Kaan Boşnak~ Seni Buldum Ya
Kaan Boşnak~ Benimle Kayboldun
Keyifle okuyun.
🕯🕯🕯
"Doktorculuk oynayalım mı Asiii!"
Mavi, kese kağıdından yaptığı rulonun bir ucunu ders çalışan Asil'in kulağına uzatmış, bir ucundan da bağırıp duruyordu. "Doktorculuk oynayalım mı zürafa!"
Asil, son yirmi dakikadır kendisine yapılan işkenceye daha fazla dayanamayıp elindeki kalemi bıraktı ve kıza döndü. Şimdi kese kağıdı tam burnunun dibindeydi.
"Ders çalışıyorum maviş, görmüyor musun? Yarın sınavım var, önemli."
Mavi omuz silkti. "Bana ne? Öğretmenine söyle sonra yapsın sınavı."
Asil kendini tutmasaydı neredeyse gülecekti. "Oldu, başka ne söyleyeyim öğretmene?"
"Sütlü kahve söyle!" dedi sinirle. "Bilmiyorsun sanki! Söyle de beni okula alsınlar."
"O işler öyle olmuyor maviş."
Mavi, rulonun içinden Asil'in suratına doğru bağırdı. "Nasıl oluyormuş anlat da bilelim zü ra fa!"
Asil, yüzünü buruşturarak rolunun ucunu kendisinden uzaklaştırdı. "Yaşın tutmuyor okula gelmek için."
Mavi inatla omuz silkti. "Saçmalık! Yaşım küçük olabilir ama ben akıllıyım bi kere!" Elini beline koyduğunda, Asil onun yine mahallede sıklıkla birbirine giren o orta yaşlı teyzelere benzeyeceğini anladı. "En azından şu Buse Naz salağından daha çok çalışıyor benim kafam."
"İnsanlara salak dememen gerekiyor maviş."
"İnsanlara demiyorum zaten." dedi burnunu kırıştırarak. "Buse Naz salağına diyorum."
"Kız sana hiçbir şey yapmadı. Tek suçu benimle oynamak istemesi mi?"
"Yoo, tipine gıcık kaptım." Ağzına geleni söylemekten çekinmeyen bir kızdı ama zorda kalmadıkça Asil'i kıskandığını söylemekten çekiniyordu. "Okulda büssürüü çocuk var. Gitsin onlarla oynasın." Dudağını büküp rulosunu yere attı. "Ben evde tek başımayım. Sen gelene kadar oturup kös kös seni bekliyorum."
Asil onun üzüldüğünü görünce yerinden kalktı. Küçük kızın elini tutup onu odasındaki eski kanepeye götürdü ve yan yana oturdular. "Bugün günlerden ne maviş?"
Mavi, kollarını birbirine bağlayıp kaşlarını çattı. Üzüntüsünü daima öfkesiyle perdelemeye çalışırdı. "Ne bileyim! Ben takfim miyim man kafa?"
Asil, duvarda asılı olan takvime uzandı ve işaret parmağıyla spesifik bir rakama dokundu. "Otuz Aralık. Yani-"
"Senin doğum günün," diye tamamladı Mavi. Hala Asil'e bakmıyordu. "O kadar da biliyoruz herhalde." Biliyordu. Hatta günler önceden gizli gizli seri saymaya başlamıştı. Ayrıca sabah uyandığında annesi ve Derya Teyzesini mutfakta pasta yaparken bulmuştu. Sürprizin bozulmaması için akşama kadar bir sır olarak kalacaktı ama menüde biber dolması da vardı.
"Bak şimdi," dedi Asil bir öğretmen edasıyla. "Bu doğum günümde birlikte mumları üfleyeceğiz.Sen yine evde kalmaya devam edeceksin ama bir sonraki doğum günümde... İşte o zaman sen de benimle birlikte okula geleceksin."
Mavi ellerini çenesinin altına koyup kıkırdadı. "Birlikte gidip birlikte geleceğiz, dimi Asi?"
Asil başını salladı.
"Elimi de tutacak mısın?"
"Tutayım mı?"
Mavi, başını salladı. "Tut tabii akıllım, kaybolarsam görersin."
Okul, hemen evlerinin arka sokağındaydı ama Mavi'nin gözleri parlarken, Asil o minik! ayrıntıyı kendisine saklamak istedi.
Akşam olduğunda Derya salonundaki büyük, ahşap masayı hazırladı. Çikolatalı pasta tam istediği gibi olmuştu. Ekşili kısır ve biber dolması da... O dönem moda olan sarı, cam yemek takımını çıkarmış, balon kollu, puantiyeli elbisesini giymişti. Asil'in üzerinde ise beyaz bir gömlek ve papyonu vardı. Eski ahbapları olan birkaç aile de az önce gelmişti.
"Asil, oğlum, misafirlere kolonya tut hadi annem." Oğlunun elini koca kolonya şişesini tutuştururken gözleri Eleni'yi aradı ama göremedi.
"Akif." Misafirlere gülümseyerek kocasına sokuldu. "Ahmetlgil nerede? Herkesten önce gelmeleri lazımdı."
"Bilmem ki?" dedi Akif. "Bir gidip bakayım istersen."
Derya, kocasının omzuna vurdu. "E sana zahmet. Gelsinler de başlayalım."
Akif merdivenlere ulaşmak üzereyken oğlu kadar sevdiği küçük kız merdivenleri koşarak tamamlayıp, mavi gelinliği ve kocaman gülümsemesiyle karşısına dikildi. Peşinden de annesi ve babası göründü ama onlar Mavi kadar neşeli görünmüyordu.
"Vallahi bu kiz beni öldürecek." Eleni elindeki geniş borcamla birlikte merdivenleri çıktı. "Tutturdu Asil'in sünnetinde giydiğim gelinlik giyeceğim, diye! Kizim, bu düğün değil, dedim. Dinleyen kim? Baksaniza!" dedi çattığı kaşlarıyla etrafında dönen Mavi'yi göstererek. "İki sene önceki gelinlik küçücük durdu üstünde, napti etti sığdi içine."
Derya kahkahasını tutamadı. "E senin neyin var Ahmet? Senin de suratın sirke satıyor."
Ahmet yeni çıkmaya başlayan sakallarını sıvazlayıp," "Sizce." diye söze girdi bozuk bir sesle. "Gelinliği giyip ne dedi?"
"Ne dedi? diye sordu Ahmet merakla.
"Benim dilim varmıyor. Eleni, sen söyle güzelim."
Eleni teselli edercesine kocasının kolunu sıvazladı. "Büyüyüp Asil ile evlenirken de mavi gelinlik giyeceğim, dedi. Ona bozuk."
Bu kez kahkaha atan Akif'ti. Ellerinin birbirine vurup sıvazlama başladığında, "Bitti bu iş kardeşim." dedi. "Asil zaten senin kız doğduğundan beri yanıktı, e Mavişim de böyle dediyse dünür olmamızın önünde bir engel göremiyorum şahsen."
"Akif," Ahmet ters bakışlarını dostuna çevirdi. "Ellerim kaşınmaya başladı, haberin olsun kardeşim."
"Mutluluktandır kardeşim." dedi Akif. Eğilip Mavi'yi kucağına aldı ve zıplata zıplata sevmeye başladı. "Kız senin dillerini yerim! Ne dedin sen az önce amcam? Söyle bakayım bir daha?
Mavi kıkırdayarak dudaklarını aralamıştı ki Asil'i misafir çocuğuyla oynarken gördü. Çocuk kızdı. Üstelik gözleri tıpkı kendisininki gibi masmaviydi. "Hiii!"
"Ne oldu? Bir yerini mi acıttım?"
"Yok Akif Amca." İşaret parmağıyla yeri işaret etti. "Sen beni indir bi. Benim ufak bi işim var."
"Öyle olsun bakalım." Yere indirdiği Mavi koşarak uzaklaşırken arkasından seslendi. "Sonra söyleyeceksin ama unutma."
"Avucunu yalarsın." dedi Ahmet. "Neyse ki benim kızım unutkandır."
Akif böbürlenerek oğlunu gösterdi. "E benim oğlum da unutulacak gibi değil şimdi. Babası gibi yakışıklı olacak kerata. Bir bakan kız, dönüp bir daha bakacak."
"Öyle mi Akif Bey?" diye araya girdi Derya alınarak. "Kim dönüp bakıyormuş sana? Söyle de alalaım önlememizi ona göre."
Akif hemen karının beline sarıldı. "Lafın gelişi yani karıcığım."
"Ay kutlayalim artik su doğum gününü. Açliktan midem kazindi." Borcamı Derya'nın eline tutuştururken, "Mis gibi dolmaki yaptim." dedi.
Ve Derya'nın suratı aynı saniye değişti. "Yine bir ki, koyup kaptı yemeğimizi. Halis muhlis sarma anacığım o. Türk yemeği Türk."
"Neyse ney." dedi Eleni her zamanki gibi. "Bakin, çocuklar yerini almis bile."
O tarafa baktıklarında Asil'in masanın dibine bir sandalye çektiğini ve kucağına aldığı Mavi'yi sandalyeye bıraktıklarını gördüler. Mavi, pastaya ulaşabileceği seviyeye geldiğinde ellerini çırpıp "Mumları yakalım!" diye bağırdı.
"Mavi!" Eleni hemen kızının yanına gitti. " Çabuk in ordan küçük hanim. Birak da bari bu sene yavrimu mumunu üflesin bre."
"Sorun değil Eleni Teyze." dedi Asil memnuniyetle. "Ben mumlarımı mavişin üflemesini seviyorum."
Eleni, Asil'in koyu renk saçlarını sevgiyle okşadı. "Benim anlayısli çocuğum. Sen baskasi bu kiza asla dayanamazdi."
"Uğraşma kızımla." diye araya girdi Derya. "Hem Asil'e de prova oluyor. Gelecek sene Akif fabrikada ustabaşı olunca inşallah oğluşumuza bir kardeş düşünüyoruz. Düşünseniz Mavi gibi şirin mi şirin bir kızım olduğunu!"
Eleni yakasını "Ne diyorsunuz siz?" diye sordu. "Hah! Dısı seni içi beni..."
Kızı doğduğundan beri kendisini on yıl yaşlanmış hissediyordu ama ona bakarken, özellikle de uykusunda izlediği zamanlarda onsuz bir hayat düşünemiyordu. Mavi, bazen Dünyanın en soğuk, en içine kapanık çocuğuyken bazen aşırı kahkahalar atabiliyordu.Bazen annesinin dizlerine yatıp saçlarını okşamasını istiyordu ama bazen de ona bir yabancıya bakarmış gibi bakıyordu. Bir şey değişmez bir gerçekti ki kızı hiçbir çocuğa benzemiyordu.
Kızının sevincini izledi. Pastaya, az sonra yanacak olan mumlara bakarken çok mutlu görünüyordu. Tatlı şeyler hoşuna giderdi; dondurmayı, çikolatalı pastayı, şekerlemeyi severdi. Fazla arkadaşı yoktu. Hatta tek arkadaşı Asil'di. Garipti ama bir tek Asil ona yetiyordu. Kimseyle paylaşmadığı oyuncaklarını Asil ile paylaşır, bir tek ondan özür dilerdi. Buna rağmen sevdiğini göstermemek için sanki elinden geleni yapardı.
Eleni, kimi zaman kızını annesine benzetiyordu. Bunu yaptığı zamanlar Derya'dan öğrendiği gibi dilini ısırıp aman! çekerdi. Mavi annem gibi olmayacak.
Dolan gözlerini kimse görmeden kırpıştırdı. Sandalyenin arkasına geçip kızının yanağından öptü ve kulağına fısıldadı. "Seni seviyorum bebeğim."
O sırada mumlar yakıldığından Mavi sandalyenin üzerinde zıplamaya başlamıştı ve annesini duymamıştı. Asil, düşmemesi için küçük kızı belinden tutarken, "Hadi maviş," dedi. "Bir dilek tut da üfleyelim."
Mavi, ellerini çenesinin altına koyup gözlerini kapattı. "Asi," Kırmızı dudaklarını kapatıp gülümsedi. "Birlikte dileyelim mi? Üç deyince de üffeyelim."
Asil şaşırdı. Mavi, mum üflemeyi öğrendiğinden beri Asil hiçbir doğum gününde mumlarını üfleyememişti. Mavi ilk kez mumları birlikte üflemeyi teklif ediyordu. Asil bu fırsatı kaçıramazdı.
İki küçük çocuk aynı anda gözlerini kapattı ve hiç bilmeden zihinlerinden aynı masum dileği geçirdi.
"Bir...İki..." Gözlerini açıp birbirlerine baktılar. Gülümsediler. "Üç!"
Mumlar iki ayrı nefesle sönerken herkes onları alkışladı. Mavi, küçük kollarını açıp Asil'in beline sarıldı. "İyi ki doğdun zürafa! Eğer iyi bir çocuk olup birkez bile BuseN az'la oynamazsan gelecek yıl yine mumlarını üflemene izin veririm!"
🕯
Şeytan azapta gerek.
Durumumu daha iyi tanımlayamazdım. Kötüydüm ve kötülüğü çekiyordum. Şaşırmıyordum. Hayatım boyunca insanlara zarar vermiştim. Kötü de olsa canlarını alarak en sevdiklerine acı çektirmiştim. Sıradan bir insan gibi sıcak yatağımda yaşlı bir kadın olarak ölmeyeceğimi zaten biliyordum. Elbette cezamı çekecektim ve Bay Frank denen iblis bunun için beni bulmuştu.
Cebime muhtemelen alışveriş merkezinde giren o kağıdı buruşturup otobana fırlattıktan sonra eve dönmüştüm. Biraz verandada, biraz salonda ve son olarak da odamda içtikten sonra sabaha karşı sızmıştım. Asil gelmemişti. Gecenin geç bir saatinde İrlanda'ya uçması gerektiğini ve yakında döneceğini belirten mesajına geri dönmemiştim. Gözlerimi açtığımda ise saat öğle vaktini gösteriyordu. Kulağımda Duru'nun sesi, burnumda ise Bade'nin yaptığı pişilerin iştah açıcı kokusu vardı. Yataktan çıkıp kendime gelmek için soğuk bir duş aldım. Siyah eşofman takımlarını üzerime geçirip ıslak saçlarımı özgür bıraktım. Evin içinde telefonla gezinmek alışkanlığım değildi ama yapmak istediğim bir şey vardı.
Mesaj bölümüne girdim ve hayatımda ilk kez birine günaydın, mesajı attım.
Cevap merdivenleri indiğim sırada geldi.
Gönderen: Malum Şahıs
-Burada hava kapalı ama orada güneş doğmuş anlaşılan ;)
Basamağa çöküp tek cümlelik mesajına uzun uzun baktım. Benimle daima nazik ve hoş konuşuyordu. Verdiğim karşılıklar ise ortadaydı. Daha iyisini hak ettiğini biliyordum. Sadece ona verebileceklerimden emin değildim. Aslında istiyordum. Benimle flört etmesi, kasıklarımda hissettirdiği o yanma hissi kadar etkiliydi. Ve bana gülüşü... Hatırlayınca gülümsemeden edemedim. Hoş bir yanıt vermeden önce derin bir nefes alıp işe önce rehberimdeki adını değiştirmekle başladım.
Gönderilen: Zürafa
-Hangi cehennemdesin sen?
Hoş bir mesaj? Gerçekten mi? Yapabileceğimin en iyi belki de buydu. Evet, harikaydım.
Hızla cevapladı.
Zürafa: Birileri beni özlediğini mi söylemek istiyor?
Onu özlemiş miydim? Cevabı kocaman ve lanet bir evetti. Ayrıca... Bunu bilmesini istiyordum.
-Saçmalama. Sadece habersiz nereye kaybolduğunu merak ediyorum.
Berbat gidiyordum ve farkındaydım.
Zürafa: Arınma için kasaya giren paraları temize çekmek için buradayım. Dün sayende yakaladığımız tır da buna dahil.
Bir yeni mesaj daha.
Zürafa: Ve özlediğini biliyorum. Ben senin ruhunu biliyorum.
Bir sonraki mesaj içimde bir şeylerin kanat çırpmasını istiyordu.
- Çünkü ben özledim.
Bana hissettirdiği bu şey her geçen gün daha yukarı tırmanıyordu. Fazla sıcak ve fazla yoğundu. Sadece mesajlarıyla bile böyle hissettirmesi... İnanılmazdı.
-Duyduğuma göre bu akşam doğum günü partin varmış. Katılmayı düşünüyor musun?
-Parti? Benim için parti mi hazırladın :)
Ah, sürprizini mi bozdum? Afedersin Yaprakçım.
"Peri ve Yaprak'ın işi. Bir alakam yok."
İçimden geçenlerin aksini önüne döküyordum. Bunu bilerek yapmıyordum ama sonuç olarak yapıyordum.
-Madem uğraşmışlar gideriz.
-Tamam.
Sonuna neredeyse gülücük emojisi koymak üzereydim. Neyse ki vazgeçtim. Bu adam ciddi anlamda dengemi alt üst ediyordu.
Daha iyisini hak ediyor, dedi içimdeki küçük Mavi.
Artık onu daha iyi duyuyordum. Peki Asi için ne yapabilirdim?
Doğum günlerinde ne yapılır, diye sordu bu kez.
"Tamam... Onun için bir hediye alacağım."
Kendi kendime konuşurken Bade merdivenlerin dibinde belirdi. Önündeki kanguruda mandalina kemiren kızı vardı. Beni görünce büyük bir gülücük attı.
"Abla, orada durmuş ne konuşuyorsun kendi kendine?"
"Yok bir şey."
Birlikte mutfağa geçtik. Ada tezgahta bizim için kahvaltı hazırlamıştı. Duru'yu mama sandalyesine bıraktıktan sonra çayları doldurdu ve karşımda oturdu.
"Bu seferki pişiler peynirli. Ye bakalım, beğenecek misin?"
Bir tanesini bütün olarak ağzıma atıp kısa sürede yuttuktan sonra "Bade," dedim. "Ayıcık sana hiç hediye aldı mı?"
"Kurt mu?" Kaçırdığı bakışları cevabı önden verdi. "Geçenlerde Duru'ya bez mama
falan alırken bana da toka almış." Başını çevirip tamamı inciyle kaplı mandallı tokasını gösterdi. "Ben de kırmadım, taktım."
"Eminim o yüzdendir." Konunun üzerinde daha fazla durmadım çünkü sormak öğrenmek istediğim başkaydı. "Sen ona aldın mı?"
"Yok, almadım abla."
"Alsan ne alırdın?"
"Bilmem ki...." Dirseğini masaya, çenesini avcuna yerleştirip düşündü. "Parfüm kullanmıyor, hep takım elbise giyiyor. E tesbih almaya kalksam hep aynı tesbihi sallıyor zaten. Galiba...Saat alırdım. Hem hep üzerinde olsun, diye hem de baktıkça beni hatı-" Tamamlayamadan sustu.
"Bade... Sen de az değilsin."
Ayağa fırlayıp, "Çay abla!" dedi ve daha bitmeyen bardağı alıp doldurmaya götürdü. Dumanı üstünde bardakla geri dönerken aklına tahmin ettiğim şey gelmişti. Çünkü gülüyordu. "E sen neden sordun ki abla?"
Dolu tabağını işaret ettim. "Kahvaltını yap."
Çatalını peynir dilimine yavaşça batırıp göz süzdü. "Bence Noyan Beye şöyle afilli bir saat çok yakışırdı." Bakışımdan anladı. "Tamam sustum."
"Asil, de." dedim birkaç sonra. "Adı bu."
"Güzelmiş adı." Yine beklemediğim bir anda fiziksel temas kurarak elime dokundu. "Senin de adın güzelmiş, Mavi ablam."
Bir şey söylemedim. Yalnızca baktım ve belki biraz da gülümsedim. Akşam olduğunda Kurt eve gelip bizi kendisinin götüreceğini söyledi. Bade önce sıcak bakmadı ama Cengiz bebeğe bakmak için çok hevesli görününce hazırlanmak için odasına gitti. Çok geçmeden kapıyı çalan Nevşin ile Cengiz'in asıl amacı belli oldu.
Kurguya göre Bade bebeğini Cengiz'e bırakmak için çok ısrar etmişti ve Cengiz de kıramadığı için! Nevşin'den yardım istemişti. İşin komik yanı ricayı kıramayıp gelen Nevşin Duru'yu kucağına almaktan bile korkuyordu.
O manzarayı salonda bırakıp kısa sürede hazırlandım. Benim için alınmış birçok elbisenin arasından seçtiğim siyah mini elbisenin altına topuklu bir çizme çektim. Gözlerimin altını kapatıp kirpiklerimi rimelle destekledim, saçlarımı ise olduğu gibi dalga dalga omuzlarımdan belime uzanıyordu. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu. Cinayet işlemediğim tüm zamanlarda ne kadar çekici göründüğümü biliyordum ama bence ellerim kanlıyken de fena sayılmazdım.
Ayaklarıma uzanan kaşe kabanı sırtıma geçirip araca ilerlediğimde Bade'nin hazır bir şekilde Kurt'un yanında olduğunu gördüm. Dizlerini yarım karış üzerinde mavi bir elbise giymişti. Onu ilk kez topuklu ayakkabıyla görüyordum ama asıl dikkat çekici olan siyah kalemi bolca sürdüğü yeşil gözleriydi.
Arabaya geçerken Kurt'a a yan bir bakış attım. "Ağzının sularını sil."
Ayıcık bozuldu ama bir şey söylemedi. Bu kez şöför koltuğuna geçmesine izin verdim. Bade'yi yalnız bırakmamak için ben de arkaya geçtim. Peri'nin evine gitmeden önce uğramam gereken başka bir yer vardı. Kurt'a tarif ettiğimde yaklaşık yirmi dakika sonra eski bir antikacının önündeydik. İçeri tek başıma girdim. Bade'den aldığım fikirden yola çıkarak bir saat alacaktım ama aradığım sıradan bir saat değildi.
Antikacıdan içeri girdiğim burnuma eski bir koku çalındı. Kağıt, toz ve biraz da karanfil kokusuydu bu. İçerisi eski bir abajurun sarı ışığıyla aydınlatılmıştı. Duvarlar ise soluk renklerin hakim olduğu çiçekli motiflerden oluşan duvar kağıdıyla örtülüydü.
Beni karşılayan ihtiyar, "Hoş geldin, hanım kızım." dedi. Kemik gözlüğü, gülümseyen yüzü ve tamamı beyaz olan sakallarıyla tıpkı dükkanı gibi yıllanmış görünüyordu. "Belki aradığını bulman konusunda sana yardım edebilirim."
Pekçok antikaya ev sahipliği eden rafların arasında gezinirken, "Bir saat arıyorum." dedim. "Eski, köstekli bir saat..."
Elini ceketinin iç cebine attı ve tam da söylediğim gibi bir saat çıkardı. "Böyle mi şey mi?"
Başımı salladım.
Bastonuna uzandı. Yavaş adımlarla camekana yaklaşık, altta kalan çekmeceleri işaret etti. "Bugün eleman izinli, benim belimde artık eğilecek durumda değil. O saati gerçekten istiyorsan bana yardım etmen gerekecek."
Sessizce yanına gidip, gösterdiği çekmeceyi açtığımda bir kutu dolusu köstekli saat önümdeydi. Her birinin en az yüz seneyi devirdiğinden şüphem yoktu ancak biri bile hasarlı görünmüyordu. Parmaklarım saatlerin arasında dolanırken, birinde duraksadım.
Bronz köstekli saatin kapağına atlı karıncanın tek bir atı oyulmuştu. Zincirinden tutup yavaşça doğrulurken, hayranlıkla baktım. Kalın zinciri, işçiliği; her bir detayı muazzam görünüyordu.
"Bu, aradığım saat bu."
İhtiyar gülümsedi. "İçindeki çocuğu mutlu edeceksin anlaşılan."
"Benim içimde çocuk yok." diye itiraz ettiğimde başını omzuna devirdi.
"Herkesin içinde çocuk vardır lakin bahsettiğim sen değildin," Saati benden alıp, ufak ahşap bir kutuya koyduktan sonra avucuma bıraktı. "Bu saatin bundan sonraki sahibinden bahsettim."
Asil'in içindeki çocuk; benim tanıdığım o güzel çocuk, Asi. Bu saat senin için.
"Sağol ihtiyar." Ücreti masasına bırakıp, kapıya yürüdüm.
"Yine beklerim."
Kapıyı açtığım sırada başımı ona çevirdim. "Tekrar geleceğimi sanmıyorum."
Gülümseyerek iskemlesine yerleşti. "Buraya bir kez gelen daima yine gelir."
Aksini söylemek gelmedi içimden. Onu son kez başımla selamladım ve içeri geçtim. Kutuyu el çantama koyup arabaya geçtiğimde Bade'nin yanakları kıpkırmızıydı. Kurt'a dikiz aynasından ters bir bakış daha gönderdim ama asıl cezası çantamda ona verilmek üzere bekleyen bir hediye olarak duruyordu.
Peri, küçük villalar topluluğundan oluşan bir sitede yaşıyordu. Bahçe garajından içeri girdiğimizde iki katlı villası ve küçük bahçesine hazırlanan ışıl ışıl parti bizi karşıladı. Ensesi kalın iş adamlarından oluşan o soğuk partilerden değildi; daha çok gençlerin oluşturduğu salaş bir kutlama olacağa benziyordu. Peri, parıltılı mini elbisesiyle son dokunuşları yaparken, Yaprak kulağının dibinde kestirmek zorunda kaldığı saçlarıyla misafirleri karşılıyordu.
"Poseidon böyle şeyleri pek sevmez ama Peri bacım her sene usanmadan yapar." diye açıkladı birlikte araçtan indiğimiz Kurt. Saatini kontrol etti. "Bir saat kırk dakika sonra doğum günü umarım yetişir."
"Ya yetişemezse?" diye sordu Bade. "Yurt dışından geliyor sonuçta."
Kurt güldü. "Bunlar partilemek için bahane arıyorlar gülüm."
"Gülüm mü?"
Bade bakışlarını kaçırdı. Kurt sırttı. "O gülü senin bir tarafına so-"
"Aaa hoş geldiniz!" Peri neşeyle yanımıza gelip her birimizi samimiyetle öptükten sonra Kurt'un koluna girdi. "Kurt Ağabey, ağabeyim yetişebilecek mi? Az önce aradım, telefonu kapalıydı."
"İnşallah, diyelim bacım. Ağabeyinin işi belli olmaz, bilirsin."
Peri isteksizce başını salladı. Göz kapaklarında üç neon renkten oluşan farı ve simli rujuyla bir disko topuna benziyordu ama garip bir şekilde onda garip durmuyordu. "E hadi gelin, aperatiflerden başlayalım."
Bizi kokteyl masalarından birine götürüp ben ve Kurt için şampanya, Bade için alkolsüz kokteyl söyledi. Masa kısa süre sonra kanepe ve diğer atıştırmalıklarla dolarken, dj bir telefon kulübesine benzeyen kabine geçip hareketli bir parçayla giriş yaptı.
"Doktorcum." Peri dibime sokulup, "Dediğini yaptım." dedi. Bakışlarıyla iki masa ilerideki genç, kumral çocuğu işaret edip sessizce kıkırdadı. "Sohbeti kurdum. Tahmin ettiğim gibi bana karşı boş değilmiş. Bir sonraki teklifim ağabeyimle tanıştırmak olacak ve sonrasında top sende."
Başımı salladım. Neyse ki Kurt salağı gözünü Bade'den alamıyordu da ne Peri'nin ne de hoşlandığı çocuğun farkında değildi. Masadan bir kanepe alıp Bade'nin ağzına uzatırken, "Alo." diye araya girdim. "Gördüğüm kadarıyla Bade'nin elleri var."
Bade kanepeyi alamadan ağzını kapatınca Kurt homurdandı. "Yav güzel kardeşim, biz salsana bizi yav."
"Bekle, bekle salacağım ben seni."
Gözü biraz ileride telefonla konuşan Yaprak'a kayınca imayla gülümsedi. "Hem senin kıskançlık krizine girip kesmen gereken saçlar yok mu?"
"Oha!" dedi Peri. "Yaprak Ablanın saçını sen mi kestin?"
Kurt beni istediği duruma düşürdüğü için kıs kıs gülerkeni, "Yanlışlıkla oldu." diye açıkladım. "Yardımcı olmak istemiştim."
"Sormayın!" dedi Kurt ağzını yaya yaya. "Çok yardımseverdir bizim doktorcuğumuz. Dikkat edin de eline düşmeyin"
Masanın üzerindeki yumruğumu sıktım. "Kurt," dedim dişlerimin arasından. "Kaşınıyorsun."
Keyifle bir sigara yaktı. "Uğraşma benimle, uğraşırım seninle. Hıg hıg hıg..." Telefonu kapattıktan sonra masamıza doğru yürüyen Yaprak'ı süzdü. "Yalnız Dünya ahiret bacım olsun, Yaprak Hanım da harbi güzel kadın. Kısa saç da ayrı bir hava katmış. Bence Poseidon da kısa saç seviyor."
Kurt'a kafa atma isteğime daha fazla karşı koyamadım. Sertçe ona döndüğümde yüzündeki gülümseme silindi. Adımları geri geri gitmeye başladı. "Kışt!" dedi sinek kovalar gibi. "Kışt! Git, git, gelme üstüme."
"Kurt'cuğum..." Gülümseyen başımı omzuma yatırdım. "Gelsene buraya, senin gibi koskoca adam kaçmak yakışıyor mu?"
"Karşımdaki yavuklusuna savurdu, diye kadının saçını kökünden kesen bir manyaksa, evet çok da yakışıyor."
Yaptığım ilk hamleyle birlikte arkasını döndü ve insanların arasına karıştı. Peşinden gittim ama çok geçmeden bir noktaya toslayarak durmak zorunda kaldım. Bedenim sendelerken, belime sarılan kollar değil ama o kolların sahibinin dudaklarındaki gülümseme beni köşeye sıkıştıracaktı.
"Sen yurt dışında değil miydin?"
"Öyleydim." Lanet olsun, çok keyifliydi. "Ama gördüğün gibi geldim."
Ne zaman geldiğini soracak kadar berbat durumdaydım. Oysa az önce olanları duyduğu, gözlerine ulaşan gülümsemeden bile belliydi. "İyi, şimdi de ben gidiyorum." dedim ama geri çekilmeme izin vermedi. "Ne?"
"Sen biliyorsun ne olduğunu." Bakışları gözlerimde dolaşmaya başladığında bakışlarımı kaçırmamak için kendimle savaşıyordum. "Çekil Asil, işim var."
"Çekilmezsem?"
"Kurt dangalağının yerine seni döverim."
Sırıttı ve elimi tuttu. Evet, elimi parmaklarımız birbirinin arasından geçecek şekilde tuttu ve bizi masaya geri götürdü.
"Ay ağabeyim gelmiş!" Peri boynuna atlarken, Yaprak beni başıyla selamladı ve bu sırada bakışları ellerimize kaydı. Keyifsiz görünüyordu, hatta kızaran gözleri ağladığını söylüyordu.
"Geldim güzelim. Kaçırır mıyım hiç?"
Peri geri çekilip ortamı gösterdi. "Nasıl, sevdin mi? Doğum gününe bir saatten az kaldı! Yetişemeyeceksin, diye aşırı korktum!"
Masaya geri dönen Kurt, Bade'nin yanındaki yerini alırken, "E doğum günün çocuğu da geldiğine göre hediyelerimizi verek mi?" diye sordu.
"Ama daha pasta kesilmedi ki." dedi Bade. Peri ona katıldı.
"Ne fark eder ki? Ben Kurt'a katılıyorum. Bence hediyelerimizi şimdiden verelim." Kurt'a kocaman gülümsedim. "Kim başlıyor?"
"Ben!" Peri hızla içeri koştu ve bir dakika sonra elinde büyük bir kutuyla birlikte geri döndü. Asil o kutuyu açtığında içinden hoş bir heykel çıktı. "Geçen mekanındaki odanda yanlışlıkla kırmıştım ya... Ben de yerine bunu aldım. Sevdin mi?"
"Sevmez miyim?" Ellerimiz birbirinden ayrılırken kardeşinin şakağından öptü ve ona sıkıca sarıldı. "Ayrıca istediğini kırabilirsin, yenisini almana gerek yok."
Yaprak el çantasını açtı ve içinden küçük bir kutu çıkarıp Asil'e verdi. "Bu da benim hediye."
Asil ona gülümsedi. Yaprak'ın hediyesi bir çift kol düğmesiydi, zevkli bir seçimdi. "Çok güzeller. Teşekkür ederim."
Yaprak ellerini Asil'in kollarına koyduğunda kısa bir süre sarıldılar. Peri'yle sarıldığı gibi değil, daha mesafeliydi. "İyi ki doğdun ve iyi ki seni tanıdım."
Asil geri çekilirken onun yüzüne baktığında duraksadı. Üzgün göründüğünü fark etmişti. "İyi misin?"
Yaprak bir şey söylemeden geri çekildiğinde Kurt hediyesini uzattı. "Bade ve benim hediyem."
"Yuh ama artık!" demekten kendimi alamadım. "Nikahına da al tam olsun."
Kurt pis pis güldü. "O da olur bir gün inşallah." Ve gülüşü bir balon gibi söndü. Önce utanan Bade'ye sonra da yere baktı. "Ben onu dışımdan mı söyledim?"
"E sıra bende o zaman." Çantamı açtım. "Ama ben Asil'den önce Kurt'un hediyesini vermek istiyorum."
Kurt şaşkın bakışlarını yüzüme kaldırdı. "Bana hediyemi aldın?"
"Hem de yakın zamanda kaybettiğin bir şey aldım. Hoş bir detaydı. Mutlaka yerine konulması gerekiyordu."
"Hadi ya. Ney ki o?" Duruşunu dikleştirip, yakalarını düzeltti. "E bir yerde haklısın. Zevkli adamımdır vesselam."
"Çooook..." Ufak hediye paketini çıkarıp ona verdim. "Umarım en az diğeri kadar seversin."
Paketi açarken yüzü gülüyordu. "Yav düşünmüş almışsın. Doğrusu senden beklediğim bir hareket değildi, şaşırttın beni. Sağolası-"
Paketi tamamen açıp, ne olduğunu anlamak için içindekini iki eliyle tutup kaldırdı. Kırmızı, tam ortasında dev bir tazmanya canavarının olduğu boxer gün yüzüne çıktı. Masaya derin bir ölüm sessizliği hakim olurken, Kurt yutkunamadı ama şakaklarında şişen damarlar fark edilmeyecek gibi değildi.
"Nasıl beğendin mi?" Dirseklerimi masaya yaslayıp, birkaç dakika önce onun yaptığı gibi keyifle güldüm. "Görüyorsunuz, o kadar beğendi ki çıtını çıkaramıyor." Başımla evi işaret edip göz kırptım. "E hadi giy de üzerinde görelim o zaman."
Peri daha fazla kendini tutamayıp ağzındaki içkiyi püskürterek gülerken Bade'nin kahkahası onu takip etti. Asil başını eğip, iki parmağıyla burun direğini sıkarken gizlice güldü. Gülmeyen yalnızca Kurt'tu.
"Utanma yav," dedim onu taklit ederek. "Görmediğimiz şey mi? Afitap'ın açtığı pencerelerden daha fazlasını gördük."
Kurt yavaşça eğildi, yere düşen paketi aldı. Boxeri sertçe içine teptikten sonra, "Sağol," dedi boru gibi bir sesle. Kadehini alıp tekte başına dikti "Çok makbule geçti."
Peri gülmesini durdurmaya çalışırken karnınını tuttu. "Ay bu doktor öldürecek beni! Ne komik kadınmış!"
"Delisin sen." dedi Asil'in kulağıma yaklaşan ılık fısıltısı.
Ona bakıp gülümsedim. "Hiç normal olduğumu söylemedim ki."
Biraz sonra Bade lavaboya giderken eşlik etmem için rica etti. Kalabalık ortamlara ilk kez girdiği için çekindiğini biliyordum. Onunla gittim ama döndüğümüzde masada yalnızca Peri ve Kurt vardı. Gözlerim Asil'i ararken telefonum çalmaya başladı.
Bilinmeye numara.
Açmadan önce masadan bir miktar uzaklaştım.
"Kimsin?"
Her kimse önce konuşmadı, beni dinledi.
"Bir daha sormayacağım."
Gülme sesi geldi. Bir erkeğe aitti. "Hala çok sabırsızsın, Burgonya Kızı."
İnsanların arasında durdum. "Nerden buldun numaramı?"
"Sence sorman gereken ilk soru bu mu?"
"Nerden buldun numaramı?" Bu kez resmen heceledim, nefretle.
"Bulduğum sadece numaran değildi. Mesela...." dedi alayla uzatarak. "Siyah elbisenin sana ne kadar yakıştığını görecek kadar yakınım sana."
Siktir! Burada bir yerdeydi. Etrafımda döndüm. Gözüme çarpan bir anormallik yoktu. Derhal adımlarımı hızlandırarak insanların arasından ayrıldım ve bahçe duvarına gittim.
"Senin saçındaki her bir teli ayrı ayrı sikerim. Seni amuda kaldırıp öyle sikerim! Orospu çocuğu!"
Bağırarak ettiğim küfürler birer heykel gibi duran korumaların dikkatini üzerime çevirdi. Her birinin suratında aynı şaşkın ifade vardı. Bakışlarımı metrelerce ilerideki parti alanına uzattım. Gürültülü müzik hala devam ediyordu. Beni duyabilmelerinin imkanı yoktu ama biraz
daha burada küfür etmeye devam edersem korumalar Asil'e haber uçurabilirdi.
Yüzümü duvara çevirip elimi ağzıma kapattım ve sakin kalmaya çalışarak, "Frank." dedim. "Seni lime lime edeceğim. Yerinde olsam karşıma çıkmazdım. Ya da çık. Çık da o tehditler savuran ağzını si-"
"Görmeyeli küfürlerini epey geliştirmişsin." dedi bozuk Türkçesiyle. "Ama biraz da alındım. Seni görmek için nerelerden geldim, bilmiyor musun? Görmeden gidersem kalbim kırılır. Yoksa... Herkesin korktuğu Burgonya Kızı korkuyor mu? Yoksa yine kaçacak mı?"
"Ben senden kaçmadım, it." dedim tane tane ama sözlerinin kanıma dokunduğunu da inkar edemezdim. Belki artık Burgonya Kızı olarak anılmak istemiyordum ama bir şey kesindi ki Mavi de kimseden kaçmazdı. "Söyle lan yerini. Söyle, geleceğim!"
"Sahildeki cam fabrikasındayım, güzelim. Ama elini çabuk tut, sabırsızlanıyorum."
Telefonu o lanet suratına kapattım. "Ben de. Kökünü kazımak için sabırsızlanıyorum."
Gözüm çıkış kapısına ulaştı. Başka bir zamanda yalnızken düşünmeden çıkıp giderdim. Artık yalnız değildim. Asil vardı ve canı pahasına koruyacağını biliyordum. Bu yüzden daha fazla düşünmedim.
"Bugün doğum günü..." diye hatırlattım kendime.
Doğum gününü herkes gibi kutlamayı hak ediyordu ama...
"Gidersem peşinden gelir. Doğum gününü benimle birlikte cehennemin dibinde kutlar ama yine de gelir."
Kalmalıydım. Onun için öfkemi birkez olsun bir kenara koyabilirdim. Bay Frank'ı gebertme işi sonraya da kalabilirdi. Bu gece yalnızca Asi'nin doğum günü olmalıydı.
Verdiğim karara sırtımı yaslayarak adımlarımı hızlandırdım. Bir garsonu durdurup, nerede olduğunu sordum.
Garson gülümseyip evi işaret etti. "Noyan Bey çalışma odasında, efendim."
"Tamam."
Eve yönelirken,"Bir dakika." dedi. "Kendisi yalnız değil. Yanında Yaprak Hanım da var ve rahatsız edilmek istemediler."
Göğüs kafesimde başlayan ateşin zihnime ulaştığını hissettim. Damarlarımda akan kan kıskançlık denen o illet hisle fokurdarken, adımlarım geri döndü.
Bu kez öfkem iki tutam saç keserek dinecek cinsten değildi.
Bir göğüsü yarmalı ve çıplak ellerimle kalbi yerinden sökmeliydim.
Seçeneğim ise açıkça önümdeydi.
Korumaların birer profesyonel olması, istediğim yere bir ruh gibi görünmeden girip çıkabilmeme engel değildi. Kalabalığı ve müziği ardımda bırakarak siteden uzaklaştığımda bulduğum ilk taksiyi çevirerek Şerafettin'i bıraktığım otoparka gittim.
Onu özlemiştim çünkü ben kelimenin tam anlamıyla bir hız tutkunuydum. Parmaklarımı heybetli bedeninin kan kırmızı yüzeyinde dolaştırırken, "Bebeğim..." dedim. "Beni özledin mi?"
Gizli bölmesini açıp iki silah ve yeteri kadar yedek şarjör aldıktan sonra kaskı kafama geçirdim. Gecenin karanlığında gaza yüklenirken tenimi ısıran rüzgar eteklerimi havaya savuruyordu. Biraz sonra o iblisi ellerimle gebertecektim ve daha sonrasında bunu kutlamaya çoktan karar vermiştim bile. Issız sokakların ardındaki cam fabrikasına ulaştığımda ne bir ses ne de ışık vardı.
Şeytan karanlığından saklanıyordu ama asıl şeytanın ensesinde olduğunu henüz bilmiyordu.
Tek başıma içeri girecek kadar aptal değildim. Kendimi ustalıkla gizleyerek fabrikanın etrafında bir tur attım. O ve adamlarının yerinin tespit ettiğimde ise yıkık dökük duvarın arkasından pozisyon aldım. Camın ardında yedi gölge saymıştım. Kurşunlarım hepsini indirmeye rahatlıkla yeterdi
"Geber." İlk gölgenin sahibine sıktığımda kafasına yediği kurşunla devrildi. Adamların küfürleri olduğum yere kadar gelince yüzüm güldü. "Ha şöyle, sesiniz çıksın biraz." Gölgeler hareketlendi, olduğum yere doğru kurşunlamaya başladıklarında bir süre onlara izin verdim.
"Ooooo!" Kurşunlar kesildiğinde bağıran sesini duydum. "Burgonya Kızı nihayet inimizi şereflendirmiş."
Sırtımı yasladığım duvar kenarından gülümsedim. "Seni inene gömmeye geldim, it!" Kıpırdadım, ufak bir boşluktan namlumu uzatıp ikinci gölgeyi indirdim. "İkiye sıfır! E sende hala iş yok ama... Koskoca Fransa mafyasına yakışıyor mu hiç?"
"Merak etme! Benim de hazırladığım bazı sürprizler vardır elbette."
Ne söylemeyeye çalışıyordu. İkinci silahımı çıkarıp kendimi emniyete alırken aklıma gelen detay ayağıma çelme taktı.
İçeride beş kişi kalmışlardı.
Ya dışarıda!
"Sikeyim!"
Kurşunlar başımın etrafındaki duvarı delip önümde toz bulutu oluştururken sırtımı yeniden duvara verip fabrikanın etrafındaki ormanlık alana dikkat kesildim. Orada bir hareketlilik vardı ve giderek bana doğru yaklaşıyordu.
Lanet olsun! Aynı anda içeri ve dışarıdakilerle savaşamazdım. Kaçma fikri tüm cazibesiyle göz kırpıyordu ama bunu da istemiyordum.
Öfkeyle haykırarak döndüm ve iki silahımla fabrikayı kurşun yağmuruna tuttum. Patlayan camların sesi gecenin sessizliğe balyoz olup inerken inleme sesleri boş geçmediğimin kanıtıydı. O taraftan sıkılan kurşunların seyrelmesi bana en az iki adamı daha indirdiğimi söylüyordu ama nefes nefese arkamı döndüğümde ormandan çıkan beş siluet gördüm.
Beş adam ve beş silah silüeti...
Son şansımdı. Ya bir korkak gibi kaçacaktım ya da ölümü göze alarak kıran kırana savaşacaktım.
İstemsizce kalkan silahlarım bana ikincisini seçtiğimi gösterdi. Aynı anda beş silah bana doğrultulduğunda derin bir nefes aldım ve sıkmaya hazırlandım.
"Geberin lan!"
Bir şey oldu. Ormandaki adamlar tek bir mermi bile sıkamadan birer birer oldukları yere yığıldı. Geride bıraktıkları boşlukta ise onu gördüm.
Onu, yalnızca siluetinden bile tanırdım.
"Ne işin var senin bu-"
Bir yırtıcı gibi üzerime atlayıp beni sağlam bir duvarın ardına aldığında bir şey söylemesine gerek yoktu. Karanlıkla parlayan sarı gözleri ölümcül bir öfke saçıyordu.
Silahını duvarın yanından uzatıp fabrikadan gelen kurşunlara karşılık vermeye başladığında ona eşlik ettim. Yan yana, omuz omuzaydık. Deli gibi ateş ediyorduk ve çok karanlıktı.
"Sana ihtiyacım yok!" diye bağırdım. "Kendim hallediyordum."
"Sakın!" dedi dişlerinin arasından. Bağırmadı ama o güçlü sesi bir şekilde kurşunların sesini bastırıp bana ulaşmayı başardı. "Sakın sesini çıkarma. Şu an o kadar öfkeliyim ki beni sen bile sakinleştiremezsin."
Mermim bittiğinden çizmemin içinden yedek şarjörümü çıkarıp doldurdum. "Sakin olmanı istediğimi kim söyledi?" Eğilip boşluktan baktım. Yalnızca iki kişi kalmışlardı ve karşılarında koca bir ordu vardı.
Evet, Asil ve ben yanyana koca bir ordu kadar güçlüydük.
"İsteyeceksin." dedi hırçın sesi. "Sakin olmam için yalvaracaksın."
Bir an için durdum ve ona baktım. Karanlığa rağmen alnında parlayan ter damlacıklarını görüyordum. Hızlı hareket etmişti. Belki de koşmuştu. Çatışırken şişen kolları siyah gömleğinin zorluyordu ve biraz daha böyle devam ederse yırtılacağına yemin edebilirdim.
"Konuşma Korkutel." dedim meydan okurcasına. "Bana yapabileceklerini göster."
Kurşunların kesilmesiyle durdu, bana baktı. Keskin nefesi her ağzından çıkışıyla beyaz dumanı havaya savururken, "Bekle," dedi. "Göstereceğim."
Belindeki ikinci silahı çıkarıp resmen fabrikayı taramaya başladı. Bunu yaparken çok güçlü ve çok acımasız görünüyordu. Bana sıkılan her bir kurşunun intikamını alıyor gibiydi ki... Aslında gibisi de fazlaydı. Çok geçmeden karşı taraftan gelen kurşunların kökünü kazıdı. Oluşan sessizlikte kaçan adım seslerini işittik.
Kaçan düşman değil, ben olmuştum ve bu onun sayesindeydi
Elimi sıkıca tutup bizi ayağa kaldırdığında öyle hızlı yürüdü ki adımlarına eşlik etmekte zorlandım. Birlikte karanlık ormana daldığımızda kurumuş yaprakları çiğneyen adım seslerimizden fazlası duyulmuyordu. Arabasına ulaştığımızda önce beni bindirip yine emniyet kemerini elleriyle bağladı ve kapıyı üzerime sertçe kapattı.
Öfkeli olduğunu söylemek yetersiz kalırdı. Burnundan soluyordu. Az sonra patlamak üzere olan bir volkana benziyordu patika yoldan sallanarak ilerlerken.
"Nereye gidi-"
"Şu an iyi olan tek şey ne biliyor musun?" Cevaplayacak olan yine kendisiydi. "Bizi getirdiğin bu lanet yerin, evimize çok yakın olması."
Evimiz. Hayır, burası yaşadığı yere yakın falan değildi.
Çok değil, birkaç dakika sonra evimiz, dediği yere geldik; mahallemize, doğduğumuz evimize... Hala evimiz olan ve daima evimiz olacak evimize...
Arabadan onunla birlikte indiğimde bu kez benim değil, onun ailesinin evine girdik. İlk kat yalnızca girişti ve eski bir portmantodan fazlasını barındırmıyordu. Yukarı doğru kıvrılarak dönen ahşap merdivenleri tırmanmaya başladığında peşinden ilerledim. Basamakların sonunda bizi geniş bir salon karşıladı. Doğduğum eve çok benziyordu; çiçekli divan, eski model büyük ahşap masa, köşedeki antenli televizyon ve rengarenk kilim... Aynı sıcaklık, aynı yaşanmışlık hakimdi.
Asil salondan girilen üç kapıdan birine yöneldi. Odasıydı. Tek kişilik bir yatak, ufak bir çalışma masası ve iki kapılı eski bir dolap vardı. Gece lambasını yaktığında odanın içine dolduran kırmızı ışık bana tüm detayları gösterdi. Duvarların bir kısmı maviyken, kalanı larcivertti. Küçükken takım tutuyordu, ya şimdi? Yerde aynı renklere sahip eski bir top vardı. Masanın üzerinde ise boş bir çerçeve...
Yüzü bencereye, sırtı bana bakarken, o çerçeveyi gösterdi. "Seni bulduğumda orada bir fotoğrafımız olacaktı." Sabırsız bir nefes verdiği duydum. Hızla bana döndüğünde gerilen kaşlarına şakaklarında şişen damları eşlik ediyordu. Bana doğru bir adım attı, geri çekilmedim. "Ama sen orada bir fotoğrafımız olmaması için her şeyi yapıyorsun!"
"Beni tehdit etti. Karşılıksız bırakacak değildim." Başımı kaldırıp kızgın bakışlarına karşılık verdim. "Kendimi savundum. Tıpkı bu zamana kadar yaptığım gibi."
"Bundan önce." dedi bir küfür gibi. "Bundan sonra değil." Tek adımla aramızdaki tüm mesaferi kapattığında, kolundaki ıslaklık yüzüme bir tokat gibi çarptı. "Ben Mavi, ben tüm bundan sonralarını doldurdum. Öncelerini sikip attım." Başını yüzüme eğdiğini hissettim, bakışlarım kolundaki ıslaklıktan ayrılmıyordu. "Ve senin buna uymaktan başka yolun yok."
Vurulmuştu. Benim yüzümden vurulmuştu. Bundan başka bir şey düşünemiyordum. Kuruyan dudaklarımı araladığımda, "K-kolun." diye kekeledim. "Vurulmuşsun."
(Burdan sonrası bitişi kadar +18'in dibidir. Rahatsız olacak olan lütfen atlasın)
Parmakları kolumu kavradı, başını omzuna eğdiğinden bakışlarıyla bakışlarımı yakaladı. Söylediğim şey umrunda değildi, umrunda olan söyleyecekleriydi. "Seni tehdit mi etti, bana söyleyeceksin. Önüne mi çıktı, bana söyleyeceksin." Dişlerini sıktığında keskinleşen çene hattı kendini nasıl frenlediğini gözüme sokuyordu. "Nefes almasından rahatsız mı oluyorsun, bana söyleyeceksin. Bana." Gözünü kırpmadı, bir kere bile. "Çünkü seni korumak görevi bana ait. Eğer o görevi yerine getiremezsem..." Başını kaldırdı, bakışları hala benimken ağır ağır yutkundu. "Nefes almamın bir anlamı kalmaz." Beni kendine çektiğinde ayakkabılarının üzerine çıkmak zorunda kaldım. Bedenim bedenine yasladığında kolları tümüyle bedenimi sarıp sarmaladı. "Mavişin nefes almadığı Dünyada Asi'nin nefes almasının bir kıymeti yok."
Bu bir zelzeleydi; yakıp yıkacak infilak ve içimde hiçbir zamana sığamayacak bir ihtilaldi. Dudaklarımı aynı anda ve sertçe birbirini bulduğunda çıldırmış gibi öpüşmeye başladık. Büyük elleri tüm sırtımda gezinirken onun yumuşak ve bir o kadar da aç dudaklarına tutunmaya çalıştım. Ellerim çene ve boynundaki sallarını buldu. Bu, beni en sert öpüşüydü. Hesap sorar gibi, sözlerini dudaklarıma ve ruhuma kazır gibi öpüyordu. Nefes nefes durduğumuzda alnını alnıma yasladı. Tutkuyla koyulaşan gözlerini öfkeye esir olmuş tüm duylarından arındırmıştı. Elleri yavaşça aşağı elbisemin eteğine indiğinde bana bakmaya devam etti. Kalçalarımdan kavradı, beni kaldırıp kendine bastırdığında dudaklarımda firar eden inilti bacaklarımın arasında hissettiğim sertliği yüzündendi.
Ellerimi boynundan kayıp gömleğinin düğmelerini bulduğunda göğüs kafesimin içinde kıyamet kopuyordu. Birkaç düğmeyi açmayı başardım ama kalanı için aynı şeyi söyleyemezdim. Kopan düğmelerin yerle buluşarak yuvarlanmasının sesi kulaklarımıza ilişirken, gömleği yapılı omuzlarından sıyırdım. Baktığım ilk yer koluydu. Nefes ciğerlerimi rahatça terk etti çünkü sadece sıyırmıştı. Parmaklarım yarasını buldu, kanına buluştu.
"Tedavi etmemiz gerekiyor," diye fısıldadım.
Erkeksi gülümsemesi ruhumu işgal etti. "Farklı bir tedavi istiyorum doktor." Başını boynuma eğdiğinde gözlerimi kapattım. Nefesinin sıcaklığı boynumun ince derisini ısırıyordu ve bu bacaklarımın arasında mükemmel bir sızıya sebep oluyordu. "Tedavi et."
Kollarımı kaldırdığımda beklemedi, elbisemi bedenimden sıyırıp attı. Gözlerimizi birbirinden ayırmadan kemerini ve pantolonun düğmesini çözdüğümde parmakları sertçe sütyenimin kopçalarını çekiştirdi. Saniyeler içinde onu da odanın karanlık bir köşesinde gönderdiğinde üzerimizde yalnızca birer parçayla kaldık.
"Bu," Parmaklarımı omzu boyunca kaydırdım, yarasının üzerinde durduğumda parmak uçlarıma bulaşan kanını göğsüne doğru çekip tüm göğsünü kan içinde bıraktım. "Yaptığım en iyi tedavi."
Kolları bedenimi yeniden kavradı, beni yukarı çektiğinde bacaklarımı beline dolayıp çıplak göğsümü göğsüne yapıştırarak kanını kendi bedenimde hissettim. "Siktir!" diye inledim. "Bu çok iyiydi!"
Başım başının üzerindeydi ve başını kaldırdığı an alt dudağımı kavrayıp anlık olarak ısırdı. "Kanım seni tahrik mi ediyor?"
Bir itiraf? Bu kez yapabilirdim. "Bazen nefes aldığında bile sırılsıklam oluyorum."
Fazla ileri gittiğimi silinen gülümsemesinden anladım. Bizi etrafımızda çevirip birkaç adım attı ve sonunda sırtım saten çarşafla buluştuğunda parmakları birer kıskaç gibi külotumun lastiklerini kavradı. Tek hamlede bacaklarımdan çekip aldığında ve iri varlığını bacaklarımın arasına sıkıştırdı.
Bana asıl ileri gidenin kim olacağını gösterecekti.
"Asi..." dedim yattığım yerden. Nefesi.... oradaydı. "Bekleyebileceğimi sanmıyorum."
Bakışlarımı eğip ona baktığımda, parmakları kalçamın hemen altından kavradı. Olduğu yerden kısılan bakışlarını yüzüme dikip, dudaklarını kadınlığımın tepesine bastırdı.
Huh! Sik tir.
"Ne oldu güzelim?" diye sordu tutkulu fısıltısıyla. "Sakin olmamı mı söyleyeceksin?"
Bakışlarım tavana çıkarken güldüm. Benimle yalnızca tahrik etmiyordu. Aynı zamanda oyun da oynuyordu.
"Ih...Söylemeyeceği-"
Dilini alt tarafıma indirdi ve hızla yukarı doğru çıkararak yaladığında yutkunamadım, nefes alamadım.
Bacaklarımın içine kayan parmakları tenime kuvvetli bir baskı uyguladığında dudaklarıyla kadınlığımı kavrayıp iştahla emmeye başladı. Tüm bedenim yay gibi gerildi, parmak uçlarımın soğuyup uyuşmaya başladığını hissettim. Çünkü bana yaptığı şey nefes alamayacağım kadar yakıcıydı. Dili kıvrımlarımda gezinmeye başladığında çığlık atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım ama uzun süre işe yaramayacağını biliyordum. Bana tamamen içgüdüsel olarak dokunuyor, bacaklarımın arasına rasgele öpücük ve ısırıklar bırakıyordu. Dudaklarıyla yaktığı noktalara geri çekilip nefesini verdiğinde uyuşan ayak parmaklarımı sıkıp başımı geriye gittim.
Dili içime girdiğinde ise dudağımı ısırıp büyük bir çığlık attım.
Durmadı. Dilini içime itmeye devam ettiğinde kıvranarak bacaklarımı kendime çekmeye çalıştım ama izin vermedi. Bacaklarımı öyle sıkı tutuyor ve dil darbelerini öyle barbar bir açlıkla indiriyordu ki dayanamayıp "Dur!" dedim. "Dur artık!"
Dudaklarını oradan ayırmadan bakışlarını yüzüme çıktı. Dudaklarını görmüyordum ama gözleri gülümsüyordu. "Sakin olmamı mı istiyorsun?"
Göz bebeklerim, gözlerinin üzerinde titredi ve başımı sallayarak zafer meşalesini ona teslim ettim. İstediği gibi...
Başını eğdi, oraya son bir öpücük bıraktı ve doğrulurken üzerindeki son parçadan da kurtuldu. Bedenini kalın bir örtü gibi bedenimin üzerine sererken, aldığı ellerimi başımın üzerine yatırıp parmaklarımızı birbirine kenetledi.
Bakışları hemen buradaydı. Buğuluydu. Bir başka bakıyordu ve bacaklarımın arasındaki varlığı çok, çok büyüktü.
"Dudaklarımın arasında, bu Dünyanın en lezzetli tadı var." Dudaklarını benimkine sürttüğünde yarasının kanı tenime damlıyordu. "Aç gözlerini." Bedenini üzerimden yavaşça hareket ettirdiğinde erkekliği ıslaklığım boyunca kaydı. "Maviş, bak bana."
Açılan yalnızca gözlerim değildi. Aldığım hazla dudaklarım da aralanmıştı ve onun kaskatı kesilen bedeni üzerimde daha fazla ağırlaşıyordu.
"Asi..."
"Bebeğim." dedi kendini ıslaklığımda kaydırmaya devam ederken. "Ne yapmamı istiyorsun?"
Ona tutunmak istedim ama bırakmadı. "Beni... Beni si-"
"Siss..." Güldü. Dudağım kısa bir öpücük bırakıp, "Seninle sevişeceğim." dedi boğuk sesiyle. "Ama sadece bu değil." Kalçasını kaldırdı ve erkekliğini girişimi dayadığında bacaklarımı beline dolayıp gözlerimde gezinen gözlerine baktım. "Seninle düzüşeceğim. Seni tamamen kendime ait kılacağım. Seni bana kazıyacağım."
Ellerimi özgür bıraktı. Dudakları dudaklarıma kapandı, kendini sertçe içime ittiğinde iniltilerimiz birbirimizin ağzında yuvarlandı. Siktir! O kadar büyüktü ki onu kasıklarımdan daha fazlasında hissediyordum. Tüm gövdemde gibiydi ve bu doluluk hisse nefes almama izin vermiyordu.
"Bu," Sesi acı çekiyordu ve Dünyanın en büyük hazzını yaşıyordu. "Bu inanılmaz..." Geri çekildi ve kendini yeniden ittiğinde zonklama hissi şimdiden benimleydi. "Sen inanılmazsın."
Kollarından tutundum. Avuçlarımdan biri yarasının üzerindeydi İçimde gidip gelirken kan damlaları yayılıyor, tüm bedenimizi acı bir kızıla boyuyordu.
Tenime bulaşan kan ilk kez öldürmüyordu. Beni yaşatıyordu.
Ve evet, bu yalnızca seks değildi. Benimle sevişiyordu. Hiç sevişmemiş olan adam bana nasıl sevişileceğini gösteriyordu.
🖤
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.95k Okunma |
1.75k Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |