17. Bölüm

15. BÖLÜM: "ATLI KARINCA"

Durumavii
durumavii

 

Jamie Duff~ Solas

 

Bülent Ortaç~ Kimseye Anlatmadım

 

Pinhani~ Bilir O Beni

 

Keyifle okuyun.

 

🕯🕯🕯

 

"Asiiii pabucu yarım! Çık dışarıya oynayalım!”

 

Küçük kız, kırmızı pabuçlarının topuklarında dönerken, elbisesinin havalanan etekleri sevincine eşlik etti. Çizgi filmdeki kızın ayaklarında görüp iç geçirdiği parlak pabuçlar artık onundu. Giydiği andan itibaren Dünyanın en mutlu çocuğu olabilirdi! Kollarının arasında sıkı sıkıya tuttuğu atlı karınca kutusu vardı ve şimdi tek istediği pabuçlarını o kutuyu alan kişiye göstermekti. Bu yüzden giyer giymez kapının önüne çıkıp tüm gücüyle bağırmaya başlamıştı.

 

“Asiiii! Pabucu yarım! Çık dışarıya oynayalım!”

 

Cama çıkan Derya, “Kız!” diye seslendi tatlı sert. “Ne bağırıyorsun bakayım? Uyuyor çocuk.”

 

Mavi, omzunu silkip, “Bana ne!” dedi. “Uyansın. Ayakkabılarımı göstereceğim ona.”

 

Eleni koşarak evden çıkarken sinirden kirpikleri titriyordu. “Mavi!” Avuçlarını yüzünden geçirip, “Bu kiz beni öldürecek!” dedi.

 

“Anne ya!” diye bağırdı Mavi. “Dur bir sinirlenme! Ayakkabılarımı zürafaya gösterip geleceğim.”

 

Eleni kaldırımdan inip terliklerinden birini çıkardığında Mavi hızla kaçtı. Karınca gibiydi. Eleni onu yakalamasının imkanı olmadığını bildiğinden “Ahmet!” diye bağırdı. “Gel de kizini içeri al. Sesiyle tüm mahalleyi inletti yine.”

 

“Ya bir dursana anne! Ayakkabılarımı gösterip geleceğim, dedim işte. Niye beni sinirlendiriyorsun!”

 

Derya kahkahayı koyverdi. Yanakları kızarana kadar güldü. “Ay ilahi Mavi! Daha beş yaşına girmedin, nereden buluyorsu ayol bu lafları.”

 

Mavi, elini beline koyup Derya Teyzesinin taklidini yaptı. “Buluyorum işte ayol. Hadi oğluşunu uyandır da ayakkabılarıma baksın.”

 

Derya bir kahkaha daha attı. Eleni gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. O sırada kapı açıldı ve çizgili pijamalarının bir dizi sıyrılmış olan Asil göründü. Bir gözünü ovalayarak ne olduğunu anlamaya çalışırken Mavi ayaklarından birini kaldırıp “Asi! Baaaaak…” dedi heyecanla. “Çizgi filmdeki kızınki gibi ayakkabılarım oldu. Gördün mü zürafa!” Ayağını indirip kutuyu uzattı. “Etiketini de kutuma koydum.”

 

Asil, kaldırıma indi. Uykusunu alamadan Mavi tarafından uyandırıldığı halde gülümsedi. “Çok güzelmiş ayakkabıların. Sana da çok yakışmış.”

 

Mavi, kirpiklerini kırpıştırıp, “Gerçekten miiii?” diye sordu.

 

Asil, gülümsemeye devam ederek başını salladı. “Gerçekten maviş.”

 

Duyulan bilinçli öksürük sesi Ahmet’e aitti. Evden çıkarken Asil’e ters bir kış attıktan sonra kızına bakıp sakince konuşmaya çalıştı. “Ben söyledim ya güzel kızım. Neden gidip bir de şu velede…” Eleni’nin dürtmesiyle isteksizce gülümsedi. “Asil’e soruyorsun nasıl olmuş, diye.”

 

Mavi, işaret parmağını her utandığında yaptığı gibi dudaklarının arasına aldı. “Şey babacım…”

 

Akif’in kullandığı beyaz Tofaş mahallenin başında göründüğünde iki çocuk da rahat bir nefes verdi. Genç adam arabasının camından uzattığı eliyle tesbihi sallayarak evin önünde durdu. “Hayırdır, neden maaile dışardasınız?”

 

Eleni terliğini yeniden giydi. “Mavi’nin işleri…”

 

“Kızma çocuğa, Eleni.” diye bağırdı Derya camdan. “Heveslenmiş işte. Hem sokakta dikileceğinize gelsene bize. Mis gibi kek yaptım. Yanına da bir çay koyarız.”

 

Eleni cevap vermeden önce Akif, “Olmaz.” dedi. Kapıyı açıp hala sürücü koltuğunda oturmaya devam ederken ayaklarını dışarı çıkardı. “Çünkü dışarı çıkacağız.” Mavi ve Asil meraklı bakışlarını üzerine çevirdiğinde sürpriz yapamayacağını anladı Akif. “Ee… Bugün maaşları aldığımıza göre şöyle mis gibi bir köfte yemeye gitmeyelim mi yani? Belki sonra lunaparka gideriz.” Mavi’ye göz kırptı. “Atlı karınca da gelmiş duyduğuma göre...”

 

Mavi o kadar sevindi ki koşup Akif Amcasını kucağına atladı. Hatırladığı tüm hayatı boyunca atlı karıncaya binmek istemişti. Asil ona atlı karınca kutusu aldığından beri kutuya her baktığında atlı o atlardan birinin üzerinde olduğunu hayat etmişti. Şimdiyse gerçek olacaktı!

 

“Canım Akif Amcam!” diye bağırdı incecik sesi Akif’in kulağını tırmalarken. “Asi! Yanyana binelim tamam mı?”

 

“Mecbur.” dedi Asil, Ahmet Amcasına bakmamaya özen göstererek. “Düşersen tutarım.”

 

Eleni ve Derya son bayramda aldıkları güzel kıyafetlerini giydiler. Eleni kızına da bayramlığını giydirmek istedi ama Mavi üzerindeki krem rengi elbiseyi çıkarmakmakta direnince başaramadı. Hep birlikte kordanda balık ekmek yiyip turşu suyu içtiler. Mavi doymayınca Asil ekmeğinin içindeki köftelerden gizli gizli küçük kıza verdi. Yemekleri bitince yılda ancak bir kez gittikleri lunaparka gittiler. Sahiden atlı karınca gelmişti, etrafında bir yığın çocuk vardı. Atlı karıncanın renkli ışıkları küçük kızın mavi gözlerinde parlarken yerinde duramıyordu.

 

“Asi!” dedi gözlerini atlı karıncadan ayırmadan. “Çatısına baksana! Kocamaaaaan…”

 

“Evet maviş.” diye onayladı Asil onu. “Çok güzel.”

 

Mavi birdenbire onun elini tutup başını kaldırdı ve yüzüne baktı. “Asi, büyüyünce çok zengin olarsan bana atlı karınca alar mısın?”

 

Asil güldü. “Çok zengin olursam alırım ama olamazsam elindeki kutudan bir tane daha alırım. Anlaştık mı?”

 

Mavi dişsiz ağzını göstererek başını salladı. Sıra onlara geldiklerinde Asil dışarıya bakan beyaz ata küçük kızı oturttu. Hemen yanına da kendisi bildi. Mavi, atın üstünde bile kutusunu bırakmadı. Döndükçe kendini bulutların üstünde hissetti. Atlı karıncanın rengarenk ışıkları onu toz pembe bir masal diyarına gönderdi. Asil ise yalnızca onu izledi. Aklında geçen tek şey, büyüdüğünde bir atlı karınca alabilek kadar zengin olmaktı.

 

Çocukların mutluluğunu gören Akif ve Ahmet bir tur daha binebilmeleri için birer bilet daha aldılar. Mavi’yi Asil’e emanet ettikten sonra kendileri de dönme dolaba binmek üzere yanlarından ayrıldılar.

 

“Bak Asil!” Küçük kız kutusunu Asil’e verip kollarını açtı. “Bak, kollarımı açabiliyorum. Bak hiç düşmüyorum.”

 

“Yapma maviş.” diye uyardı Asil. “Düşersen canın çok acır.”

 

“Düşmem ki akıllım. Hem düşsem bile sen tutarsın beni.”

 

“Tutarım ama yine de yapma.” derken etrafındaki çocukların çığlık atmaya başladığını duydu. Hayır, Mavi’nin attığı sevinç çığlıklarına benzemiyordu. Aileler telaşla atlı karıncaya doğru koşmaya başladığında Asil bir şeylerin ters gittiğini anladı. Gözleri kendi ailelerini aradı ama görünürde hiç biri yoktu. Hemen atın üzerinden atlayıp etrafına baktığında atlı karıncanın altından alevler yükseldiğini gördü. Saniyeler içinde büyüyen ve geceyi dumana boyayan alevler… Mavi’yi kucakladığı gibi atın üzerinden indirmeye çalıştı ama küçük kızın ayakkabısı atın tekerlek kısmına sıkışmıştı. Çekiştirse de gelmiyordu.

 

“Ayakkabını çıkar!” dedi telaşla. “Hadi maviş, çıkar ayakkabını.”

 

“Hayır, çıkarmam! Daha yeni giydim.” Ağlamaya başlamıştı bile. Ne olduğunu bilmiyordu ama kötü bir şey olduğunu biliyordu. Yoksa Asil asla böyle bakmazdı.

 

“Çıkar!” diye bağırdı Asil. “Hemen Mavi!”

 

Mavi korkuyla ayağını çektiğinde ayakkabısı tekerleği arasında kaldı. Daha çok ağladı. Alevler atlı karıncanın etrafında halka oluşturmuştu. İçeride hiç çocuk kalmamıştı. Asil, kucağındaki Mavi’yle birlikte aletin içinde dönüp durdu. Kalbi korkuyla çarparken kıza “Korkma.” dedi. “Şimdi kurtaracağım seni.”

 

Dışarıdaki insanların çığlıklarını duyuyordu. Onları fark edenler birilerinin alevleri aşıp iki çocuğu kurtarması için haykırıyordu ama alevleri kimse aşmıyordu. Asil, bunu kendisinin yapması gerektiğini anladı ve alevlerin görece daha az olduğu bir noktayı keşfetti. Gidebildiği kadar geri gittikten sonra koşup hızla ateşin üzerinden atladı.

 

Toprak zemine düştüğünde Asil o kadar sıkı tutuyordu ki Mavi, Asil’in kollarından savrulmadı ama küçük çocuğun dirsekleri kan içinde kaldı. Yine de ağlamadı.

 

Bağıra bağıra ağlayan Mavi’ydi. Çok sevdiği kırmızı pabuçlarından birini yitirdiği için…

 

🕯

 

Onu ilk gördüğümde anlamıştım. Yaralı yattığı sedyeden bana baktığında zamanın bir yerinden çatırdadığını ve oluk oluk kanamaya başladığını… Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. Yalnızca inkar ediyordum.

 

Uzun savaş ve yıkımların ardından, beni öptüğünde tüm inkarlar ruhumu birer birer terketti.

 

Asil, gerçekti. Bana dokunan elleri, beni korumak isteyen kalbi gerçekti. Çocukluğumdu. Bana kalan tek şeydi.

 

Hasta ruhum reddediyordu ama içimde bir yer o, diye deliriyordu.

 

“O halde birkez daha sormam gerekiyor.” Burnumun ucundan öptü. Yüzü ellerinin arasına alıp gözlerimden, alnımdan, yanaklarımdan ve çenemden öptü. Çevremin dudaklarıyla sınanmayan tek bir noktası bile kalmaya dek öptükten sonra “Sana dondurma almamı ister misin?” diye sordu.

 

Sana dondurma almamı ister misin?

 

Bu soruyu ilk kez mekanındaki ilk karşılaştığımızda sormuştu. O gün anlamamıştım. Şimdi, içim burkularak anlıyordum. “Evet,” Boğazımdaki yumruya ilk kez gözyaşlarım eşlik ediyordu. “Bana dondurma alabilirsin zürafa.”

 

Dudaklarındaki gülümseme o kadar yerli yerindeydi ki gözlerindeki pusu anlayamadım. Sarılarında bir zafer vardı ve geçmişimiz ihtilalimizdi. Geçmişimiz bizi birbirimize bağlayan görünmez bir ipti. O ip defalarca gerilmişti ama birkez bile bölünmemişti.

 

“Daha öncesinde sana vermem gereken bir şey var.” Geri çekildi. Elimi tutup bizi o evlerden birine soktuğunda geçmiş bir çığ gibi üzerime devrildi. Çıktığımız gıcırdayan merdivenler tanıdıktı, merdivenlerin bitimindeki çiçekli divan, soba, eski kilim tanıdıktı… Duvarların fildişi rengi tanıdıktı. Çok tanıdık ve çok acıydı.

 

“Gerçeği değil…” dedi boğuk çıkan sesiyle. Saçlarındaki damlalar alnına dökülürken, çaresizce açtı ellerini, etrafı gösterdi. “Bu kadar yapabildim. Olmuş mu?”

 

Başımı salladım. Kalbimdeki yası hissedebiliyordum. “Olmaz mı?” Başımı çiçekli divana çevirdiğimde daha fazla ağlamak istedim. Rüyamda gördüğüm divandı, üzerinde annemin saçlarımı okşadığı… “Oturmak istiyorum ama çok ıslağım.”

 

“Olsun.” dedi. “Kurur.”

 

Koltuğa oturduğumda gözümün önünde yeniden görmemek için uykuya savaş açtığım o rüyanın yansımaları vardı. Şimdi o rüyanın içindeydim. Buradaki her şey o rüyaya aitti. Sol köşedeki eski bir televizyon, üstündeki danteller, rengarenk iplerle örülmüş yuvarlak kilim…

 

“Üzerinde oynardın.” Benimle birlikte kilime bakan bakışlarında derin bir sızı vardı. “Tam orada sana bir hediye vermiştim.” Hatırlamadığımı biliyordu. Bu yüzden beklemedi. Eğilip televizyonun altındaki iki kapaklı ahşap dolabı açtı ve oradan bir kutu çıkardı.

 

İlk bakışta kutunun neredeyse tamamı yanmış gibi görünüyordu ama yaklaştıkça, isin arasında bazı renkler seçebildim. Kırmızı, beyaz, mavi atları…

 

Yanıma oturdu, kutuyu ortamıza koyduğunda sessizdi. Dilinin ucunda başka şeyler vardı ama susuyordu. Kaldırabileceğimi biliyordu. Yalnızca alacağım fazladan yaralardan korkuyordu. Bu yüzden yanarken bu kutu kadar şanslı olmayanlardan bahsetmedi.

 

Başımı yüzüne kaldırıp, yutkundum. “Bu… Bunu sonradan almamışsın. Ama nasıl?”

 

“Yıllar sonra bu evleri yeniden inşaa ettirirken yaşlı bir teyze yanıma geldi. Yaşlanmıştı ama onu tanıdım.” Burukça gülümsedi. “Mahallede oynarken bize camdan reçelli ekmek uzatan Hanife Teyzeydi. Beni evine davet etti.” Aynı yumru onunda boğazındaydı. Yutkunmasından, güçlükle nefes almasından anladım. “O günü anlattı. Bütün mahallenin ağladığını, aylarca yas tuttuklarını… Yangından sonra bulmuş bu kutuyu. Hiç umudu yokmuş ama saklamış.”

 

İçimi çektim. “İçindekiler…”

 

“Duruyor. Biraz yanmış olsalar da…” Elimi alıp kutunun üzerine koydu. “Hepsi burada.”

 

Kutuyu iki elimel kavrarken gözlerim, burnum yanıyordu. Alnımın ortası zonkluyordu ama iyiydim. Hiç olmadığım kadar iyiydim. “Sonra açsam olur mu?”

 

“Olmaz mı? Nasıl istersen.” Avucu yüzümü okşadı. “Zaten bir hediyem daha var.” Ona anlamayan gözlerle baktığımda elini divanın arkasına uzattı ve oradan bir kutu daha çıkardı. Bu seferki daha büyüktü.

 

“Ne var orada?”

 

Çıplak ve ıslak ayaklarıma bakıp gülümsedi. “Şu an en çok ihtiyacın olan şey.” Yerinden kalkıp önümde dizlerinin üzerine çöktüğünde onu izledim. Kutuyu açtığında ise kalbimi avuçlarımın arasında hissettim.

 

Parlak kırmızı pabuçlar.

 

“Benim yüzümden kaybetmiştin. Şimdi sana yenisini aldım.” Ayaklarımdan birini altından tutup hafifçe kaldırdı. “Neyse ki o kadar da büyümemişler.”

 

Dolu gözlerimle, “Dalga geçme.” dedim. “Fena yaparım.”

 

Başıyla onayladı. “Yaparsın.” Bir tekini giydirdiği ayakkabı ayağıma tam oturdu. Yavaşça yere bırakıp diğerini aldı. Ona da giydirdi ama yere bırakmadan önce bir şey yaptı, başını eğdi ve bileğimin içine dudaklarını bastırdı. Kirpiklerinin altından bana bakarken, “Çok yakıştı.” diye fısıldadı. “Beklediğimden daha çok..”

 

Kirpiklerimi kırptığımda iki damla yaş aynı anda yanaklarımda süzüldü. “Nasıl çıkacağım ben bu kırmızı parlak ayakkabılarla insan içine? Kırmızı pabuçlu katil mi olur?”

 

Sözlerim ona dişlerini göstereceği şekilde gülümsetirken, gözleri kapandı ve başını iki yana salladı. “Oldururuz, güzelim.”

 

Yeniden elimi tuttu ama de seferki başkaydı. Parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdiğinde ve ellerimizi birbirine kenetlediğinde belleğimde bazı görüntüler uyandı.

 

Kaçışan insanlar… Atlı karınca… Yanan atlı karınca!

 

Birlikte ayağa kalktığımızda, “Asil!” dedim. “Bizi kurtarırken ayakkabımı kaybettin.”

 

Gülümsemesini usulca dudaklarından ayırdı, başını salladı. “Sen bir şeyleri her hatırladığında kalbim böyle çarpacaksa,” dedi gözleri yine yüzümün her detayınca gezinirken. “Yaşlanmadan kalp hastası bir adam olup çıkacağım.”

 

Elimin tersiyle ıslak yüzümü sildim. “Zaten yaşlısın.”

 

Kaşlarıyla birlikte başını da omzuna indirdi. “Doğrudur ufaklık. Seni beklerken bir miktar yaşlanmış olabilirim.”

 

“O kadar çok mu bekledin beni?”

 

Kaşları bu defa kalktı. “O kadar çok bekledim seni…”

 

Attığım bir adım aramızdaki mesafeleri sıfırladığında gülümsedim. “O halde şimdi diğer sözünü tut.”

 

“Dondurma?” Gülümsemesini bastırmaya çalışırken bedenini çıkışa çevirdi. “Bulduğum ilk marketten alırım, hadi.”

 

Çatılan kaşlarımla birlikte kırmızı pabuçlu ayağımı kaldırdım ve hırsla ayağını ezdim. O inlerken iki adımla yanından ayrıldım ama üçüncüsü olmadı. Beni kolumdan yakalayıp kendisine çekti. Bedenlerimiz sertçe birbirine değdiğinde ellerinden biri ensemden yukarı çıktı ve dudaklarını bir kez daha dudaklarıma bastırdı.

 

Beni soluksuz öperken bu kez daha cesurdu. Elleri belimden aşağı uzandı, kavradığı kalçamı kendisine bastırdığında iniltilerimizin birbirimizin ağzının içinde dağıldı. Dudaklarımın her köşesini emerken tamamen onun yörüngesine çekilmiştim. Bedenimin her köşesi yanıyordu ve daha fazlası için çıldırıyordum. Dili ağzımın içine sızdığında duraksayarak parmaklarımı sırtına sapladım. Bunun hakkında hiçbir fikrim yoktu ama devam etmesi için her şey yapabilirdim. Yavaşlayan öpüşü beni anladığını mı gösteriyordu bilmiyordum ama yol göstermek istercesine ağır ağır içeri sızıp dilini dudaklarımın içinde dolaştırdığında ellerinden biri açıkça saçlarımı okşuyordu. Diğeri ise belli belirsiz kalçamı…

 

Ona daha fazla ulaşmak için topuksuz pabuçlarımın ucunda yükseldim. Beni öyle tutkuyla karşıladı ki bedenlerimizi birbirine temas etmeyen tek bir noktası bile kalmadı. Şimdi, burada her şeyimle ona karışmak istiyordum. Ona karışmak ve bana karışmasını istiyordum. Bu, hissettiğim en büyük tutkuydu. Yakıcı ve dayanılmazdı!

 

Nefessiz kaldığımı ancak dizlerim beni taşımadığında anladım. Tüm ağırlığımı kucaklayarak dudaklarımızı birbirinden resmen kopardığında almaya çalıştığımız derin nefesler ıslak ve tahriş olmuş dudaklarımıza vurdu.

 

“Bu yeni planın mı?” Yüzüme dökülmüş saçlarımı sıvazladı. “Beni şimdi de öperek mi öldürmeyi planlıyorsun? Akıllıca.” Başını sallarken hızla inip kalkan göğsü benimkine çarpıyordu. “Sevdim ama ben bu yöntemi. İstediğin zaman uygulayabilirsin.”

 

Gülmek istedim ama ciğerlerim o kadar boşalmıştı ki başaramadım. Bir süre yalnızca birbirimize bakarak nefeslerimizin düzene girmesini bekledik. Konuşabildiğim ilk an, “Delisin sen.” dedim. “Koskoca mafya liderinin istediği ölüm yöntemi bu mu?”

 

“İnkar etmiyorum ki.” derken o cüssesiyle nasıl bu kadar sevimli görünebilirdi? “Ama asıl delirmiş halimi henüz görmedin.”

 

Kollarımı boynuna doladığımda gözlerim tutukuyla aralanan dudaklarundaydı. “Görmek istemediğimi kim söyledi?”

 

Ayaklarımı yerden kestiğinde beni birkez daha öpeceğini anladım ama dudakları dudaklarıma ulaşmadan önce televizyonun üzerindeki alçı biblo yere düşüp dağıldı. Beni yere bırakırken başını iki yana sallayarak gülümsemesine anlam veremedim.

 

“Ne oldu?”

 

Dikkati parçalara ayrılmış biblodaydı. “Ne olacak? İşaret geldi.”

 

“Ne işareti?”

 

Bana çevrilen bakışlarında maziye ait bir burukluk vardı. “Kızımdan uzak dur, işareti. Ahmet Amcamdan…” Dudaklarını alnıma bastırıp şefkatle öperken, duyduğum isim kalbimi binlerce parçaya ayırdı. Genç, minyon bir adamın yüzü düştü belleğime; beni öpen, bana gülümseyen ve adımı şükreder gibi söyleyen adamın, babamın…

 

“Gidebilir miyiz?” Başımı merdivenlere çevirip çenemi sıktım. “Daha fazla salya sümük kalmak istemiyorum.”

 

“Kutun?” Divanın üzerindeki atlı karınca kutusunu işaret etti. “Almak ister misin?”

 

Başımı iki yana salladım. “Hayır, burada kalsın. O… Buraya ait.”

 

Bir gün açarsam burada açacağım.

 

Kutuyu alıp yerine koyduktan sonra bana elini uzattı. Biliyordum, Asil bundan sonra o eli daima tutmamı isteyecekti.

 

Tuttum.

 

Beni arabaya bindirip yine kendi elleriyle emniyet kemerimi bağladıktan sonra sürücü koltuğuna geçti. Mahalleyi, sokak lambasını, arnavut kaldırımları döven yağmuru ardımızda bırakıp uzaklaştığımızda aramızdaki sessizliğin de bir dili vardı. Bana sessiliğiyle de iyi gelmeye çalışıyordu. Bunu dakikalar sonra ilk konuşan o olduğunda daha iyi anladım.

 

“Konuşmak ister misin? Seni Yaprak’a götürebilirim.”

 

Gözümü yoldan ayırmadım. Ruhumu içi boşaltılmış bir çuval gibi hissediyordum ama kelebekler, hala uçuşmaya devam ediyorlardı. “O kadınla konuşmak beni düzeltmeyecek.”

 

“Öyle bir şey söylemedim.” dedi net bir şekilde. “Bahsettiğim içini dökmendi.”

 

“Konuşmayı hiçbir zaman sevmedim.” Keyifsizce güldüm. “Hatırladığım hiçbir zaman.”

 

Arabanın karanlığında bakışlarını kısa bir an sol tarafımda hissettim. “Nasıl istersen.”

 

Nasıl istersen. Bunu çok sık söylüyordu. Çünkü gerçekten nasıl istersem öyle olmasını istiyordu.

 

“Ama benim için yapabileceğin bir şey var.” dediğim anda cevap verdi.

 

“Emret.”

 

Başımı yasladığım koltuktan ona çevirdim. O an için Asil’e gülümsememek bir seçenek değildi. “Radyoyu açabilirsin.”

 

Parmakları radyonun düğmesini çevirdi ve çıkan ilk şarkının dizeleri Asil’in sıcak vanilya kokusu gibi arabanın içine sinmeye başladı.

 

Kuşlar içimden, düşümden uçmuş

Yani derinden, derinden

Dostlar kafamdan, yaşamdan kaçmış

Yani derinden, derinden

Aşklar, savaşlar, şiirden çıkmış

Yani derinden, derinden

Putlar, ikonlar evimde belirmiş

Yani derinden, derinden

 

Onu izledim. Gözünü yoldan ayırmayışını, direksiyonu kavrayan esmer, uzun ve düzgün parmaklarını, aralıklarla vuran ışığın göğsündeki kolyeyi parlatışını ve bana olan düşkünlüğünü… Bu sonuncu için artık hiçbir eylemde bulunması gerekmezdi. Yalnızca ona baktığımda bile bana ne kadar düşkün olduğunu görebiliyordum. Akıl almazdı, inanılmazdı ama gerçekti. Hayatımda ilk kez biri benim için yerin ve göğün yerini değiştirebilirdi.

 

Kedişler, köpüşler sokakta yaşarmış

Yani derinden, derinden

Kadınlar, çocuklar hayattan göçermiş

Yani derinden, derinden

Adamlar, babamlar ölürmüş derinde

Yani derinden, derinden

İnsan özünden düşermiş bazеn

Yani derinden, derindеn

 

Peki ya bundan sonra ne olacaktı? Onun tanıdığı Mavi değildim ama artık Burgonya Kızı da değildi. Kaybolmuştu. Araftaydım. Düşüyordum. Beni tutmak istediğini biliyordum ama tutunacak gücümün olup olmadığını bilmiyordum.

 

Küçük bir çocukken içim çok sıcaktı

Yani derinden, derinden

Allah yukar'da ve toprak sıcaktı

Yani derinden, derinden

Dünya dönerdi, ya, ben de dönerdim

Yani derinden, derinden

Annem gülerdi, ya, ben de gülerdim

Yani derinden, derinden

 

Onun toprakların filizlenmiştim. Onun topraklarında büyümek için yüzümü güneşe dönmüşken karanlık bir el beni söküp almıştı. Köklerimi taşla ezmiş, beni sulamadan kendi kurak karanlığında büyütmüştü. Gerçek buydu; ben karanlığın dönüştürülemez bir parçası olmuştum.

 

Bugünlerde ruhumda korkunç bir ur var

Derinlerde sinmiş, semirmiş bi' sansar

Sönmüş tükenmişti, bitmişti sancak

Yani derinden, derinden

Yüzümde şu nursuz geceyi utandır

Ruhum cevap ver, karanlıkta saldır

Manyak bir asi gibi sapla mızrak

Yani derinden, derinden

 

Ona karşı koyamayacağımı biliyordum. Bildiğim bir şey daha vardı. Ben koparıldığım için karanlıktım, o da peşimden sürüklendiği için… Ve iki karanlık bir araya gelişi doğacak tüm güneşleri söndürmeye mahkumdu.

 

On üç sarkı ve uzun soluklu bir sessizliğin ardından eve döndüğümüzde bizi bahçede bir ateş karşıladı. Yaklaştıkça o ateşin barbeküden geldiğini çözdük ama çok daha garip detaylar; beline bağladığı ceketiyle ateşi yelleyen Kurt, Adana havası eşliğinde bahçenin ortasında kırdıran Cengiz ve rakı masasına meze taşıyan Bade’ydi.

 

Arabadan indiğimizde Kurt bunu bekliyormuş gibi “Hah!” dedi bize dönüp. “Sonunda gelebildiniz yav. Açlıktan kırıldık burada.”

 

O konuşurken Cengiz aynı neşeyle oynayarak yaklaştı. Bununla da kalmayıp şarkıya eşlik etmeye başladı.

 

Adana’ya gidek mi?

Şalvarından giyek mi?

Kebabından yiyek mi?

Hele gardaş gel gidek

 

“De haydi oynayak!” dedi zevkten dört köşe olmuş bir şekilde. “Oturmaya mı geldik?”

 

Gidek gidek gel gidek

Adana’ya gel gidek

Adana sıcak derler

Hele gardaş gel gidek

 

Bade yeni bir tepsiyle masaya yaklaştığında “Ay abla hoşgeldin!” dedi neşeyle. Neşe iksiri falan mı içmişlerdi? “Aaa!” dedim vaziyetimi ancak fark ederek. “Abla sıçan gibi olmuşsun ya sen.” Bakışlarımdan gerekli cevabı aldıktan sonra yeniden gülümsedi. “Islanmışsın yani. E hadi üzerinizi değişin de gelin masaya, mis gibi mezeler yaptım. Kurt da etleri atacak şimdi. Hemen pişerler.”

 

Kurt aval aval Bade’ye gülümseyerek etleri yellemeye devam etti. “Pişer valla. Neden pişmesin ki? Hayır, pişmemesi için hiçbir sebep yok.”

 

Asil, tepkisiz bir şekilde olanları izlerken, birkaç adım yaklaştım. “Ne oluyor lan burada?”

 

“Ne oluyorsu mu var yenge!” dedi Cengiz bu kez de gerdan kırarak. “Bade Hanımın bebesi bulunmuş.” Başını sallayıp muzip bir şekilde patronunu ve beni süzdü. “E siz de başkanın evinden el ele çıktınız. Gözümüzle gördük. Daha da yenge dememe karışmazsın artık.”

 

“Ulan!” Kaldırdığım elimle birlikte bir adım daha atmıştım ki Bade önüme geçti. “Abla be! Ne güzel hazırladık işte. Oturup kafa dağıtsak, iki kadeh içsek ne olur sanki?”

 

“Sen içemezsin.” dedi Kurt mangalın başından. “Emziriyorsun, sütüne neyin geçer.”

 

Bunlar hangi ara bu kadar samimi olmuşlardı?

 

“Ha…” dedi Bade. Ha mı? Öküz, kızı da kendisine benzetmiş. “E ablama soralım, doktor sonuçta.” Bade ciddiyetle bana dönüp, “Bir kadeh bile içmemem mi ben şimdi?” diye sordu.

 

Bade’nin gözlerindeki ışıltı yelkenlerimi olduğu gibi suya indirdi. “İçebilirsin bir kadeh.”

 

Bir hışımla Cengiz’e dönüp parmak sallamayı ihmal etmedim. “Ama sen bana bir daha yenge, de dişlerini eline sayarım.”

 

Beni duymamış gibi omuzlarını sallaya sallaya oynamaya devam ederken sıradaki dizeleri de yüzüme bakarak okudu.

 

Yağmur yağsa kış olur

Güneş doğra yaz olur

Kızlarında naz olur

Hele gardaş gel gidek

 

Son attığım dayağın tekrarı beni ciddiye alması için yeterli olurdu ama belime dokunan el buna engel oldu.

 

“Üzerini değiştirmen gerekiyor, biraz daha böyle kalırsan hasta olursun.” Başıyla masayı gösterdi. “Sonra rakı içelim mi? Adabınca.”

 

Eve çıkan merdivenlere yürürken, “İçelim.” dedim ve eve girmeden önce dönüp son kez baktım. “Adabınca.”

 

On beş dakika sonra bahçe masasının etrafındaydık. İlginçtir ki bizi sırılsıklam bırakan yağmur buraya tek bir damla bile düşmemişti. Bir süredir fonda Zeki Müren dönüyordu. Bade bebek telsizinden uyuyan kızını izlerken, Kurt ikinci kadehleri dolduruyordu. Masanın bir ucunda oturuyordum. Karşımdaki diğer uçta o vardı, Asil. Bade ve Kurt sol tarafta, Cengiz ise tek başına sağ taraftaydı. Bir ara yanındaki boş sandalyeye bakıp iç geçirdi ve “Ah Nevşin’im.” dedi. “Ne vardı sen de burada olaydın.”

 

“Oğlum bırak artık şu kadının peşini, yüz vermiyor işte.” Söylenerek yerine oturdu Kurt.

 

“Sen öyle san.” dedi Cengiz alınmışlıkla. “Naz yapıyor çiçeğim. Biliyom ben, aslında onun da ben de gönlü var.”

 

Kurt, Bade’nin ilk kadehine belli bir miktar rakı doldurduktan sonra üzerini suyla tamamladı.

 

“Herkese sadece rakı koydun. Bana neden su kattın?”

 

Kurt bakışlarını Bade’nin yüzüne çıkardı ama fazla tutmadı. Garip bir şekilde ona bakarken hala çekiniyordu. “İlk defa içeceksin, çarpmasın diye şeyettim.”

 

Bade gülümsedi. “Anladım, sağol.” Kadehi burnuna yaklaştırıp kokladığında yüzünü istemsizce buruşturdu. “Ne keskin kokusu varmış.”

 

“İçme istersen.” dedi Kurt hemen. “Şalgam doldurayım ben sana.”

 

“İçmek zorunda. Rakı adabında yedinci kural, kadehin yarım bırakılmayacağı söylüyor.” Kadehimi kaldırıp, gözlerimi Asil’den ayırmadan içtim. “Öyle değil mi?”

 

Kadehini dudaklarına götürdü. “Öyle.”

 

Bade ilk yudumda dudağını ısırdı, ikincisinde tepkisiz kaldı, üçüncü yudumda başına diktiğinde Kurt kadehi elinden aldı ama dibinde ancak birkaç damla kalmıştı.

 

“Ay çok güzel bu be. Ben bir kadeh daha içeceğim.”

 

“Olmaz.” dedi Kurt. “İçemezsin.”

 

Masaya kollarımı koyup, Kurt’a sert bakışlarımı gönderdim. “Buzluğa sağdığın sütlerinden koyuyor musun hala?”

 

Başını salladı.

 

“O zaman içebilirsin. Tek bir kadeh daha.”

 

Kurt istemeyerek bir kadeh daha doldurduğunda Bade’nin neşesi daha da yerine geldi. Hatta o kadar fazla geldi ki Kurt’a kafa tutacağım, diye bir kadeh daha içmesine izin verdiğim için pişman oldum.

 

“Eee!” dedi abartıyla. “Siz nasıl tanıştınız, çok merak ediyorum. Yıllardır birlikte gibisiniz.”

 

Kurt da Cengiz de ciddileşti. Asil zaten öyleydi.

 

“Yetiştirme yurdundan.” dedi Kurt. “Cengiz ve ben daha öncesinden oradaydık. Asil sonradan geldi.”

 

Bade dudağını büktü. “Çok üzüldüm ama şanslısın… En azından yıllarca hep birlikte kalmışsınız.”

 

“Ne demezsin!” Cengiz suratını asarak rakısını yudumladı. “Çok da kalamadık. Bu ikisi bir gece bana haber vermeden tüydüler yurttan.”

 

“Aaa! Neden ama…”

 

Kurt, konuşmadan önce bakışlarıyla patronundan onay aldı. “Öyle olmak zorundaydı. Bir amaç uğruna kaçtık ama başımıza ne geleceğini bilmiyorduk. Velev iyi şeyler gelmedi de… Bir pezev-” Giderek sertleşen bakışları boşluğa daldı. “Şerefsizin birinin eline düştük. Kötü şeyler yapmak zorunda kaldık. Sonra da yakalandık zaten.”

 

Bade ile bakışlarımız buluştu. Artık gülümsemiyordu. “Ne yaparken yakalandınız?”

 

Masaya çöken sessizlik gecenin karanlığına karışırken, bir an hiç cevap vermeyeceklerini düşündüm. Birkaç dakika sonra Asil boşalan kadehini doldurdu. Büyük bir yudum aldıktan sonra bedenimi sandalyeye yasladı.

 

“Hırsızlık.” Yüzüme bakmıyordu. Kimsenin yüzüne bakmıyordu. “Tablo çaldık.”

 

Sözleri yeni bir sessizliğe gebe kalırken, Bade’nin bir soru daha sormayacağını biliyordum. Kendim için aynı şeyi söyleyemezdim.

“Kimin tablosuydu?” Herhangi bir tepki vermemiştim. Sesim stabildi.

 

“Necmettin Korkutel’in.”

 

İşte bunu beklemiyordum. “Yollarınız sonradan kesişti ama soyadın?”

 

“Soyadım değişmedi.” Bakışları hala aynı boşlukta oyalanıyordu. “Necmettin Korkutel ile dedemin kardeş olduklarını öğrendim. Zamanında dedem, yasadışı işlerine karşı geldiği için aileden ayrılmış. Bilmiyorduk. Bize hep ailesinin olmadığı söylerdi. Zaten ben çok küçükken de öldü. Bizi yakalayan adamlar isimlerimizi alıp bizi bir odaya kapattıları. O odaya polislerin gireceğini sandık ama giren Necmettin Korkutel’di. Uzun uzun baktı bana, sorular sordu. Başta anlamadım ama dna testi yaptırdığı gün çözdüm. Akrabalığımız ortaya çıkınca beni kardeşi Caner Korkutel’e teslim etti. Toprağı bol olsun, iyi adamdı. Hep bir oğlu olmasını istemiş ama Peri’den başka çocuğu olmamış. Oğluna koymak istediği ismi verdi bana.” Yüzüme çevrilen bakışları sert ve donuktu. “Zaten kendi adımla bu camiada anılmak istemezdim.”

 

Kurt, bir amaç uğruna kaçtık, demişti. Bir amaç uğruna yaşamıştı tüm anlattıklarını. Sormama gerek yoktu. O amacın ne olduğunu biliyordum.

 

“Film gibiymiş.” Ben de kadehimi başıma diktim. “Ama tek bir dramatik şey daha duymak istemiyorum.” Eğilip, boş kadehimi önüne koydum. “Sekizinci kural, masadan gülmeden kalkılmaz.”

 

O da eğildi ve gözlerime bakarken gözlerindeki donukluk silindi. “Hayattan da gülmeden kalkılmaz.”

 

Kadehimi kaldırdım. Şişeyi kaldırdı. “O zaman? Güldür de içelim, Asil.”

 

Parmakları şişenin üzerinde donup kaldı. Gözlerinde nefis bir gülümseme canlandı. Ağır ağır başını sallarken, Cengiz ve Kurt’un şaşkın bakışlarını yüzümde hissettim.

 

“Ne bakıyorsunuz? Küfür mü ettim?”

 

“Valla küfür etsen şaşırmazdık zaten.” dedi Kurt. “Ona sadece biz böyle hitap ederdik.”

 

“Yanılıyorsun.” dedim imayla. “Şu psikiyatri kadın… Neydi adı?” Pekala adını biliyordum. Lanet olsun.

 

“Yaprak.”

 

“Hah, Yaprak. O da Asil, diye hitap ediyor.”

 

Asil kadehimi doldururken keyfi epey yerine gelmiş gibi görünüyordu. Doldurduğu kadehimi önüme bıraktı. “Doktorlar hastalarının isimlerini bilmeliler.”

 

“Nasıl yani?” Şaşkınlığımı gizleyemedim. “Sende mi onun hastasıydın?”

 

“Yok.” dedi sırıtarak. “Ben başka birinin hastasıyım aslında.”

 

Bade öyle büyük bir kahkaha attı ki kendini tutamayıp Kurt’un üzerine devrildiğinde kendimi tutamadım ve gülmeye başladım. Ve güldüğüm aslında Bade değildi.

 

“Ulan Nevşin! Olaydın da sen de benim üzerime düşeydin!” Cengiz, kendi kendine türkü mırıldanarak sallanmaya başladığında “Nevşinim…” diye inledi. “Bir Afitap bir sen ulan.” Aklına her ne geldiyse durdu. Birden gözleri açıldı. Yutkundu ve sopa yutmuş gibi Asil’e dönüp, “Abi…” dedi. “Ben sana bir şey söylemeyi unuttum.”

 

Asil kaşını çattı. Kurt homurdandı.

 

“Sakın tahmin ettiğim şey olduğunu söyleme.”

 

“Abi…” dedi Cengiz yalvaran bir sesle. “Başka çarem yoktu. Mecbur kaldım vallahi. Söz yarın icabına bakacağım. Bak val-”

 

Sözünü tamamlayamadı. Çünkü içeriden hemşirenin çığlık çığlığa bağıran sesi duyuldu.

 

“Lan!” Kurt ayağa kalkıp bir eve bir Cengiz’e baktı. “Yoksa…”

 

Cengiz de ayağa kalktı ama titreyerek… “Galiba hemşire Afitap’ımı kapattığım odanın kapısını açtı.”

 

Kurt ile bakışlarımız aynı anda arabalara kaydı. “Koşsak yetişebilir miyiz?” diye sordu ciddiyetle.

 

Kapının açıldığını gördüm. Hemşire götünü tutarak dışarı kaçarken arkasından o göründü, Afitap…

 

Ulan… Biraz daha mı büyümüş bu hayvan? Kanatlarını açarak havada savrulurken bizi fark etti. Kurt’u ve beni… Yavaşladı. Kanatlarını daha da açtı.

 

“Sokarım ama böyle işe!” dedim sıktığım dişlerimin arasından.

 

İkimizin elleri de aynı anda arkamızı kapatırken, “Koş Kurt!” dedim. “Götünü seven koşsun.”

 

🕯

 

 

Bölüm : 15.03.2025 14:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...