Selam!!!
Oldukça yoğun bir bölüm. Lütfen oy ve yorumlarınızla destek olmayı unutmayın ki daha fazlasını yazabileyim...
Marilyn Monroe~ Sevdalize
Müslüman Gürses~ Nilüfer
Sena Şenel~ Teni Tenime
Keyifle okuyun.
🕯🕯🕯
Huzur; kimi zaman yağmur sonrası toprak kokusuydu. Kimi zaman sıcacık bir ev, gerçekleşmek üzere olan bir hayal ya da yalnızca bir insanın kokusunda dinlemekti.
Bade için huzur, yalnızca bebeğiydi. Tüm yaşadıklarına; bedeninde ve ruhunda hissettiği tüm trajedilere rağmen bebeğinin uyuyan yüzüne baktığında her biri uçup gidiyordu. Küçük kızının büyük ve pembe yanakları o kadar masum görünüyordu ki sonunda onu kollarına alabildiği için neredeyse yaşadıklarına şükredecekti.
Yağmur, yağıp yağmamak arasında kararsız kalmışcasına arada bir cama dokunurken, yorulan başını beşiğin kenarına koydu, kızını izlemeye devam etti. İçinde bulundukları evde misafirdi. Bu durum sıkça aklını kurcalıyordu. Bostanlı’daki eve geri dönemezdi, ifşa olmuştu. Bebeğinin yeniden kaybetmeyi göze alamazdı ama nereye gideceği hakkında da hiçbir fikri yoktu. Zaten yeterince parası da yoktu. En iyi ihtimalle bir işe girip çalışabilirdi ama o durumda bebeğine kim bakacaktı? Kimseye emanet edemeyeceği kadar küçüktü ve hala emziriyordu. Derin ve içli bir nefes alırken, başını koyduğu kolunu uzattı ve kızının şimdilik küçük birer tüye benzeyen saçlarını sıvazladı.
“Keşke ikimize ait, kimsenin bilmediği küçük bir evimiz olsaydı.” Küçük kız uykusunda ağlamaya benzeyen bir ses çıkardığında Bade burukça gülümsedi. “Haklısın, cebimizdeki parayla öyle bir evin kapısını bile zor alırız. Ama… Güzel olmaz mıydı? Belki küçük bir bahçesi de olurdu, gelecek yaz binmen için bahçesine küçük bir salıncak kurardım.” Yeniden iç geçirdi. Burada rahattı. Kimsenin ona git, demeyeceğini biliyordu ama yine de diken üstündeydi. Diğer yandan bir abla olarak gördüğü Deniz’i halen çözebilmiş değildi. Ondan korkmuyordu, kötü biri olduğunu düşünmüyordu ama bazen gözlerinde o kadar karanlık bir ifade beliriyordu ki Bade anlam veremiyordu. “Belli ki o da bizim gibi kötü şeyler yaşamış.” Gülümsedi, bu defaki umutluydu. “Belki küçük evimizde o da bizimle olur.”
Duyduğu öksürük sesiyle başını kaldırıp kapıya baktı. Kapı aralığında duran adam kalp atışlarını hızlandırırken, ne zamandır orada olduğunu bilmemek utanmasına sebep oldu.
Söylediklerini duymuş olabilir miydi?
“Kurt Bey.” dedi şaşkınlıkla. “Buyrun, bir şey mi istediniz?”
Kurt cevap veremedi. Çünkü verecek bir cevabı yoktu. Neden orada olduğunu bilmiyordu. Ayakları evin içinde sayamayacağı kadar çok tur attıktan sonra en sonunda onu Bade’nin kapısının önüne getirmişti.
“Şey…” dedi bebeğin uyanmaması için alçak tuttuğu sesiyle. “Ben acıktın mı, diye sormaya gelmiştim.”
Aslında acıkmıştı ama küçüklüğünden beri acıktığını söylemeye utanırdı. Çünkü bir zamanlar her söylediğinde bunun için azalanmıştı ve sonunda kendini her zaman tok olduğuna ikna etmişti.
“Hayır, teşekkür ederim.”
“Ama kahvaltıyla duruyorsun.”
Bade şaşırdı. Bunu nereden biliyordu?
“Yani…” Kurt, yalan söylerken bakışlarını tavana uğrattı. “Hemşire bugün erken çıktı, karnım kazınınca mutfağa baktım da yemek yapmamış. Ondan şey ettim.”
Bade ayağa kalkıp, “Siz açsınız.” dedi. Hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi. “Duru uyurken ben hemen bir şeyler hazır-” Sözlerini bölen ve onu durduran, adamın yanından geçmek üzereyken kolunda hissettiği dokunuştu. Daha büyük bir şaşkınlıkla, Kurt’un dirseğini kaplayan büyük eline baktı.
“Bana yemek hazırlamanı istemedim.” Onun yeşil gözlerine bakmak için başını omzuna eğdi. “Ben sana hazırlamak için sormuştum.”
Bade içinde sıcak, çok sıcak bir his belirdi. Hayatında boyunca hep başkaları için yemek yapmışken, şimdi yanı başındaki adam onun için yemek yapabileceğini mi söylüyordu?
“Ben… Zaten burada size yeterince yük oluyo-”
“O ne demekmiş?” Kurt kolunu bırakmadan koca bedenini Bade’ye çevirdiğinde çatık kaşları daha çatıktı. “Burada kimse sofraya koyduğu fazladan bir tabağın hesabını yapacak insan değil. Olanından alnını karışlarım.”
Bade bakışlarını yere düşürürken, “Teşekkür ederim.” diye sessizce. “Yine de yemeği ben yapmak istiyorum.”
Kurt kısa bir düşünmenin ardından onun kolunu bırakıp elini merdivenlere uzattı. “Birlikte yapalım. Hatta… Mangal yapalım. Ben anlasam anlasam etten anlarım. Sen de yanına birkaç meze yaparsın. İçimden bir ses bizim delilerin yakında geleceğini söylüyor.”
“Bizim deliler?”
“He.” dedi gülerek. “Bizim patronla senin doktor. Bence onların ikisi de birbirinden manyak. O yüzden sürekli bir aradalar.”
Bade kendini tutamayıp güldü. “Deli oldukları konusuna katılabilirim ama bir arada olmalarının tek sebebi bu değil. Daha kuvvetli bir şey…”
Kurt’un gülümsemesi uzaklaşırken, bakışları Bade’nin gözlerinde daha fazla yoğunlaştı. “Ne ola ki?”
Bade, yanaklarının kızardığını hissetti. Evet, söylemek istediği dilinin ucundaydı ama söyleyemeyecek kadar utanıyordu.
“Bakın ne getirdim!”
Heyecanla merdivenleri tırmanan Cengiz bilmese de Bade’nin rahat bir nefes vermesine sebep oldu. “Ne onlar?” Cengiz’in elinde iki plastik ayıcık vardı ama yaklaştıkça onların yalnızca birer ayıcık olmadığını anladı. “A a! Bebefon mu?”
“Tam üstüne bastın!” dedi Cengiz neşeyle. “Oyuncakçının önünden geçiyordum. Dedim Duru kıza bir şeyler alayım.” Telsizleri kaldırıp, “Ahanda bunları buldum!” dedi. “Artık gönül rahatlığıyla uyurken yanından ayrılabilirsin.”
Bade, Cengiz’den bebefonu alırken “Çok teşekkür ederim.” dedi. “Ne güzel düşünmüşsünüz. Aslında biz de şimdi mutfağa iniyorduk.”
Cengiz muzip bakışlarını Kurt ve Bade’nin arasında götürüp getirdi. “Beraber mi?”
Kurt boğazını temizledi ama Cengiz onu duymazdan geldi. “E rahat rahat inin mutfağa, bebiş ağlarsa bebefondan duyarsınız. Siz de mutfakta rahat rahat-”
Kurt kaldırdığı elini sertçe Cengiz’in omzuna bırakıp, “Cengiz’cim.” dedi uyarıcı bir tonla. “Senin başka işin yok mu, canım kardeşim?”
“Yoo.” dedi Cengiz umursamazsa. “Boşum, bombaşım. Öyle boşum öyle boşum ki patlıyorum boşluktan.”
Bade, Kurt’un korktuğu o soruyu sordu. “O zaman siz de bizimle yemek yapın.”
“O anlamaz yemek yapmaktan.”
Cengiz alınarak, “Neden anlamayayım?” dedi. “Bal gibi de anlarım. He siz biz baş başa yemek yapacağız, derseniz o ayrı.”
“N-neden başbaşa kalalım ki!” Bade, Kurt’un yüzüne bakamadı. “Tabii ki gelebilirsiniz. Ayrıca sevdiğiniz bir meze varsa söyleyin, yaparım. Hediyeleriniz için teşekkür etmiş olurum.”
Kurt yine daha önce cevap verdi. “Teşekküre gerek yok. O meze sevmez.”
Cengiz cevap veremedi çünkü omzundaki ağırlık hacimlendikçe hacimlendi.
“Ya… Peki o zaman, ben kafama göre yapayım. Belki seversiniz.”
Kurt yanından ayrılmadan önce birçok anlam barından bakışlarını Cengiz’e dikmeyi ihmal etmedi. “Sen yine de buralardan ayrılma. Bebekom mu ne meret, güven olmaz şimdi onlara. Anladın mı koçum?”
“Tamam.” dedi Cengiz. Demek zorundaydı.
Mutfağa indikleri gibi Bade mezeleri hazırlamaya başladı. Kurt dolaptan etleri çıkardı, sosladı. Bade yeşillikleri yıkadı, Kurt doğradı. Hiç konuşmadılar çünkü ikisi de düşünüyordu. Bade bundan sonra ne yapacağını, Kurt ise onu kalmaya nasıl ikna edeceğini…
En sonunda hiç değilse birinin aklına bir çözüm yolu geldi. Kurt, telefonunu kurcadıktan sonra ada tezgahın üzerine bırakıp işine geri döndü. Birkaç dakika sonra o telefon çaldığında, genç adam “Ben bir bakayım.” diye duyurdu. Ellerini kuruladı ve telefonu açtı. “Aaa siz miydiniz? Merhaba, merhaba. Biz de sizden haber bekliyorduk.” Sesli konuşmasının ardından bir süre susup dinledi. “Demek, istediğimiz kriterlere uygun birini bulamadınız. Tüh, bu kötü oldu. Valla kaç zamandır yemeksiziz. Güvenip dışarıdan da söyleyemiyoruz. Kuruduk kaldık yemin olsun. Hayır, hayır. O son gönderdikleriniz gibi gönderecekseniz hiç zahmet etmeyin.” Yandan bir bakışla Bade’yi süzüp duyabilmesi için daha fazla yaklaştı. “Neyse, sizin aklınızda olsun. Eli lezzetli, titiz, özellikle yöresel yemekleri iyi yapan birini bulursanız mutlaka arayın.”
Telefonu kapatıp sebzeleri doğramaya başladığında, Bade de aynı tezgahta domates kuruları doğruyordu. Birkaç dakika sonra “Birini mi arıyorsunuz?” diye sordu çekinerek. “Yemekleri hamşire hanım yapıyor sanıyordum.”
Beklediği soruyu aldığında dudaklarından gülümsemeyi zorlukla bastırdı. “Yok, yemeğimizi yapan Hatçe Ana vardı. İyice ihtiyarlayınca ayrıldı. Hemşire hanım idareten yapıyordu ama…” Sebzeleri doğramayı bırakıp birkaç adım ilerisindeki Bade’ye baktı. “Yenecek gibi mi allasen?”
Gülümsemesine mani olmaya çalışan bu kez Bade’di. “Öyle de demeyelim de…”
“Öyle öyle. Valla o kadının yaptığı yemekleri ölüye yedirsek, cana gelip yeter, diye isyan eder şerefsizim.”
Bade kendini tutamayıp güldüğünde Kurt, gülümsemesinin de kendisi kadar güzel olduğunu düşündü. “Şey, yemek demişken… Midem kazındı, az bir şey şu mezeden uzatabilir misin?”
“Tabii.” Bade, cevizli domates kurusunu Kurt’un önüne uzattı. Kurt bir çatal aldığında şaşırmadı. Bade kaldığı müddetçe ara ara mutfağa girmişti. Kurt, o ne yaptıysa yemişti ve hepsinde “Ulan!” demişti “Bir insanın her şeyi mi güzel olur?”
“İşte bu.” dedi, bu kez dışından. “Tam olarak sizin el lezzetinize sahip birini arıyoruz.” Aklına bir şey gelmiş gibi duraksadığındai oyunculuğuna kendisi de hayran kaldı. “Bir dakika, neden yemeklerimizi siz yapmıyorsunuz? Hem eliniz lezzetli hem de güvendiğimiz birisiniz. Bizim için bulunmaz nimetsiniz.” Özellikle de benim için, dedi ama içinden.
“Ama nasıl olur? Ben…”
“Valla fıstık gibi olur.” dedi Kurt neşeyle. “Olduruz. Hatta oldu. Poseidon bu işe çok sevinecek”
“Ama Kurt Be-”
“Ee artık iş arkadaşı olduğumuza göre aradaki resmiyeti de kaldırabiliriz.”
“İş arkadaşı mı?”
“Tabii.” dedi Kurt. “Sonuç sen de ben de aynı kişinin çalışanıyız. “ İşaret parmağını kaldırıp, son derece ciddiyetle, “İşyerinde samimiyet iyidir.” dedi.
Bade şaşkındı. Başka bir şey söyleyemedi ama Kurt’un keyfi o kadar yerindeydi ki etleri kaptığı gibi mangalı yakmaya çıktı. Ağzında yuvarladığı bir Adana havası eşliğinde oynayarak…
🕯
Bir insan hayatına kaç saçma an sığar? Kaç saçma anın içinde bildiği hatta bilmediği tüm küfürleri saydırarak ama kurtulmanın kıyısından geçmeyerek çakılıp kalır.
Alçak horoz kanatlarını açıp açıp delirirken, tünediğim arabanın üzerinde o anlardan birindeydim. Bundan daha fenası hemen yanımdaki arabanın üzerine tüneyen Kurt ile buluşan bakışlarımız çaresizlik ve utanç barındırıyordu.
Biz, eli kanlı katiller, ruh hastası bir horozdan korkuyorduk.
Arabaların üzerinde olan yalnızca ikimizdik çünkü Afitap, denen o iblis ikimiz dışında kimseye sataşmıyordu ama kendisini yakalamaya çalışan Cengiz’e de asla izin vermiyordu.
“Ulan!” diye hırladı Kurt öfkeyle. “Ulan seni elime bir geçireyim var ya ne kadar tüyün varsa yolacağım!”
Dakikalardır üzerinde olduğum arabada bağdaş kurdum. “O arabanın üzerinde korkutucu göründüğünü mü sanıyorsun?”
“Peh!” dedi dizlerinin üzerinde dururken. “Sen farklı bir yerdesin sanki.”
“Ben en azından boş tehditler savurmuyorum amına koyayım.”
Bir horoz tarafından kovalanmaktan çok, Bade’nin önüde bir horoz tarafından kovalanmayı yedirememişti. Duruma benim penceremden bakacak olursak, Asil bir kenarda durup gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken horozla kafalarını birbirine tokuşturmak istiyordum.
“Nasıl?” diye sordum beton gibi bir suratla. “İyi mi öyle film izlermiş gibi izlemek.”
Kollarını birbirine bağladığında gövdesinin üstü iyice şişti. “Oldukça. Arabanın üzerinde tünerken de fena görünmüyormuşsun.”
“Bu işin seninle alakası olduğunu düşünüyorum, haberin olsun.”
“Ne yani? Horozu ben mi öğrettim, bana değil de sana saldırması içim maviş?”
Manyak horoz arabanın önüne geçip çıkmak için zıplamaya çalışınca dizlerimin üzerine kalktım. “Onu da yapmışsındır. Senden her şey beklenir.”
Gözlerini kısıp, başını omzuna eğdi. “Aynı çirkeflik, aynı oyunbozanlık, aynı huysuzluk... Bir insan hiç mi değişmez?”
“Hadi ordan be!” Ah… İçimdeki bu mahalle kadını nerden çıktı yine! “Doğru söyle lan, bu horozu laboratuvar ortamında bana saldırmaya programlı olarak yaptırdın değil mi!”
Kurt, dehşet dolu bakışlarını patronuna çevirdi. “Poseidon, dişi terminatörün dedikleri doğru değil değil mi?”
“Bilmem.” dedi Asil, eğleniyordu. “Belki doğrudur. Belki benim kızı yola getirmek için bir horozdan medet ummuşumdur.”
Benim kız.
Sevgili kalbim, umarım Afitap arabaya çıkmak üzere olduğu için böyle hızlı atıyorsundur.
“Lan!” Sürekli horozunun üstüne atlamaktan ve her defasında elleri boş yerden kalktığı için üstü toz içinde kalan Cengiz’e odaklandım. “Başlayacağım horozuna... Bok mu var burnumuzun dibine getiriyorsun!”
Cengiz kollarını açıp birkez daha Afitap’ın üzerine atladı ama horozdaki refleks bende bile olmayabilirdi. Cengiz salağı çenesini kaputa vurup, “Pardon yenge!” diye inledi. “Valla bu sabah kimseciklerin haberi yokken götürecektim ama Fırtına Tahir’in işi çıktı, az sonra burada olur.”
“Fırtına Tahir mi?” diye sordu Kurt. “O kim lan?”
Cengiz tüm acısını unutup doğruldu ve yüzüne gururlu bir ifade oturttu. “Adı gibi fırtına bir komutan. Bir ara Adana’da görev yapmıştı. Orada tanıştık. Son konuşmamızda bu tarafa geleceğini söylediydi. Ben de rica ettim dönerken Afitap’ımı da köye götürmesi için. Sağolsun kırmadı gardaşım.”
Afitap bir süredir kıpırdamıyor olsa da gözünü dikmiş bana bakıyordu. Donmuş muydu yoksa düşünüyor muydu? Horozlar düşünebilir miydi?
“Cengiz.” dedim gözümü horozdan ayırmadan. “Şimdi tam sırası. Şimdi al.”
Cengiz sessizce yaklaşırken, Afitap kulak tırmalayan bir ötmeyle birlikte zıpladı ve arabanın üzerine atlamayı başardı. Aramızda yalnızca iki adım varken şiddetli bir “Anasını sikeyim…” çıktı dudaklarımdan. Can havliyle arabadan atlayıp koştum ve bu kez başka bir yere tırmandım.
Asil’in kucağına.
Beni yakalayıp sıkıca kavrarken attığı kahkaha muazzamdı ama daha muazzam olan Afitap’ın bulunduğu yerden başka bir arabaya kolayca atlamasıydı.
Kurt’un üzerinde olduğu arabaya…
Afitap kaçmasına bile fırsat vermeden Kurt’un bacağına yapıştı. Kıvrak bir hamleyle arkaya geçip yine bir ağaçkakan gibi götünü gagalamaya başladığında Bade kendini tutamayıp kahkahayı bastı. Kurt deli gibi etrafında dönerek hayvanı yakalamaya çalıştı ama ele avuca gelecek gibi değildi.
Gecenin kalanı Kurt’un götündeki horozla tüm bahçeyi en az beş tur koşması, Cengiz’in ellerini uzatarak onları takip etmesi ancak her atağında yere yapışması, pantolonu üç ayrı yerden delinen Kurt’un sinir krizi geçirip Cengiz’i tokatlaması ve Cengiz’in “Ben ne yaptım abi!” diye sızlanarak yanağını tutmasıyla noktalandı.
Ve tüm bunlar olurken ben hala Asil’in kollarındaydım.
Sonunda Cengiz biricik horozunu yakalamayı başardığında bahçe kapısının önünde üstü açık, koca tekerlekli bir arazi arabası göründü.
“Aha!” dedi Cengiz. “Bu Fırtına Tahir’in arabası. Bakın, sözünü tutup geldi canını yediğim.”
Asil beni yavaşça yere indirdi, aracı içeri almaları için işaret etti. Kurt toparlanıp Bade’nin önüne geçerken Asil de tek adımla benim önüme geçti. Aracın arka koltuğunda büyük bir Türk Bayrağı vardı, üzerindeki kurşun izlerini ve yıpranmışlık dikkat çekiciydi ama asıl dikkat çekici olan içinden inendi. En az kırk beş numara olan postallarını zemine bastı. Bu soğuk havada giydiği askılı tişörtü iri gövdesinde dökülürken, sağlam adımlarla arabasının etrafından dolaşıp yanımızda geldi.
“Selamın aleyküm.”
Cengiz yanına koştu. “Hoş geldin gardaşım. Kusura bakma, yordum seni de buralara kadar ama acilen Afitap’ımı götürmen lazım. Yoksa halım hal değil.”
Adamın sert ve gizemli bakışları horozu bulduğunda yarım bir şekilde gülümsedi. “Bu mu meşhur Afitap.” Cengiz’in elinden alıp havaya kaldırdığında bize zulmeden kendisi değilmiş gibi usluydu Afitap. “Söyle bakalum kiz, tüm yol boyunca bana eşluk edece musun?”
“Ooo!” dedi Cengiz gülerek. “Şiveni gösterdiğine göre keyfin yerinde, ha Fırtına?”
“Yerunde.” dedi adam. Ardından koyu bakışları bizlere kaydı. “Ha sizin buralarda selam almak yok midur?”
Asil bir adım yaklaşıp elini uzattı. “Ve aleyküm selam.” Önce Asil, sonra da Kurt ile tokalaştılar. “Açsan buyur.” dedi masayı işaret ederek. “Mangal hala sıcak”
Adam elini birkaç kez göğsüne vururken. “Ziyade olsun.” dedi öz Türkçesine dönerek. “Yemiş kadar oldum ama hemen geri dönmem gerek.”
“Var mı bir sorun?”
“Yok kardeşim, çok şükür.” Yakasındaki asker künyesini gösterdi“Görev beklemez. Yolcu yolunca gerek.”
“Eyvallah.” Bu kez her ikisininde parmakları gökyüzüne bakacak samimiyette tokalaştılar. “Vatan size emanet.”
“Sizler de Allaha’a emanet.” Afitap’a göz kırpıp “Hadi güzelim,” dedi. “Yolumuz uzun.”
Cengiz biricik horozuyla vedalaştıktan sonra ona bir karton kutunun içine koydu. “Görüşürüz gözümün nuru. Çok yakında seni görmeye geleceğim.”
Asker garip arabasıyla birlikte uzaklaştığında bebekomdan Duru’nun ağlayan sesi duyuldu ama önden koşan Bade değil Kurt’tu. Peşlerinden ilerleyen adımlarım yavaştı çünkü yorgundum. Afitap’tan kaçmak on cinayet işlemekle eş değerdi. Asil’in adımları ritmime eşlik ederken, “Bir kadeh daha?” diye sordu.
Başımı salladım. “Olur.”
“Koçum.” dedi Cengiz’e doğru. “Birer kadeh doldur sana zahmet.”
“Yengeyle sana mı?” Ters bakışlarımı üzerine çevirdiğinde, “Ona göre sek dolduracağım.” diye açıklama yaptı.
“Cengiz, burada Bade dışında rakıya su katan var mı? Bade de şu an içeride olduğuna göre?”
Kadeh ve şişeyi kaldırıp göstererek doldurmaya başladı. “Ben yine de emin olmak istedimi, yengecim.”
Cengiz kadehi elimize tutuşturduğunda sakindim. Belki de bunun için ona eskisi kadar kızmıyordum.
“Kadehi kafasında parçalarsın, diye tahmin etmiştim.”
Güldüm. “Düşünmedim değil.”
Birlikte verandanın ahşap merdivenlerini çıktık. Asil benim için kapıyı açtığında ayaklarımız bizi bebek kahkahalarının yükseldiği mutfağa götürdü. Bade’nin aceleyle mama hazırlıyordu. Duru, Kurt’un kollarındaydı. Koskoca adam küçük kızı oyalamak için şekilden şekile girerken Duru resmen cıvıldayarak gülüyordu.
“Ona Bade’den uzak durmasını söyledikçe dibinde bitti. Senin bu adamların hiç söz dinlemiyor.”
Rakısından yudumlarken, karşısındaki manzarayı keyifle izliyordu. “Onlar için dostlarım, desen daha yerinde olur. Ve evet, bazen cidden söz dinlemiyorlar.”
“Dinlemediklerinde ne yapıyorsun?”
“Hiçbir şey. Onlar söz dinlemeyecekleri zamanı da bilir.” Kastettiği, Cengiz’in hiç istemediğim halde bana kullandığı hitap olduğunu biliyordum.
“Sana aşırı derecede gıcık bir adam olduğunu daha önce söylemiş miydin?”
“Bilmem.” Bakışlarını bir an için üzerime çevirdi. “Ama söylemediysen bile bir o kalmıştır söylemediğin…”
Gülmemek için alt dudağımı dişlediğim sırada, parmaklarıyla dudağımı yakaladı ve dişlerimden kurtardı. “Yapma.“
Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım.
Erkeksi gülümsemesi dudaklarına yayıldı. “Onlarda iz bırakan yalnızca ben olmak istiyorum.”
Nerede ve kimin gözü önünde olduğumuzu unutup, bakışlarını dudaklarıma düşürdüğünde aslında benimde baktığım yer dudaklarıydı. Başı yavaşça dudaklarıma eğilirken, Bade’nin çığlıyla birbirimizden uzaklaştık.
“Ay yandım!” Biberonu doldururken suyu eline düşmüştü. Kurt telaşla iki tur da mutfakta attıktan sonra bizi fark etti. Koşup Duru’yu kollarıma tutuşturduktan sonra Bade’nin elini suyun altına soktu.
Duru annesinin çığlından korkarak ağlamaya başladığında onu kendime çevirip sırtını okşadım. “Şiisss… Yok bir şey.” Sulu yeşil gözleri gözlerimi buldu, biraz sakinleşti ama hala ağlıyordu. “Annenin eli yandı diye mi ağlıyorsun yoksa maman döküldü diye mi? Obur seni.”
Anlamış gibi ağlarken gülmeye başladı. Bakışlarım bir an için Asil’e kaydığında, kapıya yaslanmış bizi izlediğini gördüm. Gözleri kısılmış, dudaklarında belirgin ve hayranlık dolu bir gülümseme vardı…
Duru’yu omzuma yatırıp, “Ne var?” diye çıkıştım. “Niye öyle bakıyorsun?”
“Hiç.” Aynı aptal gülümsemeyle bakıyordu hala. “Dünyanın en güzel manzarasının sen olduğunu düşünüyordum da… Az önce yanıldığımı anladım.”
Bakışlarım yüzüne dalıp giderken, aralanan dudaklarımla birlikte kalp atışlarım gümbür gümbür göğüs kafesime vurmaya başladı. Böyle hissettirmesi için kılına kıpırdatması gerek olmuyordu bazı zamanlar… Yalnızca sözleri yeterdi ve yetmişti.
“Çok konuşma.” dedim toparlanabildiğim ilk an ve Duru’yu beklemediği anda kollarına tutuşturdum. “Biraz da sen tut.”
Duru hiç yabancılık çekmedi. Asil kendisiyle konuştukça o kadar tatlı gülüyordu ki insanın tutup içine sokası geliyordu.
“Ne diyor bu kız?” diye sordu Asil ciddiyetle. “Yine naz mı yapıyor bize?” Duru bir şey söylemiş gibi kulağına yaklaştırıp ciddiyetle başını salladı. “Haklısın, biraz nazlı. E biraz da deli. Ne yapalım, çekeceğiz artık. Burdan dönülmez şimdi.”
Bade yeniden kıkırdamaya başladığında başımı başka yöne çevirdim. Çünkü artık açıkça gülüyordum.
Kurt, Bade’nin eline krem sürdü. Bade bebeğini doyurup uyuttu. Cengiz koltuklardan birinde uyuyakalmıştı. “Ben de uyuyayım.” dedi Bade. “Duru çok erken uyuyor.”
Kurt saati kontrol etti. “Cengo’yu uyandırayım da biz de geçelim odaya. Manyak horoz yordu.”
“Odana çıkmışken pantolonunu da değiştir.” dediğimde tövbe, diyerek homurdandı. “Ama bu seferki baksırını beğenmedim. En azından Bugs Bunyy’li beklerdim.”
“Lan manyak…” diye yükselmesi, bakışlarının Asil’e uğramasıyla söndü. “Cümleten hayırlı geceler.”
“İyi geceler.” Asil kadehini bırakıp ayaklandı. Birlikte odalarımıza çıkan merdivenlere yöneldiğimizde içimde nerden geldiğini bilmediğim bir tedirginlik vardı. Günlerimi geçirdiğim odaya gidiyordum. Peki ya o? Benimle gelecek miydi?
Merdivenleri tamamladığımızda ve benimle birlikte odamın önünde durduğunda cevabı aldım. Başımı kaldırıp ona baktığımda, sessizce odanın kapısını açmamı beklediğini gördüm. “Benimle uyumayı düşünmüyorsun, değil mi?”
“Düşünmüyorum.” dedi düşünmeden. “Öyle dümdüz girip uyuyacağım.”
“Bunun için kimse sordu-”
“Kimseye sormama gerek yok.” Sinir bozucu şekilde kararlıydı. “Onca sene ayrı odalarda uyumak için beklemedim. Şimdi… Kendi isteğinle mi içeri girersin yoksa kucağıma alayım mı? Gerçi… Bunu üzerinde beyaz ve kabarık bir şey varken yapmam daha uygun olur.”
Gözlerimi devirdim ve aynı anda telefonu çalmaya başladı. İsteksizce ekrana baktığında nefesini sıkıntıyla verdi. Telefonu açıp koridor boyunca uzaklaştı. Uzun sürmedi.
“Çıkmam gerekiyor.”
“Arınma mı?”
Cevap vermek için bekledi. “Evet.” Bana yalan söylemek istemiyordu ama daha fazlasını da söylemek istemiyordu.
“Tamam.”
“Tamam.” Yaklaştı. Eli, yanımda duran elime temas ettiğinde, “Kapını kilitleme.” dedi sessizce. “Ya da istersen kilitle. Ben girmenin bir yolunu bulurum nasılsa.”
Ve gözümün önünde bir görüntü daha… Küçüğüm, boyum kadar saçım var neredeyse. Üzerimdeki beyaz gecelikle sarı ışıklı bir odanın ortasında uyuyorum. Sonra camdan bir tıkırtı geliyor. Kalkıp perdeyi çekiyorum. Çift kanatlı ahşap pencereyi dışarı ittiğimde, pencereye uzanan dalın üzerinde bir çocuk görüyorum. O çocuk Asil. Sarı gözleri ay ışığının altında parlıyor. Kollarını sardığı dala sıkı sıkı tutunmuş. Düşecek, diye korkuyor ama gülüyor da. “Şey… Yatmadan önce sana iyi geceler demek istedim de…” Çocuk sesi kulaklarımda yankılanıyor ve görüntü belleğimden usulca uzaklaşıyor…
“Dikkatli ol.” Kapıyı açtım ama odaya girmeden önce söylemem gereken bir şey dava vardı. Yüzüne bakmadan söyledim. “Kapıyı kilitlemeyeceğim. Herhangi bir ağaca tırmanmana gerek yok.”
*
Uyanalı on beş dakika bile olmadan kapımın önünde Kurt’u bulmuştum. Hemen hazırlanmamı ve çıkmamız gerektiğini söylemişti. İtiraz edeceğim noktada ise Asil’in beklediğini ve Arınmayla ilgili olduğunu eklemişti.
Bir kot pantolon ve siyah, kapşonlu kazakla evden çıktım. Bir süre sonra ise kendimi ıssız bir araziye konumlandırılmış konteynırın içindeki şık insanların arasında buldum. İçeri girmeden önce daha önce taktığım gümüş maskeden takılmıştı ve içerideki tüm insanların yüzünde farklı maskeler vardı. İçlerinden maskeye rağmen tanıdığım ilk isim başkan, dedikleri Necmettin Korkutel’di. İkincisi ise Asil’in mekanındaki odasına davetsizce gelen akrabası Uraz Korkutel…
Onu gösterişli çene hattı ve ince dudaklarından tanımıştı. Üzerime kilitlenen bakışları, onun da maskeye rağmen beni tanıdığını söylüyordu. “Asil nerede?” diye sordum yanımdaki Kurt’a. “Ve sabahın köründe neden bu insanlar baloya gidermiş gibi hazırlanmış?”
Daha önce geldiğim konteynırdan bir farkı yoktu. Arınma gizli bir örgüttü ve camiada saygınlığıyla bilinen birçok işadamı mafya kimliğiyle burada bulunuyordu. Bu yüzden konteynırlar örgüt üyelerinin toplantılarına özel kurulup, her toplantı sonrası imha ediliyordu.
“Sabah hazırlanmadılar.” dedi Kurt. “Onlar dün akşamdan beri buradalar.” İlgimi çeken sözleri bakışlarımı üzerine dikti. “Konteyner Asil’in onayı olmadan başkanın emriyle kurulmuş. Tüm bu insanlar ayaklanma başlatmak üzere toplanmış Sebep mi? Yeni liderleri olacak olman... Tüm gece bunu konuşmuşlar ve gecenin sonunda kararlarını iletmek üzere Poseidon’u çağırmışlar. Sabaha karşı burada kan gövdeyi götürüyordu. Asil iki kişiyi indirmiş. Nitekim gördüğün gibi; her biri kuzu kesildi.”
Bakışlarımı yeniden masanın etrafında sessizce oturan insanlara diktim. “Sonuç?”
Kurt’un ağzından kısa bir gülümseme döküldü. “Sonucu bizzat ondan öğrenirsin.” dediğinde konteynırın kapısı açıldı ve Asil içeri girdi. Üzerinde dün akşamki takım yoktu. Muhtemelen kan sıçradığı için değiştirmek zorunda kalmıştı. Yorgun, uykusuz ama bir o kadar da diktatör görünüyordu. Hiç bir şey söylemeden yanıma geldiğinde Kurt bir adım geri çekildi. Tüm gözlerin üzerimize çevrilmesi, burada az sonra büyük bir bombanın patlayacağına işaretti.
“Kıymetli Arınmanın kıymetli üyeleri.” diye söze girdi, son derece nezaketle. “Öncelikle içinizden iki kişiyi elediğim için de üzgünüm.” Kan donduracak kadar sakindi. “... ama gördünüz, beni buna mecbur bıraktılar.”
Kimseden ses çıkmadı. Bazı korku dolu yutkunuşlar hariç…
“Son kararı zaten biliyorsunuz ve onayladınız.” Bakışlarını özel olarak üyelerinde gezdirdi. “Onaylamayan var mı?”
Yutkunuşlar da kesildi.
“Güzel.” Önce gözleri düştü elime, sonra parmakları yavaşça parmaklarımın arasından geçti ve sıkıca kenetlendi. Bunu ben de beklemiyordum. “Gecikmiş bir tanışmayla sizi başbaşa bırakıyorum.” Yadsınamaz saygısıyla bana baktı. “Sevgili, yeni liderimize hoş geldin, deyin. Lütfen.”
Hep bir ağızdan döküldü. “Hoş geldiniz sayın lider.”
Ve Necmettin Korkutel de söyledi. “Hoş geldin, sayın lider.”
Asil gülümsedi. Gülümsemesi bile ölümcül bir tehdit barındırıyordu. Bana dönen maskesiz yüzüne baktım. “Dün akşam burada bazı tatsız olaylar gerçekleşti. Bazıları sana itiraz etti, bu anlaşılabilirdi ama lider olman durumunda kimliğinin ifşa ile tehdit edilince… Biraz sinirlenmiş olabilirim.” Başıyla işaret verdiğinde Cengiz yaklaştı ve iç cebinden çıkardığı kimliği Asil’e uzattı. “İfşa olan Burgunya Kızı ve onun esas adı Deniz Claire Barelle. Bu doğru.” Kimliği aldı. Tuttuğu elimi usulca açtı ve avucuma üzerinde benim fotoğrafım olan yeni bir kimlik bıraktı.
“Senin adı ise kimlikte yazan.” Başı benimkine eğilirken, tüm varlığıyla beni güvende tutmak için ant içtiğini hissettim. “Bakar mısın, güzel liderim. Orada yazan Deniz Claire Barelli mi?”
Afalladım, bir an için dengemi kaybettiğimi hissettim. Bildiğim ama Deniz’di ama öyle fazla sahte kimlik kullanmıştım ki asıl adım zamanla önemini yitirmişti.
Şimdi ise avucumda duran kimlikle bundan sonra benimle olacak esas adım yazıyordu.
Mavi Tanlar.
“Hayır.” Yutkundum. “Burada yazan isim başka.”
Başını salladı. “Bambaşka. Ve ifşa etmekle tehdit ettikleri Burgonya Kızıyla hiçbir ilişkisi yok.”
Söyleyecek yeni sözcüklerim yoktu. Beni resmen temize çıkarmıştı ve bunu kendi adımla yapmıştı. “Liderimizle tanıştığınıza göre artık evlerinize gidip dinlenebilirsiniz.” dedi bakışlarını benden ayırmadı. “Bunca saat beklediğiniz için özürlerimi kabul edin ama onunuykusunu bölemezdim.”
Güldüm, güldü. Herkes dağılmaya başladığında kulağıma eğilip, “Yeni kimliğini umarım sevmişsindir.” dedi. “Ama sen yine de fazla alışmama bak.”
*
Bir saat sonra daha önce lüks bir restoranın bahçesinde, zengin bir kahvaltı masasının etrafındaydık. Uraz Korkutel, herkes gittikten sonra beni bizzat tebrik etmiş ve ufak bir kutlama adına mekanına davet etmişti. Asil başta bu teklife sıcak bakmamıştı ancak her nedense psikiyatr arkadaşı Yaprak aradığında onu da Uraz’ın mekanına davet ederek kabul etmişti.
Nedenini merak ediyordum. Hayır, bu yalnızca merak değildi. Nedenini öğrenmek için kıvranıyordum. Kahvaltıya başlamamızdan bir süre sonra Uraz ayağa kalkıp samimiyetsizce gülümsedi ve bakışlarını her birimizin üzerinde dolaştırdı. Baş köşede oturuyordum. Asil sandalyemi bizzat çekmişti ve kendisi de yanıma oturmuştu. Karşısında Cengiz ve Kurt, diğer baş köşede Necmettin Korkutel ve sağ kolu olan adam hoşnutsuz ifadeleriyle susuyordu.
“Elbette daha sonra büyük bir kutlamayla bu haberi kutlarız ancak elimi çabuk tutmak istedim.” Badağına uzanıp kaldırdı. “Portakal suyumu mertebene kaldırıyorum,” Göz kırptı. “Mavi.”
Asil başını bir anda ona çevirince gülümsemesi dudaklarında dondu. Portakal suyunu yudumladığında “Teşekkür ederim,” dedim ve ona eşlik ederek içeceklerimizden yudumladık. Asil hariç…
Birkaç dakika sonra Yaprak kapıdan içeri girdi. Onu yalnızca birkez görmüştüm ve şimdi o haliyle alakası yoktu. Saçlarını özensizce toplamış, yüzüne hiçbir şey sürmemişti. Asil onu gördüğünde ayaklandı. Gitmeden önce kulağıma eğilip, “İzninle.” dedi “Döneceğim.”
Umursamıyormuş gibi davrandım. Sikeyim ki umursuyordum. Camekanın iç kısmındaki masalardan birine geçip konuşmaya başladıklarında bakışlarımı oturduğum masada tutmak için zor duruyordum. Uraz zeki bir adamdı, baktığım an rahatsızlığımı fark ederdi.
“İzninizle, ben bir sigara içeceğim.” Necmettin’e bakarak, “Sizi kokusuyla rahatsız etmeyeyim.” dedim imayla.
“Ben de sana eşlik edeyim.” Uraz ile birkaç metre ilerideki yüksek kokteyl masalarından birine geçtiğimizde aceleyle bir sigara yakıp, ilk dumanı açlıkla içime çektim. Yüzümü Uraz’ın görmeyeceği şekilde her çevirdiğimde Asil ve Yaprak’ın olduğu tarafa bakıyordum. Son baktığımda Yaprak’ın artık o kadar da üzgün olmadığını fark ettim.
Sorunu ne ise Asil çözmüştü anlaşılan…
Uraz Korkutel bize birer kahve sipariş ettikten sonra "Tebrik ederim." dileğini sundu. "Resmen Arınmanın lideri ilan edildin az önce."
“Sağol.”
“Necmettin Bey pek memnun olmadı ama son söz her zaman Posedion’un olmuştur.”
Necmettin’i sikeyim. “Öyle.”
Koluma dokunduğunda yüzüne bakmak zorunda kaldım. “Sen iyi misin? Dalgın görünüyorsun.”
“İyiyim. Dün gece iyi uyuyamadım.”
Çekik gözleri gözlerimde başka nedenler aradı. “Söylesene, Noyan’ı bu hale getirmeyi nasıl başardın?”
“Sanırım katillerden hoşlanıyor.”
Bunu gülerek söylememiştim ama o güldü. “Zeki olduğun kadar komiksin de.
Onunla aynı masadaydım ama aklımın olduğu yer birkaç masa ileride, Yaprak'ın Asil'e gülümsedi yerdeydi... Kahvelerimiz geldiğinde önüme dönüp bir sigara daha yaktım. Gözlerimi son birkaç dakikadır Yaprak'ın gülümsemelerinden alamıyordum. Başta o kadar üzgünken Asil, onu bu kadar güldürecek ne söylemiş olabilirdi? Daha fazlası… Saçlarını da az önce çözmüştü.
"Güzel kadın, değil mi?" Benimle aynı yere baktı Uraz. "Yıllardır aralarından su sızmıyor. Asil'e karşı boş olduğunu düşünmüyorum. Yerinde olsam ona karşı dikkatli olurdum."
Yapmam gereken umrumda olmadığını söylemekti ama lanet olsun ki umrumdaydı. Gülerken Asil'in göğsüne yaslanan parmaklarını kırıp atmak istiyordum. Caniceydi ama gerçek buydu. Masadan çantasını alırken gideceğiniz sinyalini verdi ama uzaklaşmadan önce saçlarını öyle savurdu ki neredeyse Asil'in yüzüne çarpıyordu.
Saçlarını Asil'in yüzüne savurmuştu.
Bu defalık parmaklarını affedebilirdim ama saçları... İşte onların kaçabileceği bir yer yoktu.
“Tuvalete gideceğim.” Yarısına bile gelmediğim sigaramı söndürdüm. Çünkü Yaprak tuvaletin olduğu koridora doğru yürüyordu. Peşinden ilerlerken, aklımdan geçenler kimsenin bilmek istemeyeceği kadar korkutucuydu. Gözüm tuvaletin kapısına takıldığında kafamın içinde hızlı bir plan yaptım. Adımlarımı hızlandırıp ona çok yaklaştığımda çığlık atarak ayağımı kaydırdım ve düşmemek için! ona tutundum. Birlikte yere düştüğümüz esnada el çabukluğuyla saçlarından bir parçayı alıp kapının demir kapısına doladım.
Acıyla çığlık atıp saçlarını tuttu ama fena dolamıştım. “Ah! Saçım!”
Ellerimi ağzıma götürüp mahcup bakışlarımı yüzüne diktim. “Ben çok özür dilerim!” Dizlerimin üzerinde doğrulurken, “Ayağım kaydı!” diye açıkladım onun derdi şu an saçındaydı.
“Saçımı çözmeme yardım eder misin?” Yerdeydi, ellerini arkaya atıp ense kısmını kaptırdığı saçlarını kurtarmak için çekiştirdi. “Lütfen.”
“Tabii.” Arkasına geçip çözmeye çalıştım. En azından böyle görünüyordum. Gerçekte yaptığım ise daha fazla dolamaktı. “Böyle olmayacak. “Ben tornavida getirip kolu sökeyim.”
Acıyla yüzünü buruşturdu. “Lütfen Asil’e haber verir misin? O bu işlerden anlar.”
Ayağa kalktım. Avuçlarım resmen kaşınıyordu. “Elbette.” Geri döndüm, kasaya gidip ordan bir tornavidanın yanı sıra bir de makas aldım ve geri döndüğümde Yaprak’a yalnızca tornavidayı göstererek arkasına geçtim.
“Tornavida kullanmayı biliyor musun? Asil’e haber verdin mi?”
Makasın ucunu amaçsızca demire sürtmeye başladım. “Hayır, onu göremedim ama merak etme şimdi çözeceğim. Makası, bir tornavidan kullanıyormuş gibi demire sürtmeye devam ederken kapının kolunu çevirerek saçının daha fazla dolanmasını sağladım. Acıyla yeni bir çığlık attığında telaşlanmış gibi görünerek, makası siyah saçlarının kökünden vurdum.
Ellerinin üzerine düştüğünden saçları kapıdan sarkıyordu.
Sevinemedi bile… Kocaman açılan dolu gözleriyle birlikte elini ensesine götürdü, kapıya baktığında ise ağlamaya başladı. “Sa-saçım…”
“Çok özür dilerim ama acı çekiyordun. Her ihtimale karşı yanımda makas da getirmiştim. Acı çekmene dayanamadım…”
Asil koridorda göründüğünde önce bana baktı. Sonra yerdeki Yaprak’a ve en sonunda da kapıdan sarkan saçlarına…
Adımlarını hızlandırıp Yaprak’ı yerden kaldırırken, “Ne oldu burada?” diye sordu. “Yaprak’ın saçlarını sen mi kestin?”
Yüzümdeki rol yapan ifadeyi kaldırdım. “Kapı koluna dolanmıştı. Ben de yardım ettim.”
Gözlerime kilitlenen sarıları, her şeyi anladığını söylüyordu. Beni tanıyordu. Artık çok daha iyi tanıyordu…
Yaprak’ı uzun uzun teselli ettikten sonra Kurt’u evine bırakması için görevlendirdi. Eve dönen araçta yalnızca ikimiz vardık ve yolu yarılamamıza rağmen ikimiz de konuşmamıştık. Uzun bir tünele girdiğimizde yavaşladı. Bu, benden bir açıklama beklediği anlamına geliyordu.
“Neden yaptın?”
Arabaya bindiğimizden beri ona hiç bakmamıştım. Tünelin dar duvarlarına belli aralıklarla yerleştirilen sarı lambalara bakmaya devam ettim. “Söyledim sana, dolanmıştı. Sadece yardım ett-”
“Mavi,” dedi sakince ama arabayı tünelin ortasına sola çekip durdurması ve koluma yapışan parmakları o kadar da sakin değildi. “Bana neden yaptığını söyle.”
Başımı yüzüme çevirip, karanlığa yatkın loş ışıkla aydınlanan yüzüne baktım. Bana o kadının saçlarını kestiğim için hesap soruyordu. “Hemen beni bırakmazsan burnunu kırarım.”
Emniyet kemerini çözdü. Dudaklarındaki tehlikeli gülümseme eğilen başıyla birlikte bana yaklaştı. “Yaprak’ın saçını kestiğin gibi mi?”
Gözlerine dik dik baktım, bana yakışan yaptığım şeyin arkasında durmaktı. İsteğim de bu yöndeydi ama ağzımdan kabul eden tek kelime çıkmıyordu. Onu kıskandığımı düşünmesini istemiyordum ama kıskançlıktan geberdiğim de bir gerçekti. Bilmemeliydi.
“Siktir git.” dedim, tane tane.
İltifat etmişim gibi keyiflendi. “Bu, kabul ediyorum mu demek? Neden kestin kızcağızın saçını? Yüzüme savurdu diye mi?”
Yaprak ağlarken nasıl ki üzüldüğünü gördüysem şimdi evet, demem için kıvrandığını görüyordum. Onu kıskanmamdan aldığı haz had safhadaydı.
“Sence yapan ben olsam, sadece saçını kesmekle mi kalırım?”
Dudağını büktü, hafifçe. “Öldürmezsin.”
“Neden?”
“Nedenin yok.” dediğinde afalladım. “Ne kadar inkar etsen de biliyorum. Kötülüğünden emin olmadığın kimseye elini sürmedin.”
“Hah!” dedim abartıyla. “Deli saçması.” Kolumu tutuşundan kurtarmaya çalıştım, izin vermedi. Ona eline ters ters bakarken, “Hem sen ne arıyorsun burada?” diye çıkıştım. Gidip iki tutam saç için zırıl zırıl ağlayan doktorunun yanına gitsene.”
Dudaklarına yayılan gülümseme bana kendi topuğuma sıktığımı söyledi. “O bir doktor, doğru.” Sarıları yüzümde yavaşça gezinmeye başladı. O da öfkeliydi, biliyordum ama aynı zamanda muazzam bir kontrolü vardı. “Ama doktorum olan, bir başkası.”
Kendimi tutmasaydım neredeyse aptal bir kız gibi neredeyse gülümseyecektim. Hissettirdikleri bir girdaptı; beni oradan oraya savurup nefessiz bırakıyordu. Aynı zamanda hem ona teslim olmak hem de ondan gidebileceğim en uzak noktaya gitmek istiyordum.
“Ama şu an doktoru olmamı bekleyen bir başkası var…” Uraz’ı kastettiğimi, gözbebeklerine yayılan karanlıktan anladım. “Bana son günlerde başının döndüğünü söyledi.” Yalandı. “Bir doktor olarak muayene etmem hiç fena ol-”
“Siktirtme Uraz’ın kaşını.” Bağırmadı. Doğrudan dişlerinin arasından sertçe konuştu. “Hastaneye gitsin yavşak.”
Dilimi damağıma vurarak onaylamayan nidayı çıkardım. “Çok ayıp Asi. Her şeyden önce kan bağınız var. Bu düşünceyi sana hiç yak-”
Parmakları emniyet kemerimi çözdüğünde ne olduğunu anlamadan beni belimden yakaladı, etrafımda çevirip kucağıma aldı. Direksiyonla arasında kalırken bedenlerimiz birbirine sıkışmıştı ve şimdi gülümsemesine de öfkesi kalmamıştı. Gözlerindeki ise o adlandıramadığım derin duyguydu. “Bir daha söylesene.”
“Ne?”
“Asi, dedin ya. Bir daha söyle.”
Bakışlarımı kaçırdım ama elimi göğsünde koyarken, onu itemeyeceğimi biliyordum. Gücümün yetmeyeceğinden değil, istemediğimden. “Delirmişsin sen.”
(Buradan sonrası +18'dir. Okumak istemeyen direkt bölüm sonuna gidebilir.)
“Delirdim.” İtiraz etmedi ama en kötüsü de nefesinin bu kadar sıcak ve yakın oluşuydu. “Sen delirttin beni.” Burnunu şakağıma yasladığında ellerim göğsünde kıpırtısızca duruyordu. “Sana ne dedi de güldün?” diye sorduğunda, aynı şeye içerlemiş olmamıza inanamadım. Belimdeki elleri kazağımı sıyırıp çıplak tenime ulaştığında sıcak parmakları tüm bedenimi ürpertti. “Sana ne söyledi de o güzel gülüşünü gösterdin ona?” Usulca alnını alnıma yaslarken, parmakları usulca yukarı tırmandı, sütyen kopçasının üstünde durdu. Ona ait olduğumu her an her şekilde göstermenin bir yolunu buluyordu ve ben ne kadar uğraşsam da ona engel olamıyordum. Başını boynuma eğdi, tenime sakallarını ve nefesini emanet ettiğinde kasıklarımın sızladığını hissettim. “Ben ne yapayım? Bir kadın saçını bana savurdu, diye o saçları kestin.” Başını omzuma yaslayıp sarılarını yukarı kaldırdı, bana o yakınlıktan bakarken, diğer eli pantolonumun düğmesine ulaştı, yine tam üstünde durdu. Sarılarının üzerinde gezinen karartılar tutkuyu ağırlasa da kıskançlıktan doğan öfkesini iliklerime kadar hissediyordum. “Sana şehvetle bakan o itin gözleri oymadan nasıl bu gece uyacağım, söylesene maviş?”
Cevap veremedim. Dudaklarımın üzerine kapanan dudaklarıyla buna izin vermedi. Aynı anda hem sütyenimin kopçasını hem de pantolonumun düğmesini çözerken beni öyle sert bir şekilde öptü ki bıyıkları dudaklarıma birer iğne gibi defalarca kez saplanıp çıktı. Açıkta kalan sırtıma bastırdığı avucuyla beni kendine bastırıp dudaklarımın her milimini emmeye başladığında kollarında ne istese yapacak kadar ihtiyaç dolu bir kadındım. Durmadı. Eli pantonumun içine sızıp iç çamaşırımın üzerinde durduğunda sırtımdaki eli kazağımı yukarı sıyırdı. Dudaklarımdan kopardığı dudaklarını eğdi ve dişleriyle sütyenimi yakalayıp göğüslerimden ayırdı. Gögüslerim tüm çıplaklığıyla önüne serildiğinde inlemeye benzer bir nefes verdi, yüzü oraya gömerken kararan bakışlarını yukarı, yüzüme kaldırdı.
“Kokunun kaynağı…” dedi boğuk sesi. Gözlerini kapattı, göğüslerimden derin bir nefes çekti. “Burasıymış.” Aralanan dudakları sol göğüs ucumu yakaladığında dudaklarımın aralanarak derin bir iniltiyi serbest bırakmasına engel olamadım.
Parmağı bir çengel gibi iç çamasırımı çekip kadınlığımı bulduğunda aynı anda göğsümün ucunu dişiyle ezdi. Başımı arkaya atıp çığlık atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım ama hissettirdikleri dayanılır gibi değildi. Parmaklarını tepe noktama bastırıp çevirmeye başladığında, bunu ilk kez yapıyor olmasına rağmen o kadar iyiydi ki karşı koymanın kıyısından geçemezdim. Biliyordum, bana dokunuşu tamamen iç güdüseldi. Arzularını ve etrafını bir çember gibi saran kıskançlığın adım izlerinden basarak yürüyordu. Muhteşemdi. Göğsüme dişi ve diliyle işkence ederken ıslaklığımın parmaklarına bulaştığını hissettim. Parmaklarına bulaşmıştım. Aynı saniyelerde kalçamın altındaki iri sertliğini hissettim.
“Herhangi bir kadını kıskanmana gerek yok.” dedi dudaklarını göğsümden ayırmadan. Biraz açabildiğim gözlerimle ona baktığımda gözlerini gözlerime dikti ve parmaklarının kadınlığımdaki hareketini hızlandırdı. “Benim için Dünya üzerindeki tek kadınsın.” Dilini göğsümün etrafında çevirip, ani bir ısırık bıraktığında inledim. Göğsümden ayrılan dudaklarının yerini eli aldı. Sıktı, okşadı, parmaklarının arasında ezdi. Dudaklarımız aynı anda birbirini aradı ve aynı anda buldu. Öpüşmemiz çok daha şiddetliydi. Parmakları tepe noktamdan uzaklaşıp daha alta kaydığında sona çok yaklaşmıştım ama durdu. Gözlerini açtı, bana bakabileceği en yakın noktadan bakarken, “Benim kadınımsın.” dedi. “Yalnızca benimsin.” Parmaklarını kadınlığım boyunca yüzeysel olarak gezdirirken çıldırmak üzereydim. Siktir! Beni cezalandırıyordu. “Tekrar et.” diye emretti. Göğsümü sertçe sıkıp bıraktı. Parmakları uçlarına meydan okudu. “Tekrar et maviş, kime ait olduğunu söyle.”
Parmağı alta kaydı, giriş noktamda durduğunda dizlerim titredi. “Asil!” Bu bir çığlıktı. Alnımı alnıma yasladım. Yenilmiştim ve ona yenilmek güzeldi. “Seninim.” Bıraktığım sert nefes dudaklarının üzerinde parçalara bölündü, dağıldı. “Sadece seninim.”
Erkeksi gülümsemesi kulaklarımı doldururken, alnımda öptü. “Dünümsün.” Burnumda öptü. “Bugünümsün.” Çenemden, yanağımdan, gözlerimden öptü. “Sonumsun maviş.” Ve dudaklarımdan öptü. Parmağı içime kaydı. Attığım çığlık dudaklarının tamamen dudaklarımı kucaklamasıyla ağzının içinde patlarken, diğer parmağını da içime itti. Kalçamda büyüyen erkekliği zordaydı. İçinde asıl olmak isteyen oydu ama parmaklarının giriş çıkışını hızlandırdı ve aynı anda beni tutkuyla öpmeye devam etti. Parmaklarının altında mayınlar patlarken omuzlarına sıkıca tutunup dudaklarımı dudaklarından ayırdım. Nefes nefes başımı göğsüne gömerken, bacaklarımı kendime çekip doruklara ulaşmanın uyuşuk hazzını yaşadım.
Göğsünde sakinleşmemi bekledi. Bacaklarımı kendime çekip tamamen kucağına sığdığımda kollarını tüm bedenimin etrafında sardı. Elleri, burnuyla birlikte saçlarıma kapandı. Saçlarımın arasına öpücükler bırakırken, bir fırtınadan çıkmıştım ama dünyanın en mutlu enkazıydım.
Buradaydım. Ait olduğum yerdeydim. Evimdeydim. Karşı koymam Dünyanın en imkansız şeyiydi. Karşı koymak istemiyordum. Ben… Mavi Tanlar, yalnızca ona ait olmak istiyordum.
Nefesim düzene girdiğinde, kirpiklerimin altından yüzüne baktım. Beni yine her zamanki dingin bakışlarıyla izliyordu. “Ben de sana dokunmak istiyorum.”
Dudaklarında yarım bir gülümseme dokundu. “Sen bana zaten dokundun.”
Gülümsedim. “Yine anlamayacağım şeyler söylüyorsun.”
Elimi aldı, kalbinin üzerine koydu. Çok hızlıydı. “Dağılanın sen olduğunu mu sanıyorsun.” Başını eğdi, burunlarımızı birbirine sürterken gülümsüyordu. “Beni nasıl dağıttığına bir bak. Seni bulana kadar yaşayan bir cesetten ibarettim. İçimdeki çocuğu kaybetmiştim. Ben yalnızca seni değil, o çocuğu da buldum.” Üst dudağıma küçük bir öpücük bırakıp çekildi. Sırtımı saran eli koltuk altımdan uzandı ve gözlerini gözlerimden ayırmadan göğsümdeki ben dokundu. “Seni nasıl ezberlediğime bir bak. Tüm o insanlar benden korkarken, benim tek korkum sensin, senin yokluğun, senin canın.” Elleri saçlarımı okşadı. Küçük Mavi’nin saçlarını okşadı. “Doğduğun günden beri sana nasıl aşık olduğuma bak, maviş.”
“Asi…” Avucum hala kalp atışlarıyla sınanırken, diğer avucumu yüzüne götürdüm. Onu parmak uçlarımla sevdim ve gözlerimi gözlerinden bir an bile ayırmadım. “Ben hastayım.” diye fısıldadım. “İçimde bana ait olmayan biri var. Çok uzun zamandır benimle yaşıyor… Ruhuma sıkıca tutunmuş, hiç gitmeyecek gibi. Belki de bu yüzden bana karışman için can atıyordum. Belki de bu yüzden ilk yalnız kaldığımızda bana dokunmanı istedim.”
Bana sarıldı, bana sıkıca sarıldı. Saçlarımın arasından, alnımdan öptü. “Güzelim benim. Kıymetlim. Seni tüketen her neyse birlikte kurtulacağız. Kendi ellerimle söküp alacağım içinden. Benim güzelimin canını yakan neyse, kendi ellerimle parçalayacağım.” Gözlerime baktı. Gözleri cayır cayır yanıyordu. “Mesele sana dokunmamsa…” Benimden ayrılmadan tüm göğsümü kavradı, usul usul okşadı. Dudaklarım hala iziyle yanıyordu. Tüm bedenim az önce zirveye ulaşmamış gibi deliriyordu. Onun için… “Mesele sana karışmamsa… Ben o gün için yaşıyorum.”
🕯
İkinci kesitler için instagram kanaldan takip edebilirsiniz./ _durumavii
Gelecek bölümde goeusmek üzere...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.93k Okunma |
1.75k Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |