir hasta - Bakışlarım önümden geçen sakallı bir doktora atladı- ya da bir doktor olurdu.
Yavaşça yerimden kalkıp o doktorun peşinden ilerledim. Bu hastanede öyle bir doktorun çalışmadığını bilecek kadar bulunmuştum. Benden sonra işe alınmış olması da bir seçenekti ancak yabancı görüntüsüyle çelişen yakasındaki "Mert Yılmazer" yazısı oldukça ilgi çekiciydi. En azından benim için...
Uzun koridor boyunca bir süre peşinde ilerledim. İki kez arkasına baktı. İkisinde de acelem varmış gibi etrafa bakınırken poz verdim. Yol ayrımına ulaştığında sola dönerken birkez daha arkasına baktı. O sırada ben düz bir şekilde yoluma devam ediyordum. Onu takip ettiğim seçeneğini aklından elemiş olmalıydı. Sonraki sağdan dönerken istediğim de buydu. Bulunduğum yerleri iyi inceler, tüm kaçış noktalarını kafama kazırdım. Dolayısıyla bu hastaneyi de iyi biliyordum. Adımlarımı hızlandırıp onu geçtiğime emin olduğum noktada merdiven boşluğuna bakan kapılardan birini açıp içeri girdim. Yürüdüğü koridora açılan kapı karşımdaydı ve şimdi bir kumar oynama vaktiydi.
Bir... İki... Üç...
Kapıyı açtım ve bingo!
Sevgili sahte doktorumuz uzanıp onu alabileceğim kadar yakındı. Ben de uzandım ve aldım.
Ne olduğunu anlamadan kendini yalnızca ikimizin bulunduğu kapalı merdiven boşluğunda bulduğunda onu sırt üstü merdivenlere ittim ve ayağımı göğsüne bastırdım. Kısa bir göz temasının ardından ellerinden birini beline attı. Çevikti ama benden daha fazlası değildi. Göğsündeki ayağımın üzerinde zıplayarak etrafımda döndüm. Silahı çıkaran eline topuğumu çarptığımda silah fırtladı ve önce duvara çarptı ardından da gürültüyle yere düştü.
"Silahsız birine silah çekmek?" Kalkmasına şimdilik izin veremeyecektim. Ayağımı bu kez basamaktaki eline bastırdığımda acıyla inledi. "Çok ayıp."
"Seni hafife almamam gerektiğini söylemişti."
"Kim? Sahibin mi?"
Başını arkaya attı, bastığı kahkaha apartmanın çıplak duvarında yankılanırken iri ve dövmeli vücudundan gelecek her hamle karşı tetikteydim. "Benim sahibim yok, Burgonya Kızı. Olamaz."
Artık böyle anılmaktan hoşlanmıyordum ve sadece bu yüzden bile onu saatlerce dövebilirdim. Çeneni kaldırıp sordum. "Neden buradasın?"
"Sence?"
"Sanırım... Beni öldürmek istiyorsun ama şu anki pozisyonumuz bunun pek mümkün olmadığını söylüyor. Ha? Ne dersin?"
Yeni bir kahkaha. "Evet, seni öldüreceğim ama öncesinde ufak işim var. Bay Frank'ın canını sıkan başkaları da olmuş."
Bahsettiği Asil'di. Sayemde yeni bir düşman kazanmıştı ve yeni düşmanı hedefine ulaşmadan durmayacaktı. Aylardır yılmadan peşimde olmasından değil, tüm Fransa'nın en kindar yeraltı lideri olarak anılmasından biliyordum.
"Bay Frank, Noyan Korkutel için ne planlıyor?"
"Bay Frank," dedi bir ilahın adını anarmış gibi. "Noyan Korkutel'in anasını si-"
Suratına öyle şiddetli bir tekme attım ki ağzından fışkıran kan duvarlara sıçradı. Üzerine eğilip çenesinden yakaladığımda kanı elime bulaşırken, "Bir daha söylesene," dedim kararan sesimle. "Hadi bir daha söyle."
Gözlerinde korkuyu göremiyordum. Birçok kişini bu aşamada bırakmam için yalvarması gerekiyordu ama o yapmadı. Kaşlarına baktığımda herhangi bir yara izi göremedim. Anlaşılan kardeş Gabriel değildi.
"Senin de sıran gelecek..." Bakışları kalçalarımı sıkıca saran siyah kotuma kaydığında alt dudağındaki kanı yaladı. "Seninle bizzat ilgileneceğim."
Dudaklarımı birbirinden ayırmadan güldüm. "Vaktin olacağını sanmıyorum."
Açık mavi gözleri alt edememenin öfkesiyle açılırken hırlayarak merdivenlerden kalkıp üzerime atıldı. Dirseğinin boynuma yapışmasıyla kasıklarına doğru hamle yapmak üzereydim ancak diz kapağıma indirdiği darbe sendelememe sebep oldu. Aynı anda sırtımı sertçe duvara çarpıp boynuma kuvvetli bir baskı uyguladı.
"Bir daha söyle," dedi taklidimi yaparak. Başını eğip yüzünü benimkine yaklaştırdı. Beni alt ettiğini düşünüyordu. Burada bittiğini, bundan sonra iplerin onun elinde olduğunu düşünüyordu ve yemin ederim bu, düşündüğü son şey olacaktı. "Ah." Bakışları bu kez dolgun göğüslerimde gezindi. "İnan bana işini bitirmeden önce seninle burada si-"
(Buradan sonrası+18'dir. Lütfen rahatsız olacak olanlar okumasın. Zaten bu hikaye komple +18 ancak ben yine de uyarıyorum)
Devamını getiremedi. Çünkü boynuna yarıdan fazlası girmiş bir kalem, saniye saniye o kalemi daha fazla ittiren kanlı elllerim vardı. Aralanan dudaklarını, gözlerinin beyazına yavaş yavaş oturan kanı ve bedenini dizlerinin üzerinde tutma çabasını izledim. Pekçok kez yaşadığım bu anın içimde yarattığı haz öncekilerden farklıydı ama biliyordum, olması gereken buydu. "Bay Frank'ın en büyük hatası ne biliyor musun?" diye konuştum, arka cebinden aldığım kalemi boynunda çevirirken. Akan kanı, beyaz gömleğinin yakasını sırılsıklam bırakmıştı ve kalemi çekip çıkardığımda fışkıran kanın varlığı tüm yüzümün sol yanını boyamıştı. "Kibri. Kibri onu bitirecek, tıpkı seni bitirdiği gibi." Parmaklarımı göğsüne yasladım, gözleri ağır ağır kapanırken onu ittim. Bedeni dolu bir çuval gibi sırt üstü devrilirken girdiğim kapı araladı. Canını aldığım beden Asil'in ayaklarının dibine serildi.
Gözlerimiz bir araya geldiğinde ona kanlı kirpiklerimin ardından bakıyordum. Parmak uçlarımdan kan damlıyordu. Çok fazla kan vardı. Ona bundan daha azını vaad etmemiştim. Gerçekte kim olduğumu biliyordu ve şimdi karşılaştığı ise madalyonun asıl yüzüydü.
"Sözümü tuttum, hastaneden ayrılmadım." Sessizliğe ince bir çentik atan sesim yüzünde yaprak kımıldatmadı. Yalnızca bakıyordu. "Bir şey söylemeyecek misin? Bunu hak etmişti." Neden kendimi açıklamaya çalışıyordum. Kendimle çelişiyordum. Neden? "Ona hak ettiğini verdim."
Yavaşça gözlerini kapatırken, parmakları avucuna kapandı. Göğsüne doluşan nefes kararsızdı. Öfkeden patlamak üzereyken Dünyanın en sabırlı insanı olmak istiyordu.
"Onu yakalayabilirdik," dedi gözlerimi yeniden açtığında. "Adamlarım hastaneyi içten ve dıştan sarmıştı." Kapının kulpunu bıraktı ve adımlarını cesedinin yanından hareket ettirerek yaklaştığında çenesi kaskatıydı. "Onu yakalama olasılığımız çok yüksekti!" Sesi artık sakin değildi. "Ölmesi gerekmiyordu." Parmakları kollarımı sardığında hareket etmedim. Verdiği soluk tenimdeki kan damlacıklarını dağıttı ve onun ruhunda çıkan fırtına ağaçlarımın dallarını buduyordu. "Tüm olasılıkları sikerim! Ya sana zarar verseydi?"
"Bana zarar veremezdi."
"Mavi! Nasıl bu kadar vurdumduymaz, aptalca davranabilirsin?"
"Kes şunu." Kollarımı tutuşundan kurtarmaya çalıştım, izin vermedi. "Sana hesap vermeyeceğim. Kimseye vermem. Ayrıca kendimi koruyorum." Başımla ayaklarımızın dibindeki cesedi gösterdim. "Gördüğün gibi."
"Senin koruyucun benim." Sırtımı duvara yasladığında bedenini bedenimkine bastırdı. "Senin erkeğin benim. Ben varken kimseye ihtiyacın yok, kendine bile." Kollarımdaki tutuşunu daha fazla hissettim. "Sana söyledim. Seni korumak görevi benim ve sen benim sözümü hiç dinlemiyorsun." Kaşlarının çatılması, alnının ortasına derin bir çizgi armağan etti. İnfilak etmemek için kendisiyle savaşan bir bombaya benziyordu. "Böyle devam edersen ruhlarımıza taktığım kelepçenin bir eşini bedenlerimize de takmak zorunda kalacağım. Seni kendime gerçekten kelepçeleyeceğim."
Ağzımın içinden gülümsedim. "Bana kelepçe takabileceğin tek bir yer var," Parmak uçlarımda yükseldim, dudaklarımız birbirine dokunmak üzereyken bakışlarım da aynı yerdeydi. "Yatak başlığın."
Bakışlarını dudaklarıma düştüğü an dudaklarından boğuk bir "Siktir!" fırladı. "Sana beni ciddiye almayı öğreteceğim."
Yavaşça kaldırdığım elimin tersiyle sakallarını okşadım. Bana geçirmeye çalıştığı dişleri oldukça tahrik ediciydi. "Öğretsene, burada başla öğretmeye. Oldukça hazırım. Şimdiden sırılsık-"
Büyük avucu kalçamı kavradığında sözlerim cam bir vazo gibi yere düşüp parçalara ayrıldı. Beni kalçamdan bastırdığı yer sertliğiydi ve o... Aklımı kaçıracağım kadar büyüktü. "Sen bu Dünya üzerindeki en deli kadınsın."
Diğer elimin gittiği yer ise sertliğiydi. Onu avuçlarken alt dudağımı dişledim. "İtiraz etmeyeceğim."
Başını geriye attı, sert bir nefes verdi. Hayır bu yetmeyecekti. Gözlerime bakmayı son verdiğinde beni çevirdi ve yüzümü duvara yasladı. Pantolonumun düğmesini açıp iç çamaşırımla birlikte sıyırdı. Birkaç saniye içinde varlığını bacaklarımın arasında hissettim. Avuçlarımı duvarın pürüzlü ve soğuk yüzeyine yasladığımda içime sertçe girişini derin bir inlemeyle karşıladım.
"Sana liderim olduğunu söyledim." Ellerinden biri saçlarımı etrafına doladığından sıcak nefesi boynumu sömürüyordu. "Önünde boynum kıldan ince," dedi içime girmeye devam ederken. "Ama..." Diğer eli kadınlığımı bulduğunda, parmakları hassas noktamda çıldıracağım bir yavaşlıkta gezinmeye başladı. "Tek bir konuda sözün geçmez." Tamamen çıktı ve kendi çok daha sert bir şekilde ittiğinde saçımı çekerek diş izlerini boynuma bıraktı. Hayır, bu seferki duygusal bir sevişme değildi. Söylediği gibi benimle düzüşüyordu. Beni ehlileştiriyor, üzerimdeki hakimiyetini bedenime kızgın harflerle kazıyordu. "Bir daha kendini riske atarsan," Geri çekildi ve kendini birkez daha itti. Her itişi bir öncekini aratacak kadar sert ve kaygandı. Onu içimin tüm köşelerinde hissediyordum. İçimin tüm köşelerini dolduruyor ve yalnzıca nefesiyle ayaklarımın yerle temasını kesiyordu. "Yapabileceklerimden korkmalısın. Konu sensen en az senin kadar deliydm."
Haklıydı. Deli olan yalnızca ben değildim. Benimle bir cesedin yanıbaşında sevişiyor ve bundan delicesine zevk alıyordu.
Parmaklarının tepe noktamdaki hareketleri hızlandığında nefesim sıklaştı. Siktir... Bu kadar kısa sürede sona ulaştığımı hiç hatırlamıyordum ama oluyordu işte! Kasıklarıma her vuruşunda dizlerim daha fazla titremeye başladı. Duvardaki avuç içlerim terlemeye ve kapatamadığım ağzım kurumaya başlamıştı. Doruğu neredeyse kucaklamak üzerindeyken bir anda içimden çıkmasıyla zemine çakılıp kaldım. Bedenlerimizin temasına kökten son verdiğinde fermuarının sesini duydum. Siktir... İzin vermemişti. Bunu bilerek yapmıştı! Boşlukta sallanırken pantolonumu çekti ve beni bir bez bebek gibi kollarının arasında çevirip, tutkunun kızarttığı gözlerinin gözlerime diktiğinde benim fermuarımı da çekti.
"Bebeğim," dedi boğuk sesi. Eğildi ve benimki kadar kuru olan dudaklarını dudaklarıma bastırdı. "Bunu küçük bir uyarı olarak kabul et, olur mu?"
O kadar berbat bir durumdaydım ki onu yumruklamak istediğim halde kolumu bile kaldıramadım. Lanet olsun, beni oyuna getirmişti. Fena halde oyuna getirilmiştim! Kalp atışlarım hala tüm hızıyla göğsümü döverken kolu usulca belime dolandı. Telefonunu kulağına götürüp, "Burayı temizleyin," diye buyurdu. Bizi buradan çıkaracaktı.
Parmaklarının kulpu kavramasıyla gelen mesaj sesi aramızda yankılandı. Onun ya da benim telefonlarıma ait değildi. Bakışlarımız aynı anda yerdeki cesedi bulduğunda tehlikenin yaklaşan çanlarını onun da duyduğunu biliyordum. Bana bırakmadan eğildi, adamın cebindeki telefonu aldı.
Fransızca mesajı okuduğumuzda ise hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını ikimiz de biliyorduk.
Gönderen: Ağabeyim
- Eminim ki sefil adamlarımız gibi bu işi yüzüne bulaştırmayacaksın. O hastaneyi içindekilerle birlikte yakmanı kutlamak için bekliyorum, sevgili kardeşim Gabriel."
Yanılmış olamazdım. Ya da.... Yanılmış mıydım?
Parmaklarım cesedin yüzüne uzanırken, yanılmamış olmayı diledim ancak adamın kaşını sildiğimde ortaya çıkan kesik izi şeytani bir kahkaha attı.
Yanılmıştım.
Canını aldığım adam ezeli düşmanım Bay Frank'in öz kardeşi Gabriel'di.
🖤
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.95k Okunma |
1.75k Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |